15 Mart 2023 Çarşamba

İlkyaz

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

 

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar

Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı

Bakıp  kapatıyorlar

Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

 

"Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı

Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz

sisin dere ağızlarından sokulup akşamları

Fındıklarımızı basıyor

Neyleriz kararan tomurcukları

Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz

Tecimenlere yalvarıyoruz:

Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz

Bir banka az çiziniz bir yalvarma

Bizden size ve sizden dışardakilere

 

Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye

-Evet efendim-

Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye

Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet

Yazların motorlu çingeneleri

 

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

 

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş

Toprağa tutku, kendinden dolayı

Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para

Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga

Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga

Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde

-Bilmiyoruz neden kavga.

 

Sonra kasabanın cezaevinde

Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz

Günlerimiz iterek genişletiyoruz

Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye

Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

 

Durup ince şeyleri anlatmaya

Kimselerin vakti olmasa da

Okulların kadın öğretmencikleri

Tatil günlerini çoğaltsalar da

Kutsal nemiz varsa onun adına

Gözlerimiz için bağlar dokusalar da

Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide

Açmaya ilkyaz çiçekleri

 

Bir gün birileri öte geçelerden

Islık çalar yanıt veririz


Gülten Akın 



 



14 Mart 2023 Salı

Kilimdeki Kuşlar


Göz önündeydi de gün ışığında görünmüyordu. Gözden kaçan
hakikatti, ihanet. Yalanlara sarıp saklanmıştı kuytuda, buldum
ve ben derdini dert edindiklerimden sadece bir ses bekledim ki
    kimse yoktu
ilk dizeyi fısıldayan peri de beni değil,
eğilip omzumun üzerinden yazdıklarımı okuyup üzülen
     geceyi teselli ediyordu.
Sessizliğin örttüğü söylenmemiş sözler, rengi atmış düşler,
karanlığıma sızmayan ışık, ışığa çıkmış sırlarla
    çıkmaz bir sokakta kaybolmaktı ayrılık.
Yokluğundan başka kimsem olmadı sonra. Sonra söndü ocak,
sonra soğudu ev, sonra ısıtmaya yetmedi de kollarım, üşüdü
     çocuk küçük...
Bir rüzgâr odaları dolaşır, ürperirdi
     her bir kıvrımına bir hatıra sinmiş perdeler.
Kıştı, unutuluşun kışı... Gece yağan karla örtülen sabahlar
    ev sıcaksa güzeldi.
Öncesi, ertesi olmayan bir hiçliğe uzanıp yatıyorum ya şimdi
titreyen parmaklarım çeviriyor
     yıpranmış sayfasını yılların ve bilmiyor,
bir derin uykuya daldığımı sanan
     yalnızlığım
gizlice eve geceyi alıyor.
Dalıp saydığım kilimdeki kuşlar da kanatlanıp uçmuş
biri çağırsa da kalkıp bir yerlere gitsem, öyle sessiz ki ev. 

Oya Uysal


6 Mart 2023 Pazartesi

bir uyumsuz rastlaşma


yangın

    lardan

        geliyorum

            dedi 

                adam 

                    ve 

                        yan

                            gın

                                lara 

                                    gitti 

                                        yanık 

deprem

    lerden 

        geliyorum 

            dedi 

                kadın 

                    ve 

                        dep

                            rem

                                lere 

                                    gitti    

                                        yıkık 



Metin Altıok







4 Mart 2023 Cumartesi

Herkese Açık


“Ne düşünüyorsun, Mehmet Ali? diye sordu paylaşım sayfası.” Sanal esaretin, her sayfa sahibine "Haydi sende bir şeyler söyle âlem paylaşım görsün(!)" dürtmesiydi bu! Öylesine sorulmuş olsa da garipsenecek bir durum değildi… Bu ülkede gerekli yerde insanın fikri pek sorulmaz! Aksine herkesin fikrisabit yaşadığı günümüzde buna ihtiyaçta yoktur!!! Sana sunulan en kolayından bir kaçamaktır. Sığınacak mekânın, ısınacak enerjin, uzanınca içine gömüldüğün bir koltuğun varsa işin daha da bir kolaylaşır. O bildik, orijin(!) bardağındaki kahvenden bir yudum alır ve dokunursun tuşlara…

