26 Kasım 2016 Cumartesi

Bizim Fidel


Kelimelere düşkünlüğü… Baştan çıkarıcılığı… Nerede olursa olsun karşılaştığı her sorunun peşine düşer. İlham gücünün sürükleyiciliği tarzına yakışır. Beğenisinin vüsati, kitaplarına gayet iyi yansımıştır. Sigarayla savaşta moral üstünlük sağlayabilmek amacıyla puro içmeyi bırakmıştır. Bir tür bilimsel şevkle çözümler yaratmayı sever. Her gün birkaç saat egzersiz yapıp, sık sık yüzerek enfes formunu korur. Alt edilemeyecek denli sebatkârdır; katı disiplin sahibidir. Umulmayana, hayal gücü sayesinde ulaşmıştır. Çalışmayı öğrenmek, dinlenmeyi öğrenmek kadar önemlidir.
Helak olacak kadar konuşur; konuşarak dinlenir. İyi yazar ve yazmayı sever. Yaşamdaki en büyük motivasyon kaynağı, riskin yarattığı heyecandır. Ancak doğaçlama ustalarına özgü hitabet gücü, onun en kusursuz niteliklerindendir.
Konuşmaya başladığında önce, sesi alçak ve konuşmasının yönü belirsizdir. Kuvvetli bir vuruşla dinleyicilerini avucuna alana kadar, adım adım, kullanabileceği her şeyden yararlanır. İlham sahibidir; karşı konulamaz, göz alıcı zarafeti, ancak bunu hissetme onurundan mahrum olanlar tarafından inkâr edilebilir. Anti-dogmatizm abidesidir.
Başucu kitaplarının yazarı Jose Martin’in düşüncelerini Marksist bir devrimin akışkanlığı ile bağdaştırabilecek kadar yeteneklidir. Belki de düşüncelerinin özü, kitlelerle uğraşmanın her şeyden önce bireylerle ilgilenmek anlamına geldiği konusundaki netliğinde yatmaktadır.
Bu, yüz yüze iletişimde sağladığı mutlak güveni açıklayabilir.
Her bir farklı durum için kullandığı ayrı bir dil ve dinleyicilerini ikna edebileceği farklı bir yaklaşımı vardır. Karşısındakilerle nasıl aynı düzeyde olabileceğini bilir. Engin, müteferrik bilgisi, her türlü ortamda rahat hissetmesini sağlar. Şu kesindir ki, nerede, nasıl ve kiminle olursa olsun Fidel Castro orada kazanmak için bulunur. En küçük gündelik faaliyetlerde bile sahip olduğu mağlup etmeye dönük eğiliminin, özel bir nedeni var gibidir. Hiçbir zaman teslim olmaz ve içinde bulunduğu durumu değiştirmeyi başarıp, zafer kazanana kadar durup dinlenmez.
Özellikle bir sorunun çözümüne yaklaşıldığında, hiç kimse ondan daha takıntılı olamaz. Büyük ya da küçük, herhangi bir meseleye kendisini aynı ihtiraslı tutku ile adayabilir. Hele bir de bu mesele güçlüklerle yüzleşmek anlamına geliyorsa… Hiçbir zaman böylesi anlarda olduğundan daha iyi hissedemez.
Onu yakından tanıyanların “Bir şeyler yanlış ki, sen yine mest olmuş gibisin” dedikleri vakidir.
Tekit (tekrarlamak), onun çalışma yöntemlerinden biridir. Sözgelimi, Latin Amerika’nın dış borçları, iki yıl kadar önce konuşma başlıklarından biri haline gelmişti. Bu tarihten itibaren sele, konuşmalar içerisinde genişletildi, yayıldı ve derinleştirildi. İlk söylediği şey, basit bir aritmetik çıkarım, yani bu borçların ödenemez olduğuydu. Ardından, sırf bu amaçla düzenlenen uluslararası bir toplantıda ortaya koyduğu sersemletici bulgular geldi: [Borçların] Ulusal ekonomiler üzerine etkileri, toplumsal ve siyasal yansımaları, uluslararası ilişkilerde yarattığı mutlak baskı, ortak Latin Amerika politikası için taşıdığı tartışılmaz öneme kadar varan bütünsel bir görünüm.
Onun, bir siyasetçi olarak ender rastlanan yeteneklerinden biri de, bir meselenin en uzak sonuçlarına bile nasıl evrilebileceğini sezebilmesidir. Ama bu yeteneğini, ilham patlamaları şeklinde değil, çetin ve direngen bir akıl yürütme süreci içerisinde kullanır. En büyük yardımcısı, bunaltıcı yargılar ve inanılmaz hızlı matematik hesaplamalarla dolu bir söylevi ya da özel bir konuşmayı yedeklemekte -zaman zaman da kötüye- kullandığı hafızasıdır. Ardı arkası kesilmeyen özet verilerle kaşık kaşık beslenebilmek için yardıma ihtiyaç duyar. Bilgi akışı sağlama işi, yatağından kalkmasıyla başlar. Her sabah kahvaltısına, en az iki yüz sayfalık dünya haberleri eşlik eder. Nerede olursa olsun her sabah zorunlu raporlar önüne gelir. Kendi tahminine göre, resmi raporlar, ziyaretçilerin getirdikleri ve sınırsız merakını her an uyandırabilen yazılar dışında, her gün yaklaşık elli farklı belge okumaktadır.
Herhangi bir meselede, en küçük çelişkiyi bile yakalayabildiğinden, ona verilecek her yanıt kusursuz olmalıdır. İhtiyaç duyduğu bilginin bir başka kaynağı da kitaplardır. Haris bir okuyucudur. Özel bir yöntem kullanmadığı konusunda ısrar etse de, kimse nasıl ve ne zaman bu kadar çok ve hızlı okuduğunu anlayamaz. Sık sık, günün erken saatlerinde yanına aldığı bir kitap hakkında, ertesi sabah yorumlar yaptığı bilinir. İngilizce okuyabilir ama konuşmaz. Daha çok İspanyolca okur ve eline üzerinde harfler olan herhangi bir parça kâğıdın geçtiği her an okumaya isteklidir. Ekonomi ve tarih başlıklarını düzenli olarak izler. İyi edebiyatın değerini de bilir ve yakından izler.
Gerçek nedenlerin nedenlerinin nedenlerini bulana kadar bardaktan boşanırcasına sorduğu seri ve birbirini izleyen sorularla insanları bombardımana tutma huyu vardır. Latin Amerikalı bir konuğu ayaküstü ülkesindeki pirinç tüketimi oranlarından söz ettiğinde, o anda kafasından yaptığı hesapla “çok ilginç, öyleyse herkes günde dört poundluk [yaklaşık iki kilogram] pirinç yiyor” demiştir. En iyi taktiği, bilgilerini doğrulamak ve kimi durumlarda karşısındakini tartıp ona göre muamele etmek için, yanıtlarını zaten bildiği sorular sormaktır.
Bilgi edinebileceği hiçbir fırsatı kaçırmaz. Angola savaşı sırasında katıldığı bir resmi kabulde, bir çatışmayı öylesine tarif etmişti ki, Avrupalı bir diplomatı Fidel Castro’nun o çatışmada bulunmadığına ikna etmek zor olmuştu.
Che Guevara’nın yakalanması ve öldürülmesi üzerine yaptığı açıklama, Palacio de la Moneda baskını ve Salvador Allende ’nin ölümüne ya da Flora Kasırgası’ nın yarattığı tahribata ilişkin beyanları, muazzam konuşma örnekleridir.
Latin Amerika’nın geleceğine ilişkin hayali Bolivar ve Marti’ninkiyle aynıdır: Dünyanın kaderini değiştirme kapasitesine sahip uyumlu ve özerk bir toplum. Amerika Birleşik Devletleri’ni, Küba dışında, her hangi bir ülkeden çok daha iyi tanımaktadır. İnsanlarının tabiatı, iktidar yapısı ve hükümetlerinin gizli niyetleri hakkında derin bilgisi vardır. Ambargonun yarattığı sürekli fırtınayı bunun sayesinde savuşturur.
Genellikle saatler süren görüşmelerinde, en beklenmedik kıvrımlara varana kadar titizlikten taviz vermeden her konunun üzerinde ayrıca durur. Yanlış kullanılacak tek bir sözcüğün tamiri imkânsız hasarlar yaratabileceğini bilir. Sorulara yanıt vermekten asla kaçınmaz ve asla sabrı taşmaz. Fazla kaygılanmaması için bazı gerçekleri duymasını engellemeye çalışanlar vardır. Yine de [duyar ve] bilir. Kendisinden bir şeyler saklamaya çalışan bir görevliye şöyle demiştir: “Müsterih olmam için gerçekleri benden saklıyorsun ama sonunda tüm bana hiçbir zaman anlatılmamış gerçeklerin hepsiyle birden karşı karşıya kaldığımda şoke olup öleceğim”. Yine de en ciddisi, yetersizlikleri örtmek için ondan sakladıklarıdır. Çünkü -siyasi olsun, bilimsel, sportif ya da kültürel olsun- devrimi ayakta tutan başarılara paralel olarak, gündelik hayatı her düzeyde ama özellikle de yurttaşların mutluluğu düzeyinde etkileyen büyük bir bürokratik yetersizlik söz konusudur.
Sokaklarda insanlarla konuştuğunda, bu sohbet, yepyeni anlamlar ve gerçek bir muhabbetin açıklığını taşır. Ona “Fidel” derler. Çevresini güvenle sararlar. Hakikatlerin konuşulduğu canlı bir radyo yayınında, ilk ismiyle hitap ederek, muhalif görüşlerini onunla tartışır ya da ona taleplerini iletirler. Bunlar, kendi parlaklığıyla örtülü sıradışı bir insanın görebildiğimiz yanlarıdır. Tanıdığıma inandığım Fidel Castro budur: Davranışları yalın ama hayalleri iflah olmayan, modası geçmiş sakalları olan, sözcük seçimlerinde tedbirli, görgülü, düşünceleri harikulade olmaktan daha hafif bir deyimle nitelendirilemeyecek bir adam.
Uzmanlarının er geç, kansere çare bulacaklarının hayalini kurarken, en büyük düşmanından 84 kat daha küçük bir adada, dünyadaki güç dengelerine uygun bir dış politika geliştirmiştir. Bilincin doğru teşekkülünün, insanlığın en büyük başarısı olduğuna ve moral güdünün, dünyayı değiştirmek ve tarihi harekete geçirmekte maddi şeylere üstün geleceğine kanidir.
Daha uzun yaşamayı talep ettiği bazı anlarda, başka türlü yapabileceği bazı şeyler için hayattan biraz daha fazla süre istediğini gevelediğini duymuşluğum vardır. Bu kadar insanın kaderini taşımanın getirdiği yükle belinin büküldüğünü gördüğümde, en çok ne yapmak istediğini sordum. Bir kerede yanıtladı: “Bir sokağın köşesinde dikilmek”
Gabriel Garcia Marquez, Çeviri: Kasım Akbaş
Resim: Sasha Ilichev, Akrilik Boya 100x90 cm
http://www.progresoweekly.com adresinde 10-16 Ağustos haftasında yayınlanan İngilizce orijinalinden Kasım Akbaş tarafından Latinbilgi.net için çevrilen bu yazı, sendika.org'dan alınmıştır.




