22 Kasım 2024 Cuma

"Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey: şiddet dışı eylemler ve mizahtır"

 "Olay şiddet kullanımına dönüşmeye başladığı zaman, sistemin oyununa geliyorsunuz demektir. Yerleşik düzen sizi kavgaya sokmak için kızdırmaya çalışacak, sakalınızı çekecek, yüzünüze fiske atacaktır. Çünkü, siz bir kere şiddete başvurduktan sonra sizinle nasıl baş edeceklerini bilirler. Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey: şiddet dışı eylemler ve mizahtır."

John Lennon

21 Kasım 2024 Perşembe

Mohi...

                                                            Hüseyin Alemdar'a

Mohikanlar gibi kaldık şu ekmeksiz dünyada
Bugün içimden herkesle barışmak geçiyor
Alnımın silgisini kalbimde sınamak
Çemişkezek'te golf oynamak
Süphan’dan Ağrı’ya kadar yuvarlanmak
En çirkin sevgilime güzel bir şiir yazmak geçiyor

Üç beş adam... kaç kişi eder
Bu resimde hiçbirinin iki yakası biraraya gelmiyor
Mızıkçılık yapsam arkadaşım ağlar
Islık çalsam kızar annem- 'şeytan azar!'
Bütün şeytanlarımı ıslığımla boğsam
Torbamdaki o resmi
çalkalayıp çalkalayıp yeniden bassam
Belki kalbim iyi bir yerlere denk düşer

Mohi
Kan

(Mohi diye bir at var bugünkü yarışlarda
Gelmez  biliyorum, yine de oynasam...)

Kanı eksik bir Mohi gibi kaldım şu damarsız dünyada...

Barışımı erteledim!

Ahmet Erhan (1958 - 2013), Burada Gömülüdür 2, S.235 


20 Kasım 2024 Çarşamba

Hüsran Sokağı

Sonunda ketum bir tarihe göçebe oldum
Adressiz kaldım bu yüzden bir rüzgâr gibi
Takıldım hiç büyümemiş bir çocuğun ardına
Vizem yok kimliğim sahte yollar mayın döşeli

Bir ömürde kaç sokak izi kalır geriye
Saçlarımın ıslaklığından anlıyorum
Orda bir çocukluğun yağmuruna varılır
Yarpuz kokusu uğurlar sizi görmezsiniz
Her sokak aslında bir patikadır

Yüzümde bir yama gibi duruyor zaman
Bütün aşkların kan grubu aynı olsa da
Ayrıdır çıkmazları son sözleri farklı
Gözlerinin rengine uymaz intiharları

Zaten hep gönüllüydü yanlışı yazgısına bulaştı
Küçük sevinçlerin büyük kederlerin sahibi
Güneşsiz bir gölge kansız bir yara oldu
Hüsran sokağında bir aşk daha vurdu kendini

A. Hicri İzgören


Para ve Hayat

"Bu çok güzel, bakınız; çok güzel, bu çok zengin..."
Ve, bir bebek gibi, sırtında süslü bir pelerin
Ağır ağır dönüyor karşınızda, size bakıyor,
Beğendinizse güzel, yoksa hiç sıkılmıyarak
“Hayır, fena!” diye reddeyliyorsunuz... Bir hak:
Bu hak sizin kesenizden parıl parıl akıyor!

Parıl, parıl... Biz her hakkı bahşeden bu deni,
Bu müfteris, bu mülevves parıltı!... işte ganî,
Fakir, ona, herkes, onun şeâmetle
Tasadduk ettiği ikbâle müftekir, müştâk.
Zavallı kız, seni karşımda döndüren de o bak:
O, hep o, hep o mülevves, o müfteris kitle!

Denî: Bayağı, alçak            Tasadduk: Sadaka vermek
Müfteris: Yırtıcı                   Müştâk: Özleyen
Mülevves: Kirli, lekeli        Müftekir: Muhtaç
Gani: Zengin                        Şeâmet: Uğursuzluk

Tevfik Fikret

Varlık Yayınları, Türk ve Dünya Klasikleri,  Tevfik Fikret, Milliyet, Yaşar Nabi Nayır, S.61

(Fotoğrafta Tevfik Fikret, oğlu HalukHüseyin Cahit Yalçın ve Mehmet Rauf ile birlikte)




19 Kasım 2024 Salı

Kedisiz Geniş Zaman

Bir pencereden dışarıya bakıyorsun. Aslında böyle bir pencere yok. Oradan baktığın dışarısı bile. Kendini kandırmayı sevdiğinden, inanıyorsun odanın penceresinden dışarıya baktığına.

