19 Temmuz 2024 Cuma

Tembelliğe Karşı

    İmparator Vespasien ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır ama o haliyle bile imparatorluğuyla ilgili haberlerin kendine iletilmesini ve yataktan da olsa önemli işleri ara vermeden düzenleyebilmeyi ister. Doktoru sağlığına zarar verdiği için ona sitem ettiğinde: "Bir imparatorun ayakta ölmesi gerekir" diye cevap verir. İşte bir prense yakışır, güzel bir söz. İmparator Adrien de daha sonra benzer koşullar altında aynı sözü kullanmıştır. Bu söz, kendilerine verilen bu büyük sorumluluğu hissettirmek, bu sorumluluğun aylaklara göre olmadığını hatırlatmak için krallara sık sık hatırlatılması gereken bir sözdür. Çünkü hizmet ederek canını tehlikeye atan halk, buna karşılık kralın boş işlerle uğraştığını görürse cesaretini ve isteğini yitirecektir.
    Eğer biri çıkıp da savaşların krallar tarafından değil de başka biri tarafından yönetilmesinin daha iyi olacağını söylerse, tarih ona yararlı olmaktan çok zarar veren birçok kral yardımcısı örneği verebilir. Ama hiçbir değerli ve cesur prens böyle utanç verici bir deneyimden geçmek istemez. Devletini koruma bahanesiyle bulunduğu konuma bağlı servetini korumaya çalışıyorsa askeri değeri düşer ve yetersiz biri olarak kabul edilir. 
    Adamları kendisi için çarpışırken uyumaktansa çıkıp yenilmeyi tercih eden, yokluğunda büyük işler başaran askerlerini kıskanan bir Kral* tanıyorum. Birinci Selim, önderi olmadan kazanılan zaferlerin eksik zaferler olduğunu söylerken bence haklıydı. Birinci Selim, "Düşüncesinden ve sesinden başka bir şey kullanmadan bir zaferde payı olduğunu düşünen bir önder utanmalıdır" diye devam eder. Bu çok doğrudur. Çünkü bu tür işlerde onurlu fikirler ve emirler savaş alanında düşünülenlerdir. Hiçbir önder kendini sağlama aldığı yerde rolünü iyi oynayamaz! Savaşta başarı konusunda dünyada ilk olan Osmanlı padişahları bu fikre sıkı sıkıya bağlıdırlar.
    İngiltere Kralı III. Edward Kralımız V. Charles hakkında: "Onun kadar az silah kuşanıp da bana bu kadar iş çıkaran başka bir kral olmadı" der. Bu durumu tuhaf bulmakta, akıldan çok şansa bağlamakta haklıdır.
İmparator Julien, bir felsefecinin ve kusursuz bir adamın nefes almakla, yani bedensel gerekliliklerle yetinmemesi, ruhunu ve bedenini sürekli olarak güzel, yüce ve asil şeylerle meşgul etmesi gerektiğini söyler. Toplum içinde yere tükürmekten ve terlemekten de utandığı söylenir. Çünkü sürekli çalışmanın, alıştırma yapmanın ve kanaatkârlığın bütün bu gereksiz tepkileri kurutması ve yok etmesi gerektiğine inanır. 
    Portekiz Kralı Sebastian'a karşı zafer kazanan Fas Kralı Abdülmelik, Portekizliler ellerinde silahlarla ülkesine girdiğinde ağır hastaydı. Ölüme doğru giderken imparatorluğunu sürdürmesi gerektiğini biliyordu. Hiç kimse bulunduğu yeri göz önünde bulundurarak onun kadar cesurca ve var gücüyle uğraşmamıştır. Askerlerinin görkemli bir şekilde savaş alanına girişlerini görmeye gidemeyecek kadar hasta olduğu için bu onuru kardeşine devreder ama komutanlığını başkasına bıraktığı tek görev bu olmuştur. Daha önemli ve gerekli olan işlerin hepsini titizlikle ve canla başla çalışarak yerine getirir. Yataktadır ama zekası ve cesaret son nefesine kadar ayakta kalmıştır. Topraklarına düşüncesizce yayılmış düşman güçlerini silip süpürebilirdi ama az bir ömrü kaldığı ve yıkılmış bir ülkeyi ve bu savaşı emanet edebileceği kimse olmadığı için hızlı bir zafer kazanmak zorunda olduğunu görmek çok canını sıktı. Çünkü yaşayacak olsa savaşı çok kan dökmeden halledebilirdi. Bu durumda yaşamak için direndi, düşmanın gücünü tüketmek için onları Afrika kıyılarında bulunan karargahlarından dışarı çıkarıp ülkenin içlerine doğru çekti. Ve ömrünün son gününe kadar bu savaşa hazırlanmak için çalıştı. Kendi birliklerini bir çember halinde yerleştirip Portekiz ordusunu kuşattı ve çemberi gittikçe daraltarak düşmanın savaşmasını yalnızca engellemekle kalmadı, kaçmalarını da engelledi. Tüm yolların tutulmuş ve kapalı olduğunu gören Portekizliler yuvarlağın içinde yığılmaya başladılar. Fas ordusu ezici ve büyük bir zafer kazanmıştı. Fas Kralı ölüm döşeğindeyken yardımcıları tarafından ona ihtiyaç duyulan her yere taşınıyordu. Kral böylece askerlerin arasında gezinip onları cesaretlendirmiş oluyordu. Ordusunun bir yerde yenik düşme tehlikesi altında olduğunu duyunca, kılıcı eline alıp savaşın içine girmeye çalıştı, yardımcıları elbisesinden, atının dizginlerinden ve üzengisinden tutarak onu durdurdular. Bu gayreti de kalan son yaşam gücünü elinden almıştı. Kıpırdayamaz halde yatarken birden sıçrayıp ölümünden kimseye bahsedilmemesini istedi, savaşçıları bu haberle ümitsizliğe kapılmasın diye o anda verilecek en iyi emri vermişti. Son nefesini verdiğinde parmağı kapalı dudaklarının üzerindeydi: Sessizliğin işareti. Kim tam ölümünden önce bu kadar uzun süre yaşamıştır? Kim bu kadar ayakta ölmüştür?
    Ölüm karşısında en cesur en doğal duruş, korkmadan, endişelenmeden ölüme bakarak durmak ve hayatını sürdürmeye devam etmektir. Caton kalbindeki kanlar içindeki yarayı eliyle kapatmaya ve uyumaya çalışarak ölümü bekledi.

* Montaigne burada IV.Henri'den bahsetmektedir.

Montaigne, Denemeler


18 Temmuz 2024 Perşembe

Yaşıyorsam

Otlar yeşeriyor / rüzgârın sesine katılıyor papatyalar
Güneş akıyor omuzlarımızdan
günlerin kanatlarında yaşamanın tadı
yaslanıp atlarımızın yelelerine / uçuyoruz

en güzel yüzleri biz damıttık içimizde
en güzel şiirlere yelken açtı şürlerimiz
acının aynasında seyrettik
gençliğimize uzanan trenleri

sesim yaşıyorsa
yaşıyorum ölümsüzlüğün alnında
kuşlarla kanatlanıyor pencerem
bahar dalları sallanıyor ufkumda
yaşıyorsam
benimle yaşıyor dünya.

Ahmet Özer

Fotoğraf: Nehir Güler


Selam

Yola çıkınca her sabah,
Bulutlara selam ver.
Taşlara, kuşlara, 
Atlara, otlara,
İnsanlara selam ver.
Ne görürsen selam ver.
Sonra çıkarıp cebinden aynanı
Bir selam da kendine ver.
Hatırın kalmasın el gün yanında
Bu dünyada sen de varsın!
Üleştir dostluğunu varlığa,
Bir kısmı seni de sarsın.

Üstün Dökmen

Resim: Ömer Muz, İstanbul Resimleri, Suluboya Çalışma


17 Temmuz 2024 Çarşamba

Sarhoş Gemi

Ölü sularından iniyordum nehirlerin
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak kızılderililer, nişan atmak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.

Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler, patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.

Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde.
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.

Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim:
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.

Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular;
Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.

O zaman gömüldüm artık denizin şi'rine,
İçim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan;
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.

Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.

Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri.
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.

Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir âyinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperip uzaklaşan dalgalar, sıra sıra.

Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.

Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni;
Beklemedim Meryem'in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.

Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.

Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.

Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz, bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer,
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.

Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgârı.

Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım diz çökmüş bir kadın gibi.

Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.

İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanza kadırgaları takamazken peşine.

Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler:
Güneş yosunları, mavilik meduzaları.

Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır  dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.

Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa'nın.

Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest.
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarla altın kuş, sen ey Gelecek Kudret.

Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.

Gönlüm Avrupa'nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk.
Mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini.

Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar,
Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.

Arthur Rimbaud

Çeviri: Sabahattin Eyüpoğlu

Fotoğraflar: Özgür Onat Çinkılıç, Amsterdam


Özgürlük

Okul defterlerime
Sırama ağaçlara
Kumlar karlar üstüne
Yazarım adını

Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş, kan, kağıt veya  kül
Yazarım adını

Yaldızlı tasvirlere
Toplara tüfeklere
Kralların tacına
Yazarım adını

Ormanlara ve çöle
Yuvalara çiğdeme
Çın çın çocuk sesime
Yazarım adını

En güzel gecelere
Günlerin ak ekmeğine
Nişanlı mevsimlere
Yazarım adını

Gök kırpıntılarıma
Güneş küfü havuza
Ay dirisi göllere
Yazarım adını

Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölge değirmenine
Yazarım adını

Fecrin her soluğuna
Denize vapurlara
Azgın dağın üstüne
Yazarım adını

Bulutun yosununa
Kasırganın terine
Tatsız kaba yağmura
Yazarım adını

Parlayan şekillere
Renklerin çanlarına
Fizik gerçek üstüne
Yazarım adını

Uyanmış patikaya
Serilip giden yola
Hınca hınç meydanlara
Yazarım adını

Yanan lamba üstüne
Sönen lamba üstüne
Birleşmiş evlerime
Yazarım adını

İki parça meyveye
Odama ve aynaya
Boş kabuk yatağıma
Yazarım adını

Obur köpekçiğime
Dimdik kulaklarına
Acemi pençesine
Yazarım adını

Kapımın eşiğine
Kabıma, kacağıma
İçimdeki aleve
Yazarım adını

Camların oyununa
Uyanık dudaklara
Sükutun ötesine
Yazarım adını

Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime
Derdimin duvarına
Yazarım adını

Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa
Ölüm basamağına
Yazarım adını

Geri gelen sağlığa
Kaybolan tehlikeye
Hatırasız ümide
Yazarım adını

Bir tek sözün  şevkiyle
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum
Seni haykırmaya

Özgürlük

Paul Éluard, Liberté

Çeviri: Melih Cevdet Anday - Orhan Veli Kanık

Resim: Ruhiye Yalgın, Suluboya 56x75 cm.


Ayrılanlar İçin

Yollarımız burada ayrılıyor
Artık birbirimize iki yabancıyız
Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Her şeyi evet her şeyi unutmalıyız

Her kederin tesellisi bulunur, üzülme
İnsan ne kadar sevse unutabilir
Mevsimler, gelir geçer, yıllar geçer
Sen de unutursun bir gün gelir

Hiç yaşamamışçasına, hiç sevmemişçesine
Unutursun o günlerimizi, gecelerimizi
O günlerce gecelerce sevişmelerimizi

Her şeyi evet her şeyi unutabilirsin
Hatta bütün yazdıklarımı satır satır
Kalırsa, içinde bir derin sızı kalır

Ümit Yaşar Oğuzcan

Resim: Nikolay Chesnokov 1915-2004 (Begonya, 1981)


16 Temmuz 2024 Salı

"İnsan kendi gibisine niye meyleder?"


(...) Az okuyan, ama Dostoyevski okuyan bir kitle var, eskisinden daha farklı olarak. Yeraltından Notlar’ı, Suç ve Ceza’yı okuyor ve kafasında bir sürü şey patlıyor ve bu kâfi geliyor. Halbuki Proust’u okuduğunuzda, kafatasınız erir gibi olduğunda, o cümleler artık rüyalarınıza bile girdiğinde başka türlü bir şekil ve lisan alıyorsunuz; ifade, olayın ve dramın önüne geçiyor. Yani, Dostoyevski, maalesef daha kolay bulunarak tercih edildi. Ne kadarına temas edilebildiği değil, temas edilen kısmın bütün sayılması gibi bir zamane illetine uğradı. Okumak bir emek vermektir ve kendinden öte bir şeyleri aramaktır, kendi kadarına 
razı olmamaktır. Onda kendi kitabını bulmaktır. Sanatçı da bir hoşlanma ilişkisi yaşayacağınız kimse değildir.

Şimdi, çok kolay okunur kitaplar var. Rahat rahat okunuyor, yormuyor, insanı kendinden memnun ettiriyor, “bu da benim kadar bir şey, demek ki ben de fena değilim” hali yaşatıyor. Bir aşk ya da tutku değil de, bir hoşlanma ilişkisi var okunan şeylerle, hatta dinlenen müzikle. Bakıyorsunuz, dinleyenin de rahatlıkla yapabileceği bir müzik tercih ediliyor. O zaman bu müzik niye tercih ediliyor, niye dinleniyor, insan kendi gibisine niye meyleder? Daha güçlü bir duygu, daha güçlü bir belâgat, anlayış, duyuş ve dile getiriş yoksa, insan başkasının üzerine neden eğilir? Çok daha farklı, derin bir şekilde bir şeylere talip olmuş birini insan tercih eder. Ama o müziği dinlemek, o kitapları, o metinleri okumak bir emektir tabii ki, ama sizi kendinizden öteye taşır, başka bir yere götürür. Şimdiki kitaplarda öyle rahat, bir-iki saat içinde okunma hali var. Ama okur da böyle bir okur. Tavla oynayacağına kitap okuyor, ama aynı zevki almak istiyor. Bu tabii ki devrin vasatı. Dostoyevski de sonuçta elbet çok derin bir adam olmasına rağmen, Proust’a, Joyce’a, Faulkner’a göre daha kolay okunuyor. O yüzden o öne çıktı. Hem daha kolay okunuyor hem bin çeşit cinnet patlatıyor. Öbüründe içinize alacaksanız, besleyeceksiniz, büyüteceksiniz ve o cinneti kendiniz patlatacaksınız. Bu pek tercih edilmiyor. Yaşadığımız devre şöyle bir geri çekilip baktığımızda, bu tabiî geliyor bana.
    **
(...) Wittgenstein’ın “üzerinde konuşulamayanlar hakkında susmalı” önermesi vardır çok ünlü, ama onun bir de alt metni var: “Çünkü üzerinde konuşulabilenler yalanı uydurulmuş olanlardır, her konuştuğumuz daha önceden intişar etmiş bir yalan üzerine konuşulan şeylerdir. Onu yastık alan şeylerdir.” Geçmişe ve geçmişteki olaylara çok inanarak üstüne bir şey inşa etmek, bana her zaman biraz sakınılması gereken bir şey gibi geliyor. Çünkü şu an biz de kendi yaşadığımız devrin her tür illeti içindeyiz. Bu devrin de yüzlerce vahşeti, çirkinliği var. Bizden sonraki nesiller bunlar için belki utanacaklar, ama onlar da sonrakileri utandıracak şeylerle meşgul olacaklar bir yandan da. 

Şule Gürbüz

Şule Gürbüz ile A'dan Z'ye 1,  Bir+Bir Expres Dergisi web sayfasından alıntılanmıştır.
Söyleşi: Yücel Göktürk, Tülin Er, Serkan Seymen, 11 Temmuz 2022



13 Temmuz 2024 Cumartesi

Önsöz / Anadolu Efsaneleri


Dünyada, düzenli bir anlatışa hiç gelmeyen bir yer varsa o da Anadolu’dur. 

