31 Aralık 2016 Cumartesi

‘Bir yangının külünden…’

Babam Özdemir Asaf’ın bizlerden ayrılışının üzerinden 31 yıl geçti, halam Özgönül’ün ise 15 gün. Babam 11 Haziran, halam 12 Haziran 1923’te Ankara’da doğmuşlar. Ayrı gün ikizleri. 
Şûrayı Devlet’in (Danıştay) kurulmasında büyük emeği olan dedem Mehmet Asaf’a 1922 yılında Atatürk’ten bir haber gelir: “Asaf’a söyleyin, Ankara’ya gelsin.” Aile, İstanbul’dan Ankara’ya taşınır. İkizlerin doğumunu, Ankara’daki bir hastanede Operatör Dr. Mim Kemal Öke yapar. 
Mehmet Asaf, kısa süren hastalığının ardından 1930 yılında vefat eder. Aile tekrar İstanbul’a taşınır. İkizler okul çağındadır. Atatürk, İsmet İnönü’ye “Asaf’ın çocuklarını bir okula yerleştirin” talimatını verir. O dönemde soyadı olmadığı için babam ilkokula Özdemir Asaf olarak kaydolur. 1934’te çıkan Soyadı Kanunu ile babaannem Arun soyadını alır.
Üniversite eğitimini yarım bırakan babam, annemle evlenir. Şakacı yönü az bilinen babamın, benim doğumumla ilgili hoş bir anısı var:
İstanbul, Acıbadem’deki köşkün büyük bir bahçesi, bahçede de meyve ağaçları vardır. 26 Haziran 1947 günü bahçeden toplanan armutlar büyük bir iştahla yenir. Annem hamile olduğu için biraz daha fazla yer. Akşam herkes odasına çekilince annem, “Özdemir, çok sancım var” der.
Babam da “Haklısın Sabahat, benim de çok sancım var. O kadar armut yememeliydik” diye cevap verir. Babam uyur, ama annem uyuyamaz. Tekrar seslenir: “Özdemir, dayanamıyorum, çok sancım var.” Babam “Uyuduğuma bakma, benim de çok sancım var, ben de dayanamıyorum” der.
Sabah olduğunda annem hâlâ sancılıdır. Babaannem, babateyzem, halam, annemi Zeynep Kâmil Hastanesi’ne götürürler. Sancının armuttan değil, doğumdan olduğu anlaşılır.
Babam, şiirlerinde babasının Asaf ismini kullanır, oysa asıl ismi Halit Özdemir Arun’dur. 1950 yılında Cağaloğlu’nda bir matbaa açar. Açılış işlemleri için gittiği vergi dairesindeki memur adını sorar. R’leri “ğ” olarak söyleyen babam “Halit Özdemiğ Ağun” der. Özdemir, bilinen bir isim olduğu için memur belgelere “Halit Özdemir Ağun” yazar.
Babam, bankonun üzerinden eğilerek bakar. Yanlış yazıldığını görünce “Soyadımı yanlış yazdınız. Doğğusu Ağun” der. Memur yüzüne bakar. “Evet, Ağun” der. “Hayığ, hayığ Ağğun.” “Beyefendi anladım. Ağun.” Babam sinirlenir. Cebinden kalemini kâğıdını çıkarır, kocaman harflerle ARUN yazar, R’lere basa basa yüksek sesle okur. “AĞĞĞĞĞUN.”
Bir gün de matbaadan çıkıp Karaköy’e gitmek için bindiği taksinin şoförü sorar:
“Neğeye biğadeğ?” Babam utancından “Kağaköy” diyemez, “Eminönü” der. İner. Oradan Karaköy’e kadar yürür.
Can Yücel, 28 Ocak 1981 günü Bebek Camisi’nden Aşiyan’a kadar geldikten sonra “Cenaze Dönüşü” adlı bir şiir yazar: “Anlaşıldı bu / R’lerin intikamı / Onlar yuttu Özdemir Asaf’ı.”
Babamın en sevdiği şarkı, sözlerini Şemsi Belli’nin yazdığı “Aşiyan Yolları”dır: “Gönül penceresinden / Ansızın bakıp geçtin / Bir yangının külünü / Yeniden yakıp geçtin.”
Kelimelere başka anlamlar yüklemesini sevdiğinden, “Gönül penceresinden / Ansızın bakıp geçtin / Bir yangının külünden / Yeniden yanıp geçtin” diye okurdu şarkının sözlerini. Son iki dizede değiştirdiği kelimeler bana, Anka Kuşu’nu hatırlatır.
Röntgenlerin korunduğu sarı kâğıda hastanede yazdığı son şiir isimsizdir: “Hastanede / Veya / Hapishanede / Hayatını yazma! / Sonunu bir merak eden çıkabilir // Hastanede her gece insan / Birkaç yaşam yitirebilir ya da yaşayabilir / Hapishanede ise her sabah.”
Halam Özgönül ise edebiyatın okuyucu tarafındaydı. Türk müziğini çok severdi. En sevdiği şarkı, sözlerini Selahattin İçli’nin yazdığı “Bir Tanem”dir: “Bir sabah, bakacaksın ki bir tanem, / Ben yokum…”
Şarkı “Ben yokum” diye bitiyor ama onlar hep var olacaklar. Babam zaten “Ölü yaşayanlar yaşayan ölüleri çekemezler” diye yazmış.
Özdemir ile ikizi Özgönül 15 Ocak 2012 günü buluştular sanıyorum.
31 yıl önce yitirdiğimiz Özdemir Asaf’ı, “Yaşam” şiiriyle hatırlayalım:
“Sanırım görmediniz; / Şimdi şuradan geçti. / Yazık görmediyseniz, / Böcek gibi güzeldi.”
Nasılsın Özdemir Asaf. Hoşça kal Özgönül Arun.