Bakışların beklemeli. Bilmem kaçıncı kez girdiği dersin sınavından geçemeyen bir öğrenci. Gözlerinden birini çıkarıp kenarına koyuyorsun pencerenin. Bir şeyler fısıldıyorsun kulağına gözünün. İsteksizce başını sallıyor. Hoşnut olmasa da seni kırmamak için bazı şeylerini onaylamak zorunda kalıyor.

Odalardan birine geçiyorsun. Bir şiir kitabı kitaplıktan okumak için. Yasak bir kitap ama bu. Bitirmeden ilk şiiri, kapatmak istiyorsun kitabı. Tam örtmek üzereyken sayfaları birbirinin yüzüne, yeniden aralıyorsun. Orada bir sözcük bağırıyor. Sözcükle göz göze geliyorsun. Kim olduğunu soruyorsun ona. Bilemiyor. Adını bilemeyen sözcüğe de ilk kez rastlıyordun. Sen biliyordun oysa. Ama nedense sormak istemiştin.

Bir yerlerden tanıyordun, bu yasak şiirin yasak sözcüğünü. İlkokuldaydın. Çantanın en iyi yerine sıkıştırdığın ekmek arası helvaların yağı çıkardı. Kaç kez öğretmenin azarlamıştı seni. Alamadığınız paltonun ekmek arasına sıkıştırılmışıydı helva belki.

Teneffüslerde sobaya sokuldukça sokulurdunuz. Birinde, adını bilmediğiniz bir kız çocuğunun önlüğü yanmaya başlamıştı.

Öteki çocuklar:

- Tutuştu, tutuştu diye bağırmışlardı.

Öğrenmiştin böylece onun adını. Eski bir tanıdığındı bu sözcük. bir şiir yasak sayfaları arasında karşılaşmak... Başka türlü nasıl karşılaşabilirdin, yasaklı bir sözcükle?

Birkaç gün önce, bir arkadaşın: - Hani canım oturup çiçeklere laf attığınız. Anımsamadın mı daha? Figüran Çiçek diye de bir şiir yazan.

Bir kedi bulmam gerek kendime, onsuz yaşanmıyor demişti.

Sen:

- İnsana yaşama özlemiyle zehir eden türden olmasın, demiştin.

Kedinin gözleri hangi mevsimdeydi şimdi. Gerçi yanında olduğu zamanlar gözlerini göremezdin. Cam vardı gözlerinin yerinde. Ucuzlarından. Çocukluğunda oynadığın bilyelerdi, cam parçaları. Göz çukurlarıysa bilye girdirmeye çalıştığın çukurlardandı.

Ara sıra silip geri yerine koyuyordu gözlerini. Bakışlarının var olduğunu kanıtlamak için yapıyordu bunu, sana göre. Anlamı: "Yanındayım. Beraberiz. Sıcak bakışlarımı senin gibi cebimde saklamıyorum." demekti.

İçmiş içmiş sarhoş olmuştu kedim dediğin. Ele avuca sığmıyordu. Usuna geleni söylüyordu. Yasak türküler söylemeye başlamıştı, bütün bunlar yetmezmiş gibi.

Kulağına eğilip:

- Yasak bu türküler demiştin. Sus söyleme. Başımızı belaya sokma lütfen. Yüzüne şiir serpmiştin ayılsın diye. Orada bulunanlar birbirlerinin yüzüne bakmış, yaptığına bir anlam bulmaya çalışmışlardı. Anlam ararken anlamsızlığa gittiklerinin ayrımında değillerdi.

Bardaklarınıza durmadan iğrenme dolduruyorlardı. İğrenme kokusundan başı dönüyordu bardağının. Masadan yere düşüp kırılmak geçiyordu içinden. İntihar ya da kaçış dediğini bir çözüm olarak görüyordu. Kendini masadan aşağı atmasın diye, bardağını ortalardan bir yere koydun.