Kayıp ülkenin adı sanı unutulmuş bir kuşağına mensupsan; kelaynaklardan beterse halin. Yani çok sevdiğin ülkende yalnız kalmışsan, garipsen, yetimsen… Hani o güzelim kuşlar gibi Fırat vadisi kayalıklarında tek tük sayılabiliyorsan; birkaçına da “Haydi kafesler içinde âlem-i şan olsun diye bakalım” dan halliceyse durumun. Bir atımlık barut kadarsan(!) “Buyur sende buradan yak! Dostum.”

Kulaklarında küpe olacak yer kalmamışken, tutturduğun minik hoparlörlerden aksın içeri İkilem (!) in şu sözleri; “Kimileri kaldı, kimileri geçti / Boşa didindi yanlışı doğrusu bak / Konuşuyor hâlâ”

Memleket! Millet! Milliyet! Milliyetçilik! Vatan! Etnisite! Kürt’üm! Türk’üm! Ötekiyim! Bayrak! Ezan! Sela! Diyanet! Din ve Ayet! Demokrasi! Bürokrasi! “Tut şunun ucunu! Götürelim abi…”

“Al takke ver külah”  Çokça ayıp! Bolca Günah! Niceliği say, niteliğe (meteliğe değil dikkat buyurun!) kurşun at! Yancısı/yalancısı, kıllısı/kılsızı. Uzaktaki davulun sesi. Nalıncı keseri… 

Sana bana kalmaz, her şey fani, Herkese tonla bizeyse koklatıyor, Şu yalan dünya"

Yıkılmadık! Kolonlar kesik ama hayattayız. Bilge baykuş viraneden seslenir! Depremler! Su baskınları ve ille de HORTUMLAR! Hani nerede imar mı/talan mı? Avrupa’nın en büyük hava alanları, yolları, mafyavari limanları. Tankı/paleti, kepçesi/Buldozeri… “Sesim geliyor mu abi…” Duyan var mı?

Gözümün nuru bi tek! Ülkem. Kayıp zulamdaki mahzun resim. Haberin var mı?

“Dönüp dönüp duruyorum etrafında, Görmüyor musun? Aklım kaçıyor, bir bak. Biliyorsun, sorma”

Sünnisi, alevisi, aborjini, kızılderilisi… İthalı/yerlisi, kaçanı/göçeni, vakti gelince trenden ineni… “Vurun ulan davadan döneni”

Vurkaççısı/garanticisi. Asili/Vekili. Tövbelisi/tövbe tutmazı. Alışmışı/ kıçta don tutmazı. Arlısı/utanmazı. Madrabazı/aldırmazı…

“Dolduruyorum ceplerimi seninle; Suya attım, tek tek batıyor anılar. Karışırlar toprağa”

Ve hala geldiğimiz yerde aldığımız yol bir arpa tanesinden halliceyse. Türküler söylemişsen. Soy soylayıp boy boylamışsan. Düşüp kırılmaksa ve teferruatsa yaşadıkların vatanda ve de vatan için. Yanmışsan! Yakılmışsan! Aldanıp! Yanılmışsan, sevda uğruna! Kahpesinden namerdine ince bırakılmışsa boynun! Gelenin vurduğu, görenin kovduğu olmuşsan! Mazlumu olmuşsan derebeyinin! Olmamışsan soytarısı kralın! Ne çare serinden geçsen de sırrını vermemek için ellere! Heyhat!

Sacayağı üçlüsü; kupa kızı, maça altısı…

Mehmet Ali Canikli

Yaşar Kemal: Bir büyücü

 
Gözümün önünde değil, gönlümün içinde yüzlerce Yaşar Kemal “fotoğrafı” var... İçlerinden birkaç “sahne” paylaşayım dedim...