Seda Arun
(Cumhuriyet - 30 Ocak 2012)

23 Aralık 2016 Cuma

Cezalandırıyorum, Cezalandırılıyorum

■ Okul hayatınızı düşünün… Hatırlarsınız: Sınıfınızdan biri, sınıfın genel duruşuna ters algılandıkça, sınıf yavaş yavaş o kişiye sırtını dönüp onu sessizce lanetleyebilir. Sınıf, topluca fotoğraf çektirirken dahi, o öğrenciyi aralarına davet etmemeye başlayabilir. Kişinin esprilerine, hattâ itirazlarına dahi kulak tıkanabilir… Bazen de dolaylı ya da doğrudan jestlerle, -örneğin o kişiyle öğretmeninin arasında geçebilecek bir tartışmada dahi- öğretmenden yana bir çizgide bile bile durulurken, daha sonraları sınıf, kişiye tamamen duyarsızlaşabilir… Yani birey, sınıfça, -artık bütünüyle- yok hükmünde bir noktaya hapsedilebilir: Bu ceza türündense, tarihe yön veren diyalektik doğar.

■ İlgimi çeken Latince bir deyim var: Roma İmparatorluğu’nda, bir önceki imparatordan rahatsızlık duyuluyorsa, o imparatora ait her şey, -heykelleri, büstleri, hattâ yaşadığına kanıt sayılabilecek belgeler ve yazıtlar dahi- yeni imparatorun kışkırttığı senato kararıyla yok edilebilir: Buna Damnatio Memoriae denilir; “hatıranın lanetlenmesi”. Bu ‘lanetleme ve imha süreci’nin benzerlerine, antik Efes’ten Mısır’a; Venedik’ten, Sovyetler Birliği’ne; Osmanlı İmparatorluğu’ndan, Türkiye Cumhuriyeti’ne; tarihteki her toplulukta rastlanabilir… Hristiyanlık’taki ‘anathema’dan ziyade,  Yahudi kültüründeki ‘yimakh shemo’ya benzer bu: Yahudi Soykırımı uygulamış Hitler ve yandaşları, Nazi rejimi çökünce, Swastika sembollerinden  propaganda kitaplarına, dünya çapında bir “De-Nazi-fikasyon”a uğratılmışlardır. Irak’ta Baas rejimi devrilirken,  Bağdat’taki Saddam Hüseyin heykelinin, -tüm dünya canlı yayında izlerken- yıkılmasıyla başlayan sürece de, Antik Roma’daki işleme atıfla “Saddamnatio Memoriae” denilmiştir.

Orwell1984 romanında psiko-linguistik bir tez ileri sürer: Romandaki iktidar odağı, Newspeak denilen ‘resmî dil’i yaratır; bazı kelimeler cezalandırılarak sözlükten atılır; insanların, yok sayılan kelimelerin anlamları üzerine düşünme ihtimalleri de böylece yok edilmeye çalışılır.  “Özgürlük” kelimesinin kitapta başına geldiği gibi… ‘Yasaklı kelimeler’in yanısıra, ‘unperson’lar ilân edilir: ‘Görmezden gelinen’ sakıncalılar… “Bunlar” önce lanetlenir, sonra da “Yoktu, hiç varolmadı” noktasında buharlaştırılır. Sosyal psikolog Geoff Macdonald’ sa, ABD okullarındaki silahlı saldırılar üzerine çalışmasında, saldırı gerçekleştirenlerin çoğunun,  ‘unperson’ çocuklardan çıktığını ortaya koyar: Yani suyun, buhar olunca yok olmadığını… ‘Sosyal dışlanma’ya uğratılan ideolojiler, bireyler, ırklar, azınlıklar, ‘marjinal’ veya ‘hain’ tanımı içine alınıp da haklarında “Damnatio Memoriae” ilân edilenler; bir gün mutlaka geri dönerler: Stadyumlardan adı silinen bir liderin fikirleripotansiyel terörist olduğu şüphesiyle otomatikman dışlanan bir mülteci, sınıfta yalnız bırakılan sade bir öğrenci… ‘Eski’ nin cezalandırılanı, kolaylıkla, Yeni Ortaçağ’ın ceza veren gücüne dönüşebilir: Kimi zaman karşı-devrim yaparak; bazen devlet başkanı olarak; bazen de canlı bombaya dönüşerek.

Sayı 706, Sayfa 20 (31 Mart 2016, Perşembe)


20 Aralık 2016 Salı

Nesin ?


"1934 yılında Soyadı Kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendisine soyadını kendisi seçtiği için, insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı.

Dünyanın en cimrileri “Eli açık”, dünyanın en korkakları “Yürekli”, dünyanın en tembelleri “Çalışkan” gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazılabilecek bir zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine “Çeviker” soyadını almıştı.

Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılık anlatan soyadlarını kapışıyorlardı.

Hertürlü yağmada hep sona kaldığım için, güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime “Nesin” soyadını aldım. Herkes “Nesin?” diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim, istedim.

Aziz Nesin

12 Aralık 2016 Pazartesi

Yalnız

Yalnızlığı hiç bilmeyeceksin.
	Kuytular, tanrılarındır.
Çağlar ve sınırlar ötesinden
Sana hep seslenecek can çekişen kurbanlar.
Hangi ıssızlığa varsan
	çağrışan açlar bulacaksın
Başaklar sallanırken tâ uzaklarda
Altın ve hayırsız,
	Yaşamak yorgunu açlar
Bir kapkara iman gibi davet edecek
	Seni görkemli beraberliğine.

Yalnızlığı hiç bilmeyeceksin
	Korkular, tanrılarındır.
Bir ülkü uğruna kurban düşen yiğitler var:
Can yoldaşı, kan kardeşisin onlar için
Bir yaman türkü söylüyorlar sana.
Tarih
	Kahraman sesleri hep boğmuş bir cellat
			Dün, bugün ve yarın
En uzak güneşlere türküler yakanlar,
Bir coşkulu isyan gibi davet edecek
		Seni görkemli beraberliğine.

Yalnızlığı hiç bilmeyeceksin.
Tenhadaki lanetli sular, tanrılarındır.
Ve bilir belki yaşlanan ırmak
		Gölge olmak değil onun yazgısı,
Baş eğmemek, yiğitçe haykırmak;
Gölden göle, dağdan denize
Özgür akarak bentleri kırmak…
		Kör kuyular, tanrılarındır.
Bilge olmaktır ırmağın yazgısı,
Sormağı bilmek yanıtsız soruyu.
Susmağı bilmek ve coşup durmağı.
		Köhnemiş dağlara, ham meyvalara
Taze bir ses taşıyıp bir yeni çağ açtırmak.

