6 Mart 2025 Perşembe

Bağışla Beni

İşittim feryadını, kırıldı belim
Gelmek mümkün değil, bağışla beni
Didindim, çırpındım, kapalı yolum
Gelmek mümkün değil, bağışla beni.
 
Hıçkırığın yaktı beni bitirdi
Özümden ruhumu aldı götürdü
Yüzünü görseydim bana yeterdi
Gelmek mümkün değil, bağışla beni.
 
Orda olsaydım silerdim yaşını
Döşüme alırdım güzel başını
Gelseydim öperdim toprak taşını
Gelmek mümkün değil, bağışla beni.
 
Izdırabın çoktur, büyük acın var
Senden uzak kaldım, yanıyorum yar
Gelirdim kuş gibi uçsaydım eğer
Gelmek mümkün değil, bağışla beni.
 
İsterdim ben bu an orda olmayı
Silerdim gözünden akan damlayı
Çok arz ettim azmeyledim gelmeyi
Gelmek mümkün değil, bağışla beni.

Bilirim ki orda yıkıldın kaldın
Tek teselliyi göz yaşlarından aldın
Yaktın bu sinemi ateşe saldın
Gelmek mümkün değil, bağışla beni.
 
Nesimi kalbinde saklıyor seni
Sensiz dünya zindan, nidem cihanı
Gelmek için de satardım ben beni
Gelmek mümkün değil, bağışla beni.

Nesimi Çimen


Kükredi Çimenler Açıldı Güller

Kükredi çimenler açıldı güller
Al şala bürünür bahçeler bağlar
Ömrümden gidiyor bu geçen günler
Ah çektikçe didelerim kan ağlar

Sefil baykuş viranede seslenir
Koç yiğitler gurbet ele yaslanır
Her türlü çiçekle kırlar süslenir
Yeşil yaprak giyer dumanlı dağlar

Mart ayında sarı çiğdem açılır
Nisan gelir çayır çimen seçilir
Mayıs sonu yaylalara göçülür
Güzellere eda verir o çağlar

Yağmur yağar şimşek çakar gök gürler
Çoban kaval çalar seslenir kırlar
Güneş vurur buharlanır o yerler
Derin derin derelerden su çağlar

Dağları her türlü gül eden mevsim
Ayları toplayıp yıl eden mevsim
Veysel'i bir aşka kul eden mevsim
Kırılmaz Veysel'i bağlayan bağlar

Aşık Veysel Şatıroğlu


5 Mart 2025 Çarşamba

Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” Kitabına Sonsöz’ü: "Herkesin Aynı Olmadığına Alışın!.."

Her insan az da olsa, yaşadığı ülkeyle ve bugünkü dünyamızla özdeşleşebilsin. Bu da gerek kişinin bizzat kendisi, gerekse tek tek ya da grup halinde karşısındakiler tarafından benimsenecek birtakım davranış ve alışkanlıkları kapsıyor.

Her birimiz kendi çeşitliliğini üstlenmeye, kimliğini en üst aidiyet konumuna yükseltilmiş ve dışlanma aracı, bazen de savaş aleti haline getirilmiş tek bir aidiyetle eritmek yerine, çeşitli aidiyetlerinin toplamı gibi algılamaya teşvik edilmelidir. Özellikle de, içinde yaşadıkları toplumun kültürüyle içinden çıktıkları kültür örtüşmeyen herkesin, bu çifte aidiyeti fazla yara almadan üstlenebilmesi, kökenlerindeki kültürlerine bağlılıklarını koruyabilmeleri, onu utanç verici bir hastalık gibi gizlemek zorunda kalmamaları ve yanı sıra, onları kabul eden ülkeye kendilerini açabilmeleri gerekir.