Yıl, 1974… Yaşar Kemal, Elia Kazan ve ben bir yolculuğa çıktık... İstanbul’dan başlayıp otomobille, Truva, Bergama, İzmir... “Amerika Amerika” filminin yasaklanması nedeniyle Elia Kazan’ın Türkiye’ye gelmeye korktuğu, daha doğrusu gizli geldiği günlerdi. Yol boyunca Yaşar Kemal bize Homeros’u İlyada’yı anlatıyor. Anlatıyor mu dedim? Anlatmıyor, yaşıyordu...

Bergama’da dolaşmaktan yorgun düşmüştüm. Bir taşa tüneyip dinlenirken onlar hoplaya zıplaya uzaklaştılar. Bir ara yanıma bir delikanlı geldi. Bütün gün her taşa, her sütuna eğilerek geziyi sürdüren Elia Kazan’la Yaşar Kemal’i göstererek “Kim bunlar” diye sordu. Ben de ona, neden sordun ki, dedim.

Çocuk, “Deminden beri onları izledim. Biri Türkçe konuşuyor, öteki İngilizce ama bir anlaşıyorlar, bir anlaşıyorlar; ben bu işten bir şey anlamadım” dedi.

“Biri İngilizce öğretmenim, (gizli geldi ya, öyle diyorduk) öteki Yaşar Kemal” deyince çocuğun yüzü aydınlandı ve şöyle dedi: 

“Ha o zaman anlaşıldı. Yaşar Kemal Toroslar’da ağaçlarla, sularla, dallarla, çiçekler, böcekler, arılarla bile konuşur anlaşırmış. Bu İngilizle mi anlaşamayacak!”

                                                    ***

Yıl 1980, aylardan temmuz... Fransa’nın güneyinde Avignon Tiyatro Festivali’ndeyim.

Yaşar Kemal de Mehmet Ulusoy’un sahnelediği oyunu görmeye gelmiş. Tiyatrolardan ve kahvelerden çıkmıyoruz. Yaşar Kemal bizi çevresine topluyor, anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor...

Yaşar Kemal oyunu gördü ve gitti. O gittikten sonra Fransız arkadaşlarım, tepkilerini sıralamaya başladılar: Biri, “Çok alçakgönüllü” dedi. Öteki, “Bu kadar büyük bir romancı, nasıl bunca sıradan bir insan gibi dolaşabilir” dedi. Normaldir, Çukurovalıdır demedim... Anlamazlar diye... İçlerinden birinin söylediğini hiç unutmadım:

“Ben yıllarca Türklerden nefret ederek büyüdüm. Kin ve öfke duydum Türkiye’ye ve insanlarına” diye başladı... Arkadaşım Ermeniydi.

“Öyle büyütülmüş, öyle koşullandırılmıştım… Sonra günün birinde Yaşar Kemal’in kitaplarını okumaya başladım. Çok etkilendim. Yaşar Kemal’i okudukça kin, öfke ve nefretin yerini sevgi aldı.”

Sonra bir şey daha söyledi: Ailede ona, Yaşar Kemal’e, “Büyücü” adını takmışlar... Nefreti sevgiye dönüştürebildiği için büyücü...

                                                    ***

2007 yılı. Sonbahar. İtalya’nın ünlü La Scala Operası’nda Yaşar Kemal’in 1953’te yazdığı “Teneke” operasının prömiyeri var. Milan’dayım.
Eseri besteleyen Fabio Vacchi... Sahneye koyan sinema dünyasının efsanevi yönetmeni Ermanno Olmi ... Sahne ve kostüm tasarımını yapan ünlü heykeltıraş Arnaldo Pomodoro… Benim “devlerin buluşması” diye nitelediğim muhteşem bir yaratıcı ekip!