21 Kasım 2016 Pazartesi

Güneşin Altında Mutluluk Var


Bir işçinin, elinde ekmekle evine döndüğü
o yerdir mutluluk
Akşamüstü, çocukları cıvıldayıp dururken
Derin bir iç çekiş, tatlı bir yorgunluk
Ve yüzüne yayılan gülümseme birden…
Mutluluk, kelebek olup uçmasıdır ipek böceğinin 
Irmağın denize kavuşturmasının bir adı olmalı 
Mutluluk, beşikte uyuyan ilk çocuğuna bakmasıdır bir annenin 
Duyarak memelerine dolan sütün çılgınlığını.
Mutluluk, bir acının bilincine varıp da onu dönüştürmektir
Yaşamın sonsuzluğunda karar kılan bir umuda
Sevgilinin boynuna dokunduğunda duyulan ürpertidir
Öpülen ilk dudak, içilen ilk sigaradır belki
Denizden yükselen kokudur sabah karanlığında
Kabullenmektir yani yaşamı, acısı ve sevinciyle
aynı boyutta
Yalnızca yaşamaktır belki de kimbilir…
Ne yerdedir, ne göktedir o – değil mi Abidin ?
Mutluluğun resmini yaptın mı bilmem
Ama ben onun şiirini yazmak isterim…
Ahmet Erhan

13 Kasım 2016 Pazar

Hüzünlü Gezinti Güvertesi


I

Kimbilir hangi ürkek mevsimi alırsın
gizlice odalara,
saçların balkonları terk edeli kimbilir
ne kadar olmuştur?
-annene göstermeden aşağı akardı saçların
kaç kez eksilip çoğalırsın dişlerini fırçalamayı
ezbere bildiğin günlerde…