Böyle ifade edildiğinde bu temel ilke en başta göçmenleri ilgilendiriyor gibi görünüyor, ama hep aynı toplum içinde yaşadıkları halde çıkış kültürlerine duygusal bir bağla bağlı kalanları da -birçokları arasında, bugünkü tanımları olan african americans’la çifte aidiyetlerinin ne olduğu açık seçik ortaya konulan Amerikalı siyahları düşünüyorum- kapsıyor; bu temel ilke, sahip oldukları tek vatanda dinsel, etnik, sosyal ya da daha başka nedenler yüzünden kendilerini “azınlıkta” hisseden, “ayrı” hisseden herkesi de kapsıyor. Herkes için Farklı aidiyetlerini huzur içinde yaşayabilmek kendi gelişimleri bakımından olduğu kadar iç barış açısından da büyük önem taşıyor.

Toplumların da, tarih boyunca kimliklerini oluşturan ve onlara hâlâ şekil veren çok sayıda aidiyetlerini aynı şekilde üstlenmeleri gerekirdi; herkesin etrafında gördüğüyle özdeşleşebilmesi için, herkesin yaşadığı ülkenin imajında kendini bulabilmesi ve genellikle olduğu gibi tedirgin, hatta kimi zaman düşman bir seyirci olarak kalmak yerine, buna dahil olması yolunda yüreklendirildiğini hissetmesi için, çeşitliliklerini gözle görünür simgelerle içlerine sindirdiklerini göstermek amacıyla çaba harcamaları gerekirdi.

Elbette bir ülkenin kabullendiği bütün aidiyetler aynı önemde olamaz, konu hiçbir şeyle örtüşmeyen bir vitrin eşitliği istemek değil, farklı ifade yollarının meşruluğunu vurgulamak. Bir örnek olarak, dinsel açıdan Fransa’nın Katolik geleneğin ağır bastığı bir ülke olduğundan hiç kuşku yok; bu onun Protestan bir boyutu, Musevi bir boyutu, Müslüman bir boyutu ve her dine derin bir kuşkuyla bakan “Voltaire’ci” bir boyutu kabul etmesine engel değil; bu boyutlardan her biri -liste bu kadarla da kalmaz- ülkenin hayatında ve kimliğini derinden kavrayışında anlamlı bir rol oynamıştır ve oynamaya da devam etmektedir.

Bu arada, Fransız dilinin de birçok aidiyetten oluşan bir kimliği olduğu açıktır; önce Latin, evet ama aynı derecede Germen, Kelt, sonra Afrika’dan, Antiller’den, Arapçadan, Slavcadan gelen katkılar ve onu mutlaka bozması gerekmeyen ama zenginleştiren daha yakın dönemlerdeki başka etkiler.

Burada sadece Fransa’nın durumuna değindim, aslında bu konuda çok daha fazla yayılabilirdim. Her toplumun kendiyle ve kimliğiyle ilgili son derece kendine özel bir imajı olduğu yadsınamaz. Yeni Dünya ülkeleri, özellikle de Birleşik Devletler için kimliklerinin çeşitli aidiyetlerden oluştuğunu kabul etmek ilke olarak sorun yaratmaz, çünkü bu ülkeler her kıtadan kopup gelen göçmenlerin katkılarıyla oluşmuşlardır. Ama bu göçmenlerin hepsi aynı koşullarda gelmemiştir. Kimileri daha iyi bir hayat arıyordu, kimileriyse istemedikleri halde zorla kaçırılıp getirilmişlerdi. Bütün göçmen çocuklarının ve daha Kolomb öncesi dönemlerde oralarda yaşayanların soylarının, içinde yaşadıkları toplumla tam anlamıyla özdeşleşebilmesi uzun, çok uzun, henüz tamamlanmamış ve zorlu bir sürecin sonunda gerçekleşebilecektir. Ama orada sorun farklılık ilkesinden çok, bunun işleyişindedir.