Görkemli opera salonu ağzına dek doluydu. Şeref locasında ev sahibi rolünde kraliçe edasıyla oturan Leyla Gencer’in yanında Yaşar Kemal, kocaman bir çocuktan farksızdı... Heyecanını gizlemeye çalışan kocaman bir çocuk…

Opera sona erip, millet ayağa fırlayıp alkışladığında, tüm kadroyla birlikte Yaşar Kemal de sahnedeydi… Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Durdu durdu, herkesle birlikte birkaç kez selam verdi, sonra… Sonra bir anda döndü, hemen yanı başında duran Arnaldo Pomodora’yı kucaklayıverdi. Ama ne kucaklayış! Sıcaklığı, tüm operayı sardı! Adamın ayakları yerden kesildi; Yaşar’ın kollarında kayboluverdi! Sanki, “Sen misin Anadolu’yu sahneye taşıyan, işte Anadolu kucaklaşması” der gibiydi...

Bu sahneyi benim gibi gözyaşlarıyla izleyen bir İtalyan arkadaşım, sonradan şöyle diyecekti: “O kucaklaşma anı, tıpkı romanları gibiydi. Öylesine sahici...”

İşte size, “Benim Yaşar Kemal”imden birkaç “fotoğraf”...

Söylemek istediğim şu:

Çukurova’yı anlatırken, tüm dünyayı anlatan…

Bir insandan yola çıkıp tüm insanlığa işaret eden…

Tarihi, coğrafyayı, doğayı ve toplumu, mitler, efsaneler, türküler, düşler ve gerçeklerle yoğururken bir bilim adamı titizliği güden…

Türkçeyi kanatlandıran, Türkçeye ışık katan…

Toplumun düşleriyle, romancının yaratıcılığını bütünlerken, Gılgamış’a, Homeros’a uzanan, Faulkner, Çehov, Chaplin’den geçerek, daha güzel, daha iyi, daha mutlu bir gelecek için hepimizi kışkırtan…

Her kitabı bir çığlık, her çığlığı da şiddeti kovan, dostluğa, barışmaya, kucaklaşmaya bir çağrı olan...

Sonsuz çalışma azmi ve üretkenliğiyle romanlarında ne anlatırsa anlatsın, yaşamın hangi anında olursa olsun, hep ama hep kendisi olabilen, kendisi kalabilen ve sahici olan Yaşar Kemal bir bütündür.  

Zeynep Oral, 23 Ocak 2015
https://www.cumhuriyet.com.tr/

 

28 Şubat 2023 Salı

"İnsanın içindeki adalet duygusunu köreltirsek, insanın insana saygısı kalmaz. İnsanın insana itimadı, hürmeti kalmayınca da bir yerde insanlık çok şey kaybeder, hayat çirkinleşir." 

Yaşar Kemal, İnce Memed

24 Şubat 2023 Cuma

Teoman'ın Ahmet Erhan'la yaptığı Röportaj


Teoman'ın Ahmet Erhan'la yaptığı Röportaj: "Çağını bekliyorsun gelsin diye. Gelince de bir sürü belayla karşılaşıyorsun." 

1998 yılında ilk albümünün yakaladığı başarıdan sonra Teoman üretimlerine tam gaz devam ederken, şair Ahmet Erhan’ın dizelerine rastlar. Üzerinde iki yıl çalışarak unutulmaz bir şarkı haline getireceği “Oğul”un dizeleridir bunlar. 

Teoman bu şarkısının hikâyesini şöyle anlatır.

 “Yıllar önce Express dergisinde; Haydar Ergülen kimi zaman şiiri odak alan, kimi zaman da bir temayı şiirle bezeyen çok güzel yazılar yazardı. Onlardan birinde rastlamıştım ‘Oğul’ şiirine Ahmet Erhan’ın. Şiire vuruldum ve sonrasında 1996 senesinin kışını ‘Oğul’ ile geçirdim. Türlü çilelerle telefonunu buldum ve heyecanla aradım Ahmet Erhan’ı, bestelediğim şiirini kaydederken izin istemek için. ‘Senindir şiirim’ dedi ve bir şeycik istedi sadece:

‘Albümünde şarkı sözü değil şiir yaz ‘Oğul’ için, eğer adımı yazacaksan.’”