Arkası arkasına bardaklarınızı boşaltıyordunuz. Yineleyip durduğun tek bir söz vardı. Anlamıyorlardı ama. Bir olasılıkla boşalan bardaklarınızı doldurmalarını istediğini sanıyorlardı.

Kapının zili çalınıyor. Düşüncelerinden sıyrılıyorsun. Aceleyle gözünün tekini bıraktığın pencere kenarına koşuyorsun. Alıp yerine koyuyorsun gözünü. Gelirse seni gözsüz görmesini istemiyorsun. Kim olduğunu bile sormadan gelenin, kapıyı açıyorsun. Kimse yok. Öfkeyle kapıyı kapatıyorsun. Zil çalmıştı belki. Olamaz mı? Öyle sanmıştın kesinlikle. Gelmiş, kapı açılmayınca... Anayola bakan pencereye koşuyorsun. Jaluziyi aralıyorsun. Olamaz... Pencere tuğlayla örülmüş.

Ne yapacağını bilemiyorsun. Soracağın bir şeyler olduğunu duyumsuyorsun ona. Gelmedi oysa. Gelseydi soracaktın.

Örneğin, "- sensiz geçen geniş zamanı anlatmamı ister misin?" Diyecektin.

- Hayır! diyecekti, adı "KEDİ"olan sözcük de

Mustafa Aslan

15 Kasım 2024 Cuma

Yağmur Kaçağı

elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
eğer şairsem beni tanırsan
yağmurdan korktuğumu bilirsen
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni

geceleri bir çarpıntı duyarsan
telâş telâş yağmurdan kaçıyorum
sarayburnu'ndan geçiyorum
akşamsa  eylül'se ıslanmışsam
beni görsen belki anlayamazsın
içlenir gizli gizli ağlarsın
eğer ben yalnızsam yanılmışsam
elimden tut yoksa düşeceğim

Attilâ İlhan

Fotoğraf: Ara Güler


14 Kasım 2024 Perşembe

Majüskül Bir Kadın Yüzüne

Eski yazma kitaplarda aranan
saçları kadifeli ipek bir kadın
gittiği her yeri bir majüskül sanarak
yüzünün bir yanını yazlık sinemalara
bir yanını bekâr adamlara uyduruyor

Sokak sesli eskürbacı mı bu kadın
el kadar bir tiren taşıyor koynunda
ki onu herkes soyguncu bilmektedir
vampir diye yazıldığı kitaplarda
bir sansarla evlendiği de söyleniyor

İçinde aşkın hurda bisikleti
nereye gitse bir harf uçuyor yüzünden
tenha ve gizli takvimlerde
şimdi yapma bir gül kalmıştır elinde
tahta atıyla geçtiği günlerden

Refik Durbaş


13 Kasım 2024 Çarşamba

Bileği Taşı

Bin bir engelli bir maratondu
Koştum kan ter içinde
Tırmandım durdum yıllar yılı
Karlı bir yokuşu

Dipsiz karanlık bir kör kuyu
Renksiz kokusuz sevgisiz
Ne çok dinledim ben bu ağıtı
Neresinden baksam bugün
Başı bir hoyrat sonu ağlatı

Ne zaman nasıl geçti ilkyaz
Sonrası bir başka yalnızlıktı
Yoruldum yaşlandım yokluğunda
Tükettim temmuzları ağustosu

Yaşam ki bir bileği taşı
Kimini keskinleştirir yollarında
Tüketir kimini bilene bilene
Sol yanım paslanmaz çelik
Bilendikçe kendi kınını kesti
Sağ yanım kar beyaz pamuk yığını
Yıldız sağar gecelerinden

Bedrettin Aykın

Fotoğraf: Saul Leiter


İbn Fadlan Seyahatnamesi

Oğuzlardan bir Türk, birlikte yola çıktıkları İslam misyoneri İbni Fadlan'a yakınmış: "Başbuğ (halife) bizden ne istiyor? Öldürecek bizi bu soğukta! Ne istediğini bilsek, hemen verir kurtulurduk" demiş. İbni Fadlan buna cevap olarak, "Bütün istediği, 'Allah’tan başka Tanrı yoktur' demeniz", diye karşılık verince, Türk gülmüş: "Doğru olduğunu bilsek, söylerdik," demiş.

