kavrulmuş bir karıncanın sağ salim
yuvasına dönüşü şarkılarda anlatılmaz
başka bir ses gerekir belki de, bilinen
tüm seslerin ötesinde; anne
koynuna al beni rahmine söz geçmez bu ıssız gecede
gitar çalma, susalım biraz yoruldum ağrımaktan
yoruldum bunca kesik ruhu tek başıma
taşımaktan, bir avuç kızgın kum bile yok
tutuşmuş saçlarını özlemeye vaktim yok
yok. yangınlara kızanları sildim kareli defterimden
bir kare de sen koy, üşenme
sanki soldan sağa ölmüş gibiyiz bu bilmecede
bu masalda dere tepe düz gitmiş kadar yorgunuz
argınız. azgınız. vallahi azız.
çok daha az olacağız bu pis gidişle
belki de seviştirmeye
vaktim olmaz kimseyi kendi bedenimle
çok gittik. dere tepe düz gitmiş bile
olabiliriz. ne dersin geri dönmeye; anne
sana söylüyorum olur olmaz zamanlarda ölme
taşınacak bir yük bile kalmayacak yoksa
bu kırışık cennette
yarım yamalak yaşayalım senle
kavrulmuş bir karınca kararınca; anca.
Altay Öktem
19 Şubat 2010 Cuma
9 Şubat 2010 Salı
defterinden kuşları silme
sen yine benim bildiğimi bilme
defterinden kuşları silme
bekle mayısları; çocukları harfiyen
söz nedir ki; şiir ve bencil
etsem yeri yok kalbimden önce
suya düşecek mor salkımları bekle sen
hem saçların daha ılık
gözlerinden öperim söz, haziran inince
hüseyin murat çinkılıç, ocak 2010
şiir boş uğraştır
bir kim önceydi
ay inerken zeytine
bil dedi bilmediğini
kadın gölge arayan ezberdir
sil ağzındaki resmi.
üç selam sonraydı
son kuş uçarken
yokuş
ibret içinde sessizlik okudu gidişine
bir sen. şimdiydi
ben tüneyip zeytine
sor dedim sormadığını incire
aslolan ateş değil midir.
ahmed doğan
ay inerken zeytine
bil dedi bilmediğini
kadın gölge arayan ezberdir
sil ağzındaki resmi.
üç selam sonraydı
son kuş uçarken
yokuş
ibret içinde sessizlik okudu gidişine
bir sen. şimdiydi
ben tüneyip zeytine
sor dedim sormadığını incire
aslolan ateş değil midir.
ahmed doğan
Sen beni öpersen
Şehre inerim bir sinema yağmura çalar
Otomobil icad olunur, Zarifoğlu ölür
Dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.
-Senegalliler dahil değil
Sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
Çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
O vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
Hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin
-Yoksa seni rahatsız mı ettim?
Sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
Elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
Elbette gayet rasyoneldir attan atlamak
-Freud diye bir şey yoktur.
Sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
Belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
Bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
Yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.
-Haydi iç de çay koyayım ..
Ah Muhsin Ünlü
Fotoğraf: Nurcan Azaz
şiir boş uğraştır
gittin ya
sanma bir şeyler götürdün senden
dün bir taşı kaldırdım
ellerini gördüm
gözlerin gökyüzünde her gece
ama olsaydın daha iyiydi sanki
sanki sıcaklığın yok güneşte
sanki yapraklar tutmuyor
saçlarının yerini
sanki ben bazen ölüyorum
gün gün..
gittin ya
sanma bişeyler getirdin benden
yüreğim daha bi hınçla dolu
ellerimin boşluğu daha bir güzel
ama gitmesen daha iyiydi ya
ama gitmesen ne iyiydi ya
gittin ya
çocuğun biri durup dururken ağlamaya başladı
hele yağmur yağınca
musalla taşı kaldırımlarda
insan kendi ölüsünü çiğniyor
sen gittin ya...
gittin ya
şimdi anlatmaz derdimi yaprak sallayan rüzgâr
durgun denizlerle değil işim
ovalarla yollarla değil,
şimdi,
bir of lazım bana seni sevdiğim günden kalma
sabırla yoğrulmuş
hiç söylenmemiş
bir kerelik
öldürmelik bir off
şimdi, bir kasırga lazım bana
bir dağ doruğu
göz değmemiş
kadın kadın
gittin ya
şimdi bir sen lazım bana
hiç gitmemiş...
ahmed doğan
7 Haziran 2009 Pazar
27 Mayıs 2009 Çarşamba
Gölge
"Bugün güneş doğmayacak, bugün sen çok öleceksin
Biraz düşlerine eğil, orda bir şey bulacaksın
Bugün unut mavileri, çiçeğe su verme unut
Biraz daha sen olursun, kalbindeki rengi büyüt" (1)
Sustu şarkı. Gece çözülmüş, duygular ağırlaşmış, rüzgârını yitirmiş bir yelken gibi duruyor orta yerde...
“Kim sarhoş olmadan belirsizliği seçebilir?”
Hangi dost söylemişti bunu?
Orta yerde aslında bir masa var. Masanın iki karşılığında iki gölge.. Gölgelerden birisi az önce gitti. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi duruyor karşılığında. Şarkı susmadan önce karışır gibi olmuşlardı birbirlerine. Adam gölgeyi orda sanıyor hala...
Biraz düşlerine eğil, orda bir şey bulacaksın
Bugün unut mavileri, çiçeğe su verme unut
Biraz daha sen olursun, kalbindeki rengi büyüt" (1)
Sustu şarkı. Gece çözülmüş, duygular ağırlaşmış, rüzgârını yitirmiş bir yelken gibi duruyor orta yerde...
“Kim sarhoş olmadan belirsizliği seçebilir?”
Hangi dost söylemişti bunu?
Orta yerde aslında bir masa var. Masanın iki karşılığında iki gölge.. Gölgelerden birisi az önce gitti. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi duruyor karşılığında. Şarkı susmadan önce karışır gibi olmuşlardı birbirlerine. Adam gölgeyi orda sanıyor hala...
..
Çıkmadan, uyurken yüzüyle masum öyküler yazan oğluna sarıldı, öptü. Günü için kulağına iyi şanslar fısıldadı. Şimdi sokağa çıkıp işe gitmek için kendine korunaklı yollar arayacaktı. Sonra ‘niye böyle düşündün’ diye sordu kendine! Yanıt alamadı. İlk kapıdan çıktı. Asansör ortalarda yoktu; zaten olsa da binmeyecekti. Merdivenleri yuvarlanarak inmek istiyordu bu sabah. ‘Niye böyle düşündün’ diye sordu kendine! Yanıt alamayınca kızdı, en ürkek adımlarıyla yokladı yedi kat inişi.
Sokağa baktı. Caddeye baktı. Işıklara bakmadan geçti. Yokuş aşağı inen caddeye varınca tam da ortasından yürümeye başladı. Her şey, içindeki sese inat gelişiyordu. Gizli sevinçlere yol vermeyen, heyecanlara korna çalan taşıtları niye trafikten men etmezler ki? O an çalan cep telefonunun kornalara karşılık verdiğini düşündü, bekledi karşılığın yerini bulmasını. Kornalar susmuş telefon iki fazla söylemişti. Fazlası kendine diye düşündü, işi aklına geldi. Öyle ya yoldaydı, ofise gidiyordu. Korunaklı yollar seçecekti bugün kendine, çocuk seslerinin bol olduğu... Peki caddenin ortasında ne işi vardı?
"Duygu fırtınaları, paradoks iklimler, erozyona uğramış hayat... Her bayat gününüz işte bu hayat!” Ağzından dökülecek olanlardı ki, telefondaki ses: “Günaydın Murat Bey” uyandırmasında bulunmuş, kaldırıma yönelmesini sağlamıştı.
İşgünü trafiğinin ilk telefonunda karşısındaki ses, sıcak ama çabuk atlatılması gereken bir trafik sıkışıklığı duygusu yaşatmıştı. İkinci bir çağrı yoklamadan dolmuşa yetişmek için panikledi. Atak adımlar, el kol sallamalarıyla dolmuşa attı bitkin aklını. Akıl mı?! Diğer yolcuları şaşırtacak bir baş hamlesiyle gözlerini bedeninde gezdirdi. Rahatladı tastamam yerindeydi parçalar. Cama doğru çekilirken, yaslanacak bir sevgili omuzu aradı. Ama dur! Sevgilinin ona yaslanması daha dinlendirici olurdu. Evet, evet!
“bana bir boşluk bırakın ki yüzüme yalnızlığımı haykırayım!” (2)
- Kaptan bu kez sevgilinin bineceği durakta indirme beni!.
‘ Duymadı galiba ! Ama ben iki kere tekrarladım. Neden söylendi ki o kadar.’
- Burada iniyorsunuz, Marketin hizasından devam edip, kafeteryanın ordan sağa dönüyorsunuz. Ofisinizi göreceksiniz.
‘ İyi de neden bana işyerimi tarif ediyor bu herif? Dışarıda olduğuna göre deli de değil!’
Kapının önünde çantasını yere koymak için eğildiğinde bir ırmak geçti önünden. ‘Acaba eve dönüp yatsam mı?’ ‘İyi değilim galiba’ diye düşündü. Geri dönmeye fırsat bulmadan ırmak büyüdü, büyüdü.. Suyun coşkusuna direnemeyen aklını yanına alıp, gövdesiyle çırpınmaları kapının önüne bıraktı. Irmağın kendisini bıraktığı yerde bir bahçe uyuyordu. Bütün çiçekleri uyandırmak istedi. Aklıyla yaratabileceği ne kadar ses varsa hepsini düşündü.. Girdi bahçeye.. İlkin bir nergis uyandı ve kanadı uyandığı yerden, Kanadı.. Kanadı.. Irmağa karıştı. Narcissus’u gördü suyun kenarında yüzü ırmağa dönük..