Bu arada, ulusal kimlik sorunu farklı biçimde kendini gösteriyor. Olayların gelişimiyle bir göçmen toprağı haline gelen ama böyle bir misyon için kendini uygun görmeyen Batı Avrupa’da bazı halklar, kimliklerini sadece kendi öz kültürlerine referanstan başka türlü algılamada hâlâ zorlanıyorlar. Bu, uzun zaman bölünmüş ya da bağımsızlıklarından yoksun bırakılmış halklar için özellikle gerçek; onlara göre tarih içinde sürekliliği sağlayan, bir devlet ve ulusal bir toprak değil, kültürel ve etnik bağlar. Buna rağmen, bütünü içinde Avrupa, birleşmeye yaklaştığı ölçüde, kimliğini dilsel, dinsel ve daha başka aidiyetlerinin bir toplamı gibi kavramak zorunda kalacak. Eğer tarihinin her öğesini talep etmez ve gelecekteki vatandaşlarına Alman ya da Fransız ya da İtalyan ya da Yunanlı olmaktan vazgeçmeden kendilerini tamamen Avrupalı gibi hissedebilmeleri gerektiğini açık seçik söylemezse, var olmaktan düpedüz çıkacak.

Yeni Avrupa’yı yaratmak Avrupa için, onu oluşturan ülkelerin her biri için ve biraz da dünyanın geri kalan kısmı için yeni bir kimlik kavramı yaratmaktır.

Amerikan örneği gibi, daha başka pek çok örnek gibi, bu örnekle de ilgili söylenecek çok şey var ama ayrıntılara girmenin kışkırtıcılığına direniyorum ve sadece, benim gözümde önem taşıyan, kimliğin “işleyişi”-‘n bir yönüne değinmekle yetiniyorum: bir ülkenin ya da Birleşik Avrupa gibi bir bütünün üyesi olduğunuz an, onu oluşturan öğelerden her biriyle belli bir akrabalık hissetmeden edemezsiniz; elbette öz kültürünüzle olan çok özel ilişkiyi ve ona karşı belli bir sorumluluğu korursunuz, ama öteki bileşenlerle de ilişkiler dokunmaya başlamıştır. Bir Piemonteli kendini İtalyan hissettiği andan itibaren, Torino’ya ve onun geçmişine duyduğu özel sevgi içinde saklı kalsa da, Venedik’in ve Napoli’nin tarihine ilgisiz kalamaz. Aynı şekilde, bu İtalyan kendini Avrupalı hissettikçe Amsterdam ya da Lübeck yörüngeleri onun için gitgide daha az uzak, gitgide daha az yabancı gelecek. Bu oluşum belki iki üç kuşağı bulacak, bazıları içinse biraz daha fazla; ama ben daha şimdiden bütün kıta vatanlarıymış, orada yaşayanlar da vatandaşlarıymış gibi davranan genç Avrupalılar tanıyorum.

Aidiyetlerimden her birini yüksek sesle talep eden ben, doğduğum bölgenin de kabileler çağını, kutsal savaşlar çağını, ölümcül kimlikler çağını geride bırakarak ortak bir şeyler inşa etmek için aynı yolu izleyeceği günü hayal etmekten kendimi alamıyorum. Tıpkı Lübnan’a, Fransa’ya ve Avrupa’ya dediğim gibi, bütün Ortadoğu’ya “vatan” ve her isimde, her kökenden Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan, bütün çocuklarına “vatandaş” diyebileceğim günün hayalini kuruyorum. Sürekli kuran ve önceden hisseden kafamın içinde bu çoktan oldu bile; ama bir gün gerçek zeminde ve herkes için aynen öyle olmasını isterdim.

Baştaki söylemime geri dönmek ve her ülkeye dair daha önce söylediklerimi küresel düzlemde tekrarlamak için parantezi istemeye istemeye kapatıyorum: öyle olmalı ki, hiç kimse kendini doğmakta olan uygarlıktan dışlanmış hissetmesin, herkes orada kendi kimlik dilini ve öz kültürüne ait bazı simgeleri bulabilsin, gene orada herkes, ülküselleştirilen bir geçmişte sığınak aramak yerine, azıcık da olsa kendini, etrafını kuşatan dünyanın içinden yükseldiğini gördüğü şeyle özdeşleştirebilsin.

Bunun yanı sıra, herkes kimliği olarak kabul ettiği şeye, yeni yüzyıl, yeni binyıl boyunca gitgide daha fazla önem kazanmaya aday yeni bir bileşen katabilmeli: insanlık macerasına da dahil olma duygusunu.