İbn Fadlan Seyahatnamesi, Yeditepe Yayınevi



3 Kasım 2024 Pazar

Mendilimde Kan Sesleri

Her yere yetişilir  
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama  
Çocuğum beni bağışla  
Ahmet Abi sen de bağışla

Boynu bükük duruyorsam eğer  
İçimden öyle geldiği için değil  
Ama hiç değil  
Ah güzel Ahmet abim benim  
İnsan yaşadığı yere benzer  
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer  
Suyunda yüzen balığa  
Toprağını iten çiçeğe  
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine  
Konyanın beyaz  
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer  
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir  
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları  
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına  
Öylesine benzer ki  
Ve avlularına  
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)  
Ve sözlerine   
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)  
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer  
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne  
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına  
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına  
Minibüslerine, gecekondularına  
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

Edip Cansever


Güzeli Kurtarmak

İki direk arasındaki çizgi, top sınırı geçti mi gol diyorlar
ömrün ne kadarında acı çekersek yaşadı sayıyorlar
künhüne varınca yaşamın, an boş anılar boş
her şey insanın içinde, yâr da yara da senden içre
her sevinç başka birinin gözyaşı kamburumuzda

Yaşamak sanki bir defteri yarım bırakmak için başlamak
hepinizi rüyanıza girecek bir meleğin sevinciyle uyuttular
oysa ölüm hiç bitmeyecek bir uyanma hâli değil mi?
beyaza ölüm yazıyorlar oysa ten ve tin rengi siyah
aşkın giysisi çıplak, yaranın İlacı kabuk bağlamak

Gece üzerimde bir perde, ben sadece şiire inandım
benim amentülerim hep belagat dilinde
aslında her doğum ölüme uzanacak bir nefes çılgınlığı
debisi yüksek bir ırmağa benziyor içim
yaralanmak estetik bir çirkinlik sayılır mı?

Zayıfım, kırılganım, fersudeyim güzeli kurtaralım

Serap Aslı Araklı, Madenler, 18 Temmuz 2024

Resim: Rukiye Garip, Suluboya 56x76 cm


1 Kasım 2024 Cuma

Nataşa

1.
Nasıl ki
Bir ana ceylan
Vurulmuş yavrusuna
İçten yanıyorsa
Ve nasıl ki
Teksas'lı bir kız
Almanya'da öleni
İstanbul'da arıyorsa
İşte öylesine..
Beyaz yeleli
Bir atın sırtında
Gece demeden
Gündüz demeden
Durmadan dinlenmeden
Koşarak
Azgın denizlerdeki
Kudurmuş dalgalar gibi
Coşarak
Kokladığın her çiçeği
Yaprak yaprak
Bastığın her adım toprağı
Parmak parmak
Dolaşarak
Bir gün ben de seni aramaya çıkacağım Nataşa!
Seni kaybettiğim dünyada
Bulmak istemiyorum
Geçtiğim yollardaki bütün aynaları
Ters kapattım
O her köşe başında
Tüm insanlardan sakladığım
Hatıralardan
Birer yıldız yaptım
Ve onları
Bilmediğim bir dünyanın
Göklerine astım
Tut ki
Yirmialtıncı asırda
Merih'te
Yahut
Otuzsekizinci asırda
Uranus'ta
Yahut
Zaman adlı çizginin
Bir x noktasında
O her köşe başından
Çekip çıkardığım
Ellerimle göklerine
Pençe pençe
Yıldızlara astığım
Dünyadayız.
Orada
Ne meyhane tezgahlarında
Mumlar gibi yanıp tutuşunların
Gönül yarası
Ne yalın ayak başı kabak
Sokakta dilenenlerin
Ekmek davası
Ve ne de
Kana susamış insanların
Ölüm kavgası..
Her köşe başında bir çeşme
Her çeşmeden
Oluk oluk akan sular
Ve suların başında
Hep bir ağızdan
İpek bir yumak sarar gibi
Türkü söyleyen kızlar..
Ne Neron
Ne Sezar
Ne Hitler
Ne Mussolini
Ne Hiroşima
Na-ta-şa......
Dokuz gezegenin
Onuncusu
Kardeş kavgasının
En sonuncusu
Öylesine bir dünya ki bu
Ne İsa'nın oniki havarisi
Ne Muhammed'in dört halifesi
Çözemedi
Çözemedi
Bunun ne demek 
Olduğunu..