‘Ne zaman bitecek bu düş?’ ‘Nasıl varacağım gövdeme?’ Gövde ise çırpınıyor kapıyı açmaya çalışıyordu. Açıp ofise girebilse her şey yerine gelecek gibiydi. Neden sonra gövde kapıyı açarak kendini içeri attı. ‘oh!’ dedi ‘kurtulacağım bu kanattığım bahçeden’ Bir kıpırtı, hareket bekledi kendisini taşıyacak.. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi bekliyordu!.
…
“Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde / Oysaki seninle güzel olmak var / Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi / Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda / Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. / Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte / Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel / O başkası yok mu bir yanındakine veriyor / Derken karanfil elden ele. / Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle / Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil / Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk / Birleşiyoruz sessizce.” (3)
Masasındaydı. Oturuyordu. Aklı başında, başı gövdesindeydi. ‘Akşam biraz alkol almış olabilir miyim?’ diye düşündü. Bu sabah o kadar çok düşünüyordu ki; ama sonuca ulaşamıyordu nedense. Masada klavyenin üzerinde duran bu şiir?! Pek severdi. Ama başucu şiiri gibi yazdığını anımsamıyordu. Şimdi daha bir sevdiğini hissediyordu şiiri. Perişan bir yorgunluk sabahına sevdalar taşıyordu dizeler. Sadece sabaha değil; ofisin önündeki küçük bahçenin kiracısı gül ağacına, o ağacın önünden geçmeden okul yolu tutmayan liseli aşıklara, bahçenin hemen karşısındaki pembe panjuru ve boyası olmayan beton bloklara, gökyüzü beyazından ağan gökkuşağı düşlerine, her şeye ama her şeye sevdalar taşıyordu.. Çirkin suratlı bir işgününe bile güzellik tacı giydiriyordu.. Bu şiiri hangi el taşımıştı klavyenin üzerine, bugün yazılacak olanlar yazılmıştır, tuşlar kapalıdır dercesine...
Sonra karanfiller... Bir Taksim Meydanı geçti gözlerinin önünden. Dik duruşlu, gür sesli insanlar yürüdü kortej halinde. Sıra sıra Şişli’ye vardılar. Orada durdular, sesli şarkılar oldular... ‘Bu karanfilleri onlar mı bıraktı?!’
‘Yoksa eski bir aşk hüznü mü bıraktı karanfilli şiiri!? Hüzün tek başına mı uğradı yokluğumda?’ Çok şey düşünüyordu adam; kıvranarak, sancılı, sonsuz...
İşte ikinci telefon! ‘Belki de bir dost, karanfil kokulu bir şiir okumak için arıyor’ diye hızlı düşündü.
Çıkmadan, uyurken yüzüyle masum öyküler yazan oğluna sarıldı, öptü. Günü için kulağına iyi şanslar fısıldadı. Şimdi sokağa çıkıp işe gitmek için kendine korunaklı yollar arayacaktı. Sonra ‘niye böyle düşündün’ diye sordu kendine! Yanıt alamadı. İlk kapıdan çıktı. Asansör ortalarda yoktu; zaten olsa da binmeyecekti. Merdivenleri yuvarlanarak inmek istiyordu bu sabah. ‘Niye böyle düşündün’ diye sordu kendine! Yanıt alamayınca kızdı, en ürkek adımlarıyla yokladı yedi kat inişi.
Sokağa baktı. Caddeye baktı. Işıklara bakmadan geçti. Yokuş aşağı inen caddeye varınca tam da ortasından yürümeye başladı. Her şey, içindeki sese inat gelişiyordu. Gizli sevinçlere yol vermeyen, heyecanlara korna çalan taşıtları niye trafikten men etmezler ki? O an çalan cep telefonunun kornalara karşılık verdiğini düşündü, bekledi karşılığın yerini bulmasını. Kornalar susmuş telefon iki fazla söylemişti. Fazlası kendine diye düşündü, işi aklına geldi. Öyle ya yoldaydı, ofise gidiyordu. Korunaklı yollar seçecekti bugün kendine, çocuk seslerinin bol olduğu... Peki caddenin ortasında ne işi vardı?
"Duygu fırtınaları, paradoks iklimler, erozyona uğramış hayat... Her bayat gününüz işte bu hayat!” Ağzından dökülecek olanlardı ki, telefondaki ses: “Günaydın Murat Bey” uyandırmasında bulunmuş, kaldırıma yönelmesini sağlamıştı.
İşgünü trafiğinin ilk telefonunda karşısındaki ses, sıcak ama çabuk atlatılması gereken bir trafik sıkışıklığı duygusu yaşatmıştı. İkinci bir çağrı yoklamadan dolmuşa yetişmek için panikledi. Atak adımlar, el kol sallamalarıyla dolmuşa attı bitkin aklını. Akıl mı?! Diğer yolcuları şaşırtacak bir baş hamlesiyle gözlerini bedeninde gezdirdi. Rahatladı tastamam yerindeydi parçalar. Cama doğru çekilirken, yaslanacak bir sevgili omuzu aradı. Ama dur! Sevgilinin ona yaslanması daha dinlendirici olurdu. Evet, evet!
“bana bir boşluk bırakın ki yüzüme yalnızlığımı haykırayım!” (2)
- Kaptan bu kez sevgilinin bineceği durakta indirme beni!.
‘ Duymadı galiba ! Ama ben iki kere tekrarladım. Neden söylendi ki o kadar.’
- Burada iniyorsunuz, Marketin hizasından devam edip, kafeteryanın ordan sağa dönüyorsunuz. Ofisinizi göreceksiniz.
‘ İyi de neden bana işyerimi tarif ediyor bu herif? Dışarıda olduğuna göre deli de değil!’
Kapının önünde çantasını yere koymak için eğildiğinde bir ırmak geçti önünden. ‘Acaba eve dönüp yatsam mı?’ ‘İyi değilim galiba’ diye düşündü. Geri dönmeye fırsat bulmadan ırmak büyüdü, büyüdü.. Suyun coşkusuna direnemeyen aklını yanına alıp, gövdesiyle çırpınmaları kapının önüne bıraktı. Irmağın kendisini bıraktığı yerde bir bahçe uyuyordu. Bütün çiçekleri uyandırmak istedi. Aklıyla yaratabileceği ne kadar ses varsa hepsini düşündü.. Girdi bahçeye.. İlkin bir nergis uyandı ve kanadı uyandığı yerden, Kanadı.. Kanadı.. Irmağa karıştı. Narcissus’u gördü suyun kenarında yüzü ırmağa dönük..
‘Ne zaman bitecek bu düş?’ ‘Nasıl varacağım gövdeme?’ Gövde ise çırpınıyor kapıyı açmaya çalışıyordu. Açıp ofise girebilse her şey yerine gelecek gibiydi. Neden sonra gövde kapıyı açarak kendini içeri attı. ‘oh!’ dedi ‘kurtulacağım bu kanattığım bahçeden’ Bir kıpırtı, hareket bekledi kendisini taşıyacak.. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi bekliyordu!.
…
“Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde / Oysaki seninle güzel olmak var / Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi / Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda / Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. / Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte / Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel / O başkası yok mu bir yanındakine veriyor / Derken karanfil elden ele. / Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle / Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil / Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk / Birleşiyoruz sessizce.” (3)
Masasındaydı. Oturuyordu. Aklı başında, başı gövdesindeydi. ‘Akşam biraz alkol almış olabilir miyim?’ diye düşündü. Bu sabah o kadar çok düşünüyordu ki; ama sonuca ulaşamıyordu nedense. Masada klavyenin üzerinde duran bu şiir?! Pek severdi. Ama başucu şiiri gibi yazdığını anımsamıyordu. Şimdi daha bir sevdiğini hissediyordu şiiri. Perişan bir yorgunluk sabahına sevdalar taşıyordu dizeler. Sadece sabaha değil; ofisin önündeki küçük bahçenin kiracısı gül ağacına, o ağacın önünden geçmeden okul yolu tutmayan liseli aşıklara, bahçenin hemen karşısındaki pembe panjuru ve boyası olmayan beton bloklara, gökyüzü beyazından ağan gökkuşağı düşlerine, her şeye ama her şeye sevdalar taşıyordu.. Çirkin suratlı bir işgününe bile güzellik tacı giydiriyordu.. Bu şiiri hangi el taşımıştı klavyenin üzerine, bugün yazılacak olanlar yazılmıştır, tuşlar kapalıdır dercesine...
Sonra karanfiller... Bir Taksim Meydanı geçti gözlerinin önünden. Dik duruşlu, gür sesli insanlar yürüdü kortej halinde. Sıra sıra Şişli’ye vardılar. Orada durdular, sesli şarkılar oldular... ‘Bu karanfilleri onlar mı bıraktı?!’
‘Yoksa eski bir aşk hüznü mü bıraktı karanfilli şiiri!? Hüzün tek başına mı uğradı yokluğumda?’ Çok şey düşünüyordu adam; kıvranarak, sancılı, sonsuz...
İşte ikinci telefon! ‘Belki de bir dost, karanfil kokulu bir şiir okumak için arıyor’ diye hızlı düşündü.
- Murat Bey!
- Günaydınlar Aydın Bey, şiirinizi aldım. Teşekkür ederim. Beni mutlu ettiniz.
- Hangi şiir Murat Bey?
‘Hangi şiir ? Şiir? Şiir?’ Telefonu parmaklarının arasında döndürdü, bir an düşürür gibi oldu ama toparladı. ‘Konuşma nerede kalmıştı ki?’
- Aydın Bey, ziyaretlerle ilgili raporu soracaktınız sanırım? Sizinle daha önce sözlü olarak paylaştıklarımın dışında bir şey yok. Aradığınız için teşekkür ederim. İyi günler !
İki büklüm masanın kenarına eğildi. Kıvranıyordu. Yüzü yere değecek olduğunda, karanfili gördü. Yerçekimli karanfil...
