Biraz düşlerine eğil, orda bir şey bulacaksın
Bugün unut mavileri, çiçeğe su verme unut
Biraz daha sen olursun, kalbindeki rengi büyüt" (1)
Sustu şarkı. Gece çözülmüş, duygular ağırlaşmış, rüzgârını yitirmiş bir yelken gibi duruyor orta yerde...
“Kim sarhoş olmadan belirsizliği seçebilir?”
Hangi dost söylemişti bunu?
Orta yerde aslında bir masa var. Masanın iki karşılığında iki gölge.. Gölgelerden birisi az önce gitti. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi duruyor karşılığında. Şarkı susmadan önce karışır gibi olmuşlardı birbirlerine. Adam gölgeyi orda sanıyor hala...
..
Çıkmadan, uyurken yüzüyle masum öyküler yazan oğluna sarıldı, öptü. Günü için kulağına iyi şanslar fısıldadı. Şimdi sokağa çıkıp işe gitmek için kendine korunaklı yollar arayacaktı. Sonra ‘niye böyle düşündün’ diye sordu kendine! Yanıt alamadı. İlk kapıdan çıktı. Asansör ortalarda yoktu; zaten olsa da binmeyecekti. Merdivenleri yuvarlanarak inmek istiyordu bu sabah. ‘Niye böyle düşündün’ diye sordu kendine! Yanıt alamayınca kızdı, en ürkek adımlarıyla yokladı yedi kat inişi.
Sokağa baktı. Caddeye baktı. Işıklara bakmadan geçti. Yokuş aşağı inen caddeye varınca tam da ortasından yürümeye başladı. Her şey, içindeki sese inat gelişiyordu. Gizli sevinçlere yol vermeyen, heyecanlara korna çalan taşıtları niye trafikten men etmezler ki? O an çalan cep telefonunun kornalara karşılık verdiğini düşündü, bekledi karşılığın yerini bulmasını. Kornalar susmuş telefon iki fazla söylemişti. Fazlası kendine diye düşündü, işi aklına geldi. Öyle ya yoldaydı, ofise gidiyordu. Korunaklı yollar seçecekti bugün kendine, çocuk seslerinin bol olduğu... Peki caddenin ortasında ne işi vardı?
"Duygu fırtınaları, paradoks iklimler, erozyona uğramış hayat... Her bayat gününüz işte bu hayat!” Ağzından dökülecek olanlardı ki, telefondaki ses: “Günaydın Murat Bey” uyandırmasında bulunmuş, kaldırıma yönelmesini sağlamıştı.
İşgünü trafiğinin ilk telefonunda karşısındaki ses, sıcak ama çabuk atlatılması gereken bir trafik sıkışıklığı duygusu yaşatmıştı. İkinci bir çağrı yoklamadan dolmuşa yetişmek için panikledi. Atak adımlar, el kol sallamalarıyla dolmuşa attı bitkin aklını. Akıl mı?! Diğer yolcuları şaşırtacak bir baş hamlesiyle gözlerini bedeninde gezdirdi. Rahatladı tastamam yerindeydi parçalar. Cama doğru çekilirken, yaslanacak bir sevgili omuzu aradı. Ama dur! Sevgilinin ona yaslanması daha dinlendirici olurdu. Evet, evet!
“bana bir boşluk bırakın ki yüzüme yalnızlığımı haykırayım!” (2)
- Kaptan bu kez sevgilinin bineceği durakta indirme beni!.
‘ Duymadı galiba ! Ama ben iki kere tekrarladım. Neden söylendi ki o kadar.’
- Burada iniyorsunuz, Marketin hizasından devam edip, kafeteryanın ordan sağa dönüyorsunuz. Ofisinizi göreceksiniz.
‘ İyi de neden bana işyerimi tarif ediyor bu herif? Dışarıda olduğuna göre deli de değil!’
Kapının önünde çantasını yere koymak için eğildiğinde bir ırmak geçti önünden. ‘Acaba eve dönüp yatsam mı?’ ‘İyi değilim galiba’ diye düşündü. Geri dönmeye fırsat bulmadan ırmak büyüdü, büyüdü.. Suyun coşkusuna direnemeyen aklını yanına alıp, gövdesiyle çırpınmaları kapının önüne bıraktı. Irmağın kendisini bıraktığı yerde bir bahçe uyuyordu. Bütün çiçekleri uyandırmak istedi. Aklıyla yaratabileceği ne kadar ses varsa hepsini düşündü.. Girdi bahçeye.. İlkin bir nergis uyandı ve kanadı uyandığı yerden, Kanadı.. Kanadı.. Irmağa karıştı. Narcissus’u gördü suyun kenarında yüzü ırmağa dönük..