Akıp giden bir akıldır ölüm,
			bilir bunu su.
Toprakta hep ezilse de aşkın uğultusu,
Çağıldayan o ölümsüz pınarlar, ummanlar
		davet edecek
		Seni görkemli beraberliğine.

Yalnızlığı hiç bilmeyeceksin.
	Aşkı sönük uykular, tanrılarındır.
Sen öyle soylu ve günseviler yarattın ki
Sevgililer, tek bir ağaç olmağa
Can atan güçlü bir orman gibi davet edecek
		Sen görkemli beraberliğine.

Yalnızlığı hiç bilmeyeceksin
		Bin gözle bakıp okşadığın
Açlar ve yiğitler, yoksullar ve sevenler
Sönmek diye bir yazgıya başkaldırarak,
Susarken yaman türküler söyleyen
		Güneşler gibi
		Davet edecek
		Seni görkemli beraberliğine.
Talât Sait Halman

10 Aralık 2016 Cumartesi

Faşizm geliyorsa nasıl yaşamalı ?

1. Öğüt

Otoriterliğin gücünün büyük bir kısmı bizim ona kazandırdığımız bir güçtür: Şimdilerde yaşadığımıza benzer zamanlarda, baskıcı bir hükümetin uygulamaları yüzünden zarar görmekten çekinen insanlar o hükümetin kendilerinden daha neler isteyebileceğini düşünürler. Hükümet bunları talep etmeyi henüz aklına getirmemiş olabileceği veya göze alamadığı halde, insanlar kendilerine uygulanacağını hayal ettikleri baskıya göre hareket etmeye başlarlar.
Öngörüye bağlı itaat, hükümete halka daha fazla ne yapılabileceğini işaret eder ve özgürlüğün kaybını hızlandırır.
Bunu şimdiye kadar yapmış olabilirsiniz, bundan sonra yapmamaya dikkat edin.

2. Öğüt

Elde kalan kurumları savun. Savunulacak kurum bir gazete, bir okul, bir üniversite, bir sivil toplum örgütü, bir dergi, bir sanat kurumu, bir dernek olabilir. O kurumlarda etkin olmaya çalış, hiç olmazsa varlığını hissettir. Bir davayı takip et. Bir gazeteyi satın alarak yaşat. Biz kurumları sahiplenmezsek, onlar için ve onlar adına harekete geçmezsek kurumlar hiçbir zaman bizim olmazlar. Kurumlar kendi kendilerini savunamazlar. Baştan beri sahiplenilip savunulmazlarsa faşizm geldiğinde kurumlar domino taşları gibi düşerler.
Ek: Başkalarıyla mutlu hayat ancak adil kurumlar varsa mümkündür diyor Paul Ricoeur. Kendi hayatına çekilmek, kendini toplumsal olayların akışına teslim etmek sana mutluluk getirmez, çünkü kurumsal adaletin olmadığı yerde mutluluk da yoktur. Mutluluk içte yaşanan bireysel bir ruh haline indirgenemez.

3. Öğüt

“Faşizm koşullarında en büyük devrimcilik, işini iyi yapmaktır.” (Walter Benjamin)
Faşist rejimlerde devlet liderleri kötü örnek oluştururlar: Onların muktedir kıldığı bazı kişilerin artık yasaya uymama özgürlüğü vardır. Bazı kişilere, gruplara rant, talan, yalan özgürlüğü verilmiştir; zayıflara da sadece yalanlara inanma, katledilme, tecavüz edilme özgürlüğü kalmıştır.
Böyle zamanlarda, normal halde işler düzgün yürüdüğü için kullanılması pek gerekmeyen meslek ahlakı dilinizi hatırlayın. Meslek ahlakı, adil pratiği savunmaya yarar. Avukatlar işini iyi yaparsa, yargıçlar işini iyi yaparsa bir hukuk devletini yıkmak zorlaşır. Bu diğer kurumlar için de geçerli. Kurumlar insanlar sayesinde vardır. Meslek ahlakı, muktedirin sizden yapmanızı talep ettiği yanlış işleri niye yapamayacağınızı gerekçelendirmeye yarar.

4. Öğüt

Politikacıları dinlerken bazı kelimeleri nasıl kullandıklarına dikkat edin. Bu kelimeleri sorgulamayı öğrenin. “Terörist”, “vatan haini” gibi kelimeler çok geniş bir anlamda kullanılmaktadır. “Olağanüstü hal”, “aciliyet” gibi çok önemli kavramları duyduğunuzda uyumayın.
Olağanüstü halde hükümet yetkililerine göre terör, devletin bekasına karşı olduğuna hükmettikleri tutumların bütünüdür. Küçük bir çocuğun yaptığı yaramazlık, mini etekli bir kadın, öpüşen eşcinsel bir çift, bir popstarın bir mitinge katılma davetini geri çevirmesi, facebook’ta bir haber sitesinde çıkmış bir haberi paylaşmak, barış için verilen bir imza, bir gazeteyi okumak, sembolik dayanışma eylemleri terör ile yan yana getirilebilir. Terör unsuru olarak algılanan şeyler yeri geldiğinde taş, sopa, flama veya bir baret dahi olabilir.
Peki, gerçekte terör nedir? Terörist diye kime denir? Teröristlerin amacı veya hedefi nedir?Terör kelime anlamıyla herhangi bir amaç uğruna, konu ile ilgisi olmayan bireylere yöneltilmiş şiddet eylemlerinin bütünüdür. Terörist siyasal davasını kabul ettirmek için karşı tarafa korku salacak davranışlarda bulunan, eylemler yapan kimsedir. Politikacılar, gazeteciler, yazarlar terörist değildirler.
Yurtsever dil kullanılarak şiddete başvurmayan insanların “terörist” olarak adlandırılıp dışlanmasına veya cezalandırılmasına öfkelenin, öfkenizi uygun bir dille ifade edin.