Mor bir kedi geceyi sıyırarak geçiyordur
kuyruğunda teneke yıldızlar
düşlerinle buluşurken lanetli aynalarda
söylesene hangi ürkek mevsimi alırsın
gizlice odalara…

Ne gece yer rüşveti ne ben
Söz! Annene söylemem…

II

Yüzüm
hangi dağa baksam
içinde öfkelerinden habersiz
korkunç atlar gezdiren
bu sessiz, yıldızsız.
Yüzüm
hangi yola çıksam
bu yetim avlusu , bu ateş
bu ağlamaklı şey…

III

Hiç gürbüz
hiç pembe yanaklı
sayfalarımız olmadı mı bizim?
Biz hiç mavi kalacak bir mevsime
çıkmamış mıydık yorgun yokuşlarından
kışın?
Kendiliğinden gelen sözcüklerin misafirliğini
ne çok severdin,
Nasılsın…
Bugünlerde ben iyi gibiyim
yorgun gri kaideler arasında
hüzünlü bir yeşilim,
Ya sen…
Sen… Nasılsın?
Göğsündeki ağrılar nasıl?
İyi misin?

IV

Ben hangi kelimeye açsam ağzımı
Ben hangi kelimeyi nereye koysam
Bir sonbahar konaklar sesimde.
Ben hangi kelimeyle girsem akşama
Ben hangi kelimeyle nereye gitsem
Yokluğunun renginde depremler düşer boynuma.
Ben hangi yaprağın ince hüznüyüm
Sen hangi sersem haydut…

Birhan Keskin



11 Kasım 2016 Cuma

Gâvur İzmir, Gurur İzmir

Hangi etnik kökenden gelirsek gelelim bizler, çoğumuz bilgisizlikten, azımız da bilmezlikten geldiğimiz için sanırız ki... Yaşadığımız yurdun adı yalnızca 88 yıldır Türkiye olsa da, Hanlıklardan Sultanlıklara, doğduğumuz topraklar hep bizimdi ve bizim kalacaktır.
Oysa hep bizim değildi ve bizim kalacağı da kesin değildir.
Her karışı er ve ece atalarımızın kanıyla sulandığı için “şimdilik” bizim olan bu ülke, en babalarını saymak gerekirse Hititlere, Frigyalılara, Perslere, Keltlere (Galata), Yunanlara, Ermenilere, Romalılara, Gotlara, Bizanslılara ve daha nicelerine, üstelik çoğuna çok daha uzun sürelerle yurt oldu.
Saltuklu’dan Artuklu’ya, Danişmentli’den Selçukluya, Osmanlı’dan Türkiye’ye, Anadolu’da Türk devletlerinin toplam geçmişi 900 yılı aşmazken... Düşünün ki salt bizden önceki sonuncu devlet, Roma’nın Doğu İmparatorluğu “köhne” Bizans, Osmanlı alana kadar, tam 1123 yıl sürdürmüştür varlığını!
Bilmediğini “yok”, bildiğini “var” sayan kara cahiller bile mülkü bellediği bu toprakların ortak belleğini taşır. Ancak ne taşıdığından habersiz, doğup yaşadığı kentleri soyu kurdu, adlarını atası koydu, sanır!
Oysa Edirne’den Ardahan’a, bu ülkenin şimdiki her ili, hatta çoğu ilçesinin tarihi, ister Türk olsun, ister Kürt ya da başka kimlikten, sonuncu sahiplerinin boyundan da soyundan da uzundur.
Cehaletin, analar dolu bellediği Anadolu, dilimize Yunanca’da “doğan güneş” anlamına gelen Anatolia’dan uyarlanmıştır. Ankara, Angora’dan... Kayseri, antikçağda Mazaka adını taşımasına karşın, Kapadokya’lı Kayser’in hükmünden öteye Rumca “tabure” de demek olan Kayseri’ye dönüşmüş ve sakinleri de “pastrami”yi “pastırma” diye yapmaya başlamışlardır!
Konya, Likonya’nın başkenti Likonyum’dan gelir. Gericilerin, Nakşibendi “mehdi”sinin peşine düşüp Cumhuriyet devrimcisi Kubilay’ı linç ettikleri Menemen’in adı, Bizans’tan bu yana değişmemiştir.
Dünyanın 1930’a kadar Konstantinopolis dediği İstanbul, halk arasında 558 yıldır İstanbul diye anılırken, Konstantinopolis adını 1600 yıl süreyle taşımıştır!
Bütün bu verilerin ve veremediklerimin ışığında, AKP iktidarının kafayı taktığı “Gavur İzmir”, gavurluğu ötekilerden daha mı fazla hak eder bilemem ama, İstanbul’dan da eski, 3000 yıllık tarihiyle övünebilir!
Çağdaş uygarlığın, kalıcılık ve bayındırlıkta hiç birisiyle aşık atamayacağı görkemli uygarlıkların beşiği İzmir, çarpık yapılaşmada ötekilere benzese bile “kafada” bin yıllardır muhalif bir toplumsal kültürün mirasçısı, bir isyanlar tarihidir!
Özgür kadınları, İzmir’i kuran Amazonların kraliçesi Smirna’ya yakışırlar... Erkekleri, antik Yunan’dan Bizans’a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e baskıcı devlete baş kaldırmış, dağa çıkmış isyancıların; Yörük Ali’nin, Büyük Cerit’in, Karayotoğlu Nikola’nın, Kaptan Sokrat’ın, Harputlu Ömer’in, Kürt Mustafa’nın, Piç Osman’ın, baba oğul Çakırcalı’ların efeliğini olmasa bile, efendiliğini taşırlar.
900’lü yıllarda Bizans Kilisesi’ne karşı ayaklanan Bogomiller, 1400’lü yıllarda Osmanlı’ya ve Sünniliğe baş kaldıran Şeyh Bedreddin müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, 1600’lü yıllardaki Celali İsyanlarında Arap Sait ile Kalenderoğlu, İzmir efeliğinin ağa babaları değil midirler ?
İzmir’in önce Kurtuluş Savaşı kahramanı, ardından yerini bulamadığı yeni düzene isyanla “vatan haini” ilan edilen Çerkes Ethem’den, idam edilen Başbakan Adnan Menderes’e statükoya “hayır” diyenlerin diyarı, Türkiye’de ilk muhalefet partisi DP’nin –eski- kalesi olması bir raslantı mıdır ?
Her dem özgürlüğüne düşkün ve baskıcı her iktidara muhalif İzmir, sekiz yıldan beri de AKP iktidarına muhalif. Tüm baştan çıkarma, yıldırma, sindirme operasyonları ve hakkı iken yoksun edildiği devlet yardımlarına karşın mıh gibi duruyor, direniyor baskılara.
Bir yandan DP’ni örnek alıp, seçim meydanlarında Adnan Menderes’in çakma manevi mirasçılığına soyunanların, muhalif İzmir’i cezalandırması ne yaman bir çelişkidir ?
Mine G.Kırıkkanat