- Hocam hayırdır, hasta mısınız?
‘Evet hastayım galiba! Bir ayrılık takviminde yüzümde yaralar çıkmıştı. Su çiçeği dediler. İyi de ben çocukken su çiçeği geçirdim, değildir dedim. Oynaştım yaralarla. Yüzümü sevdiler ve orada kaldılar. Ben inatla onlara ayrılık çiçeği derim. Onlar aklın yittiği ateş baskınlarında, akla ziyan düşünce fırtınalarında çıkageldiler: Sen (ayrı)sın dediler.’
- İndin mi dolmuştan? Şoför sana da ofisi tarif etti mi?
- Hocam iyi misiniz?
Kalktı, klavyenin üzerindeki şiiri katlayıp, cebine koydu. Sonra kapıdan giren konuğun yüzüne bakmadan dışarı çıktı. Irmağı bekledi. Sabah çıkarken oğlunun kulağına ‘su gibi aklın, karanfil gibi yüreğin olsun’ diye fısıldadığını anımsadı. Yanıt buluyordu ! Ofiste konuğunu ve telefonunu bırakmıştı. İçeriye döndü. Şaşkın bir ifadeyle ayakta donakalan Tuğba’ yı gördü. ‘Hoş geldin’ gülümsemesi gönderdi. İyileşmeyi gören konuk gülümsemeden öte karşılık vererek hızlı bir kahve servisine girişti. Bir an evvel sohbete girişecek bir ev sahibi görmek istiyordu karşısında.
Üçüncü telefon:
- Dostum merhaba! İstanbul’a gelebilecek misin?
- Özür dilerim, tanıyamadım.
- İsmail’i kaybettik..
- İsmail?! İsmail... Demek!..
Demek o şiiri sen bıraktın İsmail!
‘Dostum ben de sana anlatacak bir öykü biriktiriyordum şu sıralar. Ama görüyorum ki dinleme niyetinde değilsin. Sen bilirsin...’
- Hocam ne oldu yine?
Sustu şarkı. Gece çözülmüş, duygular ağırlaşmış, rüzgârını yitirmiş bir yelken gibi duruyor orta yerde...
- Kim sarhoş olmadan belirsizliği seçebilir İsmail?
Tamam buldum! Bunu Tekin söyledi. Sen Tanımazsın. Ama anladın değil mi ?!
Orta yerde aslında bir masa var. Masanın iki karşılığında iki gölge.. Gölgelerden birisi az önce gitti. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi duruyor karşılığında. Şarkı susmadan önce vedalaşmışlardı ama, Adam gölgeyi orada sanıyor hâlâ.
3. Sayfa bir gazete haberi: “TEM otoyolunda direksiyon hakimiyetini yitirerek bariyerlere çarpan İsmail Yıldız, kaldırıldığı Taksim İlkyardım Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. Kaza yerinde yapılan incelemede arabada bulunan içki şişelerinden, İsmail Yıldız’ın aşırı alkol alarak trafiğe çıktığı belirlendi.
...
Trafik canavarı dün, İstanbul’da 2, Bursa – Balıkesir karayolunda 1 ve Kırıkkale’de 2 olmak üzere toplam 5 can aldı.
(1) Hüsnü Arkan – Söz ve müzik
(2) Ogün Kaymak - “Varta” isimli şiirinden
(3) Edip Cansever – “Yerçekimli Karanfil” isimli şiirinden
hüseyin murat çinkılıç, 2007
- Günaydınlar Aydın Bey, şiirinizi aldım. Teşekkür ederim. Beni mutlu ettiniz.
- Hangi şiir Murat Bey?
‘Hangi şiir ? Şiir? Şiir?’ Telefonu parmaklarının arasında döndürdü, bir an düşürür gibi oldu ama toparladı. ‘Konuşma nerede kalmıştı ki?’
- Aydın Bey, ziyaretlerle ilgili raporu soracaktınız sanırım? Sizinle daha önce sözlü olarak paylaştıklarımın dışında bir şey yok. Aradığınız için teşekkür ederim. İyi günler !
İki büklüm masanın kenarına eğildi. Kıvranıyordu. Yüzü yere değecek olduğunda, karanfili gördü. Yerçekimli karanfil...
- Hocam hayırdır, hasta mısınız?
‘Evet hastayım galiba! Bir ayrılık takviminde yüzümde yaralar çıkmıştı. Su çiçeği dediler. İyi de ben çocukken su çiçeği geçirdim, değildir dedim. Oynaştım yaralarla. Yüzümü sevdiler ve orada kaldılar. Ben inatla onlara ayrılık çiçeği derim. Onlar aklın yittiği ateş baskınlarında, akla ziyan düşünce fırtınalarında çıkageldiler: Sen (ayrı)sın dediler.’
- İndin mi dolmuştan? Şoför sana da ofisi tarif etti mi?
- Hocam iyi misiniz?
Kalktı, klavyenin üzerindeki şiiri katlayıp, cebine koydu. Sonra kapıdan giren konuğun yüzüne bakmadan dışarı çıktı. Irmağı bekledi. Sabah çıkarken oğlunun kulağına ‘su gibi aklın, karanfil gibi yüreğin olsun’ diye fısıldadığını anımsadı. Yanıt buluyordu ! Ofiste konuğunu ve telefonunu bırakmıştı. İçeriye döndü. Şaşkın bir ifadeyle ayakta donakalan Tuğba’ yı gördü. ‘Hoş geldin’ gülümsemesi gönderdi. İyileşmeyi gören konuk gülümsemeden öte karşılık vererek hızlı bir kahve servisine girişti. Bir an evvel sohbete girişecek bir ev sahibi görmek istiyordu karşısında.
Üçüncü telefon:
- Dostum merhaba! İstanbul’a gelebilecek misin?
- Özür dilerim, tanıyamadım.
- İsmail’i kaybettik..
- İsmail?! İsmail... Demek!..
Demek o şiiri sen bıraktın İsmail!
‘Dostum ben de sana anlatacak bir öykü biriktiriyordum şu sıralar. Ama görüyorum ki dinleme niyetinde değilsin. Sen bilirsin...’
- Hocam ne oldu yine?
Sustu şarkı. Gece çözülmüş, duygular ağırlaşmış, rüzgârını yitirmiş bir yelken gibi duruyor orta yerde...
- Kim sarhoş olmadan belirsizliği seçebilir İsmail?
Tamam buldum! Bunu Tekin söyledi. Sen Tanımazsın. Ama anladın değil mi ?!
Orta yerde aslında bir masa var. Masanın iki karşılığında iki gölge.. Gölgelerden birisi az önce gitti. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi duruyor karşılığında. Şarkı susmadan önce vedalaşmışlardı ama, Adam gölgeyi orada sanıyor hâlâ.
3. Sayfa bir gazete haberi: “TEM otoyolunda direksiyon hakimiyetini yitirerek bariyerlere çarpan İsmail Yıldız, kaldırıldığı Taksim İlkyardım Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. Kaza yerinde yapılan incelemede arabada bulunan içki şişelerinden, İsmail Yıldız’ın aşırı alkol alarak trafiğe çıktığı belirlendi.
...
Trafik canavarı dün, İstanbul’da 2, Bursa – Balıkesir karayolunda 1 ve Kırıkkale’de 2 olmak üzere toplam 5 can aldı.
(1) Hüsnü Arkan – Söz ve müzik
(2) Ogün Kaymak - “Varta” isimli şiirinden
(3) Edip Cansever – “Yerçekimli Karanfil” isimli şiirinden
hüseyin murat çinkılıç, 2007
24 Mayıs 2009 Pazar
Amedeo Modigliani
.jpg)
İtalyan ressam ve heykeltıraş Amadeo Modigliani (1884-1920) geçtiğimiz yüzyılın hayat öyküsü ile en çok ilgi çeken sanatçılarından biridir. Yoksulluğundan giyim kuşamına, kadınlarla ilişkilerinden uyuşturucu ve alkol bağımlılığına, uçlardaki yaşam tarzından hastalığına ve ölümüne, hatta karısının intiharına değin yaşamı etrafında neredeyse Vincent Van Gogh'un ki kadar meşhur olan bir efsane yaratılarak "Trajik sanatçı" tipinin ve bohemliğin timsali olmuş ve ölümünden sonra büyük bir şöhret kazanmıştır. Acıdır ki hakikaten de baştan sona trajik olarak nitelenebilecek yaşam öyküsü, uğruna kendini tükettiği sanatını da gölgeler hale gelmiştir. Ölümünden sonra, belki de ideolojik sebeplerle, Modigliani'nin etrafında romantik bir "trajik sanatçı" miti örmek isteyen Andre Salmon gibi bazı yazarlar Modigliani'nin yeteneğinin kaynağının sefih bohem yaşantısı ve uyuşturucu bağımlılığı olduğunu, hatta ayıkken Modigliani'nin sıradan bir ressam olduğunu savunabilecek kadar ileri gitmiş ve birçok genç sanatçı ressamı taklit etmek umuduyla uyuşturucu kullanımı ve bohem hayat tarzına heves etmiştir. Halbuki günümüz sanat tarihçileri ressamın eğer bu özyıkıcı eğilimlerine kapılarak hayatını mahvetmese sanatında çok daha yüksek seviyelere ulaşacağını öne sürmektedir.
Amadeo Modigliani 2 Temmuz 1884'te İtalya'nın Livorno kentinde doğdu. 19.yüzyılda Livorno İtalyan standartlarına göre yeni bir şehir sayılırdı. Modigliani’nin yetiştiği kent, deniz taşımacılığı ve gemi yapımına yoğunlaşmış hareketli bir ticaret şehriydi ancak daha önemli bir özelliği, inancı yüzünden ayrımcılık görenler için bir sığınak olmasıydı. Modigliani'nin anne tarafından büyük büyük dedesi Solomon Garsin de aynı sebepten 18.yüzyılda Livorno'ya göç etmiş bir mülteciydi.