2.
Tüm ışıkları söndürdüler
Birer birer
Tüm çeşmelere
Kilit vurdular
Güneşi hapsettiler
Ve seni
Yıldızların karanlığında
Yaşamaya 
Tutsak ettiler.
Sen ki
Burjuva züppeleri nezdinde
Salonları süsleyen
Bir gül
Ve proleter sınıfından
Bir emekçisin
İstesen
Senin için
Sönen mumlar birer birer
Yanabilir
Kilit vurulmuş çeşmeler
Gürül gürül
Akabilir
Akvaryumlu meyhanelerde
Zümrüt yeşili gözlerine
Şiirler okunur
Ve Adalar'da
Türküler yakılır
Altın saçlarına
Ben 
Jandarma dipçiklerinin
Meydanlarında şaha kalktığı
Sokakları
Barut ve ölüm kokularının
Sardığı
Bir sonbahar akşamında
Üç kurşun sesiyle doğdum.
Senin için
Doktor-hastabakıcı
Ebe-hemşire
Yahut suyla ekmek
Ne ise
Benim için 
Sehpa ve ölüm
Barut ve ateş
Yahut kavga
O'dur
Ve kavgasız geçen günlerimin neşesi yoktur.
Yasamızda 
Akvaryumlu meyhanelerde
Zümrüt yeşili gözlerine
Türkü yakmak yok
Biz çoktan erittik
Yüreklerimizin çelik potasında
Sütun bacaklı kızların 
Gözbebeklerini
Yasamızda
Kilit vurulmuş
Yasak kapıları
Kırmak yok
Açmak var
Suları 
Gürül gürül
Akıtmak var
Ve tüm insanları
İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda
Kan
Barut
Ateş
Ölüm
Yok
Olmayacak
Özgürlük ve kardeşlik var.
Ve düşün ki
Seni
Yıldızların karanlığında
Yaşamaya tutsak ettiler
Ve sen
Siyahın ne kadar siyah
Beyazın ne kadar beyaz
Olduğunu
Görmeden öleceksin
Oysa ki ben
Güneş aydınlığını gördüm
Güneşin hapsedildiği yeri biliyorum.
Hazır ol
Ordu ordu
Bölük bölük
Teker teker
Geliyorum.
Bu
Ne benim sana 
Tepeden inme bir emrim
Ve ne de
Ayaklarına kapanıp ağladığım
Bir yalvarışımdır
Bu
Eğilmez başların
Bükülmez bileklerin
Yani tarihin
Durdurulmaz emridir.