29 Ekim 2016 Cumartesi

Yasak Sevişmek


öteki kapımdan gel bunu açamazsın
eski gözlerinle gel öldürmek vakti gel
hem tetik bulun ardında biri olmasın
hanidir ben bu evde saklanıyorum
adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum
gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
sabaha karşı gel bütün gözlerinle gel

pancurların gerisinde kararıyorum
içime belalar doğuyor sonbahar doğuyor
telefonda sesini tanıyamıyorum
yüzün parmaklarımdan akıp kayboluyor
böyle hep bir şey kopuyor bir şey kırılıyor
sabaha karşı gel eski gözlerinle gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
hem tetik bulun ardında biri olmasın

artık hiç kimse beni yaşamıyor
aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler
korkularım oldum bittim kimsesizdiler
yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum
bir revolver romanımı tamamlıyor
oyun bitti ışıklarımı söndürdüler
yokmuşsun gibi gel öldürmek vakti gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
üzerime kilitleyip mühürlediler
hem tetik bulun ardında biri olmasın

Attilâ İlhan

Fotoğraf: İkbal Sema


27 Ekim 2016 Perşembe

Kıştan Üşüyen Virgül


Defterin bir çok sayfasını koparmışlar, 
Örtünemez artık virgül bazı sayfalarla, 
Kış gelir, virgül üşür, 
Kış insanı üşütür, 
Üşenen hayvanlar da 
Girip toprağın altına 
Uyurlar, 
Toprağın sayfalarını koparmamışlar, 

Çocukların sayfaları her kış koparılır. 
Kar toplarıyla voleybol oynayan 
Ağaçlarla, 
Her çocuğun defterinde 
Bir çok sayfası olmayan 
Bir çok güzel virgül vardır, 

Virgül kıştan üşür, 
Çünkü kış gelince koparılır 
Artık kalmayan öğrenciliğin, 
Artık kalmayan tembelliğin sayfaları.

Ülkü Tamer

4 Ekim 2016 Salı

Koridor


Yağmur yağıyordu, sonra eve döndüm
kendimi dışarıya bırakmakla perişan
zamanın harf harf düşmesine baktım
göğün morarmış yüzüyle bel vermesine

Kızılordu Korosu, Mahzuni Şerif, Kitaro
dönemiyorum yüksek volümden kendime
bir duvar ördüm sesin içindeki büyüden
bir fanus, dokunmak için kendi elime

yatıp uyudum, uyumak böyle bir şey
açılmak gövdeden kayıkla rüyadan sulara
ama uyanmak yok mu? aydınlığa bulanmak
çarpa çarpa o etten duvara

gidip su içtim bakarak bardağın dibine
bir suret çizdim sonra yapıştırdım tenime
biçe biçe hafızadaki kumaştan
bir yazgı kuruyor her insan kendine

Galiba yüzümü yıkıyordum, elim suda
eve dönmüş olmakla perişan
pencereden kendime baktım: nefes!
göğsümde cereyan yapan bir fırtına
Yücel Kayıran

Dehlizde Giden Adam

(Ali Poyrazoğlu için)

Deniz dendi mi, kimi oraya kimi buraya akan sular durmaz, tersine, hep bir olur, bir kıyıya yönelirdi, ister kumluk, ister çakıllık bir kıyıya... Durmaz olurdu delikanlı. Denizi öylesine severdi. Gider çakıllara uzanr, denizin yüzünde gerinir, sularda kulaç atar, kumlarda yatardı sere serpe. Yaşamak demek, yazsa denize gitmek, kışsa deniz aylarını beklemekti ona göre.

On dokuz yaşına bastığı yılın yazında gene denize gitti. Kayalık bir adanın çakıllık bir kıyısına... Havanın titreştiği, denizin ayna gibi güneşin bütün sıcağını yansıttığı bir gündü. Yüzdü, çakılların üzerine uzandı, güneşlendi, kalkıp giyinince de, hemen evinin yoluna düzülmedi, kıyı boyunca biraz gezip dolaşacağı tuttu. Çakıllığın sona erdiği yerde, tepeden yuvarlanmış, denizde parçalanıp ufalanmış koca bir kaya yığınına geldi dayandı. İçi bir tuhaf oldu. Yol yoktu. İlle de öteye geçmek istiyordu oysa. Nasıl geçsin? Akıllı bir adam geçmeğe kalkmazdı ya öteye, hani, geçmesi gerekiyorsa, geldiği yerden döner, çevre yolunun alt ucunda çakıllıktan çıkıp adanın, kayalığın hemen üstünde sivrilen, tepesine tırmanır, tepeden denize doğru inen bu kaya damarının öte yanında kıyıya ulaşacak bir yol arardı. Bulursa ne âlâ, bulamazsa geldiği gibi döner, inerdi tepenin ardında kalan iskeleye. Gel gelelim, bu delikanlı akıllıca bir kişi değil besbelli. Üşendiğinden de değil ya, böyle akıllılıkları usluca davranışları gereksiz saydığından... Buranın tek yolu, kese yolu, denizden geçer diyerek pabucunu çıkardı, eline aldı/paçaların, kıvırıp sıvadı, yürüdü denize. Gerçi kayaların arasında su epey derindi, o aralıklara düşse sırılsıklam olurdu üstü başı; ama dikkatle kayadan kayaya sekti, sıçradı, tabanlarını doğrayacak kavkılara basmamağa çalışa çalışa, gene de ayaklarının altı sızlaya kanaya, en uçtaki kayaya ulaşıp tırmandı üstüne. Soluk aldı. Bayağı yormuştu onu bu cambazlık. Havlusuyla donunu ensesinden aşağı göğsüne doğru sarkıtmıştı biribirine bağlayıp, ama pabucunu elinde tutmak dertti; kayalığın öte yanını görüyordu çünkü şimdi.