«Yüzyıllar boyunca Anadolu» diye Anadolu’da diyar diyar gezeyim, her yerin eski efsanelerinden tutup da günümüze kadar gelmiş tarihsel olayları yazayım dedim. Ne var ki; Anadolu’nun çeşitli ekonomik, toplumsal ve  filozofik kargaşalığının içinden çıkabilene aşkolsun! Örneğin bir yerden bir yere giderken insan attığı bir tek adımda felsefenin en baş durdurucu bir doruğuna fırlar; atılan ikinci bir adımda ise estetiğin derin bir uçurumuna tepe takla dalar. Örneğin Çanakkale’ye doğru yürüyorsunuz değil mi? Helle adındaki kızın orada denize düşüp boğulduğu için boğazın Hellespontos adını aldığından, Helle’nin annesi Nephele'den, Altın Post'u arayanların Argo kayığından, kayığın nasıl geçtiğini görmek için beline kadar denizden çıkan, deniz tanrıçası Thetis’in beyaz memelerini gören Argo kürekçilerinden, bunların arasında Peleus adlısının tanrıçaya hemen âşık olduğundan, onların düğün şöleninde «en güzele!» diye atılan elmadan, ilk güzellik kraliçesi seçiminde Aphrodite’nin birinci gelişinden, Hititlerin Çanakkale'lilerden İllium diye söz ettiklerinden, göklerdeki yedi Ülker yıldızından, Troya kentinin kuruluşundan ve oradaki savaştan, Artreus hanedanının dedesi İzmirli Pelops’tan, bu adamın adını Peloponez diye Mora yarımadasına verdiğinden, Olympia’da ilk önce Pelops uğruna oynanan olimpik oyunlarından, Aiaks’tan ve onun bir de Akhilleus ile Amazonlar kraliçesi Penthesilea'nın Çanakkale'deki tümülüslerinden, (büyük toprak yığını biçimindeki mezar) başlangıçta Minoen Giritlilerin Boğaz’larda kurdukları deniz üssünden, Fenikelilerin oraya bir süre egemen olduklarından, Boğaz’ın karşılıklı Sestos ve Abydos kentlerinde oturan biri Aphrodite tapınağı rahibesi Hero ile biri de Leandros'un her gece Boğaz’ı yüzerek biribirine kavuştuklarından, İngiliz ozanı Byron'un da topal bacağı ile Leandros gibi orada yüzdüğünden, o dönemde, yani Sappho zamanında, Sestos kentinin Midilli'ye, Abydos  kentinin de Miletos’a (Filozof Thales o zaman Miletos'ta yaşıyordu) ait olduğundan, İran kralı Darius'dan, Kserkses'ten ve onun Boğaz sularını kamçılattığından, erkek üreme organının tanrısı Priapos’a ilk tapınağın orada kurulduğundan, Yunanistan’dan sürülen Themistokles'in uzun süre orada yaşadığından, Büyük İskender'e orada uzun süre ders vermiş olan filozof Epikuros’tan, oradan geçmiş olan Roma’nın büyük kayserinden, oradaki Athena tapınağındaki çok tuhaf göreneklerden, oradan İtalya’ya  göçeden Aeneas'tan ve oranın Skamandros ırmağından, Romalıların can düşmanı Pontos kralı Mithridates’den, Büyük Konstantin'in ilk önce orasını Roma İmparatorluğu başkenti yapmaya kalkışmasından, Türklerin  Çanakkale’yi nasıl geçtiklerini anlatan Machiavel’den, papaya yazdığı mektupta Hektor'un intikamını almaya çalıştığını yazan Fatih Sultan Mehmet'ten sözedeceksiniz... Ve yalnız bunlardan değil, ama şimdicik hatır ve hayale gelmeyen daha birçok şeylerden de...

Eseri birkaç parçaya ayırmaya ve ilk ciltte Anadolu’nun yalnız eski  efsanelerini anlatmaya, karar verdik. Bu efsanelerin nelere delâlet ettiklerini ve ne sonuçlar verdiklerini ise tarihsel çağlar için basılacak olan sonraki ciltlerde bildirmeyi tasarladık. Bu yöntemin bir sakatlığı vardır. Bir yerin mitolojik çağına ait olan bir şeyinin etkisi, çok sonralara, tarihsel çağlara, giderek günümüze kadar sürer. Oysa ilk ciltte anlatılmış olan mitolojik olayı okuyucu üçüncü cilde gelinceye kadar unutmuş olabilir. Örneğin Hazreti Peygamber'den çok önce Anadolu’nun büyük bir tanrıçası Kybele Mekke’ye götürülerek tapınılmak üzere Kabe’ye konmuştu. Namaz kılınırken «Kıble» sözü Anadolu tanrıçası Kybele'nin adıdır. Doğallıkla erken çağlarda Çin ve Hindistan’da olduğu gibi Anadolu’da da matriyarkal (yani ana ve kadınların egemen oldukları bir toplum) bir toplum vardı *

(* Çünkü yalnız kadınların dünyaya insan getirdikleri görülüyordu.  Bu işte erkeğin etkisi doğumdan dokuz ay önce olduğu için, erkeğin doğumla, yani yaratmak işiyle ilgisi bulunmadığı sanılıyordu. Erkek kadının önemsiz ayrıntılarından sanılıyordu.)

 Patriyarkal (yani baba ve erkeklerin egemen oldukları) bir toplum gelince,  bu iki anlayış ve din arasında, karşılıklı fedakârlıklar oldu.  Matriyarkal toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kybele'ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus’u (veya Jüpiter’i) Girit’te doğurmak şerefi verildi. (Zaten herkesi kadınlar doğuruyordu ya). Böylece Kybele, tanrının

anası oldu. Anadolu’da Efesos'ta tapılan Artemis ise daha henüz Yunanistan’ın Olympos'lu bir tanrıçası haline dönüşmemiş bir Kybele idi. Bundan ötürü Efesos'lular onu tanrı anası olarak tanıyorlardı. İsa'dan Sonra 431 yılında kilisenin büyükleri, Meryem Ana'nın özelliklerini tayin  için Efesos’ta toplandıkları zaman Efesos'lular Meryem Ana’nın Artemis gibi tanrının anası sayılmasında direndiler. Baskı o kadar şiddetliydi ki; Hazret-i Meryem'in Tanrı anası değil, Hazret-i İsa anası olduğunu iddia eden Patrik Nestorius hemen afaroz edilerek Hazret-i Meryem'e Tanrı analığı vasfı verildi.

Kitapta Kybele’yle ilgili efsanelerden sözederken onun binlerce yıl sonra tarih çağında Efesos’taki etkisinden sözetmeyeceğiz. Okuyucunun daha önce yazılanı hatırlaması gerekecek, yoksa kitaplar tekrarlarla dolar.

Sonra Anadolu’nun hiç de lirik olmayan, ama sonraki etkilerinden ötürü önemli olan efsaneleri vardır. Bunları efsanelere ait olan bu ciltte kuru kurusuna da olsa sıralayıp yazmak zorundayım. Çünkü bu katı ve kuru kabuklar kırılıp da ayıklanmadıkça, sonraki ciltlerde, içlerindeki daneleri vermenin imkânı olmayacak.

Ege Bölgesinin bir kısım efsaneleri Yunanistan’a, ama çoğu Anadolu’ya aittir. Bu efsanelerin Batılılarca hemen hepsi Yunanistan’a mal edilmiştir. Biz bu eserde Kuzeydoğu Anadolu'dan başlayarak batıya doğru geleceğiz,

oradan da güneye ve sonra Güneydoğuya doğru giderek her yerin kendisine ait efsanesini anlatacağız.