Necati Siyahkan

Necati Siyahkan'ın Ardından...
Nataşa’nın yazarı kendi isteğiyle ayrıldı aramızdan
Yirmi yılı geçti. Necati Siyahkan bir akşamüstü kitapevine geldi. Tedirgindi. Çay, sigara muhabbetinden sonra anlatmaya başladı.
"Dost" dedi, "önüne gelen bizim şiiri okuyor ama, adımızı söyleyen yok. Geçenlerde yine öyle bir toplantıda mikrofonu eline geçiren bir delikanlı "Nataşa" şiirimi baştan sona gümbür gümbür okudu. Salon alkıştan inledi. "Yahu bu şiir kimin?" diye kimse merak edip sormadığı gibi, okuyan arkadaş da usulen ve nezaketen adımı bile söylemedi. Çocuk haklıydı belki, okuduğu şiiri kimin yazdığını bile bilmeyebilirdi. Buna benzer karşılaştığım olay beşi altıyı buldu. Şimdilik elden ele, dilden dile dolaşan bu şiirin altına yarın birisi imzasını atıp yayınlasa ben ne yapabilirim? Doğrusu ağrıma gidiyor artık.
“Peki ne yapmamı istersin Neco?” dedim.
“Acaba" diyorum bir kitap mı çıkarsak?”
“Olabilir” dedim, ”Ancak Nataşa’nın dışında yeteri kadar şiirin var mı?”
“Çıkar o kadar canım” dedi.
Nataşa adlı şiir kitabının oluşum serüveni böyle başladı.
Kapağını değerli karikatürcü dostumuz Nezih Danyal’ın çizdiği Nataşa, sonunda gün ışığına çıktı. Sanırım 1986 ya da 1987 yılıydı. Artık arkadaşımızın Nataşa şiirini kimse gürültüye getirip üstüne geçiremezdi.
***
Yüz seksen altı mısralık Nataşa şiiri, özellikle Necati’nin berrak ve gür sesinde etkili, hatta kışkırtıcı oluyordu. Nâzım’dan ve öbür toplumcu şairlerden epeyce esinlenen bu destan/şiirde Nataşa sözcüğü sadece bir kez geçiyordu. Bu şiirde emek, iyilik ve temizlikle eş tutulup yüceltilen Nataşa adı, ne gariptir, 1990’larda birtakım tatsız ve uygunsuz rolleri çağrıştıran bir imgeye dönüştürüldü ülkemizde.
Nataşa yetmişli yıllarda, özellikle Güneydoğulu gençlerin yoğun bulunduğu mahallerde bir vesile yaratıp düzenlenen gece ve gündüzlerde Necati Siyahkan’ın bu şiiri fişek gibi ses getiriyordu.
***
1959 yılının sonlarına doğru, elliye yakın aydın, ağır bir suçlamayla, İstanbul’dan ve Güneydoğu’dan derdest edilip İstanbul'da Harbiye Tutukevi’ne konuldu.
Dört beş yıl tutuklu/tutuksuz devam eden yargılamanın sonunda, sanıkların neredeyse hepsi yattıklarıyla kalır. Bunlardan ilerde milletvekili, bakan vb. olanlar vardır. Literatürde bu ünlü davanın adı, başlangıçtaki sayısından ötürü 49’lar diye geçer. Şairimiz Necati Siyahkan (Siverek 1938-Ankara 2007) henüz yirmi bir yaşında ve İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğrenci iken, o da 49’lardan biri olarak tutuklanıp yargılanır, sonunda beraat eder.
***
Fakülteyi bitirdikten sonra memleketi Siverek’e dönerek avukatlık yapmaya başlayan Necati Siyahkan, o sıralar Güneydoğu’ya açılan Türkiye İşçi Partisi’nin burada örgütlenmesinde ön ayak oldu. Daha sonra da ilçe başkanlığı görevini üstlendi.
Necati, yıllar sonra özel ve genel sorunlarından yoruldu. Ankara’ya geldi. Bir ara yolunu Akdeniz kıyısına düşürdü; bir arayış içindeydi. Sözü sohbeti kadar, sofra adabı da kendine yaraşır düzeydeydi. Son yıllarda zaman zaman aynı ya da komşu masalarda kadeh kaldırdık.
Burada olmayan dostlar için. Üstündekiler her zaman tiril tirildi. Zevkli olduğu kadar özenliydi de. En son Behice Boran’ın Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenen anma gecesinde birlikte olduk.
O geceden sonra Necati dostumla bir iki kez daha karşılaştığımı anımsadım şimdi. Yaşamdan, yaşamın tatlarından artık keyif almadığını hissediyordum ve bu bana hüzün veriyordu.

Bir gün, gazetede partili arkadaşlarının verdiği ilanı okuyunca, ne saklayayım, fazla şaşırmadım. Ama çok üzüldüm.
* Nataşa, Necati Siyahkan’ın Şiirleri, Fırat Yayınları, Ağustos 1990 (3. baskı), İstanbul.
* 49'lar Dosyası, Naci Kutlay, Fırat Yayınları, Kasım 1994 (1. baskı), İstanbul.

Remzi İnanç, Evrensel Gazetesi, 13 Mayıs 2007



İzleyiciler