Buraya gelesiye, kayalar atlangıç gibi sıralanmıştı sanki, şimdi anlıyordu; çektiği güçlük bir şeycik değilmiş... Önce, «dönsem artık,» diye şöyle bir geçirdi aklından, sonra utandı böyle düşündüğü için, kemerini çıkarıp ayakkabılarım, donuyla havlusunu bağladı, sırtına attı, kemerin ucunu ağzına alıp dişleri arasına sıkıştırdı. Dikkatle indi kayanın üzerinden; suyun az altında, kayanın tabanında ufak bir düzlük vardı, oraya bastı.

Ne var ki, ötesi, kıyıya dek uzanan suydu. Kayalığın bu yanı dümdüz duvardı. Ayak basacak, el tutunacak bir tek çıkıntıcık görünmüyordu. Kıyı yirmi beş, otuz metre uzaktaydı. Ufacık bir kumluktu bu, kumu incecik görünen, pırıltılar içinde... Ama buraya kimse gelmezdi adadan, gelemezdi, her yanı kaya duvarlarıyla -dümdüz, cilâlı gibi kaya duvarlarıyla çevrili olduğu için... Yanaşılsa yanaşılsa buraya ancak denizden yanaşılabilirdi. Deniz de derindi yürünecek gibi değildi. Soyunsa, kıyıya çıksa, biraz daha güneşlenirdi ama gene bu yoldan dönmesi gerekecekti Hem kayanın üzerinde bırakacağı giysilerini bir esinti denize at mağa yeter mi yeterdi. Keyfi kaçmıştı delikanlının dönmekten başka çıkar yol yoktu.

Yok muydu?... Tam başını çeviriyordu ki, dibinde durduğu kayanın hemen arkasında, dümdüz duvarın kayaya bakan yüzünün denizle birleştiği yerde, ufakça bir kovuk çarpıvermişti gözüne; mağara ağzına benzeyen bir kovuk. Mağara ağzıydı bu, muhakkak; kara kara gülüyordu da sanki bu mağara ağzı; delikanlının da yüzü güldü; girer bakarım, diye düşündü, kayanın içinden tepeye çıkacak bir yol var gibiyse, ilerlerim, değilse dönerim, ne olur sanki ?... 

Delikten içeri girmesi biraz güç oldu. Çömeldiği için kıçı, su derince olduğu için paçaları ıslandı. Ama delikten içeri girince doğrulabildi. Uzun boylu olduğu halde, kaya tavam, başının dört karış üstünde uzanıyordu. Taban soğuktu, iyice kuru olduğunu görünce de ayakkabılarını kemerden çıkardı, giydi. Havlu ile donu, gene kemerle bağlı, sırtında götürüyordu. Arkasına dönüp baktı. Dehlizin ağzı epey geride kalmıştı şimdi. Ama gene de yeterince aydınlık geliyordu dehlizin içine. Buna aklı pek ermedi. Bir daha baktı ardına. Işık başka yerden gelmiyordu. Tuhaf! Şimdi, biraz uzaklaşınca, ışığın ağızdan gelip doğrudan doğruya vurduğu yerde, duvarın üzerinde, harfe benzeyen birtakım çizgiler seçebiliyordu. Dikkat etti, birkaç adım yaklaşarak baktı; evet, bir yazı, «GİRMEYİNİZ» diye bir yazı yazılmıştı duvara. Yazılalı epey olmalı ki yazılar silikleşmişti. «Belediye mi yazmış ola?» diye düşündü, güldü delikanlı, omuzunu silkti, yürümesini sürdürdü.

Eve gitmeği, vapura binmeği, iskeleye inmeği, çakıllığa çıkmağı, hep unutmuştu; bir tek düşüncesi vardı şimdi; bu dehliz kapanana dek yürümek... Ya bir mağaraya açılırdı, ya adanın başka bir yerine çıkardı; ya da çıkmaz sokaklar gibi, kapanırdı; o zaman da geri dönerdi delikanlı. Ada boyunca uzansa bile bu yol, iki saatten çok sürmemeliydi sonunun, ucunun bulunması.

Neden sonra, ileride hafif bir aydınlık görür gibi oldu. Adımlarını hızlandırdı. Gerçekten, ileriden belli belirsiz aydınlık geliyordu. Ardına baktı, oralardan aydınlık artık gelmiyordu hiç. Dümdüz, ileriye doğru yürümüştü o ana dek, köşe dönmemiş, yolun kıvrıldığının hiç farkına varmamıştı. Dönmüş de yolun ağzına doğru yürüyor olamazdı bu durumda. En iyisi ışığa doğru gitmekti.

Işıklı nokta yaklaştı, yaklaştı. Delikanlı bir de baktı ki bu nokta ışık falan vermiyor. Bir çelik levha var burada, kayaya çakılı, çok daha uzaktan gelen bir ışığı yansıtıyor. Çelik aynanın yanında, hafif aydınlıkta bir yazı daha seçti gözleri duvarın üzerinde: «GİRMEYEYDİNİZ» diyen bir yazı. İçerledi. İlk yazıyı, haydi, Belediye yazdırmış olsundu. Bunu ise, girip çıkmış, tatsız şakalara meraklı biri yazmış olacaktı. Peki ama o çelik levha ? O ayna? Aynayı oraya kim çakmıştı ki? Hem Belediye buraya girilmesini tehlikeli buluyorsa yolun ağzına bir parmaklık yerleştirir, çıkardı işin içinden.

Delikanlının kafası rahat etmiyordu. Girecek, gidecek, yürüyecek, ışığın geldiği yeri, yani çıkışı, bacayı, kapıyı, neyse, bulacaktı.

Loşlukta yürüdü, yürüdü.

Yoruldu bir ara, saatine baktı, on ikiyi gösteriyordu. Öğle vakti çoktan geçmişti bu yola girdiğinde. Gece yarısı olamazdı, o kadar da yürümemişti. Hem ileride, çok ileride, gene cansız bir ışıma belirir gibiydi. Ayna da olsa, gene gün ışığını yansıtıyordur, diye düşündü. Ama yürüyecek hali yoktu. Oturdu. Taban soğuk değildi burada. Hava da ılık gibiydi.

Silkinerek uyandı. Biri dürtmüş gibi. Bakındı. Uykunun karanlığından sonra ortalık daha bile seçilir olmuştu Saatine baktı. Hâlâ on ikiyi gösteriyordu ama işliyordu Kurmağa kalktı. Kurgusu bitmek şöyle dursun, yeni kurulmuş gibiydi. Kalktı, yürümeğe başladı.