‘Ne zaman bitecek bu düş?’ ‘Nasıl varacağım gövdeme?’ Gövde ise çırpınıyor kapıyı açmaya çalışıyordu. Açıp ofise girebilse her şey yerine gelecek gibiydi. Neden sonra gövde kapıyı açarak kendini içeri attı. ‘oh!’ dedi ‘kurtulacağım bu kanattığım bahçeden’ Bir kıpırtı, hareket bekledi kendisini taşıyacak.. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi bekliyordu!.
…
“Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde / Oysaki seninle güzel olmak var / Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi / Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda / Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. / Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte / Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel / O başkası yok mu bir yanındakine veriyor / Derken karanfil elden ele. / Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle / Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil / Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk / Birleşiyoruz sessizce.” (3)
Masasındaydı. Oturuyordu. Aklı başında, başı gövdesindeydi. ‘Akşam biraz alkol almış olabilir miyim?’ diye düşündü. Bu sabah o kadar çok düşünüyordu ki; ama sonuca ulaşamıyordu nedense. Masada klavyenin üzerinde duran bu şiir?! Pek severdi. Ama başucu şiiri gibi yazdığını anımsamıyordu. Şimdi daha bir sevdiğini hissediyordu şiiri. Perişan bir yorgunluk sabahına sevdalar taşıyordu dizeler. Sadece sabaha değil; ofisin önündeki küçük bahçenin kiracısı gül ağacına, o ağacın önünden geçmeden okul yolu tutmayan liseli aşıklara, bahçenin hemen karşısındaki pembe panjuru ve boyası olmayan beton bloklara, gökyüzü beyazından ağan gökkuşağı düşlerine, her şeye ama her şeye sevdalar taşıyordu.. Çirkin suratlı bir işgününe bile güzellik tacı giydiriyordu.. Bu şiiri hangi el taşımıştı klavyenin üzerine, bugün yazılacak olanlar yazılmıştır, tuşlar kapalıdır dercesine...
Sonra karanfiller... Bir Taksim Meydanı geçti gözlerinin önünden. Dik duruşlu, gür sesli insanlar yürüdü kortej halinde. Sıra sıra Şişli’ye vardılar. Orada durdular, sesli şarkılar oldular... ‘Bu karanfilleri onlar mı bıraktı?!’
‘Yoksa eski bir aşk hüznü mü bıraktı karanfilli şiiri!? Hüzün tek başına mı uğradı yokluğumda?’ Çok şey düşünüyordu adam; kıvranarak, sancılı, sonsuz...
İşte ikinci telefon! ‘Belki de bir dost, karanfil kokulu bir şiir okumak için arıyor’ diye hızlı düşündü.
Çıkmadan, uyurken yüzüyle masum öyküler yazan oğluna sarıldı, öptü. Günü için kulağına iyi şanslar fısıldadı. Şimdi sokağa çıkıp işe gitmek için kendine korunaklı yollar arayacaktı. Sonra ‘niye böyle düşündün’ diye sordu kendine! Yanıt alamadı. İlk kapıdan çıktı. Asansör ortalarda yoktu; zaten olsa da binmeyecekti. Merdivenleri yuvarlanarak inmek istiyordu bu sabah. ‘Niye böyle düşündün’ diye sordu kendine! Yanıt alamayınca kızdı, en ürkek adımlarıyla yokladı yedi kat inişi.
Sokağa baktı. Caddeye baktı. Işıklara bakmadan geçti. Yokuş aşağı inen caddeye varınca tam da ortasından yürümeye başladı. Her şey, içindeki sese inat gelişiyordu. Gizli sevinçlere yol vermeyen, heyecanlara korna çalan taşıtları niye trafikten men etmezler ki? O an çalan cep telefonunun kornalara karşılık verdiğini düşündü, bekledi karşılığın yerini bulmasını. Kornalar susmuş telefon iki fazla söylemişti. Fazlası kendine diye düşündü, işi aklına geldi. Öyle ya yoldaydı, ofise gidiyordu. Korunaklı yollar seçecekti bugün kendine, çocuk seslerinin bol olduğu... Peki caddenin ortasında ne işi vardı?