Ahmet Erhan Röportajı: (Radikal, Mayıs 2007)

"anne ben geldim, ağdaki balık

bardaktaki su kadar umarsızım
dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
anne ben geldim, oğlun, hayırsızın...."

Röportaj Teoman'ın anlatımıyla başlıyor:

"Geçen 10 yıl boyunca hiç yüz yüze gelmedik, birkaç kez telefonla konuştuk.

Bu röportaj teklifi geldiğinde de, benim adımı söylemiş, konuşmak istediği kişi olarak... Ne güzel bir şey benim için!

Şiirlerinden çıkardığım ya da onunla ilgili bilmeden hayal ettiğim şeylerden sorular yaptım, annesini, babasını, incir ağaçlarını, galatasaray’ı ve arkadaş ölümlerini” sordum ona.

Bir de “yaprakların birer namlu olup içlerinden çıkan kurşunlarla birkaç saniye içinde ölmüş olan insanları” ya da “düşen gövdenin elinden dışarı fırlamış kese kağıtlarından yere saçılmış portakalları, okunmaktan çıktığı gün eskimiş kıvrık bir gazetenin üstüne damlayan kanları.”

Ahmet Erhan; ben daha fazla aranıza girmeden, sizlerle..."

Ahmet Erhan:

“12 eylül şairi” dediler bana. Oysaki, o şiirlerin hepsi darbeden önce yazılmış şiirlerdi ve içeriden bir eleştiriydi. Sonuçta solcular da sevmedi beni, sağcılar da ama sevenler de sevdi. Açıkçası o kitaba bakınca ona uzakmışım gibi, şu an bana çok acemice geliyor ilk kitabım. 16-17 yaşında yazdım ben o şiirleri. Ama alçakgönüllülük de etmeyeyim, kuşağım o kitabın bir öncü olduğunu kabul eder, ki benim kuşağım en vefalı kuşaktır."

kuşağım, acılı kuşağım

acılarla sevinçleri böyle yoğun yaşamak
kimselere nasip olmadı.

"Zaten Haydar (Ergülen) veya sayamayacağım kadar şairle hiçbir zaman, hiçbir sorunum olmamıştır benim şiirsel anlamda. Ama şu anda “edebiyatçılar derneği” başkanı olan kişi o yıllarda neredeyse sadece küfür diyebileceğim şeyler yazdı kitabım hakkında. Halbuki evi gibi bir şeydir insanın yarattıkları, söyledikleri, yazdıkları... mahremiyetidir. Ayrıca, arabesk şair de derler bana, ben de övgü olarak alırım bunu. Müslüm’e de bayılırım, Orhan’a da..

ben bu şiiri yazar mıydım hiç, azıcık “drink” alsam

yetmiş altı yılında, bir haziran ayazında alkolden öldü babam
bayrağı kaptığım gibi meyhaneye koştum
o gün bu gündür camlarımda bir buğu

"Herkes beni 'anneci' sanır. Ben aslında 'babacı'yımdır. Aydın bir insandı, Türkiye İşçi Partisi, Aybar kanadından... Beni yetiştiren, beni edebiyata yönlendiren babam alkolden ölmeden önce içkiden nefret ederdim. 17 yaşındaydım ve onun ölümü her şeyi tersine çevirdi. Öldüğünde alkolik bayrağını aldığım gibi meyhaneye koştum. Şimdiki yaşım (49) o yıllarda o kadar büyük gelirdi ki bana. Ama şu an ölmeye niyetim yok. Babamın yaşı 51’i geçmeye çalışıyorum. 'Babamın öldüğü yaş'a az kaldı yani!"

yine de oğlum iyi bak, adama benzer baban

kirlenmemek için kendini alkolde saklar

"Gece lisesinde okudum, babamın ölümünden sonra gündüzleri aynı lisenin kantininde çalıştım. Gündüz çay ocağında çalışır, akşam da gider uyurdum derste. Bir gün solcular kapıyı tekmeyle açtılar, bir arkadaşımızı çağırdılar dışarı. Öğretmen pencerenin yanına kaçtı... Sağcıymış çocuk, çağırıyorlar dışarı, vuracaklar. Ben sınıf sorumlusuyum, önüne geçiyorum onun ve “hayır diyorum, benim sınıfımdan adam alamazsınız.” Ama sonrasında ona da, ”arkadaş okulu bırak” diyorum, ”her zaman ben olmayacağım ki yanında.”