Karnı acıkmıştı. Ne zaman uyku uyuyup kalksa acıkırdı zaten. Hem öyle böyle değil. Kurtlar gibi. Gam sıkılmağa başladı. Uzamıştı bu iş. Hem uykuya varmak için çömelip yere oturduğu zaman geliş yolu, gittiği doğrultu biribirine karışmıştı. Dönmek istese bile ne yana gitmesi gerekeceğini kestiremiyordu. Solgun da olsa ışığın göründüğü yana doğru yürümekten başka yolu kalmamıştı bu işin.

Canı sıkılıyordu. Acıkmıştı. Bir şeyler olmalı, bu yolun sonunu bulmalıydı. Yoksa...

Yoksa, diyor, sonunu getiremiyordu. Ürkek, korkak değildi. Ama...

Epey yürüdükten sonra ışıklı noktaya vardı. Bu da bir çelik aynadır demeğe kalmadan, şaşırdı; buradaki ayna değil, yiyecek makinesiydi. Hani deliğinden para atılıp düğmesine basılınca, kolu oynatılınca, içindeki yiyeceklerin bir tepsi içinde müşteriye sunulduğu makinelerden... Güldü bu işe, cebinden bir yirmibeşlik çıkarıp deliğe attı, kolu oynattı. Seçmeli makine değildi bu. Hem yirmibeşlikle işlemesi de tuhaftı. Ama daha tuhafı, tepsinin içinde, cızır cızır, taze taze bir tabak balık tavası durmasıydı şimdi. Makinenin yanındaki kutuda plastik torbalar içinde ekmekler, tuz, biber, limon vardı, çatal bıçak vardı.

«Anlaşıldı,» dedi delikanlı, «bir turist çelme numarası bu... Hele hele...» Tabağındaki yazıları okudu. Kılçıklar makinenin altındaki oyuğa atılacaktı. Tabakla çatal bıçak, makinenin üstündeki kutuya bırakılacaktı. Sonra makinenin sol alt ucundaki kol çekilecekti. Yaptı bu söylenenleri. Oyuk kılçıkları emdi, kutu bulaşığı yuttu. Ekmekler üzerine bir şey söylenmiyordu. Cebine attı artan parçayı, yolda acıkırım, yerim diyerek.

Ama ortada turist yoktu, kimsecikler yoktu, yapayalnızdı. Bu makineden başka birinin de yararlanıp yararlanmadığını merak etti.

Saati hep on ikiyi gösteriyor, işliyor ama kurgusu boşalmıyordu..

Ansızın bir şey ansıdı. Sanki pek geride, pek uzakta kalmış bir şey. Belki de gerçekten pek uzaktı bu ansıdığı an. Biliyor muydu ne zamandan beri bu dehlizde yürümekte olduğunu ? Vaktini, saatini, gününü şaşırmış değil miydi ?

Ansıdığı şuydu: Kıyının ucuna yürüyüp karşısında kayaların duvar gibi yükseldiğini görünce, içi bir tuhaf olmuştu. Niye öyle bir şey duymuştu, anlamağa başlıyordu şimdi. Denizin, çevren çizgisinin saltık yataylığına baka baka dünyada bir başka boyut olduğunu unutmuştu sanki. Duvar, karşısına çıkınca, bu unuttuğu boyut yeniden bir gerçeklik oluvermişti, hem yüzüne çarpacak denli yakın, aşılmaz, gönül bulandırıcı... Şimdi şimdi anlıyordu bu duyguyu. Çünkü ne zamandır boyutsuz, kimsesiz bir dünyada ilerlemekte olduğu düşüncesi yavaş yavaş kafasında, gönlünde, biçimleniyor, bilinçleniyordu.

Güldü bir yol. «Korkuyorum,» dedi ardından, «korkmasam gülmeğe kalkmazdım buna. Korkuyorum. Ama yürümekten başka bir şey yapamayacağıma göre...» Yürümekten başka bir şey yapabileceğini düşünemiyordu artık. Yürüyecekti. Bu yol da sağa sola çatallanmadığına, kendisine bir yol seçme olanağı bile vermediğine göre, gidecekti, sonunu bulasıya, ya da, olur a, başına, yola çıktığı noktaya, denize açılan ağza, dönesiye...

Gidiyordu. Ötelerde bir ışık vardı. Orası muhakkaktı. Makineler, çelik aynalar, bir ışığı yansıtıp duruyordu, bir yerlerden gelen ışığı. Acıktıkça karşısına bir makine çıkıyordu. Cebindeki ufaklıklar bitmişti bir ara. Ama büyük para da atsa, küçük para da atsa, karnını doyuracak yiyecekler -ne az ne çok, ama doyuracak kadar-çıkıyordu bu makinelerden. Kiminden tuzlu, kiminden tatlı, kiminden su, kiminden ayran, kiminden balık, kiminden sebze..

Cigara makineleri de vardı. Bir ara, ufaklığı bittiği sıra «Bir para makinesi eksik galiba» diye geçirdi içinden Çok geçmeden para makinesi de çıktı karşısına. Cebindeki iki on liralığı attı içine, iki cep dolusu beş kuruşluk çıktı makineden. Ama onlar da bitti yolda gide gide.

Acıkmalarını, yediği yemekleri ölçü olarak alsa, bu yolda bir yıla yakın bir süredir yürüyor gibiydi ama bir yıl mı, bir hafta mı, bilecek, kestirecek durumda değildi ki...

Uykusu gelip yolun kıyısına uzandıkça yönünü şaşırmamak için hep başını gidiş doğrultusuna çevirmeğe dikkat ediyordu.

Sakalı uzuyordu uykusu geldiği zamanlar. Sonra, kalktığında eliyle yüzünü yokluyor, yeni traş olmuş gibi duyuyordu derisini.

Gecesiz gündüzsüz, ışığın ancak yol boyunca uzaktan uzağa dizili duran makinelerin çeliğinde yansıdığı, artmadığı," eksilmediği, saatin hep on ikiyi gösterdiği bir yolda, dün, bugün, yarın olamazdı; sabah akşam yoktu. Delikanlı da bunları unutmuştu zaten. Bildiği tek şey, yürümek olmuştu. Buraya niçin girmişti, nasıl girmişti, ansımıyordu artık. Niçin yürüdüğünü biliyordu ama; ışığa çıkmak için yürüyordu. Çıkınca ne olacaktı, onu da bilmiyordu ya...