Efsane, masal veya mitlere eskiden «esatir» denilirdi. Bellerine kadar insan, bellerinden aşağısı keçi olarak tasavvur edilen düşsel yaratıklara «satir» denilirdi. Esatir sözü onlardandır. Bu sözü kullanmayacağız. Bu efsaneler çeşit çeşittir. Bazıları, rast gelinen hayvanları ya da işitilen bir bülbül ötüşü gibi sesi hayal gücüyle abartarak anlatmaya kalkışır. O çağda insanlar karşılaştıkları canlı ya da cansız cisimleri insanlaştırmaya  uğraşırlardı. Bunlardan başka tarihsel olaylardan, örneğin savaşlardan ve kahramanlıklardan gelişen masallar vardı. Bunların kuru yanları çıkartılarak renkli yanlarına değer verilirdi. Salt insanların ilgilerini çekmek, onları eğlendirmek için düzenlenen efsaneler ve bir de yukarıdan beri saydığımız çeşitleri biribirine karıştıran mitler vardı.

Pek eski arkaik çağlarda olaylar çoğu kez resimlerle kaydedilirdi. Aradan zaman geçince resimlerin başlangıçta anlattıkları şeyler, temsil ettikleri olaylar unutulur ve onlar o günün merakını giderecek biçimde yorumlanırdı. Bir de gezginci ozanlar vardı. Bunların söyledikleri şiirler yazı ile tespit edilemezdi. Şiirlerin kimi yerlerini unutan ozanlar, oraya başka bir şiirin bir parçasını yamalarlardı. Böylece, mitler değiştirilmiş olurdu. Masalların değişmesinin bir başka nedeni de dinsel inançların değişmesiydi. Örneğin matriyarkal bir toplumda saygı gören İzmirli Tantalos, patriyarkal bir toplumda doğallıkla kâfir sayılır ve hayal gücüyle cehennemde işkenceye mahkûm olur.

Günümüzde bir şeyi, piktografi (yani resimlerle anlatma yöntemi) tamamıyla unutulmuş değildir. Birçok duvar ve gazete ilânlarında ve fuarlardaki pavyonlarda endüstri, tarım, adalet ve özgürlüğün şahıslandırıldığını ve biribirleriyle el sıkışır ya da yanyana oturur durumda gruplandırıldığını görürüz. Ne demek istediğimizi iyice açıklamak için bir örnek verelim:

Bugün bizde de partiler arasında tartışmalar, çarpışmalar vb. oluyor. Sözgelimi, yakalarında altı ok rozetli birçok Halk Partili, Sultanahmet meydanında toplanmış (Her ne kadar böyle bir kayd gereksizse de, bu örneğimizde hiçbir partiyi amaç edinmediğimizi yazalım). Partililer arasında Oğuz oğlu Bay Arif, Demokratların kendilerine Demirkırat sıfatını vermiş olduklarına kızarak onlara karşı ateş püskürmüştür. Manisalı Alpoğlu Murat adında bir gazete röportajcısı, bağlı bulunduğu Haber adındaki gazetesine bu olayı bildirmiştir. Şimdi bu havadisin İsa'dan yirmi otuz yüzyıl önce piktografi ile temsil edildiğini düşünelim. Isa'dan bir iki yüzyıl önce yaşamış olan bir Apollodorus ya da bir Higinus bu resimleri şöyle yorumlardı:

Verimli ve sulak Magnesia'nın yeşil ve engin ovasında başkent tutmuş olan çağımızın en başta gelen ditiramboscularından tanrısal lir sahibi Apollon oğlu kahraman Muradius, mavi ve kara gözlü fettan ve fingirdek kızlarıyla, hatta bütün tanrıların başlarını topaç gibi döndürmüş olan köhne Bizans'ın, Aphrodite memelerinden sulandığı söylenen Sultanahmet ovasında kahramanlar arasında olan büyük bir savaşı şöyle anlatır:

«Oğuz veya Zagreus ya da Zeus oğlu Bay Arifikos, kalkanlarında altı ok işaretini taşıyan savaşçılarını Edirnekapı denilen, fakat Tartaros’un, yani Etna yanardağının kapısı olduğu muhakkak bulunan yerden, Sultanahmet ovasına yürüttü, işte oradadır ki, kır atlarına binmiş olan düşman süvarilerine rasgeldi. Bu büyük savaş üzerine mitler çeşitli anlamlara gelebilir. Doğruluğu kesin olan bir şey varsa o da, Arifikos’un savaşçılarının taşıdıkları yuvarlak kırmızı kalkanlarındaki altı ok, o kahramanın babası Zeus’un yeryüzü devleriyle savaşırken o çağda Beyoğlu diye anılmış olması melhuz olan Etna yanardağında demirci tanrı Hephaistos (Vulkan) tarafından çırakları Kiklop'lara dövdürülen altmış altı bin altı yüz altmış altı oktan başlıca devlerin altısını yere seren ünlü altı oklar olsa gerektir. O korkunç mücadelede düşmanın demirden yapılmış kır atları, kahraman Arifikos'un yekbaşına olarak ağzından püskürttüğü alevlerle erimiş ve herhalde Zeus’un buyruğuyla Tartaros'a (cehenneme) akmış olacaktır. Çünkü Magnesia’lı ditiramboscu Apollon oğlu Muradius’un eserlerinde bu savaşa değgin başka bir bildiriye rasgelmiyoruz.»

Ne var ki, o eski zamanda da şimdiki gibi ciddi bilgi âşıkları olduğu kadar ukalâ dümbelekleri de vardı. Bunlar, Apollodorus ve Higinus'dan daha bilgili olduklarını ispat için mutlaka şöyle bir yorum daha koşarlardı:

«Her ne kadar Apollodorus gibi cihan allâmesi olanların derin bilgilerinin ezelden hayranı isek de, bu önemli sorunları incelemekte her nedense yapılmış olan küçük bir ihmalin, araştırıcı gözlerden kaçmasına imkân olamazdı. Bilginlerin en cahilleri bile gereği gibi bilirler ki, Zeus ve Apollon söz konusu olunca yalnız çiçekli ve hoş kokulu Sipilos (Manisa dağı) Magnesia'sı (asıl bildiğimiz Manisa kenti) değil, fakat çapraşık akışlı Maiandros (Menderes nehri) Magnesia'sı da göz önünde tutulmalıdır. Asıl sorun Muradius'un Sipilos Magnesia’sından mı, yoksa Maiandros Magnesia'sından mı olduğu noktasındadır. Muradius’un dolaşık sözlerine bakılırsa, kendisinin çapraşık akan Maiandros nehri tanrısının öz ve öz evladı olduğu anlaşılır. Altı oku taşıyan kalkanlara gelince, bunlar ok olmayıp özgürlük, adalet ve eşitlik gibi adlar taşıyan altı fettan kızkardeştir. Bunların aşkları insanların yüreklerine ok gibi saplanıp insanları şişkebabı gibi yaktıktan sonra, bu sokuculuk ve yakıcılıklarını göstermek için kendileri Zeus tarafından altı yıldıza gönderilerek Akrep burcuna kuyruk diye takılmıştır.»

Bu efsaneler, bu dağlara taşlara sinmekle kalmamış, bütün insanoğullarının gönüllerine de sinmiş ve onların hemen hemen kültürel bir yurdu olmuştur. Oysa bizim fiilen yurdumuz olan bu yerlerin bizden başka insanoğullarına esinlediklerini biz yadırgıyoruz. Bu yadırgayış bize bir şovenlik ve bir hoyratlık veriyor; onu bugünkü yaşamımızın hemen hemen her dalında görmekteyiz.

Haritalarda Anadolu hiçbir zaman tarihte oynadığı başrolü belirtecek biçimde gösterilmez. Anadolu sadece Asya’nın batıya doğru uzanan bir köşeciğidir. Klasik çağlar tarihinde Anadolu sırasıyla İran, Makedonya ve Roma imparatorluklarının bir eyaleti olarak gösterilir. Oysa Anadolu Asya, Avrupa ve Afrika’nın, yani üç büyük kara parçasının birleştikleri yerde, bu kıtaların birinden ötekine geçenlere köprülük etmiş bir yerdir. Göçeden insan yığınları ve istilâ için yürüyen fetih orduları, hep Anadolu'nun üzerinden geçtiler. Buldukları halkı öldürmediler ama, hep onlara karıştılar. Son olarak biz Türkler geldik ve onlara karıştık. Öyle ki, biz Amerikalılardan bile daha melez olduk, bundan ötürü vakit vakit Anadolu’ya gelmiş ve bu yurda kısa ya da uzun bir süre sahibolmuş ne kadar insan varsa damarlarımızda hepsinin de kanı vardır. Her ne kadar kültür sorunu bir kan sorunu değilse de, yabancımız sayarak yadırgadığımız şeylerin biz hem fiilen, hem de hukuken mirasçısıyız.