...

"7 kere kurşunlandım ben, toplu ya da tek. İlginç tarafı; dördünü solcuların, üçünü sağcıların yapması. Halbuki hiçbir zaman eline silah değmemiş adamlardanım! Bir gün dereyatağında yürürken sağcılar çevirdiler beni, üzerimde parka, içinde de bir sürü bildiri. Hepimizin “Deniz Gezmiş” olduğumuz zamanlar! Benim sınıfta kurtardığım çocuk çıktı aralarından şansıma, “kimse dokunmasın ona“ dedi. Yoksa mahvolmuştum.

Severim Deniz Gezmiş’i, oğlum adını buldu onda."

...

"80’den sonra bol bol bunaldım, öğretmenlik yaptım... Korktum. Ve bu korku ortamı bitmedi. Şimdi yine kötü bir yere gidiyoruz. Bilmiyorum, hissediyorum. Ama ‘niye?’ desen bilemem."

üçüncü ayakta ‘rüzgarın kızı’ yine gelmeyecekti

ganyanım tökezlemiş ve hayatım buruşuk bir resim olarak hatırlanacaktı.

"...

At yarışı, biraz da beni yaşatan şeylerden biridir. Ben beş yaşındayken iki tane yarış atımız vardı. Babam demir–çelik işiyle uğraşırdı. Sonra ne olduysa battı, Adana’ya gittiğimiz sıralarda. Yoksullaştık, babamın içki olayı da o zaman başladı. Atları göreyim, onlarla ilgileneyim diye giderim hipodroma. At yarışı da oynarım cüzi miktarlarda, genellikle de kaybederim."

benim hiç silahım olmadı mayakovski gibi

tutup bir gece yarısı alnıma dayayacağım
ne de james dean gibi bir otomobilim var
önüme çıkan ilk kamyona vuracağım.

"Hiçbir zaman intiharı düşünmedim ben. Ama diyeceksin ki, insan yaşayarak da intihar eder. O konuda biraz hızlı koştum. Bundan sonra da frene bassam ne olacak ki? Şu andaki durum; uçurumdan atlamışsın, havadasın, düşmemişsin ama! Hayat tökezlemelerle geçti de, hala düşmedim, değmedim yere."

kalbim sen hala burada mısın?

şol bedende, gurbette mi , sılada mısın?
alkol , taşikardi, panik atak
maceran bir gün tıp dergilerini çalkalayacak.
kalbim, sen hala burada mısın?

"...

Panik atakla ilgili doktorumun tavsiyesi bana terapi oldu. Ben dedim ki, her gün terapi yapıyorum şiir yazarak. Yine de hastalığımı atlatabilmiş değilim. Beni tek başıma Taksim’e bırak, herhalde kalp krizinden ölürüm. Kapalı yerlere, kalabalığa, yükseğe gelemem. Yurtdışına gidemiyorum uçaklar yüzünden."

ipsiz ruhum, sarsak, serseri

otobanlarda sırtında heybesiyle
cafelerde tuborg bira ve patates cipsiyle
durdun bir yerde, çağını bekliyorsun.

"...