Işığa varmak için... Çelik makinelerde yansıyan ışığa değil, gerçek ışığa varmak için...

Arada bir duraklıyordu yürürken. Gerçek ışık neydi ki? diye soruyordu kendi kendine. Soruyordu ya, karşılık veremiyordu bu sorusuna. Neydi? Nereden gelirdi? Ne olacaktı ? Bu soruları bile unuttuğu bir noktaya varıp dayanmıştı herhalde, sormadı artık kendi kendine herhangi bir şey...

Yürüdü.

Parası çoktan bitmişti ama makineler parasız veriyordu artık yiyecekleri. Yolun düzgünlüğünden canı sıkıldıkça dayanıveriyordu eliyle duvarların birine, bunu da neden sonra öğrenmişti; dayanınca duvarlar dalgalanıyor, büksülleşiyor, köşeleniyordu. Sonra sonra düzeliyordu gene.

Yürüyordu. Işık daha yakına gelmiş değildi. Hâlâ makineden makineye yansıyordu. Ne var ki, gözleri alışmıştı bu dehlizin karanlığına. Işık bolmuş, her yer aydınlıkmış gibi geliyordu ona artık. Ama ışığın nerede olduğunu biliyordu daha. Bildiği için de yürüyordu. Yürüyebiliyordu. Ulaşacaktı ışığa.

Makinelerin seyrelmeğe başladığı, kafasına dank etti bir ara. Kaç zamandır acıkıyor, ayakta duramayacak hale geliyor, düşüp kalkıyor, ondan sonra ancak, bir yiyecek makinesine varabiliyordu. Boğazı kurumadan, gözleri zonklamadan su makinesine ulaşamıyordu.

Adımlarını hızlandırmağa karar verdi. Neredeyse koşuyordu artık. Ama makineler hep daha uzaktaydı, hep daha büyük aralıklarla çıkıyordu karşısına.

«Öleceğim,» dedi bir ara, «bu yol insanları öldürmek için böyle yapılmış olacak...»

Ölmüyordu. Ölmemek için koşuyordu da, hızını durmadan artırıyordu.

Tıkanıyor, duraklıyordu ara ara. Ama «koşmalı,» diyordu ardından, «koşmalı, yetişebilmeliyim bir makineye, ölmeden, bitkin düşmeden...»

Artık ışığa varmağı bile düşünmez olmuştu. Işık sonradan düşünülecek şeydi. Makineler. Makineler. Varsa yoksa onlar. Ölmemek için makinelere ulaşmak gerekti.

Ama makineler seyreldikçe ışık da artıyor gibiydi sanki. Bunu, derisinin ağartısından anlıyordu. Elleri, kollan ağarıyordu gitgide; makineleri artık yansıttıkları ışıktan değil, karaltılarından seçebiliyor gibiydi.

Duvarlar sertleşmişti. Yol artık dümdüz uzanıyor durmadan yokuş yukarı çıkıyordu. Dümdüz uzandığım ayaklarıyla değil, gözleriyle görüyordu şimdi. Işık çok artmış demekti bu. Makineler seyreldikçe seyreliyordu Koştukça koşuyordu o da Ama ışığı, gerçek ışığı seçer gibi oldukça, makineleri unutmağa başladı. Birini atladı bile bir ara ötekine doğru koştu. Işık görünüyordu artık. Yolun sonu gözükmüştü. Kalıbını basabilirdi buna.

Ama şimdi, ışık arttıkça, uyuyup uyanıp ışığın hep yeğinleşerek orada, yolun ucunda durduğunu gördükçe kafasının içinde tuhaf bir bulantı duyar olmuştu. Gönlünde değil, beyninin içinde bir bulantı.

Bir daha uyudu kalktı. Işık daha da artmış gibiydi. Işıkla birlikte başka bir şey geliyordu artık. Neden sonra anladı. Hava, yel gibi bir şeydi bu gelen. Koştu, koştu, daha koştu. Yelle birlikte bir koku da geliyordu şimdi. Ansıyamadı önce, sonra ansızın «çiçek kokusu» diye bağırdı. Sesi çınladı dehlizde. Unuttuğu sesi. Diş diş sesi. Aklından çıkmış ne kadar şey varsa geri geliyordu şimdi. İnsanlar, başkaları, kalabalıklar... Arıları ansıyordu. Arıların çiçeklere çokuşmasını... Sinekleri; sineklerin tatlıya üşüşmesini... Kuşların konup kalkmasını ansıyordu. Yemiyordu, içmiyordu, makineler var mıydı, yok muydu, farkında değildi. Bir delik büyüyordu uzakta, ağır ağır. Delik gözlerini acıtıyordu; kırpıştırıyordu gözlerim; derisi ağardıkça buruşuyordu. Delik beynine beynine saplanıyordu büyüdükçe. «Delik değil,» diye düşündü sonunda, «ışık, bu beynime saplanan...»

Delik büyüdükçe gözleri kararmağa başladı. «Yeniden mi karanlığa giriyorum,» diye korktu, «delik diye gördüğüm de ışığı yansıtan başka bir nesne mi yoksa?» Değildi ama. Hava da, yel de, kokular da, birtakım uğultular da artıyordu. Delik gerçekti, ışık gerçekti. Ama gözleri niye kararıyordu ki ?

Durdu. Alnına götürdü elini. Oraya saplanmış acıyı silmek istedi. Bir şey sıvaştı parmaklarına. Kandı bu sıvaşan, herhalde. Sıcaktı, yıvışıktı, akıyordu; alnının o çok acıyan yerinden akıyordu. Duvara çarpmış olacaktı. Bir adım attı, duvara dayandı ayağı. Gözü kararmıştı muhakkak, çarpmıştı duvara. Ama başını çevirince karşı duvarı seçemedi. El yordamıyla buldu onu. Gene deliğe doğru yürümeğe başladı. Koşmuyordu şimdi. Delik, bulutların ardından, dumanların ardından ölgün ölgün ışıyor gibiydi. Dumanı, bulutları yeniden ansıyordu demek. Ama delik gitgide yitiyordu karşısında.

Sonra göremedi artık deliği. Kör olduğunu anladı. Durdu. Geri dönse, karanlığa dalsa, gözleri yeniden açılır mıydı? Ne yürek kalmıştı onda bu işi yapacak, ne de bacaklarında güç... Açtı, susuzdu. Duvarı yoklaya yoklaya giden eli ansızın boşlukta sallandı. Ne sağında duvar vardı, ne solunda. Yel yüzüne çarpıyordu. Ortalık buram buram çiçek kokuyor, böcek vızıltıları kulaklarını uğuldatıyordu. Delikten çıkmış olmalıydı. Işığa çıkmıştı.