_1.jpg)
_1.jpg)
Kültürlü bir Yahudi ailesinin en küçük oğlu olan Modigliani, ressamın doğumundan kısa süre önce iflas eden bir işadamı olan Flaminio Modigliani ve eşi Eugenia Garsin'in dördüncü çocuğu olarak fakir bir hayata gözlerini açtı. Daha on yaşında iken tüberküloza yakalanan Modigliani hayatı boyunca zayıf akciğerlerinin yarattığı hastalık tehdidinin gölgesinde yaşayacaktı. Ressamın özellikle kültürlü bir kadın olan annesi ile çok yakın bir ilişkisi vardı. İlk öğretmeni ve kendisini sanata yönlendiren de annesiydi. 14 yaşında annesi onu Laverno'daki en usta ressam olan Guglielmo Micheli'nin sanat okuluna kaydetti. Hocası Micheli " Macchiaioli" adı verilen ve Fransız izlenimcilerine yakın, renge ve manzaraya ağırlık veren yerel bir İtalyan resim akımına dahildi. Modigliani burada 1898'den 1900'e değin çalıştı. Biçime yönelik ilk sanat eğitimi 19.yüzyıl İtalyan sanat ortamının temaları ve üsluplarından derin şekilde etkilenen bir atmosferde gelişti. Bir yandan Rönesans sanatının tesiri, diğer yanda Leutrac ve Giovanni Boldini gibi ressamların üsluplarının etkileri ilk dönem çalışmalarını derinden etkiledi.
Annesinin de cesaretlendirmesiyle sanat eğitimini tamamlamak amacıyla 17 yaşında evden ayrılarak önce Floransa'ya ve 1903 yılında da Venedik'e taşınan ve Istituto di Belle Arti'ye kaydolan Modigliani burada ilk kez haşhaş içmeye ve şehrin tekinsiz gece hayatında vakit geçirmeye başladı. Ömrü boyunca arttırarak sürdüreceği bu aşırı hayat tarzını seçmesinin kökeninde basit bir gençlik isyanı veya klişe bir bohemlik hevesinden daha ötede, Nietzsche'nin ki gibi radikal felsefelere olan bağlılığı yatmaktadır. Küçük yaştan itibaren dedesi İsaco Garsin tarafından felsefe konusunda eğitilen ressam, Nietzsche, Baudelaire, Carducci ve Comte de Lautreamont gibi yazarlardan derin şekilde etkilenmiş ve gerçek yaratıcılığa giden tek yolun düzene ve hayata meydan okumadan geçtiğine inanmıştır.
_2.jpg)
_2.jpg)
Beş yıl sonra 1906'da genç Amadeo Paris'e geldi ve önceleri Montmartre bölgesinde sakin bir hayat sürdü. Paris'te Montmartre'de yoksul sanatçılar için bir komün olan Le Betau-Lavoir'e yerleşti ve Caulaincourt sokağında bir stüdyo kiraladı. İkbalden düşmüş bir ailenin çocuğu olan Modigliani gösterişli giysileri ve tavırları ile fakirliğini bohemlik örtüsü altına gizlemeye çalıştı. Bu dönemde önceleri Venedik'teki yaşamının aksine asosyal denebilecek kapalı bir hayat sürdürdü. Bu dönemde Picasso, Utrillo, Jean Cocteau ve Soutine gibi avangart çevrelerin önde gelen sanatçılarıyla tanıştı. İlk dönem eserleri (1908 tarihli Yahudi Kadın gibi) o sırada daha yeni başlayan kübizmden nispeten az etkilenmiştir ve daha çok Steinlen, Lautrec ve Picasso'nun Mavi Dönemi'yle ilinti kurulabilir. Ancak bir yıl dahi geçmeden tavrı ve ünü dramatik olarak değişti ve kendini şık bir akademisyen sanatçıdan bir çeşit serseriler prensine dönüştürdü. Bohem çevrelerde bile sivrilecek derecede aşırı hareketlerde bulunmaya, çok miktarda alkol, haşhaş ve absent kullanmaya ve kadınlarla günübirlik ilişkiler yaşamaya başladı. Kadınlar onu dayanılmaz şekilde çekici bulurken, ressamın kendi de kadın cinsine hayrandı. Kadın portreleri ve nü çalışmalarının eserlerinin merkezi teması olması şaşırtıcı değildir. Bu eksantrik hayat tarzı, gösterişli kahverengi fitilli kadife ceketi, boynundaki parlak kırmızı fuları ve kocaman siyah fötr şapkası ile giyinişine de yansıyordu. Onun bu değişimi ve neredeyse intihara varan özyıkıcı temayüllerinin kaynağında çocukluğundan beri çektiği tüberkülozun eninde sonunda onu erken bir ölüme götüreceğine dair kanaatinin ressamı henüz yaşarken hayatın tadını çıkarma düşüncesine ve saldırgan bir aşırılığa yöneltmesi olduğu düşünülebilir.
Bu sefih hayat tarzı kaçınılmaz olarak mali sıkıntıları da beraberinde getirdi. 1909 yılında para sıkıntısı içindeki Modigliani sıklıkla eserlerinin bir bölümünü de ardında bırakarak bir küçük stüdyodan diğerine taşınmak zorunda kaldı. Kötü sağlığı onu daha iyi bakım göreceği İtalya'ya annesinin yanına dönmeye zorladı. "Viyolonsel Çalan Adam" tablosundaki çizgi renk ve fırça darbesini aşmakta ve daha bu dönemde Modigliani’nin özgün tekniğini göstermektedir. Paris'te yaşadığı dönem boyunca ciğerleri kötüledikçe ve uyuşturucu ve alkol bağımlılığı sağlığını bozdukça daha defalarca annesinin yanına dönecektir.
Aynı yıl tanıştığı heykeltıraş Brancusi vasıtasıyla Afrika heykelleri ve maskları ile tanışan Modigliani 1913'e değin sadece forma yönelik araştırmalarla meşgul oldu ve dört yılda sadece 30 tablo yaptı. Oranları uzatılmış yatay ve sade yüzler bu
_4.jpg)
1914 ve 1916 arası, Modigliani'nin İngiliz gazeteci Beatrce Hastings ile ilişkisi dengesiz bir yaşam tarzını daha da kötüleştirdi. Bu dönem eserlerinde Divizyonizm etkileri görülmektedir. 1916'da ressamın yaşamı yeni bir yola girer. Modigliani'yi meşhur bir sanatçı haline getirmeye azmeden arkadaşı Leh şair Leopold Zborovski ressamın menajerliğini üstlendi. Kübizm'den etkilenen bu dönem eserleri (Kisling, 1915) kesin hatlı sert kompozisyonları ile farklılaşır. Modigliani artık üslubuna tam olarak hakimdir. Kahverengi, gri, siyah, mavi ve yeşil, deri rengi için ise okr kırmızısı kullandığı resimlerinde renk kullanımı ölçülüdür. Ancak resimlerini karakteristik bir şemaya indirgemesi 1916 tarihli Chaim Soutine ve 1917 tarihli Blaise Cendrars'ın portrelerinde görülebileceği gibi modellerinin kişiliklerini resme yansıtmasını engellememektedir. Bu dönemde çıplak kadın figürü çalışmaları sıklaşır. Kadın vücudunun çizgileri adeta ritmik melodilere dönüşür.
İlerde eşi olacak zarif ve yetenekli sanatçı Jeanne Hebuterne ile de şair Zborovski'nin evinde tanışır. Hebuterne o sırada 19 yaşındadır ve Katolik kökenli bir burjuva ailesinin kızıdır. Modigliani ile ilişkisi yüzünden ailesince reddedilen Hebuterne, Modigliani'nin daha dengeli bir yaşam tarzı sürdürmeye başlamasına neden oldu ve ressamın yaşamının son iki yılındaki en iyi çalışmalarının birçoğunun da ilham kaynaklığı etti. Bu dönem portrelerinin karakteristik özelliği uzatılmış silüetler ve özellikle uzatılmış boyunlardır. Dostu Zborovski'nin de cesaretlendirmesiyle Modigliani ilk sergisini Ekim 1917'de Paris'in Latiffe sokağındaki Berthe Weill Galerisi’nde açtı. 32 yağlıboya ve çiziminden oluşan sergide çok az eser alıcı buldu ve nü tablolarından rahatsız olan Paris polis şefi tarafından aynı gün içinde eserlerin "umumi ahlaka uygunsuzluğu" gerekçesiyle kapatıldı.
_6.jpg)
Modigliani 1920'de, günlerdir kendilerinden haber alamayıp merak eden komşuları tarafından dairesinde yüksek ateşten sayıklar halde bulundu. Karısı dokuz aylık hamileydi. Hemen çağırılan doktorun yapabileceği birşey yoktu. Çünkü ressam o zamanlarda tedavisi olmayan bir hastalık olan tüberkülar menenjitten muzdaripti.
24 Ocak 1920 tarihinde henüz 35 yaşındayken Hopital de la Charite'de hayata gözlerini yuman Amadeo Modigliani Paris'in neredeyse tüm avangart sanat çevresinin katıldığı muazzam bir cenaze töreniyle toprağa verildi. Dokuz aylık hamile olan eşi Jeanne Hebuterne ertesi gün ailesinin evinin 9.kat penceresinden atlayarak intihar etti. İki aşık, öfkesi dinmemiş olan Hebuterne ailesinin nihayet 1930 yılında Jeanne'ın mezarının taşınmasına izin vermesine dek ayrı mezarlıklarda yattılar.