5. Öğüt

Akıl almaz şeylerle karşılaştığında, örneğin ülkede bir yerde bir canlı bomba patlayıp yüz kişi öldüğünde veya başka bir terör eylemi gerçekleştiğinde sakin ol ve şunu hatırla: tüm otoriter rejimler, iktidarlarını daha da sağlamlaştırmak için böyle saldırılara gerek duyarlar, sivillerin zarar gördüğü böyle olaylara göz yumar, kışkırtır, hatta planlar ve gerçekleştirirler. Bu olaylara tanık olan insanlar korkacak, endişeyle yaşayacak, hayatlarını daraltacak, özgürlüklerini daha az talep edecek, kendiliğinden hareket etme güçlerini, bir araya gelme isteklerini kaybedeceklerdir. Bu duygulara kapılan bir halkın, güvenlik gerekçesiyle özgürlükleri elinden alınsa bile güçlü bir lideri destekleme eğilimi artar. Reichstag yangınını düşün. Hitler bu olayı bahane ederek güçler ayrımını ve dengesini ortadan kaldırmış, çok partili siyasal hayatı sona erdirmiştir. Bu eski bir oyundur, bu oyuna gelme.

6. Öğüt

Dile özen göster. Herkesin kullandığı cümleleri kullanmaktan kaçın. Herkesin söylediği bir şeyi söyleyeceksen bile onu nasıl söyleyeceğine kafa yor. Sadece ne dediğin önemli değil, nasıl dediğin de çok önemlidir. Faşizme karşı mücadele faşistlerin kullandığı dili kullanarak yapılamaz. Düşünen, kavramaya çalışan, kavramsallaştıran, sorgulayan, şüphe eden, ötekini dinleyen, duyan, hisseden, hatta konuşturan bir söyleme biçimi edinmeye çalış. Toplumsal olaylar karşısında kitlelerin kapıldığı heyecan, hiçbir ‘şok’ seni bu dilden vazgeçiremesin. Tepki dilini o anda kuramıyorsan tepki verme, daha sonra konuş.
Küfretme: küfrün kadın nefreti, cinsiyet temelli nefret söylemi, erkek iktidarını güçlendiren bir dil olduğunu aklında tut. Küfür, öfkesinin sebeplerini açıklayacak kadar düşünmeye ve konuşmaya vakti olmayanların çaresizliğidir. Lümpen faşistler böyle konuşur. Öfke dilini kullan, öfkeni ifade et, fakat bunu yaparken düşünmeyi bırakma.
Yatmadan önce internete girme. Elektronik aletlerini yatak odası dışında bir yerde şarj et ve oku. Bunun sebebi şu: Sadece sosyal medya okumamalısın. Düşünce dilini inceltmek, geliştirmek için kitap okumalısın. Yaşadıklarımızı daha iyi düşünmek için ne okumalı? Belki Václav Havel’in Güçsüzlerin Gücü’nü, George Orwell’in 1984’ünü, Czesław Milosz’un Tutsak Edilmiş Akıl’ını, Albert Camus’nün Başkaldıran İnsan’ını, Hannah Arendt’ın Totalitarizmin Kaynakları’nı ya da Peter Pomerantsev’in Hiçbir Şey Doğru Değil ve Herşey Mümkün’ünü.

7. Öğüt

İtiraz et. Birileri etmeli. Doğruyu söyle. Birileri doğruyu söylemeyi göze almalı. Bu senin karakterin için de önemli. Ne fazla gözü kara ol ne de çok korkak biri: Cesaret söyleyeceklerini doğru zamanda, uygun bir dille söyleyerek iki uçtan kaçınıp ortayı düşünerek bulmaya denir. Elbette hiçbirimiz kendimizi kolayca ele vermemeli, hapse girmemeye çalışmalıyız. Ama biz bile konuştuğumuz için hapse giriyorsak dışarısı içerisinden çok daha kötü hale gelmiş demektir. İnsan cesurca konuşa konuşa cesur biri olur. Bunu yapamazsak, yavaş yavaş yalanların içinde kendimizi de kaybederiz. Zamanla bizden eser kalmaz. En büyük kayıp hakikatin kaybı, kendiliğin kaybıdır.
Sözde ve davranışta etrafa uyum sağlayarak, sürüden biri gibi davranmaktan vazgeç. Çoğumuza çocukken öne çıkmamayı, göze batmamayı, böylece daha az zarar göreceğimizi öğretmişlerdir. Şimdi farklı bir şey yapmak ya da söylemek insana kendisini garip hissettirebilir. Çoğunluk susarken konuşmak seni tedirgin edebilir. Fakat zaten artık herkes tedirgin değil mi? Tedirginlikle yaşamayı başarıyorsak biraz daha tedirgin olmayı göze alabiliriz.
Aslında içinde bulunduğumuz şartlarda, bu huzursuzluk olmadan özgürlük mümkün değil. Sen bir örnek oluşturduğunda, sessiz çoğunluktan olmanın efsunu ortadan kalkar, korku eşiği daha kolay aşılır, diğerleri de seni takip edip itiraz etmeye başlayacaktır.