Yüzünü kaldırdı. Güneş sıcacık, yayılıyordu yüzüne Aşağıdan, uzaktan, dalgaların yürek gibi atan gürültüsü geliyordu. Ayağı bir yere dayandı. Eliyle yokladı. Düz bir kaya olmalıydı bu. Oturdu. Yüzünü gene kaldırdı. Sıcaklık yüzünden içine doğru yayıldı. Ama en içinde, buz gibi duran bir nokta vardı. Işığın sıcaklığı bu noktaya ulaşamıyordu. İçi de, dışı da, yapayalnızdı bu sıcakta, bu ışıksızlıkta.

«Ölüler, içinden soğumağa başlar galiba,» dedi Güzel yürek buracak kadar güzel, gencecik yüzü yukarıda, ayakları bitişik, elleri kayanın iki kıyısına sıkı sıkı yapışmış, kaldı, öylece.


Bilge Karasu, 1968
* “Göçmüş Kediler Bahçesi”, Bilge Karasu, Metis Yayınları, 8. baskı: İstanbul, Ağustos 2008.  

Ağustos 1969 içinde, Ali Poyrazoğlu şunu anlattı:

Adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki yanında hep kalsın istemiş. Her gün suyunu tazelermiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. Bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. Balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. Gel zaman git zaman adamın içine merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye… (Bana sorarsanız, balık ya alıkmış ya da adamı gereğinden çok seviyormuş ki bu da bir çeşit alıklık olabiliyor sırasında. Dönelim gene Ali Poyrazoğlu’ nun masalına.) Balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da alışmış. Günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. Balığı da yanında. Koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. Çocuklar geçiyormuş oradan o ara. Balığı görmüşler. Nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım, demişler. Adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde.

Bu konuda Lévi-Strauss’un ilkesini benimseyeceğim, bu iki masal arasındaki aykırılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir bence, diyeceğim.
~~~

Kaynak: https://ilknusha.com/

Penguen


penguen 
bana sırtını dönme 
biliyorum, sana benziyorum 
ve içinde saklı tuttuğun yele. 

penguen 
benim de içimde saklı tuttuğum 
buzlu kıyılar, çığlık hatıraları 
ben de senin kadar kaçkınım ve yaralı. 

kim bağışlayacak beni, penguen 
çizdim senin beyaz ve narin yerini. 

bir yanım bembeyaz ışık 
kör ediyor, bir yanım zehir gece 
parktaki salıncağa binmeyi 
beceremedim bugün ben de. 

penguen bana sırtını dönme. 
unutmadım aramızdaki beceriksiz dili. 
dünya yordu bizi. benim de söyleyemediklerim 
var. hiç söyleyemeyeceğim onları belki de. 
uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu, 
geldikçe anlıyorum ki, biz, 
bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile. 

penguen, 
kim bağışlayacak beni 
çizdim senin beyaz ve narin yerini 
elimde unuttuğun ince metalle.


Birhan Keskin

29 Eylül 2016 Perşembe

Hiç kimse bir ada değildir


    Hiç kimse bir ada değildir
    Kendinden ibaret,
    Her kişi kıtanın bir parçası
    Bir avuç toprak kaysa denize
    Küçülür Avrupa
    Bir yalıyar göçmüşçesine
    Göçmüşçesine bir dostunun çiftliği
    Ya da seninki:
    Her insanın ölümü azaltır beni
    Çünkü insanlık umurumda,
    Sorma o halde kime çalıyor diye çanlar
    Sana çalıyorlar.


    No man is an island,
    Entire of itself,
    Every man is a piece of the continent,
    A part of the main.
    If a clod be washed away by the sea,
    Europe is the less.
    As well as if a promontory were.
    As well as if a manor of thy friend's
    Or of thine own were:
    Any man's death diminishes me,
    Because I am involved in mankind,
    And therefore never send to know for whom the bell tolls;
    It tolls for thee.

     John Donne (1572-1631)
     Çeviri : Barış Pirhasan

     Fotoğraf: Marc Helleboid, 1987

Bir Misafirliğe Gitsem


Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam…
Kalktığımda yatağım hâlâ lavanta koksa
Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar
Nerde olduğumu hatırlamasam
Hatta adımı bile unutsam…
Melih Cevdet Anday
Fotoğraf: Saime Akat, Gökçeada

26 Eylül 2016 Pazartesi

Kedilerin Adlandırılması

Zor iştir kedilerin adlandırılması,
Zannetmeyin ki tatil günü oyunlarınızdan biridir
sadece;
Çatlağın teki olduğumu düşünebilirsiniz,
Her kedinin en az ÜÇ AYRI ADI olması gerektiğini söylersem.
Hepsinden önce ailenin kullandığı şu gündelik ad vardır,
Peter, Augustus, Alonso ya da James gibi,
Victor ya da Jonathan gibi, George ya da Bill Bailey gibi –
Her biri anlamlı gündelik adlardır nitekim.
Hoşunuza gider mi bilmem ama,
Daha süslü adlar vardır bir de:
Plato, Admetus, Electra, Demeter gibi—
Ama her biri anlamlı gündelik adlardır nitekim.
Fakat ben derim ki, her kedinin farklı bir adı olması gerek,
Özel bir adının, daha gururlu bir adının olması gerek,
Başka türlü nasıl dik tutabilir kuyruğunu,
Nasıl gerebilir bıyığını, nasıl yaşatabilir gururunu?
Bu tür adlardan bir grup veriyorum işte size:
Munkustrap, Quaxo veya Coricopat gibi,
Ya da mesela Bombalurina veya Jellylorum—
Bu adları taşıyabilir ancak bir kedi.
Ama tüm bunların üstünde ve dışında bir ad daha var,
Bir ad ki tahmin edemezsiniz asla –
Ama KEDİNİN KENDİSİ bilir ve itiraf etmez hiçbir zaman.
Baktınız ki dalmış bir kedi derin düşüncelere,
Diyeceğim o ki, nedeni aynıdır hep:
Kafasını takmıştır adını düşünmeye, düşünmeye,
düşünmeye:
Dile gelmez, gelse bile getirilemez
Derin ve akıl sır ermez
Biricik Ad’ını.

Thomas S. Eliot

Çeviri: Ulus Baker

İzleyiciler