4 Ekim 2016 Salı

Penguen


penguen 
bana sırtını dönme 
biliyorum, sana benziyorum 
ve içinde saklı tuttuğun yele. 

penguen 
benim de içimde saklı tuttuğum 
buzlu kıyılar, çığlık hatıraları 
ben de senin kadar kaçkınım ve yaralı. 

kim bağışlayacak beni, penguen 
çizdim senin beyaz ve narin yerini. 

bir yanım bembeyaz ışık 
kör ediyor, bir yanım zehir gece 
parktaki salıncağa binmeyi 
beceremedim bugün ben de. 

penguen bana sırtını dönme. 
unutmadım aramızdaki beceriksiz dili. 
dünya yordu bizi. benim de söyleyemediklerim 
var. hiç söyleyemeyeceğim onları belki de. 
uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu, 
geldikçe anlıyorum ki, biz, 
bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile. 

penguen, 
kim bağışlayacak beni 
çizdim senin beyaz ve narin yerini 
elimde unuttuğun ince metalle.


Birhan Keskin

29 Eylül 2016 Perşembe

Hiç kimse bir ada değildir


    Hiç kimse bir ada değildir
    Kendinden ibaret,
    Her kişi kıtanın bir parçası
    Bir avuç toprak kaysa denize
    Küçülür Avrupa
    Bir yalıyar göçmüşçesine
    Göçmüşçesine bir dostunun çiftliği
    Ya da seninki:
    Her insanın ölümü azaltır beni
    Çünkü insanlık umurumda,
    Sorma o halde kime çalıyor diye çanlar
    Sana çalıyorlar.


    No man is an island,
    Entire of itself,
    Every man is a piece of the continent,
    A part of the main.
    If a clod be washed away by the sea,
    Europe is the less.
    As well as if a promontory were.
    As well as if a manor of thy friend's
    Or of thine own were:
    Any man's death diminishes me,
    Because I am involved in mankind,
    And therefore never send to know for whom the bell tolls;
    It tolls for thee.

     John Donne (1572-1631)
     Çeviri : Barış Pirhasan

     Fotoğraf: Marc Helleboid, 1987

Bir Misafirliğe Gitsem


Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam…
Kalktığımda yatağım hâlâ lavanta koksa
Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar
Nerde olduğumu hatırlamasam
Hatta adımı bile unutsam…
Melih Cevdet Anday
Fotoğraf: Saime Akat, Gökçeada

26 Eylül 2016 Pazartesi

Kedilerin Adlandırılması

Zor iştir kedilerin adlandırılması,
Zannetmeyin ki tatil günü oyunlarınızdan biridir
sadece;
Çatlağın teki olduğumu düşünebilirsiniz,
Her kedinin en az ÜÇ AYRI ADI olması gerektiğini söylersem.
Hepsinden önce ailenin kullandığı şu gündelik ad vardır,
Peter, Augustus, Alonso ya da James gibi,
Victor ya da Jonathan gibi, George ya da Bill Bailey gibi –
Her biri anlamlı gündelik adlardır nitekim.
Hoşunuza gider mi bilmem ama,
Daha süslü adlar vardır bir de:
Plato, Admetus, Electra, Demeter gibi—
Ama her biri anlamlı gündelik adlardır nitekim.
Fakat ben derim ki, her kedinin farklı bir adı olması gerek,
Özel bir adının, daha gururlu bir adının olması gerek,
Başka türlü nasıl dik tutabilir kuyruğunu,
Nasıl gerebilir bıyığını, nasıl yaşatabilir gururunu?
Bu tür adlardan bir grup veriyorum işte size:
Munkustrap, Quaxo veya Coricopat gibi,
Ya da mesela Bombalurina veya Jellylorum—
Bu adları taşıyabilir ancak bir kedi.
Ama tüm bunların üstünde ve dışında bir ad daha var,
Bir ad ki tahmin edemezsiniz asla –
Ama KEDİNİN KENDİSİ bilir ve itiraf etmez hiçbir zaman.
Baktınız ki dalmış bir kedi derin düşüncelere,
Diyeceğim o ki, nedeni aynıdır hep:
Kafasını takmıştır adını düşünmeye, düşünmeye,
düşünmeye:
Dile gelmez, gelse bile getirilemez
Derin ve akıl sır ermez
Biricik Ad’ını.