İşte kimlik arzusu ve ölümcül sapmaları konusunda aşağı yukarı söylemek istediklerim. Amacım sorunu didik didik etmekti, ancak hâlâ ilk kekelemelerdeyim, yazdığım her paragrafta içimden yirmi sayfa daha yazmak geliyordu. Yazdıklarımı tekrar okuduğumda bu sayfalarda gerekli tonu -ne fazla soğuk, ne fazla ateşli- ya da ikna etmek için yerinde gerekçeleri ya da en doğru formülleri bulduğumdan emin değilim. Ama bu pek önemli değil, ben sadece birkaç fikir ortaya atmak, bir tanıklık getirmek ve bana her zaman son derece büyüleyici, son derece şaşırtıcı gelen, bana hayat veren bu dünyayı izledikçe daha da çok meşgul eden konular üzerine düşünülmesini sağlamak istedim.

Genelde, bir yazar son sayfaya geldiğinde en kalpten dileği, kitabının yüz yıl sonra, iki yüz yıl sonra hâlâ okunuyor olmasıdır. Kuşkusuz bu asla bilinemez. Sonsuz olması istenen ve ertesi gün ölen kitaplar varken, bir okullunun eğlence olsun diye yazdığı sanılan bir başkası ayakta kalır. Ama daima umut edilir.

Ben ne bir eğlencelik ne de edebi bir eser olan bu kitap için o dileği tersine çevireceğim: torunum yetişkin biri olup da, günün birinde rastlantıyla aile kitaplığında onu keşfettiğinde biraz sayfalarını karıştırsın, biraz göz atsın, sonra omuz silkerek ve büyükbabasının zamanında hâlâ böyle şeylerin konuşulmasına ihtiyaç duyuluşuna hayret ederek hemen aldığı tozlu yere geri koysun.

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler



Arkam Sensin Kal'am Sensin

Hemen mevla ile sana güvendim
Arkam sensin kal'am sensin dağlar hey
Yoktur senden gayrı kolum kanadım
Arkam sensin kal'am sensin dağlar hey

Sana derim sana ey ulu yaylam
Meğer başım alam ilinden gidem
Okum senden yayım sendedir cidam
Arkam sensin kal'am sensin dağlar hey

Yüce yüce tepesinden yol aşan
Gitmez oldu gönlümüzden endişen
Mürüvvetsiz beyden yeğdir dört köşen
Arkam sensin kal'am sensin dağlar hey

Hep sınadım Osmanlının alını
Bulamadım bir kez gönlüm alanı
Anacağız sevdiğimin halını
Arkam sensin kal'am sensin dağlar hey

Köroğlu der tepelerden bakarım
Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim
Bunca yıldır hasretini çekerim
Arkam sensin kal'am sensin dağlar hey

Köroğlu


"Yanıp kül olsaydın, bundan iyi miydi?"

"Yanıp kül olsaydın, bundan iyi miydi?" dedim kendi kendime. "Çocuklar için kağıt olacaksın ya, hey şımarık kavak. Daha ne isteyeceksin?"

"Kağıt olmak için harcanan emeğe acıyordum. Böyle yakıldıktan sonra, ormanımda kavak ağacıyken de yakabilirlerdi beni. Ama duyduğum, orman yakmak suçtu. Kitap yakmak suç değil miydi yoksa?"

"Kağıt olacağız," dedim. "Gidenlerden haber gelmemesi bundandır."
"Kağıt mı?"
"Kağıt ya... Üzerimize yazılar yazılacakmış. Yavru insanlar okuyup iyiyi, güzeli, doğruyu öğreneceklermiş. Anamın söylemesi, yetişkin insanların kitapları da bizden olurmuş. Becerikli elleri arasına alırlarmış. Öğrenmeleri bitince de, kitaplıklarına yerleştirirlermiş. Bir kitabın, yani bir kavağın ömrü yüz yıl, bin yıl olabilirmiş böylece."