8. Öğüt

Doğru ile yanlışın birbirinden ayırt edilebileceğine, gerçeği bulabileceğimize ve doğruyu söyleyebileceğimize inan.
Gerçeğe ulaşma çabanda seni yoran, umutsuzluğa kaptıran, hakikat arayışından vazgeçmene sebep olabilecek bir bilgi kirliliği, siyasi çarpıtma, algı operasyonu, savaş propagandası var. Ülkede medya iktidarın söyleminin dışına çıkamıyor. Farklı düşünen gazetecilerin çoğu hapiste. Gerçeğe savaş açılmış sanki.
Medyaya bakarak savaş bölgelerinde ne olduğuna karar vermek zor. O bölgede çıkarları olan veya bilfiil savaşan devletler kendi amaçları doğrultusunda açıklamalar yapmaktalar. Sivil halktan kişiler kendi deneyimlerini aktarmaya çalıştıklarında onlar da, terörist olmakla suçlanıyor. Sosyal medyada muktedirlerin binlerce trolü dolaşıyor, sırf söyleme aykırı deneyimlerin bize iletilmesini engellesinler, biz gerçeğe ulaşamayalım diye.
Faşizmde yalanın toplumsal olarak örgütlendiğine tanıklık ederiz. Halkın bir kısmının bunu fark ettiğini, kabul ettiğini ve artık hakikatle, gerçekle, olgularla ilgilenmemeye başladığını hissederiz. Normal zamanlarda ahlaksızlık olarak görülen edimler artık kanıksanmaktadır. Muktedirin topluma söyledikleri yalanların, çelişkilerin, tutarsızlıkların, saçmalıkların artık önemi yoktur. Kitleler güçten yana olmayı varoluşunun koşulu gibi görmektedir.
Bu durumda sana da çeşitli söylemler arasında dolaşmak, farklı söylemleri, sözleri, yazıları birbiriyle karşılaştırarak hakikate ulaşmaya çabalamak kalmıştır. Her okuduğuna inanmaman, bağlamı gözden kaçırmaman, satır aralarını okuman, safsataları ayırt etmen, yapılan konuşmaların performatif boyutunu gözden kaçırmaman gerekir.
Dil gerçekliği şekillendiriyor elbette ve bunu yapmaya aday birden fazla dil var. Gerçeğe ulaşma çabanda başkalarının somut deneyimlerine, yaşananın diline öncelik vermeyi ilke edin. Tanıklıkları dinle.
Olgular çıplak değilse bile olgular yoksa özgürlük de yoktur. Eğer hiçbir şey doğru değilse iktidarı da kimse eleştiremez, çünkü eleştirinin bir zemini yoktur. Hiçbir şey gerçek değilse, her şey gösteriden ibarettir. Parası olan düdüğü çalıyor demektir.
Prof. Timothy D. Snyder
(Çeviren ve Derleyen: Prof.Zeynep Direk)