Thomas S. Eliot

Çeviri: Ulus Baker

24 Eylül 2016 Cumartesi

Bedava


Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.
Orhan Veli Kanık

20 Eylül 2016 Salı

"Anladım ki, boyun eğiş evrenseldir ve bataklık bekçileri dünyanın efendileridir."


...
Dayısı bataklıklarda kamış kesmeye, sonra da İbrail pazarında satmaya giderken ona seve seve eşlik ediyordu. Fakat Dimi Dayı bu işi gizli yaptığından atların kişnemesini önlemesi gerekiyordu. Bir gece Dimi Dayı, gene kamış keserken güzelim aygırın karnını yarmak zorunda kalmıştı; çünkü çevredeki bir kısrağın kokusunu almış olan hayvan uzun kişnemelerle ortalığı ayağa kaldırmaktaydı. "İşte o zaman" diye yazıyor İstrati, "köylümün yazgısına başkaldırdım. Köy bir bataklık bekçisine fazlasıyla boyun eğmiş durumdaydı. Fakat çok geçmeden anladım ki, boyun eğiş evrenseldir ve bataklık bekçileri dünyanın efendileridir." 

Veysel Atayman  (Panait İstrati / Akdeniz, Önsöz S.15)

10 Eylül 2016 Cumartesi

‘Vaka-i Hayriye’ ve ‘Allah’ın Lütfu’


Son darbe girişimi sonrasında, TSK üzerinde planlanan ve bir bölümü acilen yürürlüğe konulan değişiklikler, geniş bir çevrede tarihte Vaka-i Hayriye diye bilinen olayı çağrıştırdı: Yeniçeri Ocağı’nın lağvı! Geçmişin “Hayırlı Olay” diye adlandırılan siyasi eylemi, bugün “Allah’ın Lütfu” manşetiyle karşımıza çıktı.
Yalnızca darbecilerin eski “kazan kaldırma” geleneğinin sürdürücüsü olarak gösterilmesinin kaynağı olarak değil, olaylar zincirindeki benzerlikler dolayısıyla da, dış basında da bu eşlemeyi yapanlar oldu. Kimi yandaş yazarlar içinde de, özellikle Necip Fazıl’ın “Yeniçeriler” adlı kitabına göndermeler yaparak, orada önerilen çarelerin bugün uygulanmasını talep edenler çıktı.
Aslında Yeniçerileri hatırlayarak darbe girişimiyle benzerlikler bulanların her biri, kendi yorumunu destekleyecek özelikleri öne çıkardılar. Örneğin, Alastair Crooke1 darbe girişiminin Erdoğan tarafından düzenlenen bir oyun olduğu görüşüne yakın duruyor ve onunla II. Mahmut arasında bu bakımdan benzerlikler buluyor. İsyancı yeniçerilerin şiddetli top ateşi altında kışlalarında katledilmesini ve binlercesinin idam edilmesini günümüz darbecilerinin de akıbeti olmasını isteyenler de olayın katliam yönünü günümüz için örnek gösteriyor. Orduda reform yönüyle de yeniçeri ocağının lağvını örnek alanlar var.
Silahlı devlet kuvvetlerinden gelen başkaldırılar ve bunlara karşı devleti yönetenlerin tepkisi, belki de bütün zamanlar ve bütün ülkeler bakımından birbirine benzer. Olaylar Patangonya’da ya da Osmanlı İmparatorluğunda veya günümüz Türkiye’sinde geçmiş olsun, isyana kalkışanlar öncelikle kendi kazdıkları çukurlara düşürülür, elde kalan diğer silahlı güçlere dayanarak ezilir, sonra ertelenmiş bütün hesapların aynı torbaya doldurulduğu bir temizlik süreci başlar ve isyanın dayandırıldığı kurum isyancılarla birlikte çökertilir. Adeta evrensel bir şema üzerinden yürütülen bu “bastırma ve imha” hareketlerinin birbirine benzer yönler taşıması kaçınılmazdır; çünkü mekanizma basit ve sabittir. Bu bakımdan yeniçeri ocağının lağvı ile günümüz darbe girişiminin sonuçları arasında zengin çağrışımlara kapı açan ilginç benzerlikler bulunması şaşırtıcı olmamalıdır.  “Tekerrür eden” tarih değildir, siyaset mekanizmasının kalıplaşmış işleyişidir.
Ne var ki, son darbe girişimine karşı yöneticilerin başvurduğu yollar ve araçlar, tarihten kopyala-yapıştır yapmak olarak da yorumlanabilir. Biliyoruz ki, Yeniçeriler ile TSK arasında, 1960 darbesinden bu yana benzerlikler kuran ve alınacak önlemlerin de benzer olmasını savunan etkili bir “düşünürler kadrosu” vardır. Şimdi onlardan feyz alan bir yönetim işbaşındadır ve öyle anlaşılıyor ki, zincirleme dersler çıkarılıp gereğinin yerine getirilmesi sürecine girilmiştir.