"Kitaplar yeniden toplatılıp yakılıncaya kadar, gidin, kitapçılardaki bütün masalları, öyküleri, romanları alın. Siz çocuklar, ne kadar çok kitap okursanız, kitap yakmalar da öylesine azalacak yeryüzünde."

Bekir Yıldız, Ölümsüz Kavak, Cem Yayınevi Çocuk Kitapları



3 Mart 2025 Pazartesi

Hasretinle Yandı Gönlüm

Hasretinle yandı gönlüm,
Yandı yandı söndü gönlüm
Evvel yükseklerden uçtu,
Düze indi şimdi gönlüm.

Gözlerimde kanlı yaşlar,
Hasretin bağrımda kışlar,
Başa geldi olmaz işler,
Binbir dertle doldu gönlüm.

Gelecektin gelmez oldun,
Halimi hiç sormaz oldun,
Yaralarım sarmaz oldun,
Yokluğunda soldu gönlüm.

Aramızda karlı dağlar,
Hasretin bağrımı dağlar,
Çaresizlik yolu bağlar,
Yokluğundan öldü gönlüm.

Şiir: Yalçın Tura   
Beste: Yalçın Tura
Yorum: Edip Akbayram


















2 Mart 2025 Pazar

Gelincik Tozları

Okumadan atladığın sayfalar,
Hayatının kırık notlarıdır...
Anılar, şimdi o yorgun sular;
Bu şiirin kanayan rüzgârıdır... 

Her ırmak kendi göğüne yaslanır,
Her kuş kendi göğünü gök sanır... 
Sahiplenerek yürüdüğün o ömür var ya;
Havada uçuşan gelincik tozlarıdır... 

Bülent Özcan



1 Mart 2025 Cumartesi

Anneler ve Çocuklar

Anne öldü mü çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde siyah bir çubuk
Ağzında küçük bir leke

Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünüyor gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne

Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne

Sezai Karakoç


Pera'lı Bir Aşk İçin Gazel

Merhaba güzelim, bak nasıl doldurdu
-Dur önce şu sigaramı yakayım-
Kırmızı bir güneş bardağımızı
Dışarda kararan rum kilisesinin
Gürültüyü yapraklara çeviren
Çan sesleriyle yüklü ve karmakarışık
Saatlerden geçiyoruz umut, ayrılık
Günleri. Yüzünün gülü kapalı
Acı eylül geçiyor köklerimizden
-Sanırım değişen bir şey olmalı-

Biliyoruz öğle sonu mavi perdesi
Gözlerinin yıldızıyla ışıyan
-Dur güzelim yüzüne dokunacağım-
Ve aklı yetmeyen tarlakuşuna
Öpüşlerle derinleşen bir halı
Yeni gelin bahçeleri dokuyan
-Bu kör eylül karanlığından uzak-
Bir ölümsüz yaz ülkesi olmalı

Çıkalım buradan hemen gidelim
-Ben önce şu hesabı vereyim-
Avluda fatihin ormanlarından
Kesilmiş çamlara bakan rum yetim
İçimi yalnızlıkla dolduruyor
Kapıda sadakor bir dalgınlığın
Ardından bize bakan şu delikanlı
-Nasıl benim gençliğime benziyor-
Şiirimiz bitince ve solduğunda
Sarı gül yaprağına yazdığım divan
Alıp götürecek bir sahaf olmalı

Onat Kutlar


Nabız

"Ben ölümün teğmeniyim", diyordu
sonradan postalanan mektubunda,
BM'nin 25 Şubat tarihli müzakeresini
esas alan Güvenlik Konseyi'nin
bindörtyüzellibir sayılı kararına dayalı
biçimde altı gün önce bölgeye gönderilen
tabur sembolik bir nitelik taşıyacaktı 
şehrin hemen dışındaki tampon bölgede,
miğferi iyice sıkışmış kulağıyla boynu
arasında sımsıkı sızı - onca kararlı
parmağın tetikten yolladığı top mermisi
arasında kimse bilemez artık gerçekten
serseri bir kurşun mu sessizliği delen,
zihninin tam dibinde, son, gelmeden
genzinden göğsüne yayılan şarabın kanı,
"teğmenim öldü", diyor nabzı bekleyen
çocuk yüzlü asker.