Tanzimat devrinde artık Doğu’nun geri etkisinden kurtularak Batı'ya dönmeye uğraşıldı. Cübbeler ve kavuklar kaldırıldı, istanbulinler ve fesler giyildi. Öyle ki. Alexandre Dumas, o zamanki atalarımızı ağızları kırmızı balmumuyla kapanmış kapkara şarap şişelerine benzetti. Daha sonra Servetifünun edebiyatında Tevfik Fikret’in söylediğine göre, irfanımız tâbiyet değiştirerek, artık Batı'ya bağlı olacaktı. Batı irfanı denilince yabancı bir irfan sanıldı, oysa Batı kültürünün beşiği Anadolu’dur. Batı çocuklarına okutulanların çoğu Anadolu’nun eski efsaneleridir. Biz burada o kültürü yaratmış olan insanların çocuklarıyız. Oysa günümüzden elli altmış yıl önce -yani Batı uygarlığına bağlanıyoruz dediğimiz sıralarda- Milo Aphrodite’i, Semendirek zaferi, Efesos Artemisium'u, Bergama'nın Zeus altarı ve Halikarnas Mausoleum'u gibi o kültürün eserleri kazılıp kazılıp Memalik-i Osmaniye'den götürüldü. Buna karşı biz batıklaştık diye başımıza fes ve sırtımıza istanbulin geçiriyorduk. Batının çiçeklerini alıp artık kurumuş olan eski ağacımızın dallarına pamuk ipliğiyle bağlamaya ne hacet vardı? O çiçekleri açan gövde ve kökler bizim topraklarımızdaydı.

Bu Anadolu Efsaneleri’ni yazarken Anadolu’yu gezmiş olan insanların, yani seyyahların, arasında hangisinin izini kovalayayım diye düşününce, aklıma ilk gelen yurttaşım — Anadolulu— Halikarnassos’lu (Bodrum’lu) Herodotos oldu. Bu önsözün birkaç sözünü de ona ayırmayı bir ödev biliyorum. Değil yalnız Anadolu’nun, ama bütün dünyanın ilk ve en büyük turisti oydu. Onu salt tarih babası diye bilenler bu iddiamı bir skandal sayarlar. Ama onun seyahatnamesine koyduğu «historia» yani «araştırma» ya da «inceleme» adının, «tarih» anlamına alınmasında tarih babasının hiç suçu yoktur. O durmamacasına geziyordu. Bugün Anadolu'nun enine boyuna işleyen otobüsler, trenler, vapurlar ve uçaklar olduğu halde yine Anadolu’da seyahat güçtür. Seyahat eden de azdır. Bir de Herodotos zamanında, yani günümüzden iki bin dört yüz yıl önceki taşıt araçlarının kıtlığı ve başkaca seyahat araçlarının güçlüğü düşünülsün. O çağda Anadolu’da Herodotos gibi çıldırasıya sevinerek seyahat edebilmek için insanda aşk derecesine varmış bir öğrenme ve görme özleyişi gerekti. Elverir ki, bir yeni yer görebilsin ve orada yeni şeyler öğrenebilsin, Herodotos'un karşılaşmasına razı olmadığı sıkıntılar, tehlikeler zorluklar yoktu. O zaman Anadolu'da krallıklar o kadar küçük ve sık idi ki, onlar günümüzde olsalar, insan bir krallıkta uyumak üzere uzanınca, ayaklarına pasaport alması gerekecekti! Herodotos Karadeniz kıyılarıyla birlikte bütün Anadolu'yu, bütün Doğu Akdeniz adalarını, Yunanistan'ı, Mısır’ı, Arabistan'ı, Sicilya’yı gezmiş, kısacası o zamanın bilinen dünyasının en uzak sınırlarına dek varmıştı.

Gezileri sırasında Herodotos krallarla, imparatorlarla, kâhin ve papazlarla, köylülerle, yük taşıyan Anadolulu kadınlarla, dağ patikalarında eşeklerini süren sürücülerle, çam ormanlarının gölgesinde ağaç biçen tahtacılarla konuşmuştu. İhtiyarlayınca her âşık gibi parası tükenerek, pek fukara kalmıştı, işte o zaman kalemi eline alıp görünüm dünyasına değgin belleğinde topladığı bin bir hoş olayı, kardeşleri insanoğullarına müjdelemeyi tasarlamıştı. Hindistan’da koyun yününden çok daha beyaz ve yumuşak bir yün yapan ağaçlardan (pamuk fidanı), İlliryalı kızların nasıl evlendirildiklerinden (güzel kızlar çarşı meydanında arttırma usulüyle satıldıktan sonra, onlardan biriken parayla çirkinler eksiltme suretiyle elden çıkartılıyordu. Yani bir çirkin kız onu en az para ile kabul edene veriliyordu), göl kıyısı insanlarının, çocuklarının göle düşmemesi için ne gibi çarelere başvurduklarından, Mısır'da sivrisineklere karşı nasıl cibinlik yapıldığından. Iran krallarının seyahat ederken yalnız kaynamış su içtiklerinden, Andromakid hanedanının nasıl pire tuttuğundan, Lydia kralı Kandaules’in karısını çırıl çıplak gösterdiğinden ötürü taç ve tahtından olduğundan, Lidya'da en çok kocalı kadınların nasıl en çok itibar gördüklerinden, İskitlerin nasıl kısrakları sağdıklarından sözetti. Kitabı eski çağda pek ilgi çekici bir röportaj oldu.

 Herodotos dünyayı da, hayatı da hayran kalınacak kadar güzel bulmuştu. Onun kadar hayret etmiş, hayran kalmış insan azdır. O tıpkı Yunus Emre gibi, «Hak bir gönül vermiş bana, ha! demeden hayran olur», diyebilirdi. Yazılarında şu sözler sık sık tekrarlanır durur: «Bana hayran kalınacak bir söz söylendi» «O memlekette hayran kalınacak binlerce şey var» «Hayranlıktan dilim tutuldu» «Çok hayret edilecek bir şeydir ki»... Herodotos’u, zamanının bir Atina'lısı sananlar aldanırlar. Atina’lılardan başka dünyanın bütün insanlarını barbar sayan ve hor gören kibirden onda eser yoktu. (Bu hor görme o zamanın Atina' lılarında da yoktu. Bu özelliği eski Yunanistan’a Doğu’nun sömürgeci zihniyeti yakıştırmıştır) Herhangi bir yabancıda zerrece değer görse hemen ona hayran kalırdı. Hattâ İranlıları pek doğal olarak düşman sayması gerekirken, İranlıların bile hayranıydı ve İranlılarda Greklere üstün bazı özellikler görüyordu. Onları dürüst, cesur ve mert buluyordu.

 Herodotos, her işittiğine inanan, eleştirme, karşılaştırma ve inceleme güçlerinden yoksun bir safdil sayılır. Oysa hiç de öyle değildi. Örneğin Homeros'un deyişine göre dünyanın o zamanlar bilinen yerlerinin bir okyanusla çevrili olduğu sanılırdı. Herodotos, «Ben bu iddiaya gülümserim!» der. Bunu söylemekle Homeros ve Hesiodos gibi kutsal sayılan otoritelere meydan okuyor demekti. Yunanistan’ın en büyük tapınaklarından Delphoi tapınağının kadın kâhinlerinin rüşvet alarak istenilen biçimde kehanette bulunduklarını yazıyordu. O gün bunu iddia etmek, günümüzde hükümetin manevî şahsiyetine

uluorta hakaret etmekten çok daha ağır bir cinayet sayılırdı. Herodotos bu iddiasıyla kutsallığın ta özüne tecavüz ediyordu.