siyasihaber3.org web sitesinden alınmıştır

26 Kasım 2016 Cumartesi

Bizim Fidel


Kelimelere düşkünlüğü… Baştan çıkarıcılığı… Nerede olursa olsun karşılaştığı her sorunun peşine düşer. İlham gücünün sürükleyiciliği tarzına yakışır. Beğenisinin vüsati, kitaplarına gayet iyi yansımıştır. Sigarayla savaşta moral üstünlük sağlayabilmek amacıyla puro içmeyi bırakmıştır. Bir tür bilimsel şevkle çözümler yaratmayı sever. Her gün birkaç saat egzersiz yapıp, sık sık yüzerek enfes formunu korur. Alt edilemeyecek denli sebatkârdır; katı disiplin sahibidir. Umulmayana, hayal gücü sayesinde ulaşmıştır. Çalışmayı öğrenmek, dinlenmeyi öğrenmek kadar önemlidir.
Helak olacak kadar konuşur; konuşarak dinlenir. İyi yazar ve yazmayı sever. Yaşamdaki en büyük motivasyon kaynağı, riskin yarattığı heyecandır. Ancak doğaçlama ustalarına özgü hitabet gücü, onun en kusursuz niteliklerindendir.
Konuşmaya başladığında önce, sesi alçak ve konuşmasının yönü belirsizdir. Kuvvetli bir vuruşla dinleyicilerini avucuna alana kadar, adım adım, kullanabileceği her şeyden yararlanır. İlham sahibidir; karşı konulamaz, göz alıcı zarafeti, ancak bunu hissetme onurundan mahrum olanlar tarafından inkâr edilebilir. Anti-dogmatizm abidesidir.
Başucu kitaplarının yazarı Jose Martin’in düşüncelerini Marksist bir devrimin akışkanlığı ile bağdaştırabilecek kadar yeteneklidir. Belki de düşüncelerinin özü, kitlelerle uğraşmanın her şeyden önce bireylerle ilgilenmek anlamına geldiği konusundaki netliğinde yatmaktadır.
Bu, yüz yüze iletişimde sağladığı mutlak güveni açıklayabilir.
Her bir farklı durum için kullandığı ayrı bir dil ve dinleyicilerini ikna edebileceği farklı bir yaklaşımı vardır. Karşısındakilerle nasıl aynı düzeyde olabileceğini bilir. Engin, müteferrik bilgisi, her türlü ortamda rahat hissetmesini sağlar. Şu kesindir ki, nerede, nasıl ve kiminle olursa olsun Fidel Castro orada kazanmak için bulunur. En küçük gündelik faaliyetlerde bile sahip olduğu mağlup etmeye dönük eğiliminin, özel bir nedeni var gibidir. Hiçbir zaman teslim olmaz ve içinde bulunduğu durumu değiştirmeyi başarıp, zafer kazanana kadar durup dinlenmez.
Özellikle bir sorunun çözümüne yaklaşıldığında, hiç kimse ondan daha takıntılı olamaz. Büyük ya da küçük, herhangi bir meseleye kendisini aynı ihtiraslı tutku ile adayabilir. Hele bir de bu mesele güçlüklerle yüzleşmek anlamına geliyorsa… Hiçbir zaman böylesi anlarda olduğundan daha iyi hissedemez.
Onu yakından tanıyanların “Bir şeyler yanlış ki, sen yine mest olmuş gibisin” dedikleri vakidir.
Tekit (tekrarlamak), onun çalışma yöntemlerinden biridir. Sözgelimi, Latin Amerika’nın dış borçları, iki yıl kadar önce konuşma başlıklarından biri haline gelmişti. Bu tarihten itibaren sele, konuşmalar içerisinde genişletildi, yayıldı ve derinleştirildi. İlk söylediği şey, basit bir aritmetik çıkarım, yani bu borçların ödenemez olduğuydu. Ardından, sırf bu amaçla düzenlenen uluslararası bir toplantıda ortaya koyduğu sersemletici bulgular geldi: [Borçların] Ulusal ekonomiler üzerine etkileri, toplumsal ve siyasal yansımaları, uluslararası ilişkilerde yarattığı mutlak baskı, ortak Latin Amerika politikası için taşıdığı tartışılmaz öneme kadar varan bütünsel bir görünüm.
Onun, bir siyasetçi olarak ender rastlanan yeteneklerinden biri de, bir meselenin en uzak sonuçlarına bile nasıl evrilebileceğini sezebilmesidir. Ama bu yeteneğini, ilham patlamaları şeklinde değil, çetin ve direngen bir akıl yürütme süreci içerisinde kullanır. En büyük yardımcısı, bunaltıcı yargılar ve inanılmaz hızlı matematik hesaplamalarla dolu bir söylevi ya da özel bir konuşmayı yedeklemekte -zaman zaman da kötüye- kullandığı hafızasıdır. Ardı arkası kesilmeyen özet verilerle kaşık kaşık beslenebilmek için yardıma ihtiyaç duyar. Bilgi akışı sağlama işi, yatağından kalkmasıyla başlar. Her sabah kahvaltısına, en az iki yüz sayfalık dünya haberleri eşlik eder. Nerede olursa olsun her sabah zorunlu raporlar önüne gelir. Kendi tahminine göre, resmi raporlar, ziyaretçilerin getirdikleri ve sınırsız merakını her an uyandırabilen yazılar dışında, her gün yaklaşık elli farklı belge okumaktadır.
Herhangi bir meselede, en küçük çelişkiyi bile yakalayabildiğinden, ona verilecek her yanıt kusursuz olmalıdır. İhtiyaç duyduğu bilginin bir başka kaynağı da kitaplardır. Haris bir okuyucudur. Özel bir yöntem kullanmadığı konusunda ısrar etse de, kimse nasıl ve ne zaman bu kadar çok ve hızlı okuduğunu anlayamaz. Sık sık, günün erken saatlerinde yanına aldığı bir kitap hakkında, ertesi sabah yorumlar yaptığı bilinir. İngilizce okuyabilir ama konuşmaz. Daha çok İspanyolca okur ve eline üzerinde harfler olan herhangi bir parça kâğıdın geçtiği her an okumaya isteklidir. Ekonomi ve tarih başlıklarını düzenli olarak izler. İyi edebiyatın değerini de bilir ve yakından izler.
Gerçek nedenlerin nedenlerinin nedenlerini bulana kadar bardaktan boşanırcasına sorduğu seri ve birbirini izleyen sorularla insanları bombardımana tutma huyu vardır. Latin Amerikalı bir konuğu ayaküstü ülkesindeki pirinç tüketimi oranlarından söz ettiğinde, o anda kafasından yaptığı hesapla “çok ilginç, öyleyse herkes günde dört poundluk [yaklaşık iki kilogram] pirinç yiyor” demiştir. En iyi taktiği, bilgilerini doğrulamak ve kimi durumlarda karşısındakini tartıp ona göre muamele etmek için, yanıtlarını zaten bildiği sorular sormaktır.
Bilgi edinebileceği hiçbir fırsatı kaçırmaz. Angola savaşı sırasında katıldığı bir resmi kabulde, bir çatışmayı öylesine tarif etmişti ki, Avrupalı bir diplomatı Fidel Castro’nun o çatışmada bulunmadığına ikna etmek zor olmuştu.
Che Guevara’nın yakalanması ve öldürülmesi üzerine yaptığı açıklama, Palacio de la Moneda baskını ve Salvador Allende ’nin ölümüne ya da Flora Kasırgası’ nın yarattığı tahribata ilişkin beyanları, muazzam konuşma örnekleridir.
Latin Amerika’nın geleceğine ilişkin hayali Bolivar ve Marti’ninkiyle aynıdır: Dünyanın kaderini değiştirme kapasitesine sahip uyumlu ve özerk bir toplum. Amerika Birleşik Devletleri’ni, Küba dışında, her hangi bir ülkeden çok daha iyi tanımaktadır. İnsanlarının tabiatı, iktidar yapısı ve hükümetlerinin gizli niyetleri hakkında derin bilgisi vardır. Ambargonun yarattığı sürekli fırtınayı bunun sayesinde savuşturur.
Genellikle saatler süren görüşmelerinde, en beklenmedik kıvrımlara varana kadar titizlikten taviz vermeden her konunun üzerinde ayrıca durur. Yanlış kullanılacak tek bir sözcüğün tamiri imkânsız hasarlar yaratabileceğini bilir. Sorulara yanıt vermekten asla kaçınmaz ve asla sabrı taşmaz. Fazla kaygılanmaması için bazı gerçekleri duymasını engellemeye çalışanlar vardır. Yine de [duyar ve] bilir. Kendisinden bir şeyler saklamaya çalışan bir görevliye şöyle demiştir: “Müsterih olmam için gerçekleri benden saklıyorsun ama sonunda tüm bana hiçbir zaman anlatılmamış gerçeklerin hepsiyle birden karşı karşıya kaldığımda şoke olup öleceğim”. Yine de en ciddisi, yetersizlikleri örtmek için ondan sakladıklarıdır. Çünkü -siyasi olsun, bilimsel, sportif ya da kültürel olsun- devrimi ayakta tutan başarılara paralel olarak, gündelik hayatı her düzeyde ama özellikle de yurttaşların mutluluğu düzeyinde etkileyen büyük bir bürokratik yetersizlik söz konusudur.
Sokaklarda insanlarla konuştuğunda, bu sohbet, yepyeni anlamlar ve gerçek bir muhabbetin açıklığını taşır. Ona “Fidel” derler. Çevresini güvenle sararlar. Hakikatlerin konuşulduğu canlı bir radyo yayınında, ilk ismiyle hitap ederek, muhalif görüşlerini onunla tartışır ya da ona taleplerini iletirler. Bunlar, kendi parlaklığıyla örtülü sıradışı bir insanın görebildiğimiz yanlarıdır. Tanıdığıma inandığım Fidel Castro budur: Davranışları yalın ama hayalleri iflah olmayan, modası geçmiş sakalları olan, sözcük seçimlerinde tedbirli, görgülü, düşünceleri harikulade olmaktan daha hafif bir deyimle nitelendirilemeyecek bir adam.
Uzmanlarının er geç, kansere çare bulacaklarının hayalini kurarken, en büyük düşmanından 84 kat daha küçük bir adada, dünyadaki güç dengelerine uygun bir dış politika geliştirmiştir. Bilincin doğru teşekkülünün, insanlığın en büyük başarısı olduğuna ve moral güdünün, dünyayı değiştirmek ve tarihi harekete geçirmekte maddi şeylere üstün geleceğine kanidir.
Daha uzun yaşamayı talep ettiği bazı anlarda, başka türlü yapabileceği bazı şeyler için hayattan biraz daha fazla süre istediğini gevelediğini duymuşluğum vardır. Bu kadar insanın kaderini taşımanın getirdiği yükle belinin büküldüğünü gördüğümde, en çok ne yapmak istediğini sordum. Bir kerede yanıtladı: “Bir sokağın köşesinde dikilmek”
Gabriel Garcia Marquez, Çeviri: Kasım Akbaş
Resim: Sasha Ilichev, Akrilik Boya 100x90 cm
http://www.progresoweekly.com adresinde 10-16 Ağustos haftasında yayınlanan İngilizce orijinalinden Kasım Akbaş tarafından Latinbilgi.net için çevrilen bu yazı, sendika.org'dan alınmıştır.