Enis Batur



Paranoya Kırlangıcım Paranoya

İnsan güneşle dünyanın arasındadır
Senin sağında, benim solumda
hep ortasındadır ölümün
Durur bir nefesle bir nefes
arasında bir yerde, sabahla akşam
arasında her şeyi şaşırabilir
Yaprağa düşen yağmurdur
yapraktan düşen damla
Ne yapabilir, rüzgârından
merhamet dilemekten başka.

İnsan şaşırdıkça
delinir şüphe torbası
zehirler gözü.

Seni var ya, inleyişinden tanırım
kiminle öpüşsen duyarım sesini
teninin duygusu bulaşır, ateşi, kokusu
bacaklarının arasından ürperti
dudaklarına dolaşır
seğirir damar gibi

İnsanla herkes arasında nahoş tecrübe
Kırlangıcın zamansız göç nedenidir
O yüzden tizdir gagasından fışkıran
Bir daha dönmez yurduna.

Kalp, inleyişinden tanınır
Bir öpünce, bir de kırılınca.

Mahmut Temizyürek



Yaşama Sevinci

                                                    Yeryüzüne gelmiş, gelecek tüm alçaklar için.

    Anamın yüzü ap-ak kireçle badanalanmış gibiydi, bana dönük olmadığı halde karanlık içinde seziyordum. Duvara dönüktü, tüm kutsal kitaplardan bildiği satırları ezberden tekrarlıyordu yine, biliyorum. Sırtında serin havalar için bir atkı. Gözüm pencerede, kulağım kapının dışında duyulmak istenen bir seste. Babama güvencim var, kapının arkasına yüzü-koyun yatmış dinliyor dışarsını. Ve böylece üç kişiyiz odada, bu odaya açılan öteki odalardan birinde, en diptekinde kısılmış bir lamba sönüp sönmemek arasında kararsız bocalıyor. Elbet saatin düzgün vuruşları üçümüzün kulağında, ama onu kim duymak istiyor sanki, zorbayı.
    Pusu kurmuş bir oda. Yaşamaya pusu kurmuş üç kişili bir oda. Yeryüzüne başka bir çağda gelmiş olmalıydık, diyorum aklımca, ama o zaman da şimdi ölmüş olacaktık, kimbilir kaç milyarıncı ölü; toprağın altında, ağaçların, denizin, kömür madenlerinin aldında... Ademden bu yana (bu efsaneyi haklı olarak başlangıç alıyoruz, bilim metafiziği ancak kemirebiliyor, ancak.) ölen tüm insanların çizelgesini, nitelikleri nicelikleri arasındaki bağıntıyı çılgınca, çocukça öğrenmek isterdim şöyle...
    Daha çocuk yaşındayım. Babam doğramacı, işler kesat şu günlerde. Daha doğrusu, savaştan hemen sonra, o büyük şenliklerin, gösterişli törenlerin, (inanın bana, ölüm töreniyle kıl vardı arasında.) gürültülü söylevlerin, çekildiği, demeçlerin verildiği günden sonra işler durmuştu bizim. Kimse ölmek istemiyordu artık, kimse ölmek bilmiyordu artık, kimse ölmüyordu artık. Felaket gelip kapıyı çalmıştı. Babam akşamları dövülmüş gibi dönüyordu kös kös eve... Anam arka odalara koşuyordu karşılaşmamak için babamla, kaçıyordu. O günlerin başlangıcını iyi hatırlıyorum. Günlerce aç kalmıştım, açtık, dışarda herkes tok gibi geliyordu bana, herkes iyi giyinmiş, anam da iyi giyinmek ister, babam da, ben de. Babam ise içmek de ister, ne yapalım doğar doğmaz içmeye vermiş kendini, ne yapalım. İşte o ilk günleri iyi hatırlıyorum. Kentin sevincine biz de kendimizden bir şeyler katmıştık önceleri, esirgemeden. Neydi o renk renk, bayraklar, değişen bayraklar, değişen üniformalar, değişen gemiler, hepsi değişiyordu namussuzların, hepsi. Herkesin yüzü bile değişmişti, bizimse hep aynı kaldı. Bizim evde değişmek için bir gümüş parçası bile yok. Ayna bile... Şimdi ayaklarımda kadifeden kardinal bir pantolon.