 Örneğin Troya savaşının Helene adlı güzel bir kızın kaçırılmasından ötürü başladığına, «İnanılır şey değil!» diyordu ve «tek bir kız için güya Troya’da savaşılırken Sidon esir pazarında az buçuk bir parayla her gün yüzlerce güzel kızoğlan kızın satılmakta olduğunu» yazıyordu. Kserkses’in Çanakkale boğazının üzerine kurduğu köprüyü mahveden fırtına üstüne dolaşan söylentilere göre, fırtınanın üç gün üç gece sürdüğünü, ama kâhinlerin deniz perileri Nereid’lere kestirdikleri kurbanlar sayesinde rüzgârların durduğunu yazıyordu, ama «Bana kalırsa rüzgâr kendiliğinden durdu» diye ekliyordu. Hatta Yunanistan'ın tanrıları için, onların nereden geldikleri ve neye benzedikleri Homeros’un ve Hesiodos'un çağlarına kadar meçhul iken, dört yüz yıl önce bu iki kişinin Greklere tanrılarını yaratıp verdiklerini ve onlara adlarını taktıklarını söyler.

                                       *

Herodotos’un yukarıdan beri sıraladığımız düşünceleri kendisinin ne keskin bir yargı gücüne sahip olduğunu, ama buna karşın pek hoşgörülü ve insansever bir

adam olduğunu gösterir. Bu böyle olduğu halde Herodotos insanları hiç idealize etmedi. Hattâ Plutarkhos, Herodotos’un kahramanlarının gerçek kahramanlar gibi değil, fakat alelâde insan imişler gibi hareket ettiklerinden yakınır. Herodotos’un kahramanlara pek inanı yoktu. Kahramanları pek kahraman değillerse de, alçak tipleri de büsbütün alçak değildi. Kendisi, «Benim görevim söylentilerin hepsini yazmaktır. Ama yazdıklarımın hepsine inanmak zorunda değilim» diye yazıyordu. Herodotos'un yazılarında ne Ksenophanes'in yazdıklarındaki açıklık ve kesinlik ve ne de Tukhydudes’in yazılarında rastlanan felsefî incelemeler vardır. Ama onda bunlardan çok daha öte şeyler vardır. 

Madem ki Herodotos’tan söz ediyoruz, onun yazış biçimine de değinelim. Herodotos, bir insanı andı mıydı mutlaka onun bağlı olduğu kabileden, kabilenin dinsel törelerinden sözeder. Bu konu bitince, onu anlatmazdan önce sözü Sardis'te mi ya da Troya'da mı nerede bıraktıysa oraya döner. Ondan sonra İran şahı Sirus’un yaptığı savaşlara geçer, o savaşın bir veya iki ay süren dönemlerini anlatırken birdenbire yolda rastladığı bir sürücünün eşeğinden ya da orada kulağına çalınan bir efsaneden sözetmeye koyulur. Öyle ki, eşekten yine Sirus’a dönünce insan bir eski ahbapla yine karşılaşmış gibi olur, sevinir. Herodotos yazmış olduğu gibi yazmakla, günümüzün serbest yazı tekniğini iki bin dört yüz yıl önce icadetmiş sayılır. Şunu da unutmamalı ki Herodotos’un kitabı dünyada yazılan ilk düzyazı eseridir. Demek ki, dünyanın ilk büyük epik şiiri — yani İlyada— Anadolu'da gün yüzü gördüğü gibi, dünyanın ilk düzyazısı da Anadolu'da çıktı. Bundan başka, Herodotos’un yurttaşı Halikarnaslı ozan Dionysos’un söylediği gibi, bir düzyazı cümlesine ilk olarak bir şiir dizesinin bütün gücünü veren ilk adam da yine Herodotos’tur.

Şubat 1954

Halikarnas Balıkçısı



10 Temmuz 2024 Çarşamba

Ben Çiçek Değil Plastiğim!


“Hiç uzağa gitmedim. Yani çingeneler çalmadı beni. 'Sana şeker veririz, gel' demediler. Tembihini tuttum. Uslu durdum. Şimdi karşıma bir çingene çıkarsa, onun beyaz dişlerini saatlerce seyredebilirim. Yanağından da öperim. Ama dudağı...”  (Hür Yumer)

Çeşmeler bir yana, tek katlı bahçeli evlerin olduğu, sokakların her iki yanındaki arklardan şarıl-şarıl suların kahkahalar atarak aktığı bir kasabaydı. Kasabanın en çirkin binası ise, duvarları arasından demirlerin sırıttığı Belediye binasıydı. Festival için geleli iki günü geçmişti lâkin şiir etkinliğinin hangi mekânda olacağını bir türlü öğrenememiştik. Şiir dinletileri için mekânın olmazsa olmaz olduğu düşüncesi ve kaygısıyla ne zaman mekânı sorsam, görevli zabıtalar ağızbirliği etmiş gibi, bazıları “Şair Bey!”, bazıları “Şair abi!”, bazıları “Şair hoca!” diye seslenerek “Mekânın lafımı olur, illâki şairlere mahcup olmayız!” diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Dilimden geldiğince, “mekânın sihri ve hikâyesi” olması gerektiğinden başlayıp, “şiirin bir atmosfer yaratma meselesi olduğunu” anlatmaktan dilimde şiir bitse de teslim olmayıp çareler aramaya başladım. İş başa düşmüştü. Öyle ya aşk ve devrim gibi şiir de örgütlenmekti. Şiirlerin kalbini kırmamak ve izleyeceklere mahcup olmamak derdiyle, kaldığımız evlerin bahçeleri dâhil, bazıları Osmanlıyla bazıları Cumhuriyetle yaşıt bir kaç ulu ağaç altını, alternatif “şiir mahalli” olarak işaretledim. 

Eskilerin, “sayılı gün tez geçer” dediğince, o dinleti günü gelip çattı. Birkaç görevli önde, biz birkaç şair arkada, bize “sır” olan, olası “şiir mahalli”ne doğru dizeler halinde yürümeye başladık. Yol boyunca merakla yürürken iki gündür tanıştığım kuşlarla, ağaçlarla ve sularla selâmlaştım. Gele gele, kasabanın o en “çirkin” binası, belediyenin önüne gelmeyelim mi? O anda, bana “Şairlere mahcup olmayız!” diyen görevliyle göz göze geldik. Söz söze gelme ihtimalini düşünerek bizi ânında içeri buyur etti. Cümle kapısından girdik. Bir ân iyimserliğe kapılıp, binanın içinde şiirin tabiatına uygun bir “dinleti mekânı” olma ihtimali geldi aklıma. Lâkin, ikinci kata çıkan merdivenlerin her iki yanında, her basamakta plastik kaplarda, plastik çiçekleri görünce saçım sakalım, elektrik çarpmış gibi ayaklandı. Kişi başına düşen su miktarının ve çiçek miktarının haddinden fazla olduğu bir kasabada, plastik çiçekleri ve üzerlerinde yıllanmış tozları görünce, öfkeden dilim tutuldu, ezberimdeki tüm şiirleri unuttum, desem abartı olmaz. İster inanıp gerçeğe, ister inanmayıp kurmacaya ve mecaza sayın; şehirlerarası, yolculuklarda “ihtiyaç molası!” verildiğinde zorunlu olarak gittiğimiz “umumi tuvaletlerdeki” umumi manzarayı görünce insanın çişi nasıl geri kaçıyorsa, şiirim, hevesim geri kaçtı... 