NE GİBİ DERSLER ?


Sultan II. Mahmut, Yeniçeri Ocağının ilga edilmesi için çalışılan 17 senenin sonunda başarıya ulaşabilmiştir.
Padişahlığı kardeşine kaptıran IV. Mustafa, Kapıkulu ocakları mensubu ağaların desteğiyle, Alemdar Mustafa Paşa’nın konağını basar. Sadrazam, kubbeyi delmekte olan yeniçerileri görünce üzerine oturduğu barut fıçısını patlatarak intihar eder. Sadaret kethüdası Mustafa Refik Efendi asiler tarafından parçalanır. Ayaklananlar II. Mahmut’u tahttan indirmek için saraya saldırır. Yeniçeri ocağı yerine kurulmaya başlanan Sekban-ı Cedid askeri, Topkapı Sarayı’nı savunur ve isyancılar burada bozguna uğrar. Ardından, kışlalar topa tutulur yeniçeriler ve diğer ayaklananlar kılıçtan geçirilir. Bu sırada donanma da İstanbul’u top ateşine tutar. Kılıçtan geçirilen, idam edilen, kim vurduya gidenlerle birlikte,  ölü sayısının 20.000 civarında olduğu söylenir. Yıkılan, yanan binalar,yüzlerce sivil ölüiçinde İstanbul esnafı da yeniçeri avına çıkar. Yeniçeriler, İslam düşmanı, koyunlarında gizli haç taşıyan gâvurlar, Hıristiyanların ve özellikle Rumların casusu ilan edilir, lanetlenir.
Ardından, sipahi ocağı da dağıtılır, hamal ve tulumbacı teşkilatlarında köklü değişiklikler yapılır.
Ve bütün minarelerden, Yeniçeri Ocağının yerine kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye (Muhammed’in zafer kazanmış askerleri) hakkındaki fetva ve ferman okunur… Bütün minarelerden…
Bazı tarihçiler, Vaka-i Hayriye’nin II. Mahmut’un bilinçli organizasyonu ve yeniçerilere karşı darbesi olduğunu düşünür. Özellikle İstanbul halkının etkili bir bölümünün hükümdarın çağırısını hazır bekler gibi topluca yeniçerilere saldırmasını bunun işareti olarak değerlendirir. Ulema ve softa takımının tereddütsüz sultanın yanında saf tutması da önceden hazırlık kanısını güçlendirir.
15 Temmuz darbe girişiminin bastırılması ve sonrasında Cumhurbaşkanı ve hükümet tarafından yönetilen süreçte de, yukarıda sıraladığımız bütün olayların neredeyse hepsinin bir kez daha önümüzden geçtiğini biliyoruz.
Diğerleri bir yana, minarelerden yapılan çağrı ile avamın isyancı askerlere saldırması, merkezi bir planlamanın olduğunu, dayandığı güçleri harekete geçirmek için dinsel etkiyi kullanmak üzere önceden hazırlık yapıldığını gösteren işaretlerdir. Bütün bunlar II. Mahmut için yaklaşık 17 yıllık bir birikimin ürünüydü. Bizde ise, yandaş toplulukların birer savunma ve saldırı gücü olarak kullanılması niyeti, Haziran 2013 Gezi isyanından bu yana vardır ve aradan geçen üç yıl, bir siyasi iktidar gücünü elinde bulunduranlar için az değildir.

PEKİ SONRA ?