    Babam hâlâ yüzükoyun yatmış döşemeye, pusuda. Soluk alışı verişi hep  böyledir onun. Pencereden uzanarak, boynunu uzatarak gelen giden var mı, diye göz atıyorum arada bir. Kimsecikler yok henüz. Kimin geleceğini de ne bileyim ben şimdiden. Anam herhalde tanıdığı kişilerden biri gelmesin diyordur içinden, ben kim gelirse gelsin, -gelsin de, iş onda zaten- diyorum içimden babam içinden de bir şey demiyor. Bari iyi birisi gelsin, varlıklı, paralı. Babam demiyor asla ama biliyorum, babam bu düşüncenin ta kendisi. Anam bilmem kaçıncı duasını  mırıldanıyor. Ah, romen sayılarıyla numaralandırırlar onları. Çok güzel ve tertemiz basılmıştır bu kitaplar, vitrinlerde saygıyla seyrederim onları. Gazetelerde reklamlarına rastlamıyorum ve yazarının adı unutuluyor hep. Bir fırsatını bulursam kitapçıya söyleyeceğim bunu. Böyle hata olmaz. Kartalı bir meleğin ettiği hataya benziyor, anlatması uzun sürer sanırım, çarpmaları iyi yapamamış, 7x8 ile, 8x7 meselesi...
    Babam, ha babamdır, ha karanlık, ona değin hemen hiçbir şey bilmem. Belki hiç konuştuğunu da hatırlamıyorum. Ne yapmak istiyorsa, anlıyoruz hep. Anam böyle değil bak, o konuşuyor. Bir gün benim nedense babamla evlenmeden önce doğmuş olduğumu söylemişti, usumda kalan bu kadarı, ötesine ulaşamıyordum ben.  Gerçekten babam başka bir adam, buralılara pek benzemiyor. Bakıyorum da şimdi, uzun kolları ve bacakları var, kesilmiş koca bir ağaç izlenimini veriyor adama. Dili sürçer hep, ferç gibi de dudakları var şöyle biçimli mi, değil mi? diye yargı  veremiyorum pek, sırasını düşürüp de... İnsanın bu yaşta, bu konuda düşünebilmesi eh biraz güç, hem ezbere de olur... Daha diyorum, birazcık daha büyüyeyim. Evde, sokakta, denizde, merdivenlerde, milimetre milimetre büyüdüğümü sezinliyorum ama bilinçli olarak değil. Bir arkadaşın dediği gibi, en küçük böcekler bile ayırt edemezmiş, o denli yavaş büyüyoruz. Başkalarını bilmem tabii, kendi hesabıma konuşuyorum hep.
    Saatlerdir aynı durumdayız. Kimse yerini değiştirmedi. Babam kapıda, kapının altına uzanmış, altından bir şeyler görmeye, duymaya çalışıyor. Anam duvara dönük, yüzü kireç gibi. Biliyorum, o imzasız yazarlardan çok çekiniyor, onu anlıyorum. Ama bugünkü peygamberlerin de seçimlerden adaylıklarını koyduklarını kazanmak için birbirlerini yediklerini... görmesi gerekir. Ne Hazreti Muhammet, ne Hazreti İsa, ne Hazreti Musa... Hiçbiri oyunu bana ver' diye renkli afişler, en iyi basımevlerinde titizlikle düzenlenmiş afişler asmadılar duvarlara.. Hiç sesi çıkmıyor, bir gün köşesinde yiteceğinden korkarım onun. Ne de olsa anam anamdır, anam beni doğurmuş. Ben anamdan önce doğamam. Nasıl tüm  tikesinden küçük olamazsa, nasıl.