Beş kuruşsuz ve kimsesiz halde ölen ve ömrü boyunca yalnızca bir tek kişisel sergi açabilen Modigliani'nin ünü ölümünden sonra birden arttı. Acıdır ki ressamın öldüğü yıl zengin Amerikalı müşterilerin Paris'i istila ettiği yıl oldu. Bugüne değin hayatı hakkında dokuz roman, bir tiyatro oyunu yazılan, bir belgesel ve üç uzun metrajlı film çekilen Amadeo Modigliani'nin sanatçı öldüğünde henüz 15 aylık olan kızı Jeanne tarafından "Modigliani: İnsan ve Efsane" adlı bir de biyografi yazılmıştır.
Kendi şöhretinin gölgesinde kalmış olsa da Amadeo Modigliani'nin bir ressam ve heykeltıraş olarak yeteneği ve başarısı sugötürmezdir. Yüzyılın dönemecinde yepyeni açılımların yaşandığı, algıları harman yeri gibi savuracak Kübizm gibi bir çok sanat akımının filizlendiği Paris sanat ortamında, çoğu da dostu olan bir çok sanatçıdan ve geniş bir yelpazedeki birçok tarz ve sanat akımından ve primitif sanattan etkilenmesine rağmen Modigliani'nin sanatı formlarındaki sadelik ve zarafet, çizgisindeki kararlılık, renklerindeki hassaslık ve modellerinin karakterlerini yansıtmak amacıyla vücutlarında biçim bozulmalarına gitmesi ile kendine özgü ve benzersiz kalmayı başarmış, insan formu ve fizyonomisine duyduğu hayranlık portrelerinde olduğu gibi geleneksel örnekleri sürdürmekle birlikte aynı zamanda da gayet özgün ve modern olabilen, cüretkar ve şehvani çıplaklarına da yansımıştır. İcat ettiği bu baştan çıkarıcı ama disiplinli görsel dil ile sanatçının Modernizm’in erken döneminde, menfi veya müspet şöhretinin ve hayatının etrafında örülen mitin çok çok ötesinde yadsınamaz bir yeri bulunmaktadır. |
Yararlanılan Kaynaklar:
- Andre Salmon, Modigliani’nin Yaşamöyküsü, Düşün Yayıncılık
- Alfred Werner, Amedeo Modigliani, London, 1967, Thames and Hudson
- Carol Mann, Modigliani, London, 1980, Thames and Hudson
- James Thrall Soby, Amedeo Modigliani. New York,, 1977, Arno Publishing
- Mason Klein, Modigliani: Beyond the Myth, The Jewish Museum and Yale University Press, 2004
Lebriz.com
23 Mayıs 2009 Cumartesi
Okyanus, Gökyüzü ve Küçük Yıldız (Masal)

“Okyanus göğe aşıkmış. Hava değil su sanırmış.”(1) Binlerce yıl onun için nice fırtınalara ev sahipliği yapmış, nice gemiler batırmış, nice savaşlarda nice korsanlar yutmuş. Sürekli minnet beslemiş göğe yukarıda kendi renginde, kendi tadında duruyor, kendisini kendine katıyor diye. O denizler deniz, karalar kara olalı beri bunu böyle bilmiş; yağmurlarla kendisine dönenin kendisi olduğunu hiç bilememiş
...
Ola giden bu masalda, gökyüzünü yurt edinen milyarlarca yıldızdan sadece biri; bir küçük yıldız, akşam olunca hüzünle açarmış ışıklarını; ve sabaha kadar, güneş yüzüne değene kadar, hüzünle, hiç kıpırdamadan otururmuş evinde. Gökyüzündeki diğer yıldızlara benzemezmiş bu küçük yıldız. Diğerleri gibi şenlikle yanıp sönmez, bayramlara katılmazmış.. Haa bir de dilsizmiş. Bazı yıldızların söylemesine göre, evrene gözlerini açtığı ilk gün kendi dilini kesmiş. Bazı yıldızlar ise onun dilsiz doğduğunu söyler. Ama en yaygın söylence şudur ki, küçük yıldız okyanusun göğe olan ümitsiz aşkına tanık olduğu ilk anda lâl olmuştur.
Küçük yıldız hüzünle ışıklarını açar, hüzünle oturur, hüzünle kaygı biriktirirmiş gözlerinde.. O kaygı bir gün gözlerini de kör edecek noktaya geldiğinde küçük yıldızın evinde sadece solgun bir ışık görünür ve sadece arp tınıları duyulur olmuş.. Komşusu olan yıldızlarlar onu ve hüznünü hiç önemsememişler, küçük bir budala olarak görmüşler.. Yıldızlar kendi aralarında konuşurlarken bunu söylerlermiş yalnız: Küçük Budala ! Aslında hiçbiri onu budala görecek cesareti bulamazmış kendinde. Çünkü bilirlermiş ki o küçük yıldız, gökyüzünün sunduğu görkemli şenliklere, törenlere, albenilere kendileri gibi kapılmamış hiç. O küçük yıldızın, lâl olmasaymış eğer, yine de gidip okyanusa, aşkını anaforlara kat diyemeyeceğini, aşka her gece üzerine giydiği hüzün kadar değer verdiğini bilirlermiş.
...
Ola giden bu masalda, gökyüzünü yurt edinen milyarlarca yıldızdan sadece biri; bir küçük yıldız, akşam olunca hüzünle açarmış ışıklarını; ve sabaha kadar, güneş yüzüne değene kadar, hüzünle, hiç kıpırdamadan otururmuş evinde. Gökyüzündeki diğer yıldızlara benzemezmiş bu küçük yıldız. Diğerleri gibi şenlikle yanıp sönmez, bayramlara katılmazmış.. Haa bir de dilsizmiş. Bazı yıldızların söylemesine göre, evrene gözlerini açtığı ilk gün kendi dilini kesmiş. Bazı yıldızlar ise onun dilsiz doğduğunu söyler. Ama en yaygın söylence şudur ki, küçük yıldız okyanusun göğe olan ümitsiz aşkına tanık olduğu ilk anda lâl olmuştur.
Küçük yıldız hüzünle ışıklarını açar, hüzünle oturur, hüzünle kaygı biriktirirmiş gözlerinde.. O kaygı bir gün gözlerini de kör edecek noktaya geldiğinde küçük yıldızın evinde sadece solgun bir ışık görünür ve sadece arp tınıları duyulur olmuş.. Komşusu olan yıldızlarlar onu ve hüznünü hiç önemsememişler, küçük bir budala olarak görmüşler.. Yıldızlar kendi aralarında konuşurlarken bunu söylerlermiş yalnız: Küçük Budala ! Aslında hiçbiri onu budala görecek cesareti bulamazmış kendinde. Çünkü bilirlermiş ki o küçük yıldız, gökyüzünün sunduğu görkemli şenliklere, törenlere, albenilere kendileri gibi kapılmamış hiç. O küçük yıldızın, lâl olmasaymış eğer, yine de gidip okyanusa, aşkını anaforlara kat diyemeyeceğini, aşka her gece üzerine giydiği hüzün kadar değer verdiğini bilirlermiş.
Küçük yıldızın törensel bir hal alan farklılığını itaatsizlik olarak düşünen gökyüzü derin öfkeler içinde sürekli buhranlar yaşarmış. Küçük yıldızın ateşini eritmek, ışığını iyice yok etmek için de sürekli şenlikler düzenler, bütün yıldızları katılmaya zorlarmış. Hoş zorlamasa da kimse ondan gelecek bir gazaba uğramak istemezmiş zaten. Bir tek küçük yıldız, tek bir şölene bile katılmayan küçük yıldız gökyüzünde eğreti asılı durmayı göze alabilmiş.
Gecelerden bir gece, gökyüzü gazaba karar kılmış. Gece güne, okyanus aşka evrildiğinde, tüm yıldızlar uyurken Nemesis’ i çağırmış. Ve Nemesis korkunç gazap hülyalarını da sürüyerek uyagelmiş davete. Olanı biteni dökmüş gece içinden, anlatmış zoruna gideni, okşayarak gururunu intikam hülyalı tanrıçanın.. Önce itiraz etmiş tanrıça, “Hayır” demiş, “Benim işim yeryüzüyle. İnsanlarla. Kibire düşenlerle. İsyana dönenlerle” Gökyüzü daha da okşayarak gururun tenini, Nemesis için bir şölen düzenlemiş ve kalmasını istemiş, yedi yıldızın ışığını alıp hediye etmiş. Şölen başlamış. En güzel ışıklarını giyinen yıldızlar dönmeye başlamışlar Nemesis’ in etrafında. Saatler ilerledikçe gece en güzel demini almış, yeryüzündeki görevlerini unutan Nemesis’ i kıvançlara sürüklemiş. Gökyüzü vaktidir deyip küçük yıldız için sonsuz gazap dilemiş Nemesis’ den. Nemesis siyah ipek giyitler içinde, kendinden geçmiş bir halde kaldırmış hançerini, uzakta cılız gözlerinden inciler süzülen küçük yıldızın üzerine davranmış. Nemesis bir daha, bir daha savurmuş gazabın hançerini…
…
Okyanus göğe aşıkmış. Hava değil su sanırmış. Ola giden bu masalda değişmeyen tek çalkantı aşk olarak kalmış. Şimdi çocuklar, balıkçılar ve aşıklar, gökyüzündeki muhteşem şenliği görmek için başlarını yukarıya kaldırmadan önce, ilk sulardaki şölene tanık olurlar ve ilk hayranlığı ona sunarlar…
Çünkü o sularda göz kamaştıran danslarıyla oynaşan milyarlarca yakamoz, “bizler birer küçük yıldızız” diye çağrışıp (!!), sevda şarkıları mırıldanmaktadır... Geceleyin göz göze geldiğinizde onlara, okyanusun aşkını soracak olursanız eğer; ki sormayın. Lâl olup ağlamaya duracaklardır..