21 Kasım 2016 Pazartesi

Güneşin Altında Mutluluk Var


Bir işçinin, elinde ekmekle evine döndüğü
o yerdir mutluluk
Akşamüstü, çocukları cıvıldayıp dururken
Derin bir iç çekiş, tatlı bir yorgunluk
Ve yüzüne yayılan gülümseme birden…
Mutluluk, kelebek olup uçmasıdır ipek böceğinin 
Irmağın denize kavuşturmasının bir adı olmalı 
Mutluluk, beşikte uyuyan ilk çocuğuna bakmasıdır bir annenin 
Duyarak memelerine dolan sütün çılgınlığını.
Mutluluk, bir acının bilincine varıp da onu dönüştürmektir
Yaşamın sonsuzluğunda karar kılan bir umuda
Sevgilinin boynuna dokunduğunda duyulan ürpertidir
Öpülen ilk dudak, içilen ilk sigaradır belki
Denizden yükselen kokudur sabah karanlığında
Kabullenmektir yani yaşamı, acısı ve sevinciyle
aynı boyutta
Yalnızca yaşamaktır belki de kimbilir…
Ne yerdedir, ne göktedir o – değil mi Abidin ?
Mutluluğun resmini yaptın mı bilmem
Ama ben onun şiirini yazmak isterim…
Ahmet Erhan

13 Kasım 2016 Pazar

Hüzünlü Gezinti Güvertesi


I

Kimbilir hangi ürkek mevsimi alırsın
gizlice odalara,
saçların balkonları terk edeli kimbilir
ne kadar olmuştur?
-annene göstermeden aşağı akardı saçların
kaç kez eksilip çoğalırsın dişlerini fırçalamayı
ezbere bildiğin günlerde…

Mor bir kedi geceyi sıyırarak geçiyordur
kuyruğunda teneke yıldızlar
düşlerinle buluşurken lanetli aynalarda
söylesene hangi ürkek mevsimi alırsın
gizlice odalara…

Ne gece yer rüşveti ne ben
Söz! Annene söylemem…

II

Yüzüm
hangi dağa baksam
içinde öfkelerinden habersiz
korkunç atlar gezdiren
bu sessiz, yıldızsız.
Yüzüm
hangi yola çıksam
bu yetim avlusu , bu ateş
bu ağlamaklı şey…

III

Hiç gürbüz
hiç pembe yanaklı
sayfalarımız olmadı mı bizim?
Biz hiç mavi kalacak bir mevsime
çıkmamış mıydık yorgun yokuşlarından
kışın?
Kendiliğinden gelen sözcüklerin misafirliğini
ne çok severdin,
Nasılsın…
Bugünlerde ben iyi gibiyim
yorgun gri kaideler arasında
hüzünlü bir yeşilim,
Ya sen…
Sen… Nasılsın?
Göğsündeki ağrılar nasıl?
İyi misin?

IV

Ben hangi kelimeye açsam ağzımı
Ben hangi kelimeyi nereye koysam
Bir sonbahar konaklar sesimde.
Ben hangi kelimeyle girsem akşama
Ben hangi kelimeyle nereye gitsem
Yokluğunun renginde depremler düşer boynuma.
Ben hangi yaprağın ince hüznüyüm
Sen hangi sersem haydut…