Son dizesi önemlidir bu şiirin. Sanki o dize için yazılmış gibi... Biraz Amerikanvari bulundu. Öyle düşünenler ya sonradan haksız çıkmış olmalılar ya da gerçekten her yer “Amerika” oldu. Eskiden yol kenarlarında şarap içerdi insanlar, artık otobanlar var; eskiden koltuk meyhaneleri vardı, şimdi barlar. Çağını bekliyorsun gelsin diye. Gelince de bir sürü belayla karşılaşıyorsun. Acısını çekiyorum, haklı çıkmanın acısını... “Alacakaranlık...”ta anlattıklarımın doğru çıkışını yaşadım, Sivas’ı yaşadım."

adana demirspor’da fatih terim’le aynı takımda

epeyce sıyrık meşin bir yuvarlağın peşinde
fatih galatasaray’a doğru deplase oldu, sense şiire
kesilmiş bir süt kadar buruk
yıllar kaldı arkada ve önde

"...

Futbol ilk gençliğimin en büyük tutkusuydu. Allah aşkına söyler misiniz, ne var yurtdışında şu son 15 yılda Türkiye’yi gerçekten sevindiren Galatasaray dışında? Bunu Galatasaray’lı olduğum için söylemiyorum. Fener şampiyon bu sene ve kutluyorum tabii ama yine de bence futbolu bu sene Galatasaray oynadı. Gerçekten! Göze hoş gelen oyunu Galatasaray oynadı. Yabancı takımlardan İnter’i severim. Adı güzel bir kere!

Başkanına “sandinistlere niye yardım ediyorsunuz?” diye sormuşlar, adam da, “N’apalım, adımız İnter“ demiş, “enternasyonal” yüzünden. Real Madrid’den nefret ederim, Franco kurmuştur bu takımı."

"...

Adana Demirspor’da oynardım futbol, gençlerde. Arasıra A takımına da çıkardım. Adıyamanspor’la oynarken –gol kralıydım, takım da şampiyon!- Adıyaman’ın sağ beki kaval kemiğime girdi, kırıldı kemiğim. Benim de küsme huylarım vardır, sonuçta futbola küstüm ben. Hatta şu anda sanki şiirle de ona benzer bir mecra üzerinde gibiyim, hatta her kitapta şiiri bırakıyorum. Çünkü ortalıkta o kadar çok şiir, o kadar şair, o kadar çok soytarı var ki... O kadar çok dergi, o kadar çok dedikodu... O kadar çok!"

"...

Beni besleyen aslında, romanlardır. Rus Edebiyatı, özellikle de Dostoyevski... Ve Fransız Edebiyatı. Ortaokulda kitaplık kolunda, tüm kitaplardan sorumluyum. Bir gün babam, “oğlum benim gözlerim görmüyor, bana geceleri kitap okur musun?” dedi. Sayfalar dolusu, ciltlerce kitap okudum ona, Dostoyevskiler, klasikler, milli eğitim klasikleri-beyaz kitaplar-. Aslında derdi bana kitap okutmakmış. Sonraları onu küçücük puntolu bir gazete okurken yakaladım."

bu ülkenin genç insanları halklarına ölerek yaklaşmak istemiyorlar!

"...

Ama hep öyle oldu! O yıllarda 10.000 genç, sonralarıyla beraber 40.000 insan! Şehirlerden dağlara... Şu anda ülkenin durumunu çok daha karanlık görüyorum. Laiklik, milliyetçilik, bölücülük vs. gibi kalıplar üzerine düşünmeden hem de. Ama aslında benim kafam karışık bu konularda. Çevremin de karışık, görüyorum. Ve ben de azınlık psikolojisine sahibim, bir “Türk” olarak hem de. Babam bir gün bana, “bildiğin her şeyi unut –artık 16 yaşında bir çocuğun unutacağı ne varsa!-, ama 'cumhuriyet çocuğu' olduğunu unutma“ demişti. Vasiyeti olarak kabul ederim bunu. Ama laik kesimin de bir fanus içinde olduğunu, çıkması gerektiğini düşünüyorum. “Bir şairin hayatı tanımaması“ gibi bir şey onların da yaptığı. Ayrıca biraz elimizi vicdanımıza koyalım; iktidar partisinin her yaptığı da kötü değil ki. Ama son iktidar da her iktidarın yaptığı şeyi yaptı ve kadrolaştı. Devlet devletliğini bilmeli, kurumlarını dürüst çalıştırmalı, samimiyetle yerine oturtmalı.