Şairler plastik çiçekler arasından yukarı çıkınca ben eşikte kalakaldım. İlk aklıma gelen, eski alışkanlığım gereği tozların üzerine yazılamaya çıkmak oldu. Nasıl olsa beni yakalayacak polis veya bekçi yoktu, boyaya, fırçaya da gerek yoktu, işaret ve itiraz parmağım ne güne duruyordu. Önce, aşağıdan yukarıya çıkanlar okusun diye, aşağıdan yukarıya sol tarafta dizili çiçeklerin üzerine tek tek, “Ben çiçek değil plastiğim! Beni koklamayın plastiğim!” yazdım. Sonra merdivenlerden çıkıp, zabıtaların meraklı bakışları arasında yukarıdan aşağıya inenler okusunlar diye yukarıdan aşağıya da “Ben çiçek değil plastiğim!” yazdım... (Çiçeklerin kalbini kırarak süren hikâyenin sonrası uzun. Aradaki bölüm borcum olsun.) 

Aradan bir kaç ay geçti... Taksim’de bir çiçek satıcısında, çiçeklerinin arasına iliştirilmiş, yan taraftaki “plastik çiçek” satan çiçekçiyi işaret eden bir ok bulunan, kargacık burgacık bir yazı gözüme ilişti. Merakla yaklaşıp okudum; “Ben plastik çiçek satmam. Ben plastik değil, Çingene’yim!”

Hikâye sizin olsun, kasabanın ismi bende saklı kalsın...

Sezai Sarıoğlu, 2013

Çiçeklerin Düğünü



Yüz binlerce ak ve cilalı çiçekleriyle güneşte ya da ay ışığında, pırlantalara bezenmiş gibi pırıl pırıl ışıldayan bir mandalina ya da portakal ağacını gözünüzün önüne getirin. İşte o ağacın üzerinde yüz binlerce düğün yapılmaktadır!.. Ağaç, dev gibi bir düğün evine dönmüştür. Çünkü her çiçek -hangi çiçek olursa olsun-, bir zifaf odasıdır. Orda güveyler, gelinlerle balaylarını yaşarlar. Çünkü hemen hemen her çiçek bal yapar...

Bahar olunca, ağacın damarlarında akan yeşil ateş, çiçeğin ortasında büyük bir sevgi alevi halinde parlar. Bir gelin, bütün aklığının leke götürmez saflık ve doğruluğuyla, orada ayakuçlarına kalkar, korkuyla titrer. Ölümden değil, ölümden de kuvvetli olan hayat ateşinden korkmaktadır. Gelinin çevresini sarı papa başlı adaylar, alev dilleri gibi sarmaktadır. Bunlardan birisi gelini öper. Gelin, kavuşmadan sonra, doğan yeni gün gibi taze, kuvvetlidir... Çünkü bağrında yeni bir hayat taşımaktadır. Ondan bir ateş küresi, bir can bombası, doğan güneş gibi tostoparlak bir portakal doğacaktır.

Sözgelimi yeşil yaprak kilimini yere serip, rüzgârda ince beliyle dans eden bir menekşeyi alınız. Onun rengi, o kopkoyu eflatunluğuyla kokusu kadar hazin ve yaslıdır. Neden? Çünkü orda gelin, dimdik duruşuyla, o yapyalın ve upuzun gövdesiyle en kesin bir bikrin, ufak tefek çapkınlıklara ve duygulara tenezzül etmez üstünlüğünü ve kapalılığını göstermektedir. Onun yolunda can vermeye razı olan damat adaylarının hali yamandır! Çünkü gelinin ballı dudakları, ona abayı yakanların yetişemeyeceği yükseklik ve uzaklıktadır. Karasevdalılar umutsuzdurlar, boyunlarını, dudaklarını uzatırlar. Ama mavi yüksekliklerde, ışığa ve göklere gülümseyen güzel dudaklara yetişmek için kanat gereklidir. İşte onun için adaylar, aşkla yanıp kül olmak üzeredirler. Mecaz değil ha! Birkaç saat içinde kendi hacimlerinden beş on misli fazla oksijen yakarlar.

Adayların özleyiş ve sevgilerinin ateşi, onları kendilerince dile getirir. Gelin, sevginin ve sevgilinin ateşini dimdik duran tepesinden tırnağına dek, boy bosunca dinler. O sevgi, bağrına siner, kanı ısınır. Gönlü ona akar. Çünkü çiçeklerde büyük merhamet vardır. Kokuları, sevgi ve merhametleridir galiba!

İki âşık, kendilerini ölümden kurtaracak olan öpüşte öylece dudak dudağa kalırlar.

Ne var ki; bazen gelin başka, güveyiler de başka çiçeklerde olur. O zaman adaylar, kopup uçmak ve geline ulaşmak özleyişiyle rüzgârda hırçın hırçın çırpınıp dururlar. İnsanoğulları şiirlerinde, sevgililerine, kendilerinden muştular (müjdeler) götürsün diye rüzgârlara, kelebeklere ve kuşlara yalvarırlar. Çiçeklerdeyse, rüzgârların, kelebeklerin ve kuşların muştu taşıyıcılıkları bir gerçek olur! Çırpınan adayların havaya saçtıkları milyarlarca öpücükleri rüzgârlar, arılar, kuşlar ve kelebekler gelinlere taşır. Gelinlerin dudaklarındaki bal, bitki dilinde "kabulümdür" anlamına gelir...

Gece çiçekleri de gündüzkileri tamamlar. "Akşamsafası"nı örnek alalım:

Işığa cevap veremeyecek kadar sıkılgan ve utangaçtır. Gündüz gözlerini yumar, fakat sular karardıkça, kayıp kayıp gelmekte olan loşlukların yumuşak okşayışını duyar.

Fakat gece çiçeği denince asıl, kara çiçekler kastedilir. Onlar, çevre alacakaranlıklaştıkça usul usul kara kirpiklerini aralamaya koyulurlar. Tam karanlık olunca, kara çiçek koyu renkli bir ipeğin üstüne damlatılan esansın lekesi gibi büsbütün açılır. Sanki karanlık içinde, o karanlıktan çok daha derin bir çukur peydahlanmıştır. İşte o zaman gece çiçeği, geceyi geceyle yanıtlamaya koyulur.

Geceleyindir ki; gece çiçeklerinin gelinleri, güzel kokuları ve sevimlilikleriyle karanlıkları araştırmaya koyulurlar. Yıldızlarından bin kat daha derin olan gecelerde, güzellerine, aşkın ve taşkın sevgileriyle yanan zavallı sarı başlı adayların halleri yamandır. Geline yetişebilmeleri için bir mucize yaratmaları gereklidir. O mucizeyi sevgileri başarır. Sevgililer, bakışlarının derin ve karanlık koyunlarında gizledikleri ateşi, yeryüzüne nur iniyormuş gibi meydana verirler. Hani bazen, taş duvarlı bir kulübe içinde, giysilerinden sıyrılan bir kadının ateş aklığı kulübeyi bir fener gibi aydınlatmakla kalmayıp duvarları geçer ve dışarıları da ağartır ya... Çiçek de öyle... Kendisi kapkara kalmakla birlikte, yumuşak bir nur salar. Gece ortasında parlayan bir göz olur.

İşte o zaman, karanlıkta birbirini arayan eller gibi, öpücükler buluşur...

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Çiçeklerin Düğünü, Bilgi Yayınevi

9 Temmuz 2024 Salı

Annem

Bakır paralar gibi hırpalandı
günlerin altın yolculuğu
Sarsak istasyonlarda dağıldı
gürbüz sevdalardaki buğu

Erken bir rüzgârdı annem
çoktan yitirmiş büyüsünü
Ara sokaklarda kalırdı soluğu
sabahın saçlarını okşarken

Annemdi zoryaşamaktı adı
Kurt indiren gecelerde
gergin ve sıcak dururdu kanadı
Tırnakları uzardı kendiliğinden

Sessiz bir güz ağıtıydı belki
dargın patikasının göçe vurduğu
Yakardı kül yoksulu ateşini
kış yabanıl postunu sermeden

Akıp gitti ne varsa köpürtülen
toprak damarlı sabrıyla tutunduğu
Aynası kırık bir sandıktı gençliği
kıskanç kumaşlarını gizleyen

Katlayıp vuslatsız hasretini
sessizce sulardı yalnızlığını
Hayatın arka yüzüydü oturduğu
Kapısı örtük bir değirmen

Annemdi kent şaşkını kadın
günde üç vardiya hıçkırık
Titrek dualarla saran yarasını
vazgeçmeyen isli kandilinden

Bakır paralar gibi hırpalandı
günlerin altın yolculuğu
Nasıl yaşlandın böyle annem
kimselere görünmeden?