"Duygu fırtınaları, paradoks iklimler, erozyona uğramış hayat... Her bayat gününüz işte bu hayat!” Ağzından dökülecek olanlardı ki, telefondaki ses: “Günaydın Murat Bey” uyandırmasında bulunmuş, kaldırıma yönelmesini sağlamıştı.
İşgünü trafiğinin ilk telefonunda karşısındaki ses, sıcak ama çabuk atlatılması gereken bir trafik sıkışıklığı duygusu yaşatmıştı. İkinci bir çağrı yoklamadan dolmuşa yetişmek için panikledi. Atak adımlar, el kol sallamalarıyla dolmuşa attı bitkin aklını. Akıl mı?! Diğer yolcuları şaşırtacak bir baş hamlesiyle gözlerini bedeninde gezdirdi. Rahatladı tastamam yerindeydi parçalar. Cama doğru çekilirken, yaslanacak bir sevgili omuzu aradı. Ama dur! Sevgilinin ona yaslanması daha dinlendirici olurdu. Evet, evet!
“bana bir boşluk bırakın ki yüzüme yalnızlığımı haykırayım!” (2)
- Kaptan bu kez sevgilinin bineceği durakta indirme beni!.
‘ Duymadı galiba ! Ama ben iki kere tekrarladım. Neden söylendi ki o kadar.’
- Burada iniyorsunuz, Marketin hizasından devam edip, kafeteryanın ordan sağa dönüyorsunuz. Ofisinizi göreceksiniz.
‘ İyi de neden bana işyerimi tarif ediyor bu herif? Dışarıda olduğuna göre deli de değil!’
Kapının önünde çantasını yere koymak için eğildiğinde bir ırmak geçti önünden. ‘Acaba eve dönüp yatsam mı?’ ‘İyi değilim galiba’ diye düşündü. Geri dönmeye fırsat bulmadan ırmak büyüdü, büyüdü.. Suyun coşkusuna direnemeyen aklını yanına alıp, gövdesiyle çırpınmaları kapının önüne bıraktı. Irmağın kendisini bıraktığı yerde bir bahçe uyuyordu. Bütün çiçekleri uyandırmak istedi. Aklıyla yaratabileceği ne kadar ses varsa hepsini düşündü.. Girdi bahçeye.. İlkin bir nergis uyandı ve kanadı uyandığı yerden, Kanadı.. Kanadı.. Irmağa karıştı. Narcissus’u gördü suyun kenarında yüzü ırmağa dönük..
‘Ne zaman bitecek bu düş?’ ‘Nasıl varacağım gövdeme?’ Gövde ise çırpınıyor kapıyı açmaya çalışıyordu. Açıp ofise girebilse her şey yerine gelecek gibiydi. Neden sonra gövde kapıyı açarak kendini içeri attı. ‘oh!’ dedi ‘kurtulacağım bu kanattığım bahçeden’ Bir kıpırtı, hareket bekledi kendisini taşıyacak.. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi bekliyordu!.
…
“Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde / Oysaki seninle güzel olmak var / Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi / Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda / Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. / Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte / Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel / O başkası yok mu bir yanındakine veriyor / Derken karanfil elden ele. / Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle / Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil / Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk / Birleşiyoruz sessizce.” (3)
Masasındaydı. Oturuyordu. Aklı başında, başı gövdesindeydi. ‘Akşam biraz alkol almış olabilir miyim?’ diye düşündü. Bu sabah o kadar çok düşünüyordu ki; ama sonuca ulaşamıyordu nedense. Masada klavyenin üzerinde duran bu şiir?! Pek severdi. Ama başucu şiiri gibi yazdığını anımsamıyordu. Şimdi daha bir sevdiğini hissediyordu şiiri. Perişan bir yorgunluk sabahına sevdalar taşıyordu dizeler. Sadece sabaha değil; ofisin önündeki küçük bahçenin kiracısı gül ağacına, o ağacın önünden geçmeden okul yolu tutmayan liseli aşıklara, bahçenin hemen karşısındaki pembe panjuru ve boyası olmayan beton bloklara, gökyüzü beyazından ağan gökkuşağı düşlerine, her şeye ama her şeye sevdalar taşıyordu.. Çirkin suratlı bir işgününe bile güzellik tacı giydiriyordu.. Bu şiiri hangi el taşımıştı klavyenin üzerine, bugün yazılacak olanlar yazılmıştır, tuşlar kapalıdır dercesine...
Sonra karanfiller... Bir Taksim Meydanı geçti gözlerinin önünden. Dik duruşlu, gür sesli insanlar yürüdü kortej halinde. Sıra sıra Şişli’ye vardılar. Orada durdular, sesli şarkılar oldular... ‘Bu karanfilleri onlar mı bıraktı?!’