...

Türkiye’de hiçbir kesim kendi içinde bir bütün değil. Belki tek bütün kesim Mhp ve onlar konuşmuyor dikkat edersen. Ama geliyorlar da! Milliyetçilik yükseliyor burada, oysa tam tersinin olması gerekirdi; yurtseverlik yükselmeliydi... İşçi sınıfı diye bir şey artık yok Türkiye’de. Eskiden sendikalizm açısından en azından var gibiydi. Yani DİSK; gerçekten DİSK’ti, devrimciydi, özellikle de Kemal Türkler döneminde... 80 öncesiyle şimdiyi karşılaştırınca; o zamanlar düşmanınızı biliyordunuz. Bu, çok önemlidir savaşta. Şu anda düşmanımı da bilmiyorum... dostumu da... Bir vatandaş olarak, diğer vatandaşlarla aynı şeyi düşünüyorum; “bir tehlike gelecek... ama nereden gelecek? Tehlike var! Çok var! Ve bunlar her şeye yansıyor; kapkaç olayları, maçlardaki rezaletler.... oyun oynamayı bile bilmiyoruz. Oyun olmayınca da, hiçbir şey olmaz bence hayatta..."

"20. yüzyılın sonbaharında TC’ye bir şeyler oluyor bildiğim bütün hastalık terimlerini sıralıyorum:

Menopoz, anksiyete, andropoz ve ABD"

""Sivas" olduğunda, bütün mahallemin çocuklarını kaybettim. Ve bütün İsmet Özel kitaplarını attım çöpe. Orada ölenler 37 kişiyse 30’unu tanıyordum. Sadece şairleri- romancıları değil ki, orada ölen 14 yaşındaki çocuğu da... Onunla da oturuyordum, çay içiyordum, aynı sokağın çocuklarıydık."

 "...

İki yüzlü buluyorum dış politikamızı. Çeçenistan’ı destekledin Rusya’ya karşı, Yugoslavya darmaduman olurkense Bosna’yı ve bir başkaları da benzerini senin ülkene yapmaya çalışıyorlar. Çeçenistan’da eskiden faşist, şimdiyse ülkücü dediğimiz insanlar birtakım çalışmalar yapmıyorlar mı? Adriyatik’ten Çin Seddi'ne kadar rezil etmediler mi bizi? Bilgisayar teknolojisine çoktan geçmiş Azerbaycan’a 12.000 daktilo göndermeye kalkıp rezil olmadık mı? Adamlar dalga geçiyoruz zannetmişler. Elimizde bir Avrasya kartı varsa eğer, e be adam onu kullan! Rusya, İran, Azerbaycan, Türkiye, birlik olamaz mı? Milliyetçilik akımları yükseliyor, ki doğru ama ben de sinir oluyorum Amerika ile Avrupa’ya.karikatür krizi çıktığında da, insanların inançlarıyla fazla oynandığını, hakaret edildiğini düşünüyorum. İnsani yönden de, politik yönden de katılmıyorum olanlara. Her şeyin bir sınırı var, oyunu oynayalım ama güzel oynayalım... Temiz olsun. Daha ilk başta birbirimizin “kaval kemiği”ne girmeyelim. O kadar uzlaşma noktamız varken hem de. Sol birleşecekmiş! Birleşse ne olur! Ama mecburen oy vereceğim oraya doğru. Valla saplantılarım beni yönetiyor bu konuda. Normalde düşünsem vereceğimle, gerçekte vereceğim parti farklı birbirinden. Deminden beri “hakkaniyet”ten bahsediyoruz ama, oy verişim hak etmeyene doğru olacak.

Ne yazık, bazen kalbime altı tane ok batıyor."

“Bu şiir burda biter.”

“Şair Ahmet Erhan’la onun bir şiirini besteleyen Teoman konuştu.”

Server Fethi

Radikal Gazetesi, 31/05/2007

https://bubisanat.com/  web sayfasından alıntılanmıştır


İzleyiciler