Birhan Keskin



11 Kasım 2016 Cuma

Gâvur İzmir, Gurur İzmir

Hangi etnik kökenden gelirsek gelelim bizler, çoğumuz bilgisizlikten, azımız da bilmezlikten geldiğimiz için sanırız ki... Yaşadığımız yurdun adı yalnızca 88 yıldır Türkiye olsa da, Hanlıklardan Sultanlıklara, doğduğumuz topraklar hep bizimdi ve bizim kalacaktır.
Oysa hep bizim değildi ve bizim kalacağı da kesin değildir.
Her karışı er ve ece atalarımızın kanıyla sulandığı için “şimdilik” bizim olan bu ülke, en babalarını saymak gerekirse Hititlere, Frigyalılara, Perslere, Keltlere (Galata), Yunanlara, Ermenilere, Romalılara, Gotlara, Bizanslılara ve daha nicelerine, üstelik çoğuna çok daha uzun sürelerle yurt oldu.
Saltuklu’dan Artuklu’ya, Danişmentli’den Selçukluya, Osmanlı’dan Türkiye’ye, Anadolu’da Türk devletlerinin toplam geçmişi 900 yılı aşmazken... Düşünün ki salt bizden önceki sonuncu devlet, Roma’nın Doğu İmparatorluğu “köhne” Bizans, Osmanlı alana kadar, tam 1123 yıl sürdürmüştür varlığını!
Bilmediğini “yok”, bildiğini “var” sayan kara cahiller bile mülkü bellediği bu toprakların ortak belleğini taşır. Ancak ne taşıdığından habersiz, doğup yaşadığı kentleri soyu kurdu, adlarını atası koydu, sanır!
Oysa Edirne’den Ardahan’a, bu ülkenin şimdiki her ili, hatta çoğu ilçesinin tarihi, ister Türk olsun, ister Kürt ya da başka kimlikten, sonuncu sahiplerinin boyundan da soyundan da uzundur.
Cehaletin, analar dolu bellediği Anadolu, dilimize Yunanca’da “doğan güneş” anlamına gelen Anatolia’dan uyarlanmıştır. Ankara, Angora’dan... Kayseri, antikçağda Mazaka adını taşımasına karşın, Kapadokya’lı Kayser’in hükmünden öteye Rumca “tabure” de demek olan Kayseri’ye dönüşmüş ve sakinleri de “pastrami”yi “pastırma” diye yapmaya başlamışlardır!
Konya, Likonya’nın başkenti Likonyum’dan gelir. Gericilerin, Nakşibendi “mehdi”sinin peşine düşüp Cumhuriyet devrimcisi Kubilay’ı linç ettikleri Menemen’in adı, Bizans’tan bu yana değişmemiştir.
Dünyanın 1930’a kadar Konstantinopolis dediği İstanbul, halk arasında 558 yıldır İstanbul diye anılırken, Konstantinopolis adını 1600 yıl süreyle taşımıştır!
Bütün bu verilerin ve veremediklerimin ışığında, AKP iktidarının kafayı taktığı “Gavur İzmir”, gavurluğu ötekilerden daha mı fazla hak eder bilemem ama, İstanbul’dan da eski, 3000 yıllık tarihiyle övünebilir!
Çağdaş uygarlığın, kalıcılık ve bayındırlıkta hiç birisiyle aşık atamayacağı görkemli uygarlıkların beşiği İzmir, çarpık yapılaşmada ötekilere benzese bile “kafada” bin yıllardır muhalif bir toplumsal kültürün mirasçısı, bir isyanlar tarihidir!
Özgür kadınları, İzmir’i kuran Amazonların kraliçesi Smirna’ya yakışırlar... Erkekleri, antik Yunan’dan Bizans’a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e baskıcı devlete baş kaldırmış, dağa çıkmış isyancıların; Yörük Ali’nin, Büyük Cerit’in, Karayotoğlu Nikola’nın, Kaptan Sokrat’ın, Harputlu Ömer’in, Kürt Mustafa’nın, Piç Osman’ın, baba oğul Çakırcalı’ların efeliğini olmasa bile, efendiliğini taşırlar.
900’lü yıllarda Bizans Kilisesi’ne karşı ayaklanan Bogomiller, 1400’lü yıllarda Osmanlı’ya ve Sünniliğe baş kaldıran Şeyh Bedreddin müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, 1600’lü yıllardaki Celali İsyanlarında Arap Sait ile Kalenderoğlu, İzmir efeliğinin ağa babaları değil midirler ?
İzmir’in önce Kurtuluş Savaşı kahramanı, ardından yerini bulamadığı yeni düzene isyanla “vatan haini” ilan edilen Çerkes Ethem’den, idam edilen Başbakan Adnan Menderes’e statükoya “hayır” diyenlerin diyarı, Türkiye’de ilk muhalefet partisi DP’nin –eski- kalesi olması bir raslantı mıdır ?
Her dem özgürlüğüne düşkün ve baskıcı her iktidara muhalif İzmir, sekiz yıldan beri de AKP iktidarına muhalif. Tüm baştan çıkarma, yıldırma, sindirme operasyonları ve hakkı iken yoksun edildiği devlet yardımlarına karşın mıh gibi duruyor, direniyor baskılara.
Bir yandan DP’ni örnek alıp, seçim meydanlarında Adnan Menderes’in çakma manevi mirasçılığına soyunanların, muhalif İzmir’i cezalandırması ne yaman bir çelişkidir ?
Mine G.Kırıkkanat

29 Ekim 2016 Cumartesi

Yasak Sevişmek


öteki kapımdan gel bunu açamazsın
eski gözlerinle gel öldürmek vakti gel
hem tetik bulun ardında biri olmasın
hanidir ben bu evde saklanıyorum
adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum
gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
sabaha karşı gel bütün gözlerinle gel

pancurların gerisinde kararıyorum
içime belalar doğuyor sonbahar doğuyor
telefonda sesini tanıyamıyorum
yüzün parmaklarımdan akıp kayboluyor
böyle hep bir şey kopuyor bir şey kırılıyor
sabaha karşı gel eski gözlerinle gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
hem tetik bulun ardında biri olmasın

artık hiç kimse beni yaşamıyor
aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler
korkularım oldum bittim kimsesizdiler
yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum
bir revolver romanımı tamamlıyor
oyun bitti ışıklarımı söndürdüler
yokmuşsun gibi gel öldürmek vakti gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
üzerime kilitleyip mühürlediler
hem tetik bulun ardında biri olmasın

Attilâ İlhan

Fotoğraf: İkbal Sema


27 Ekim 2016 Perşembe

Kıştan Üşüyen Virgül


Defterin bir çok sayfasını koparmışlar, 
Örtünemez artık virgül bazı sayfalarla, 
Kış gelir, virgül üşür, 
Kış insanı üşütür, 
Üşenen hayvanlar da 
Girip toprağın altına 
Uyurlar, 
Toprağın sayfalarını koparmamışlar, 

Çocukların sayfaları her kış koparılır. 
Kar toplarıyla voleybol oynayan 
Ağaçlarla, 
Her çocuğun defterinde 
Bir çok sayfası olmayan 
Bir çok güzel virgül vardır, 

Virgül kıştan üşür, 
Çünkü kış gelince koparılır 
Artık kalmayan öğrenciliğin, 
Artık kalmayan tembelliğin sayfaları.

Ülkü Tamer

4 Ekim 2016 Salı

Koridor


Yağmur yağıyordu, sonra eve döndüm
kendimi dışarıya bırakmakla perişan
zamanın harf harf düşmesine baktım
göğün morarmış yüzüyle bel vermesine

Kızılordu Korosu, Mahzuni Şerif, Kitaro
dönemiyorum yüksek volümden kendime
bir duvar ördüm sesin içindeki büyüden
bir fanus, dokunmak için kendi elime

yatıp uyudum, uyumak böyle bir şey
açılmak gövdeden kayıkla rüyadan sulara
ama uyanmak yok mu? aydınlığa bulanmak
çarpa çarpa o etten duvara

gidip su içtim bakarak bardağın dibine
bir suret çizdim sonra yapıştırdım tenime
biçe biçe hafızadaki kumaştan
bir yazgı kuruyor her insan kendine

Galiba yüzümü yıkıyordum, elim suda
eve dönmüş olmakla perişan
pencereden kendime baktım: nefes!
göğsümde cereyan yapan bir fırtına
Yücel Kayıran

İzleyiciler