Pek çok yorumcu, Vaka-i Hayriye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını önlemekten çok kaçınılmaz sona gidişin kilometre taşlarından birini oluşturduğunu düşünür. Zira II. Mahmut 1839’da öldüğünde Yunanistan ve Mısır tamamen kaybedilmiş, Fransa, İngiltere ve Rusya ile savaş ateşine düşülmüştü. II. Mahmut, sarayını ve saltanatını korumuş, lakin ülkesini düştüğü uçurumdan çıkaramamıştı. Bir teselli olarak, “küçülen imparatorluğu yönetmek daha kolay” lafı kalmıştı geriye.
Bir de, yeniçeri ocağına yakın duran Bektaşi tekkelerinin İstanbul dışına sürülmesi, mallarına mülklerine el konulması, Trakya’daki Bektaşi ve Bedreddinî topluluklar üzerine şiddetli kıyım saldırıları… Halkın hafızası, 40 bin insanın da bu kıyım sırasında öldüğünü söylüyor.
Yeniçeriler yok edilmişti, ama askeri isyanlar ordunun değişen yapısına uygun olarak yeniden uyanmak için fırsat kolluyordu. Sırada İttihatçılık ve kurumlaşmayı bekleyen darbecilik vardı artık.
Tarihten isyan ve darbecileri alt etmek için dersler çıkaranlar, yıkılan bir ülke ve katledilen halk yığınları pahasına iktidarda kalmak bahsinde bir ders çıkarabilir mi? Çağımız, katliam ve iktidar arasında değil, demokrasi ile diktatörlük arasında tercih yapma çağıdır.
Alastair Crooke, İngiliz istihbaratında ve Avrupa Birliği diplomasisinde çalışmış üst düzeybir eski diplomat. Siyasi İslam ve Batı arasındaki bağlantılar üzerine çalışan Çatışmalar Forumu kurucusu ve yöneticisidir.  İlgili makaleye dikkatimi çeken Mustafa’ya teşekkürler.
Aydın Çubukçu
www.consortiumnews.com

onca yazın biriktirdiği güzden, el kadar bir kış kalır / yine de her göç kendini, uzun bacaklı sanır...

hüseyin murat çinkılıç


(Fotoğraf: http://www.fotokritik.com/kullanici / Ribella)

1 Eylül 2016 Perşembe

Ayna


Aşka çalışma yaşı kırktır doğuda
aynada çalkalanmış bir kalple
aşkın amentüsünü görmüştüm yüzümde
isot bir yanma şiire çalışıyordum
içime dökmüştü Balıklıgöl tüm balıklarını
Fırat ile Dicle'nin aşkıydım Urfa'da
Şâirlere aşkı ve hayatı şehirler öğretir
her şâir hüznün tekerrürü bir şehirdir aslında!
Aynalarda saklanma yaşı kırkbirdir doğuda
kırkbirimde Hakkâri'ye saklanmıştım annem yerine
Ferit Edgü upuzun bir "O" üflemişti içime sanki
kalbi sağda olanın içi Ağrı'dır demişti Onat abi
ben bütün Hakkâri'yi doğu anlamıştım
Şâirlere ân'ı ve anneyi şehirler anlatır
her şâir aslında kendine annedir !
Aynalarda durma yaşı kırkikidir doğuda
son hayâl Bingöl'de okumuştu Metin abi
benim ve kızımın kulağına Büyük Saat' i
ben kızımsızdım o ara
kızım Göğe Bakma Durağı'nda kankara
Şâirlere göğü ve gizi şehirler gösterir
her şâir şehirden yontulma bir gizdir aslında!
Aynaları kırma yaşı kırküçtür doğuda--
tam böyle demiştim ki--
kızım seslendi içindeki doğudan:
hüznü tekerrür edenin adı yaman
içi büsbütün Adıyaman'dır baba!
Paranın cini bir Mardin'dir
hep abim kalacak Murathan !
Kırkdördümü küçük kızım getirdi demin
artık kırılacak ayna yok derim !

Hüseyin Alemdar



28 Ağustos 2016 Pazar

Hikâye

Her şey bir gece içinde oldu
Sabahleyin her şey tamamdı.