hüseyin murat çinkılıç (Ekim 2006)
(1) Soysal Ekinci – "Okyanus göğe aşıkmış" isimli şirinin giriş satırı
9 Mayıs 2009 Cumartesi
'sus'malı düş
ne yıldızların ateşi mum alevine
ne kaçışlar “gel” e döndü
aşk büyüdü
kendine
…
ne farkı var sözlerimin eskisinden
yokluğuna dair yazıyorum o kadar
bir o kadar konuşsam ne çıkar
iyisi mi susayım / bir şey kalsın geriye
öylece sustuğun
aşkım ömrümü geçti az önce
ne farkı var ayrılıkların / iki ucundan tutuyorsak
uzak düşerken hem öğrenmiyor muyuz biraz
kimse görmüyorsa dolduğumu
olur ya insanlık hali / olsun varsın
sen sus
yüzündeki son anlam bana kalsın
ne farkı var sokakların birbirinden
rastlaşmadan geçiyorsa insanlar
ne mendil düşüren var / ne gül alan
öykünüp eskiye veriyorsam sözleri
olur ya bu benim halim / bırakın
deyivereyim aşkta hayat yok / hayatta aşk
yine de sen ayrı / farklı / orada
belki bilirsin
kaç sevgi kaç mülk eder hayatın borsasında
ne farkı var yenilginin bir aşk günlüğünden
özlemin bir yengi mi yoksa / öylece söyle
gelirken bunları düşündüm / geldim
küçük yıldızları döküp eteğine
hiçbir yenilgiyi kaçırmadan / öylece
durma sus
ben geldim..
ve tunç ve demir ve çelik
çekice kılıca ivmelendim / örselendim / geldim
telaşlarım / yorgunluğum / tarih bilmezliğim
ne farkı var teneke trampetler çalıyorsa başımda
uşaklığı don kişot’ a ; şövalyeliği sancho panza’ya verdim
sen dilersen sus /ama dur
yanımda
ne farkı var konuşan bir çekincenin
dillenmeyen bir aşktan
hüzüne vuruyorsa direnci
sevdaya dair ne varsa unutabilirim ben
hiç yokmuş yazılmamış gibi / öylece
öyle temiz
bir masal kaçırabilirsen eğer
nasılsa keder de suskundur / düşlerken yıldızları
hadi sus / yine de ben
duyabilirim..
ne farkı var doğruyla yanlışın / ikisine de yakınsa aşk
eski bir tavır / yeni bir eda
korurken uysal / severken hırçın
küsleniyorsam çocuğum / gülüyorsan bilge
işte öylece
senin ki doğru / benim ki yanlış
nasılsa geldim
susmalı düşlerdesin / belki
girebilirim..
“yeryüzü mutluluğu” dedi lucretius / ötesi yok
“aşk sende insanoğlu” / başka bir ev yok
evren evrilir / insan akar
geldim
ne farkı var gelmekliğim gecikmişse
denize varmadan
bitmeyen o şiirin
son dizesindeyim / öylece
sus !
sayımın çokluğunca
ölebilirim..
bilmesem de tarihi/ herodot’ u
dokuz kitabından birinde / mutlak yerim vardır
ama sinefru’nun piramitlerine taş çektiğimi atlamış olabilir
ne farkı var / zorla yapılanla aşkla yapılan
aynı sonucu verse
biri kalır biri yıkılır / öylece
oniki tonluk bir taştır belki
sen de suskunluk
benim ellerimde..
ne farkı var adetim değilse
bir şiirin ortasında ağlamanın / ağlamamaktan
olur ya bu benim halim / bırakın
deyivereyim yağmur bildirisi bir gecede
çok da perişandım aşktan
aklımdan mayıslar temmuzlar geçmedi değil
sonrası yollardı / içlenmekti
bir kasım gecesi şarkının en zor yeriydi
öylece
çok söylenen / çok susulan
durur gözlerimde..
bir çocuk evden kaçışlarından
ya da minik aşklardan yaralanırsa / o bir serüvencidir şimdi
yana yakıla yenilen / ve herbir yarasında zafer izleri
ne farkı var sözlerim / tekrarıysa aşkın
o sendedir
toplar külleri öylece
çok sus çok
doğarım sende
saçlarını özlemek bir hummadır / gözlerini düşlemenin imgesi yok
aşk devam zorunluluğu / öylece
nergis suya inerken düş bahçelerinde
kanamak geçmişin yıkanmasıdır
ne farkı var bir okyanus sevdasının sana büyümekten
seninki çocuk aşkından öte..
öylece
sus !
ne farkı var anlamı olmasının / olmamasından
‘gel git’ lerin, hezeyanların
taş gibi durmaktansa / savaşa durmak
denebilir belki
o da benim halim öylece
bak sen susuyorken
geldim ve gittim uzak bir uygarlığa
gördüm / tek bir tanrıçada toplamışlar savaş ve aşkı
vuruyor hayata..
tamam / örttüm dudaklarını !
özlemek demiştim / ben dışında her şeyi / seni..
aşktan daha yorgun bir sözcük bu
ne farkı var / çarpıp çarpıp uzaklardan dönse
o ki akar su / akar
bencilce / öyle
taşıyor demiş miydim yataklarım
denizlere varmadan
ki taşıyor
iç çekişi kalbimin
ve bilmeni çok isterim / derin sızılarda bile seni…
tam burada sus !
ne farkı var ışıkları aşkta düşlemenin
militanın devrim düşlerinden / geceye ağıyorsa
karanlığın ıslıkla şarkılanmasıdır / öylece
ancak / birinci öykü uzunca
hani dünyayı sarmalar
ikincisinde çıkarsan sabaha
taze bir teoridir mutluluk / belli değil kalır mı yarına
söyledim
geciktim
geldim
masallar bıraktım suskunluğuna
bilesin / akıl uslu değil
düşler çalkantılı
ne farkı var küçük bir yıldız söylencesinin
düşakıl olmaktan / yine öyle değil
akıldüş olmak da var sahipsiz yanlarında
evet geldiysem gittim demektir / öyle
hani biliyorum ki susarsam yenilirim
susarsam sırt veremeyebilirim
gitmeden geldim
sen orda lâl / ben dilinde
güne ve geceye açılan kapılarda
kör sağır ve dilsizse her şey
kendinden yola çıkıp / ad koymanın zamana
ne farkı var
ha bin yıl yakın
ha bin yıl uzakta
çakıl taşının deniz feneriyle
selamlaşması belki
öylece
ışıklı / suskun / kıyıda
öyle gördüm kendimi / bin yıl uzakta
oysa kendi duygusundaki sevda
sende bulduğum
ve kanımca yaşanmıştır geldiğim söylence
tristan’ dan önce isolde’ den sonra
ne farkı var bir ömür / aşkın önüne geçse
salt bir siyah bayrak sallayabilir hayat
belki / öylece
bu kez
ben susarım sende
öyle gördüm kendimi / bin yıl yakında
evet / uzaklardan geldim
öylesi bir aldatmaca tarih / bilmezken
biliyordum insanı büyüten aşkları
kendini seven her duyguda
lirik, pastoral / ne varsa
öylece
büyüyordum.. büyüyordum..
ne farkı var benmişim / değilmişim
eski bir öyküden yeni bir öyküye geldim / belki
herkesin mutlu okuduğu
ve sustuğu..
aramak demiş miydim / masalın gülen yanını yüzünde
yüzünde olmak / öylece
yüzünde acıyı kovan bir masal olmak
novalis’ in aradığı mavi çiçek belki yüzün
yağmur damlasının içinde
ne farkı var aramanın
büyümenin
özlemenin
sustukça anlamında
sustukça bende
söz ne ise / her kim ise yollara düşen
bilip de gitmiştir söz vermediğini / öylece
ki düşüverse aklıma sana gelmekliğim
en çok ve en az zamanlarımda sana
kopagelse yolların düşü
sevinirim
ne farkı var sonu
düş bahçelerine çıksa / çıkmasa
sen hep sus
yüzünde açabilirim..
ten acıda düş sancıda / aynaya vuran suret
topladım / gördüm kendimi
sevdim acıyı hüsn-ü kabulde
aşktır evet (!) bütün parçalar / döner yüzüme / kalır yüzünde
ne farkı var şimdi / durmaksa aynadan içre
aynadan öteden
çiçeği dalına bağışlamak denebilir belki
öylece geldim
gecikmişsem / ne demeli ?
sadece sus!
ne farkı var / sanıyorsak hayatı öyle genç
dün ve bugün / paradigma ve aşk
sokaklar upuzun öyle ıslak kalsın
eski aşklar gibi sayıları olmasın
sanıyorum dün bugün / bugün dündü / öylece
mendilleri toplayıp yerden / geldim
sesini tanıdım / bir ahenkti özlemi / saklı gülüşlerinde
gül aldım gül sattım bahçelerine
belki geciktim
dur !
susmak yakışsın..
nasıl sınar kelebek hayatı / kozası aşk olmasa
acıyı hayata dönüştürmektir belki
sende bulduğum..
alırsın ya gam yükünü kadim bildiğin candan
yine öyle değil / bir yel değirmenidir dönen gün
döner.. döner.. / öğütür / her ne ise yaşanan
taşır baba kucağında sevinci belki / öylece
ne farkı var bir kazancın / bir kaybedişten
fena bir tesadüfe yakalanıştır bu
sonradan usuma düşen
bir evrilmedir hayattan acıya
ötesi
susmak !
attis derlerdi / sangraid’ den önce kibele’ den sonra
temmuzlara uzanan bir öyküm var
hayatın sadakati / hayatın ihaneti
aşkın kimliği yok, gördüm öylece
ırmağın kızını yitirdiğim yerde
bırakarak sevinci
geldim
her varış bir yakınlık / her kaçış bir tapınmadır aşka
ağaca / acıya / sunaklara durdum
vardım
yoktum
ne farkı var / geldim / sustuğunda..
fena bir sızıya tutulmadır bu
geceyi güne / günü geceye yakartan
açılır sandıklar, kilitli odalar / bilinmez
her ne ise aranan
buldum öylece / billûr kırıkları
ne farkı var / bir varmış bir yokmuş masallar
seni aramak / bir söz aralığı / bir çocuk yankısı
kapının kapanma anı
seni buldum öyle güzel !