Ahmet Günbaş, Aşk Boyu Sürgün, 2001



Sözcüklerin Dili Tutulunca


Gecenin düğümü çözülmek üzereydi uyandığında. Sağa-sola döndün durdun yatakta. Gecenin son saatlerine sövmek istercesine uyumuyorsun. Gözün bazen tavanda, bazen de boşlukta. Camilerdeki çinilerden, kiliselerdeki ikonalardan sonra gökyüzünde kayan bir yıldızla gözün kovalamaca oynuyor. Keskin bir bıçak uzayan sabaha karşıları. Lime lime ediyor seni. Kan hışırtısı duyuyorsun. Elinle yokluyorsun yatağını, üstünü-başını. Kan ıslaklığını arıyor ellerin sevgili eli arar gibi. Seni korkutamayan ıslaklık yok. Olmasını çok istiyordun oysa. Kan hışırtısının ardı-arkası kesilmiyor.

Kalksan, lambayı yaksan. Evdekiler uyanır. Sevmiyorsun uzayan sabaha karşılarını. İstemiyorsun da, bir başkasının aranıza girmesini. Geceyle mi arkadaşlık ediyorsun? Son yıllarda yalnızlık tutkunu oldun. Düşüncelerinle çelişmiyor musun? Söz açıldığında mangalda kül bırakmazsın. Nereye kadar kaçacaksın insanlardan.

Lambayı yaktın diyelim, sonra? Akşamdan gelişigüzel masanın üzerine bırakılmış gazeteyi mi, aylık dergilerden birini mi okursun? Yoksa yaşlıların dişleri gibi yırtıla-yakıla seyrelmiş kitaplıktan bir kitap mı alır okursun? Gözlerin yerlerinde olmayan, yasak korkusuyla yakılmış-yırtılmış kitapları arar mı? Karanlık bir günün öğle sonrasında kendiniz için kitaplarınızı yakmamış mıydınız? Kitap yakmakla insan yakmak ayrı şeyler mi? Korkaksın. Kabul ediyorsun bunu. Dürüstlük değil, zorunluluktan filan gibi uydurduğun kılıflar. Uzun zaman ayrı kaldığın bir dost gibi burnunda tüten kitaplara karşı, hiç olmazsa bu yalanı uydurma.

Sessizce mutfağa gider, çay suyu koyarsın. Gazeteyi karıştırırsın sonra. Okumuyorsundur. Yazıların hepsini ondan söz ediyor diye algılarsın. Gözlerin kapanır kapanır gider. Uyuyamazsın da. Parmaklarınla açmaya çalışırsın gözlerini kirpiklerin birbirine yapışır. Gözlerin yerlerinden aşağıları doğru iner. Boğazından geçerler. Aşağıya... Kalbinde dururlar. Görüyorsun her yanı. Gözlerin içine misket girdirmeye çalıştığın çocukluk günlerindeki yuvarlak çukur gibi.

Günün yanakları birazdan kızaracaktı.

Masada oturmaktan yorulursun. Yorganın üzerine uzanırsın. Sindirilemeyen yemeğin vücuda etkisi nedir? Bilinmeyecek birşey değil. Bilmiyorsun ama. Bir bilsen sindiremediğin şeyler için ne yapman gerektiğini. Unutmak, sindirmek olası mı canım dediğin birini? Sözcükler bile türlü türlüdür, insanlar gibi. İki yüzlüsü, gösteriş meraklısı, yalancısı var. «Canım>> saf katıksız bir sözcük. İkiyüzlülükten gösterişten uzak. Bu sözcüğü bir insana söylediniz mi, başka sözcük aramaya gerek var mı?

“Sen onu tanıyor musun? Fazla inip-kalkma. Uyuyan karıncayı karakışta uyarır. Duyduk sana şiir falan okuyormuş. Orhan Veli midir ne zıkkımsa onun şiirlerini”
Berraklıktan uzak bir günün öğlesinde ayrımsamıştın, bu sözler söylenen çiçeği. Sımsıkı kapalıydı. Gece el-ayak çekildikten sonra açılırdı herhalde. Gözleriydi görebildiğin sadece. Kimbilir, nasıldı saçları? Sahi, bir arkadaşında görmüştün eski bir fotoğrafını. Saçları, biçimli ağzı ne güzeldi. Ön dişleri azıcık dışarıya doğruydu. Gülümsemesi de ayrı bir güzellik.

Gecenin rahmine aydınlık dölü düşüyordu. Usuna aniden ocaktaki çay gelir. Uzandığın yerden fırlarsın. Doğru mutfağa. Su kaynıyordur. Taşıp taşıp gidiyor. Çay ve bir bardak alır, odana dönersin. Eski bir gazeteyi ikiye üçe katlar üstüne çayı koyarsın. Demlenmesini beklerken çayın, dergileri karıştırırsın. Gözlerin şiirlere takılır. Ah şu şiirler! Yaranı deşerler. Dudaklarından kırık-dökük dizeler çıkar. Duvarlara çarpar beynine döner, duvarlara çarpar beynine döner, duvarlara...

Dilinde dolanıp duran birkaç şiir. Dalarsın bu ara. Onun kulağına fısıldıyorsun şiirleri. Nefes alışlarını duyuyorsun. Teninin kokusunu içine çekiyorsun. Uysal bir çocuk gibi dinliyor seni. Seslenmeden, hoşnutça. Gözün çaydanlığa takılır. Sıyrılmaya çalışırsın düşüncelerinden. Ayağa kalkarsın. Üçer-beşer halının üzerine düşerler. Bazıları pijamanın dikişlerinde gizlenmeye çalışırlar. Sıkı sıkıya tutunmuşlar düşmezler. Ağırlıklarından pijaman düşecek gibi olur. Elinle yukarıya doğru çekersin. Elinde acılar duyarsın. Elini ısırıyorlardır.

Niye kalkmıştın? Unuttun. Gözlerini kapatırsın. Sıradan kapatış değil. Uzamış tırnaklarınla alnının kırışıklıklarını kaşırsın. Unutkanlığına kızarsın. Anımsamaya çalışırsın yerinden niçin kalktığını. Doğru ya... Gözlerini açarsın. Kısa bir sevinç duyarsın. Buldun ayağa kalkmanın nedenini.

Çay sade dem. Aktarıyorsun bardağa. «Çat» diye çatlamasını istiyorsun bardağın. Kararlısın. Bir çat sesi bekliyorsun. Arkasından ıslanmış bir masa örtüsü görmek istiyorsun.

Şekerini atıyorsun çayının, sessizce içiyorsun. Sessizce... Senin için çok şeyin gizli olduğu bir sözcük. Sessizce... Yenilginin eşanlamlısı olarak görüyorsun. Susmak yenilmek mi? Hem niye yenilgi sözcüğünü değil de sessizceyi yeğliyorsun? Anlatsana! Dilini mi yuttun? Olan sözcüklere oldu. Dilleri tutuldu.

“Bana şey şiirleri okurdu. Anlayın işte… Açlıktan, yoksulluktan, özgürlükten sözeden şiirler. Bir de denizi dağı taşı anlatan”.

Kulakların uğulduyordur. Duymak istemediğin sözler güzellik, iyilik, dostluk için tutukevi yapmaya araçtı. Şaşırıyorsun, tutukevleri yerine gül bahçeleri yapmak istemeyişine “canım” dediğin insanın.

İrkiliyorsun “Günaydın oğlum” sesiyle.

“Ah, sen miydin anne, günaydın”

Yorganı üzerinden atıp kalkıyorsun.

Mustafa Aslan, Sözcüklerin Dili Tutulunca, Öykü, 1991, Koral Yayınları

İzleyiciler