‘Yoksa eski bir aşk hüznü mü bıraktı karanfilli şiiri!? Hüzün tek başına mı uğradı yokluğumda?’ Çok şey düşünüyordu adam; kıvranarak, sancılı, sonsuz...
İşte ikinci telefon! ‘Belki de bir dost, karanfil kokulu bir şiir okumak için arıyor’ diye hızlı düşündü.
- Murat Bey!
- Günaydınlar Aydın Bey, şiirinizi aldım. Teşekkür ederim. Beni mutlu ettiniz.
- Hangi şiir Murat Bey?
‘Hangi şiir ? Şiir? Şiir?’ Telefonu parmaklarının arasında döndürdü, bir an düşürür gibi oldu ama toparladı. ‘Konuşma nerede kalmıştı ki?’
- Aydın Bey, ziyaretlerle ilgili raporu soracaktınız sanırım? Sizinle daha önce sözlü olarak paylaştıklarımın dışında bir şey yok. Aradığınız için teşekkür ederim. İyi günler !
İki büklüm masanın kenarına eğildi. Kıvranıyordu. Yüzü yere değecek olduğunda, karanfili gördü. Yerçekimli karanfil...
- Hocam hayırdır, hasta mısınız?
‘Evet hastayım galiba! Bir ayrılık takviminde yüzümde yaralar çıkmıştı. Su çiçeği dediler. İyi de ben çocukken su çiçeği geçirdim, değildir dedim. Oynaştım yaralarla. Yüzümü sevdiler ve orada kaldılar. Ben inatla onlara ayrılık çiçeği derim. Onlar aklın yittiği ateş baskınlarında, akla ziyan düşünce fırtınalarında çıkageldiler: Sen (ayrı)sın dediler.’
- İndin mi dolmuştan? Şoför sana da ofisi tarif etti mi?
- Hocam iyi misiniz?
Kalktı, klavyenin üzerindeki şiiri katlayıp, cebine koydu. Sonra kapıdan giren konuğun yüzüne bakmadan dışarı çıktı. Irmağı bekledi. Sabah çıkarken oğlunun kulağına ‘su gibi aklın, karanfil gibi yüreğin olsun’ diye fısıldadığını anımsadı. Yanıt buluyordu ! Ofiste konuğunu ve telefonunu bırakmıştı. İçeriye döndü. Şaşkın bir ifadeyle ayakta donakalan Tuğba’ yı gördü. ‘Hoş geldin’ gülümsemesi gönderdi. İyileşmeyi gören konuk gülümsemeden öte karşılık vererek hızlı bir kahve servisine girişti. Bir an evvel sohbete girişecek bir ev sahibi görmek istiyordu karşısında.
Üçüncü telefon:
- Dostum merhaba! İstanbul’a gelebilecek misin?
- Özür dilerim, tanıyamadım.
- İsmail’i kaybettik..
- İsmail?! İsmail... Demek!..
Demek o şiiri sen bıraktın İsmail!
‘Dostum ben de sana anlatacak bir öykü biriktiriyordum şu sıralar. Ama görüyorum ki dinleme niyetinde değilsin. Sen bilirsin...’
- Hocam ne oldu yine?
Sustu şarkı. Gece çözülmüş, duygular ağırlaşmış, rüzgârını yitirmiş bir yelken gibi duruyor orta yerde...
- Kim sarhoş olmadan belirsizliği seçebilir İsmail?
Tamam buldum! Bunu Tekin söyledi. Sen Tanımazsın. Ama anladın değil mi ?!
Orta yerde aslında bir masa var. Masanın iki karşılığında iki gölge.. Gölgelerden birisi az önce gitti. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi duruyor karşılığında. Şarkı susmadan önce vedalaşmışlardı ama, Adam gölgeyi orada sanıyor hâlâ.
3. Sayfa bir gazete haberi: “TEM otoyolunda direksiyon hakimiyetini yitirerek bariyerlere çarpan İsmail Yıldız, kaldırıldığı Taksim İlkyardım Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. Kaza yerinde yapılan incelemede arabada bulunan içki şişelerinden, İsmail Yıldız’ın aşırı alkol alarak trafiğe çıktığı belirlendi.
...
Trafik canavarı dün, İstanbul’da 2, Bursa – Balıkesir karayolunda 1 ve Kırıkkale’de 2 olmak üzere toplam 5 can aldı.