seni
susma zamanı..
gördüm açılan bungunlarda / yürek dolusunu
tütünü çiğneyip atmaları / bir savaş yeridir saklı odalar
açarak açmayarak geldim / ne farkı var
ki buldum / adı efkâr olan her şeyi
üzerinde kağıtlar yerler dolusu / öylece
sevdiğim bir telaşta / her ne ise özlenen
seni aramak kadar güzel belki
telaş mıydı sabır mı / onu bilemedim
eşkinli hayata eşkiya / sevdalara masal olarak geldim
odalar dolusu sus !
o ki / çözebilirim..
gördüm / sofrada ekmeğe eli yetmezken
üç kral kızının hülyasıyla / büyüyen çocukları
o çocuklar sonradan kırımlarda öldüler
dağlarda destanlarla yasını tuttum
jandarmalar sarıp dört yanını aşkın / beni gördüler
artık herkes belkili / ve tetikteydi / ben bir suydum
seni düşleyene kadar / belki
huysuzdum öylece
saçlarının kırıklarında o çocuklarsa eğer
kıyılarımda hala göçsüz kuşlar yatar / sen
asice sus !
sonra / kırılganlık gecekondu / konuverdi yüreklere
herkes adını aradı / çocuğunu arar gibi
ne farkı var / mahşerin beş atlısı
uçurmuşsa çatıları üzerimizden
o eylül sabahından hiçbir tank kalmadı geriye
geçti gözlerimizden.. / öylece
şimdi belki / kaf dağından inen anka kuşudur sesin
söyler adımı / bir kıvançtır ayaklanır :
tarih nerdesin ?
tanımsız bir sevinçti sende tattığım
bulmak kendini !
yorulma / sus !
denilmiştir herkesçe evet
aritmetiği zayıf bir ikmal olduğum
sürekli yalpaladığım söylenmiştir
ki gelmelerimin şekil yasası
acemi sonatlar bütünüdür / öylece
kurgusu bende / ya da sende
aykırı bir uğraştır belki / öykülere taşınmak
ve benim herkese dediğim
sevdanın külfet olmadığı / değildir diye geldiğim
ne farkı var / sende susmak
bende anlatmak..
ne farkı var / bir masal bin masala büyürse
bin masal bir masalda ölür
karıncanın kış telaşındaki öyküsüdür bu
ne demişimdir / ne anlatılmıştır
durur önümde sessizce
ayaz vursa açılan ilk sayfadan / uçuşsa baharın rengi
ol kitapta yitmektir aslolan
belki / uçarı çocuk sesleri kalır yürekte
sonra / hep gelirim
duyarım parmak uçlarındaki eşyayı
oturup kalkışları / içlenmeleri
yaşarım / öylece
seni..
düşündüm asiyi gözlerinde / sustuğunu duydum
yorgun yanlarını yorgun yanıma / öylece
mavi miydi / deniz mi / aklın haritasında yerin
sordum, savundum, geldim..
hep güzel buldum !
üşümüştü bütün masallar / birinde sen üşümüştün belki
tahir’i zühre’ye kerem’i aslı’ya suyu akışına katıp
kalbimi yakmaya durdum
ses verdim, geldim
ne farkı var / ol hikâyede kendimi / ol hikâyede seni
ol hikâyede / hep bir kapı önünde
bekledim..
gezdim kaygı çukurlarında / korktum / geldim
bunu demişimdir kasım gecesi / akıldadır
usun diğer yarısı budur belki
biliyorum yorgunsun
ama nasıl bırakırım orda, öylece ağır / sen de açıl
en az iki tanık ister hayat / öyle
çeşmenin de hakkı vardır
dolan testide
demişimdir / yarına iyi bir şey kalır
ne farkı var dağı dolanıp geldim / suydum
bir ömrün yatağında yıkarken mecraları
sana mecburdum
sus ! / ben ağlarım..
kanadım / açtım / gözlerin derin bir akşamdı
yıldızları gizleyen
sal ki kendini gör öylece / ben oradaydım
hep bir ısrarla durdum / o gizil yaralarda
ne farkı var / duyan ve duymayan herkes oradaysa
acı bilenler için oradaydı / ve
gözlerin yumuşak bir renkti
okşanmaya hazır
o ki muzdarip, o ki eşkıya, o ki sevdaydım
acılı yanımla seni sınayamazdım
gittim / sustuğunda
uzaklaşan ayak seslerine geldim
tek bir öykü kalmıştı geriye sesini arayan
yılgılardan yılgılara yuvarlanan
ateş küresi yüzüm
utangaç gökkuşaklarında / öylece
bir acı olmalıydı adını arayan
ben mi / geçtim çizgi romanlardan
siyah beyaz filmlerden
dünden bugünden yarından
toplayıp iyi sonları suskunluğuna
duracağım yalnızlığa geldim
.
hüseyin murat çinkılıç
ne kaçışlar “gel” e döndü
aşk büyüdü
kendine
…
ne farkı var sözlerimin eskisinden
yokluğuna dair yazıyorum o kadar
bir o kadar konuşsam ne çıkar
iyisi mi susayım / bir şey kalsın geriye
öylece sustuğun
aşkım ömrümü geçti az önce
ne farkı var ayrılıkların / iki ucundan tutuyorsak
uzak düşerken hem öğrenmiyor muyuz biraz
kimse görmüyorsa dolduğumu
olur ya insanlık hali / olsun varsın
sen sus
yüzündeki son anlam bana kalsın
ne farkı var sokakların birbirinden
rastlaşmadan geçiyorsa insanlar
ne mendil düşüren var / ne gül alan
öykünüp eskiye veriyorsam sözleri
olur ya bu benim halim / bırakın
deyivereyim aşkta hayat yok / hayatta aşk
yine de sen ayrı / farklı / orada
belki bilirsin
kaç sevgi kaç mülk eder hayatın borsasında
ne farkı var yenilginin bir aşk günlüğünden
özlemin bir yengi mi yoksa / öylece söyle
gelirken bunları düşündüm / geldim
küçük yıldızları döküp eteğine
hiçbir yenilgiyi kaçırmadan / öylece
durma sus
ben geldim..
ve tunç ve demir ve çelik
çekice kılıca ivmelendim / örselendim / geldim
telaşlarım / yorgunluğum / tarih bilmezliğim
ne farkı var teneke trampetler çalıyorsa başımda
uşaklığı don kişot’ a ; şövalyeliği sancho panza’ya verdim
sen dilersen sus /ama dur
yanımda
ne farkı var konuşan bir çekincenin
dillenmeyen bir aşktan
hüzüne vuruyorsa direnci
sevdaya dair ne varsa unutabilirim ben
hiç yokmuş yazılmamış gibi / öylece
öyle temiz
bir masal kaçırabilirsen eğer
nasılsa keder de suskundur / düşlerken yıldızları
hadi sus / yine de ben
duyabilirim..
ne farkı var doğruyla yanlışın / ikisine de yakınsa aşk
eski bir tavır / yeni bir eda
korurken uysal / severken hırçın
küsleniyorsam çocuğum / gülüyorsan bilge
işte öylece
senin ki doğru / benim ki yanlış
nasılsa geldim
susmalı düşlerdesin / belki
girebilirim..
“yeryüzü mutluluğu” dedi lucretius / ötesi yok
“aşk sende insanoğlu” / başka bir ev yok
evren evrilir / insan akar
geldim
ne farkı var gelmekliğim gecikmişse
denize varmadan
bitmeyen o şiirin
son dizesindeyim / öylece
sus !
sayımın çokluğunca
ölebilirim..
bilmesem de tarihi/ herodot’ u
dokuz kitabından birinde / mutlak yerim vardır
ama sinefru’nun piramitlerine taş çektiğimi atlamış olabilir
ne farkı var / zorla yapılanla aşkla yapılan
aynı sonucu verse
biri kalır biri yıkılır / öylece
oniki tonluk bir taştır belki
sen de suskunluk
benim ellerimde..
ne farkı var adetim değilse
bir şiirin ortasında ağlamanın / ağlamamaktan
olur ya bu benim halim / bırakın
deyivereyim yağmur bildirisi bir gecede
çok da perişandım aşktan
aklımdan mayıslar temmuzlar geçmedi değil
sonrası yollardı / içlenmekti
bir kasım gecesi şarkının en zor yeriydi
öylece
çok söylenen / çok susulan
durur gözlerimde..
bir çocuk evden kaçışlarından
ya da minik aşklardan yaralanırsa / o bir serüvencidir şimdi
yana yakıla yenilen / ve herbir yarasında zafer izleri
ne farkı var sözlerim / tekrarıysa aşkın
o sendedir
toplar külleri öylece
çok sus çok
doğarım sende
saçlarını özlemek bir hummadır / gözlerini düşlemenin imgesi yok
aşk devam zorunluluğu / öylece
nergis suya inerken düş bahçelerinde
kanamak geçmişin yıkanmasıdır
ne farkı var bir okyanus sevdasının sana büyümekten
seninki çocuk aşkından öte..
öylece
sus !
ne farkı var anlamı olmasının / olmamasından
‘gel git’ lerin, hezeyanların
taş gibi durmaktansa / savaşa durmak
denebilir belki
o da benim halim öylece
bak sen susuyorken
geldim ve gittim uzak bir uygarlığa
gördüm / tek bir tanrıçada toplamışlar savaş ve aşkı
vuruyor hayata..
tamam / örttüm dudaklarını !