    - Dikkat, dedi babam.
    - Ah, dedim, ağzımdan kaçıverdi.
    - Susun...
    Anamın duaları hızlandı. Duvara doğru üflüyordu alt dudağıyla.
    Bir kadın, dedim, pencereden bir acele göz atarak, köpeğiyle.
    - Şeytan götürsün köpeği. Aksilik.
    Babam konuşmuyor yine. Biliyorum ne dediğini, anlıyorum, siz de anlıyorsunuz değil mi?
   Şu anda kapıdan girmiştir, kapıdan merdivenlere, eh birazcık daha var. Burada sırası gelmişken açıklıyayım, galiba sırası geldi. Babam doğramacıdır, bu kentte tüm tabutları o yapar, ekmek parası için elbet. Fakat savaştan sonra kimse ölmek istemediği için, kimse ölmediği için artık başımızın çaresine bakmamız  gerekiyordu. Tabutlarını hazırladığımız gibi, insanların ölümlerini de hazırlıyorduk, ne yaparsınız, anlayın bizi, yaşamak istiyoruz, üç kişiyiz. Birinci katın basamakları biterken trabzanda babamın dahice kurduğu bir tuzak var. Yukarı çıkarken,  elleriyle şöyle, yavaşça izlerler bilirsiniz, yavaşça, ondan sonrası kolay. İyi bir sipariş alacağımızı umuyoruz, bu hafta.
   Bu kadınla anamın ne ilişiği var sanki, zaman zaman duvara yapıştığı oluyor dudaklarının, bilmem kaçıncı sayfayı hatırlayarak. Belki de sessizce ağlıyordur. Babam duymasın. Artık salt dikkat kesildik, adımları hafiften duyuyoruz, babam sayıyor anlaşılan... Oturduğumuz evden ilk müşteri olacak, bu... Biraz dedikodu olduğuna eminim, hep bu yakınlarda olması, hafiften dikkati çekmiştir sanırım, babama söyleyeceğim, alanımızı genişletmeli... Köpeğin herhangi bir aksilik yapacağından ben de korkuyorum. Çıtırtıları sayıyordum... Bir, iki... bir çatırtı, acaba? Köpek şiddetle havlamaya, kadın bağırmaya başladı, anlaşılan kadın aşağı sarkmıştır kırılmış trabzana tutunarak, yüreğim ağzımda, ah diyorum, diyoruz... Anamı bilmem. Şimdi daha büyük bir çatırtı ve içi şunu bunuyla dolu bir çuvalın yüksekten düşmesi sırasında çıkardığı sese benzer bir ses. Gürültü koptu. Kapılar açıldı. Koşuşmalar. Gürültüler gittikçe arttı.
    Anam duvardan bu yana dönmüştü karanlıkta. Babam kalktı, koştu lambaya doğru, başka lambalar da getirdi, yaktı. Anam sessizce arka odaya geçti. Babam pencerenin önünde beceriksizce bir sigara yaktı. Işıkta yüzünü gördüm ben. Ilık bir hava var dışarda. Gürültüler bir zaman sonra dindi. Geç vakit ikimiz aşağı indik, merdivenlerin duvar yanından yürüyerek indik. Dışarda biraz dolaştık, parka gittik, bulutlu bulutsuz göğe karşı oturduk. Babam hep sigara içti. Eve  döndüğümüzde anam uyumuştu. Biz de yattık. Anlatacak şey kalmadı  ama, kısaca, sonunda ne olduğunu söyleyeyim... O kentten ayrıldık, bu son işimiz olmuştu... Başka bir  kente gittik. Özür dileriz, bağışlayın bizi, böyle olmasını istemezdik ama babam burada bir ay içinde bizi parasız pulsuz bırakarak, nedense öldü... Onu başka bir şey öldürdü sanıyorum... Bana öyle geldi. Anamı bilmem.

Ece Ayhan, 1956
Sivil Şiirler, Cem Yayınevi, S.135-139



İzleyiciler