(1) Hüsnü Arkan – Söz ve müzik
(2) Ogün Kaymak - “Varta” isimli şiirinden
(3) Edip Cansever – “Yerçekimli Karanfil” isimli şiirinden
hüseyin murat çinkılıç, 2007
- Günaydınlar Aydın Bey, şiirinizi aldım. Teşekkür ederim. Beni mutlu ettiniz.
- Hangi şiir Murat Bey?
‘Hangi şiir ? Şiir? Şiir?’ Telefonu parmaklarının arasında döndürdü, bir an düşürür gibi oldu ama toparladı. ‘Konuşma nerede kalmıştı ki?’
- Aydın Bey, ziyaretlerle ilgili raporu soracaktınız sanırım? Sizinle daha önce sözlü olarak paylaştıklarımın dışında bir şey yok. Aradığınız için teşekkür ederim. İyi günler !
İki büklüm masanın kenarına eğildi. Kıvranıyordu. Yüzü yere değecek olduğunda, karanfili gördü. Yerçekimli karanfil...
- Hocam hayırdır, hasta mısınız?
‘Evet hastayım galiba! Bir ayrılık takviminde yüzümde yaralar çıkmıştı. Su çiçeği dediler. İyi de ben çocukken su çiçeği geçirdim, değildir dedim. Oynaştım yaralarla. Yüzümü sevdiler ve orada kaldılar. Ben inatla onlara ayrılık çiçeği derim. Onlar aklın yittiği ateş baskınlarında, akla ziyan düşünce fırtınalarında çıkageldiler: Sen (ayrı)sın dediler.’
- İndin mi dolmuştan? Şoför sana da ofisi tarif etti mi?
- Hocam iyi misiniz?
Kalktı, klavyenin üzerindeki şiiri katlayıp, cebine koydu. Sonra kapıdan giren konuğun yüzüne bakmadan dışarı çıktı. Irmağı bekledi. Sabah çıkarken oğlunun kulağına ‘su gibi aklın, karanfil gibi yüreğin olsun’ diye fısıldadığını anımsadı. Yanıt buluyordu ! Ofiste konuğunu ve telefonunu bırakmıştı. İçeriye döndü. Şaşkın bir ifadeyle ayakta donakalan Tuğba’ yı gördü. ‘Hoş geldin’ gülümsemesi gönderdi. İyileşmeyi gören konuk gülümsemeden öte karşılık vererek hızlı bir kahve servisine girişti. Bir an evvel sohbete girişecek bir ev sahibi görmek istiyordu karşısında.
Üçüncü telefon:
- Dostum merhaba! İstanbul’a gelebilecek misin?
- Özür dilerim, tanıyamadım.
- İsmail’i kaybettik..
- İsmail?! İsmail... Demek!..
Demek o şiiri sen bıraktın İsmail!
‘Dostum ben de sana anlatacak bir öykü biriktiriyordum şu sıralar. Ama görüyorum ki dinleme niyetinde değilsin. Sen bilirsin...’
- Hocam ne oldu yine?
Sustu şarkı. Gece çözülmüş, duygular ağırlaşmış, rüzgârını yitirmiş bir yelken gibi duruyor orta yerde...
- Kim sarhoş olmadan belirsizliği seçebilir İsmail?
Tamam buldum! Bunu Tekin söyledi. Sen Tanımazsın. Ama anladın değil mi ?!
Orta yerde aslında bir masa var. Masanın iki karşılığında iki gölge.. Gölgelerden birisi az önce gitti. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi duruyor karşılığında. Şarkı susmadan önce vedalaşmışlardı ama, Adam gölgeyi orada sanıyor hâlâ.
3. Sayfa bir gazete haberi: “TEM otoyolunda direksiyon hakimiyetini yitirerek bariyerlere çarpan İsmail Yıldız, kaldırıldığı Taksim İlkyardım Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. Kaza yerinde yapılan incelemede arabada bulunan içki şişelerinden, İsmail Yıldız’ın aşırı alkol alarak trafiğe çıktığı belirlendi.
...
Trafik canavarı dün, İstanbul’da 2, Bursa – Balıkesir karayolunda 1 ve Kırıkkale’de 2 olmak üzere toplam 5 can aldı.
(1) Hüsnü Arkan – Söz ve müzik
(2) Ogün Kaymak - “Varta” isimli şiirinden
(3) Edip Cansever – “Yerçekimli Karanfil” isimli şiirinden
hüseyin murat çinkılıç, 2007