özlemek demiştim / ben dışında her şeyi / seni..
aşktan daha yorgun bir sözcük bu
ne farkı var / çarpıp çarpıp uzaklardan dönse
o ki akar su / akar
bencilce / öyle
taşıyor demiş miydim yataklarım
denizlere varmadan
ki taşıyor
iç çekişi kalbimin
ve bilmeni çok isterim / derin sızılarda bile seni…
tam burada sus !
ne farkı var ışıkları aşkta düşlemenin
militanın devrim düşlerinden / geceye ağıyorsa
karanlığın ıslıkla şarkılanmasıdır / öylece
ancak / birinci öykü uzunca
hani dünyayı sarmalar
ikincisinde çıkarsan sabaha
taze bir teoridir mutluluk / belli değil kalır mı yarına
söyledim
geciktim
geldim
masallar bıraktım suskunluğuna
bilesin / akıl uslu değil
düşler çalkantılı
ne farkı var küçük bir yıldız söylencesinin
düşakıl olmaktan / yine öyle değil
akıldüş olmak da var sahipsiz yanlarında
evet geldiysem gittim demektir / öyle
hani biliyorum ki susarsam yenilirim
susarsam sırt veremeyebilirim
gitmeden geldim
sen orda lâl / ben dilinde
güne ve geceye açılan kapılarda
kör sağır ve dilsizse her şey
kendinden yola çıkıp / ad koymanın zamana
ne farkı var
ha bin yıl yakın
ha bin yıl uzakta
çakıl taşının deniz feneriyle
selamlaşması belki
öylece
ışıklı / suskun / kıyıda
öyle gördüm kendimi / bin yıl uzakta
oysa kendi duygusundaki sevda
sende bulduğum
ve kanımca yaşanmıştır geldiğim söylence
tristan’ dan önce isolde’ den sonra
ne farkı var bir ömür / aşkın önüne geçse
salt bir siyah bayrak sallayabilir hayat
belki / öylece
bu kez
ben susarım sende
öyle gördüm kendimi / bin yıl yakında
evet / uzaklardan geldim
öylesi bir aldatmaca tarih / bilmezken
biliyordum insanı büyüten aşkları
kendini seven her duyguda
lirik, pastoral / ne varsa
öylece
büyüyordum.. büyüyordum..
ne farkı var benmişim / değilmişim
eski bir öyküden yeni bir öyküye geldim / belki
herkesin mutlu okuduğu
ve sustuğu..
aramak demiş miydim / masalın gülen yanını yüzünde
yüzünde olmak / öylece
yüzünde acıyı kovan bir masal olmak
novalis’ in aradığı mavi çiçek belki yüzün
yağmur damlasının içinde
ne farkı var aramanın
büyümenin
özlemenin
sustukça anlamında
sustukça bende
söz ne ise / her kim ise yollara düşen
bilip de gitmiştir söz vermediğini / öylece
ki düşüverse aklıma sana gelmekliğim
en çok ve en az zamanlarımda sana
kopagelse yolların düşü
sevinirim
ne farkı var sonu
düş bahçelerine çıksa / çıkmasa
sen hep sus
yüzünde açabilirim..
ten acıda düş sancıda / aynaya vuran suret
topladım / gördüm kendimi
sevdim acıyı hüsn-ü kabulde
aşktır evet (!) bütün parçalar / döner yüzüme / kalır yüzünde
ne farkı var şimdi / durmaksa aynadan içre
aynadan öteden
çiçeği dalına bağışlamak denebilir belki
öylece geldim
gecikmişsem / ne demeli ?
sadece sus!
ne farkı var / sanıyorsak hayatı öyle genç
dün ve bugün / paradigma ve aşk
sokaklar upuzun öyle ıslak kalsın
eski aşklar gibi sayıları olmasın
sanıyorum dün bugün / bugün dündü / öylece
mendilleri toplayıp yerden / geldim
sesini tanıdım / bir ahenkti özlemi / saklı gülüşlerinde
gül aldım gül sattım bahçelerine
belki geciktim
dur !
susmak yakışsın..
nasıl sınar kelebek hayatı / kozası aşk olmasa
acıyı hayata dönüştürmektir belki
sende bulduğum..
alırsın ya gam yükünü kadim bildiğin candan
yine öyle değil / bir yel değirmenidir dönen gün
döner.. döner.. / öğütür / her ne ise yaşanan
taşır baba kucağında sevinci belki / öylece
ne farkı var bir kazancın / bir kaybedişten
fena bir tesadüfe yakalanıştır bu
sonradan usuma düşen
bir evrilmedir hayattan acıya
ötesi
susmak !
attis derlerdi / sangraid’ den önce kibele’ den sonra
temmuzlara uzanan bir öyküm var
hayatın sadakati / hayatın ihaneti
aşkın kimliği yok, gördüm öylece
ırmağın kızını yitirdiğim yerde
bırakarak sevinci
geldim
her varış bir yakınlık / her kaçış bir tapınmadır aşka
ağaca / acıya / sunaklara durdum
vardım
yoktum
ne farkı var / geldim / sustuğunda..
fena bir sızıya tutulmadır bu
geceyi güne / günü geceye yakartan
açılır sandıklar, kilitli odalar / bilinmez
her ne ise aranan
buldum öylece / billûr kırıkları
ne farkı var / bir varmış bir yokmuş masallar
seni aramak / bir söz aralığı / bir çocuk yankısı
kapının kapanma anı
seni buldum öyle güzel !
seni
susma zamanı..
gördüm açılan bungunlarda / yürek dolusunu
tütünü çiğneyip atmaları / bir savaş yeridir saklı odalar
açarak açmayarak geldim / ne farkı var
ki buldum / adı efkâr olan her şeyi
üzerinde kağıtlar yerler dolusu / öylece
sevdiğim bir telaşta / her ne ise özlenen
seni aramak kadar güzel belki
telaş mıydı sabır mı / onu bilemedim
eşkinli hayata eşkiya / sevdalara masal olarak geldim
odalar dolusu sus !
o ki / çözebilirim..
gördüm / sofrada ekmeğe eli yetmezken
üç kral kızının hülyasıyla / büyüyen çocukları
o çocuklar sonradan kırımlarda öldüler
dağlarda destanlarla yasını tuttum
jandarmalar sarıp dört yanını aşkın / beni gördüler
artık herkes belkili / ve tetikteydi / ben bir suydum
seni düşleyene kadar / belki
huysuzdum öylece
saçlarının kırıklarında o çocuklarsa eğer
kıyılarımda hala göçsüz kuşlar yatar / sen
asice sus !
sonra / kırılganlık gecekondu / konuverdi yüreklere
herkes adını aradı / çocuğunu arar gibi
ne farkı var / mahşerin beş atlısı
uçurmuşsa çatıları üzerimizden
o eylül sabahından hiçbir tank kalmadı geriye
geçti gözlerimizden.. / öylece
şimdi belki / kaf dağından inen anka kuşudur sesin
söyler adımı / bir kıvançtır ayaklanır :
tarih nerdesin ?
tanımsız bir sevinçti sende tattığım
bulmak kendini !
yorulma / sus !
denilmiştir herkesçe evet
aritmetiği zayıf bir ikmal olduğum
sürekli yalpaladığım söylenmiştir
ki gelmelerimin şekil yasası
acemi sonatlar bütünüdür / öylece
kurgusu bende / ya da sende
aykırı bir uğraştır belki / öykülere taşınmak
ve benim herkese dediğim
sevdanın külfet olmadığı / değildir diye geldiğim
ne farkı var / sende susmak
bende anlatmak..
ne farkı var / bir masal bin masala büyürse
bin masal bir masalda ölür
karıncanın kış telaşındaki öyküsüdür bu
ne demişimdir / ne anlatılmıştır
durur önümde sessizce
ayaz vursa açılan ilk sayfadan / uçuşsa baharın rengi
ol kitapta yitmektir aslolan
belki / uçarı çocuk sesleri kalır yürekte
sonra / hep gelirim
duyarım parmak uçlarındaki eşyayı
oturup kalkışları / içlenmeleri
yaşarım / öylece
seni..
düşündüm asiyi gözlerinde / sustuğunu duydum
yorgun yanlarını yorgun yanıma / öylece
mavi miydi / deniz mi / aklın haritasında yerin
sordum, savundum, geldim..
hep güzel buldum !
üşümüştü bütün masallar / birinde sen üşümüştün belki
tahir’i zühre’ye kerem’i aslı’ya suyu akışına katıp
kalbimi yakmaya durdum
ses verdim, geldim
ne farkı var / ol hikâyede kendimi / ol hikâyede seni
ol hikâyede / hep bir kapı önünde
bekledim..
gezdim kaygı çukurlarında / korktum / geldim
bunu demişimdir kasım gecesi / akıldadır
usun diğer yarısı budur belki
biliyorum yorgunsun
ama nasıl bırakırım orda, öylece ağır / sen de açıl
en az iki tanık ister hayat / öyle
çeşmenin de hakkı vardır
dolan testide
demişimdir / yarına iyi bir şey kalır
ne farkı var dağı dolanıp geldim / suydum
bir ömrün yatağında yıkarken mecraları
sana mecburdum
sus ! / ben ağlarım..
kanadım / açtım / gözlerin derin bir akşamdı
yıldızları gizleyen
sal ki kendini gör öylece / ben oradaydım
hep bir ısrarla durdum / o gizil yaralarda
ne farkı var / duyan ve duymayan herkes oradaysa
acı bilenler için oradaydı / ve
gözlerin yumuşak bir renkti
okşanmaya hazır
o ki muzdarip, o ki eşkıya, o ki sevdaydım
acılı yanımla seni sınayamazdım
gittim / sustuğunda
uzaklaşan ayak seslerine geldim
tek bir öykü kalmıştı geriye sesini arayan
yılgılardan yılgılara yuvarlanan
ateş küresi yüzüm
utangaç gökkuşaklarında / öylece
bir acı olmalıydı adını arayan
ben mi / geçtim çizgi romanlardan
siyah beyaz filmlerden
dünden bugünden yarından
toplayıp iyi sonları suskunluğuna
duracağım yalnızlığa geldim
.
hüseyin murat çinkılıç
(kasım 2006)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)