Bu gördüğünüz gökyüzü
İlk defa gelip yerini aldı

Gökyüzünün gelmesiyleydi
Dünyada büyük bir değişiklik oldu

Mesela, ovalar daha o gün
Yalnızlıklarını unutuverdiler

Bu şimdi elsiz ayaksız gibi duran gece
O zaman ağaca yürüyen bir su gibi geliyordu

Gökyüzünün hemen arkasındandı
Denizleri gördük

Baktım bir kuş ilk defa keyifli keyifli
Baktım uçuyordu

Akşama doğruydu
Bitkilerle, hayvanlarla merhabalaştık

Her şey yaşamaya hazırlanıyordu
Her şey gelir gelmez hayatlarını

Himalaya'lar, Ant'lar, Erciyeş'ler
Bir daha kımıldamamak üzere yerleşiyorlardı

Herkes aklından geçirdiği kadar bir yeri
Dünyada kolayca bulmuştu

Gökyüzünde, yerde
Her ağacın, her taşın bir yeri vardı

Hatırlarım küçük kirli bir bulut
Durmuş olup bitenleri seyrediyordu

Dünyaya niçin bu kadar geç geldiğini
Elinde olsa tutup soracaktı

Şimdi bu geceyi, bu yıldızları fevkalade buluyorsunuz ama
Bu hiç de kolay olmadı

En başta, başı boş atlar gibiydi nehirler
Bu şiire girmeden önce

Her şey yerini alıyordu sırası geldikçe
İlhan Berk bütün bunları görüyordu.

Günaydın Yeryüzü

İlhan Berk

Aldığım Vaziyetler

İşim zor
biliyorum.
Salt gözümün gördüğüyle
hissettiğiyle yüreğimin
algılamak istemiyorum...

Mesela;
daha birkaç saat önce
sırtını sıvazladığı
on yedisinden gün alan oğluna
kaza kurşunu değdiğini
öğrenen
bedeninin cansızlığıyla tanışan
babanın
ceket cebinin astarını örseleyen
nikotin sarısı parmaklarıyla...

Mesela;
aşkın kıpırtısını duymamış bir
büfe işletmecisinin camında yansıyan
renkli film ve reklam afişlerine
karışmış yüzünü
kibrit ve sigaraya karşı elinin titrekliğini
izleyen küçük kızın
saç örgüsünü tutan tokanın
akide şekeri
hoşluğuyla...

Mesela;
iç acıtıcı bir kenar mahallenin
eğreti yokuşunda uzayan
umumhane duvarının
frijidite sızıntılı badanasındaki
şövalye ruhunun
dışımdan içime
gürül gürül yıkayan fısıltılarıyla...

Mesela;
bir bakanlığı temsilen
kentimizi ziyaret eden
sırtı pek
terbiyeli
düzgün iç ve dış donanımlı
yüksek rütbeli memurların
toplantının orta yerinde -mümkünse hep birlikte-
dosyaları fırlatarak
‘lay lay lom’ ları ve marka parfüm kokuları
ortalığı karıştıran neşeli düzensizlikleri
ve atmosferin anarşist ruhlu sevimliliğiyle...

Mesela;
bir şizofren koğuşunun
dünyayı sarıp sarmalayan
topraktan ve denizden fışkırırcasına gür
gerçekleriyle donattığı
kurabiye, dans, çay ve limonatalı
alkolsüz light-partisinin
en umulmadık anından
fırıldayan
felsefeyi yumuşatmış, sindirmiş
yeni akım bir velâyetin iktidarıyla...
Görmek, hissetmek, algılamak istiyorum

İşim zor
biliyorum.
Uzuyor zihnim
Kat ettiğim sokaklarca... 

Ogün Kaymak 




Kalabalık Yalnızlık


Bir dalga köpük açtı
Dövdü rıhtımı çiçeği - tükendi beyaz
Derinliği saydılar; yeşil ve mavi

Bir martı, yüzünden geçti
Önce gövdesi ıslandı, sonra savruldu kanadı
- bir rüzgâr kalıntısıyla kendiliğinden -

Şehir hattı, iskeleden ayrıldı
Dalga çiçeği, tüy ıslağı, geride kaldı

Çocukluktan eskiyen bir seyir
Düştü güvertesinden
Sudaki yol izinden uladı masal

Zaman geçti zamanın içlerinden
Yalnızlık kalabalığa karıştı 

Ogün Kaymak

İzleyiciler