11 Aralık 2024 Çarşamba

Candide (ya da İyimserlik)

    (...) Cacambo, konukevinin sahibine, kendisini şaşkınlığa düşüren, merak ettiği şeylerin hepsini açıkladı; o da ona, ''Ben çok bilgisizim ama bundan da hiç yakınmıyorum; burada saraydan çıkmış bir yaşlı adam var; o, ülkemizin en bilgin, en cana yakın adamıdır" dedi. Cacambo'yu hemen o yaşlı adamın yanına götürdü. Candide artık ikinci derece bir rol oynuyor,uşağının arkasından gidiyordu. Çok basit bir eve girdiler; çünkü kapısı ancak gümüşten, odaların tavanları ise altındandı; ama o kadar zevkle işlenmişti ki en zengin tavanlar bile bunlardan üstün olamazdı. Bekleme odası gerçek zümrüt ya da yakutla işlenmişti; her şeyde görülen uyum bu aşırı yalınlığı gözlerden gizliyordu.
    Yaşlı adam, iki yabancıyı, sinek kuşu tüylerinden yastıklarla kaplı bir sedirde kabul etti; onlara elmas kadehler içinde içkiler sundu; ondan sonra da şu sözlerle meraklarını giderdi:
    "Yetmiş iki yaşımdayım; kralın seyisi olan rahmetli babamdan, Peru'da tanık olduğu hayret verici ayaklanmaları dinledim. Bulunduğumuz ülke, buradan, dünyanın bir bölümünü istila etmek için çıkan, sonunda İspanyollar tarafından yok edilen İnkaların eski yurdudur. Bu ailenin anayurtta kalan hükümdarları daha akıllı çıktılar; milletin rızasını aldıktan sonra, küçük ülkemizden hiç kimsenin dışarı çıkmaması için emir verdiler; işte saflığımızı ve zenginliğimizi korumamızı sağlayan da bu oldu. İspanyolların bu ülke hakkında kesin bir bilgileri yoktur; buraya Eldorado adını verdiler; hatta Chevalier Raleigh (34) adında bir İngiliz, aşağı yukarı yüz yıl önce buralara kadar gelebilmişti; fakat yanaşılmaz kayalar ve uçurumlarla çevrilmiş olduğumuzdan, toprağımızın çakıllarıyla çamurunu anlaşılmaz bir hırsla arayan, bunları elde etmek için de en son bireyimize kadar bizi öldürmeyi göze alan Avrupa milletlerinin yırtıcılığından şimdiye kadar kurtulduk." (...)

Voltaire, Candide, Cumhuriyet Dünya Klasikleri, S.71-72

Çeviri: Fehmi Baldaş

İyimserlik içinde yaşamını sürdüren genç Candide, bir gönül meselesi yüzünden Baron de Thunder-ten-tronckh’un şatosundan kovulunca, iyimser akıl hocası Pangloss ve karamsar filozof Martin’le uzun bir yolculuğa çıkar. Yolları Paris’ten El Dorado’ya, Paraguay’dan Türkiye’ye ve daha pek çok gizemli diyara düşen üçlü, yolculuk boyunca tanıştıkları köylüler, hükümdarlar, tüccarlar ve daha pek çok farklı insandan yaşama dair öğretiler topladıkları uzun bir maceraya atılır. 

İnsan İnsandır İşte Bunun İçin

Dürüstlük vardır yoksullukta
        Başını dimdik tutar, işte bunun için;
Korkak köle mi- geçer gideriz yanından,
        Yoksulluğu seçeriz, işte bunun için!
Hep bunun için, işte bunun için,
        Emeklerimiz boşa gider, işte bunun için;
Nedir rütbe, paranın üstünde damgadan başka,
        İnsan iyidir, işte hep bunun için.

Neden yeriz evde yoksul aşımızı,
        Boz giysilere bürünürüz, hep bunun için?
Verin aptallara ipeklerini, soylulara içkilerini,
        İnsan insandır, işte bunun için,
Bunun için, işte hep bunun için,
        Yaldızları parıldar üstlerinde, işte bunun için,
Dürüst insan, yoksulluğa batmış olsa da,
        Kralıdır tüm insanların, işte bunun için.

Görüyorum şu genç adamı lord denen,
        Kurumlanıyor, yukardan bakıyor, bunun için,
Yüzlercesi tapsa da onun bir tek sözüne,
        Aptalın tekidir o, işte bunun için,
Bunun için, işte hep bunun için,
        Kuşakları, yaldızlı nişanları, hep bunun için.
Bağımsız düşünceleri olan insansa
        Bakar, gülüp geçer ona, işte bunun için.

Prens dediğin nişanlar kuşanıp şövalye olabilir,
        Bir marki, bir dük bile, işte hep bunun için,
Ama dürüst adam üstündür ona gücüyle
        Dürüstlükten vazgeçmez, işte bunun için,
İşte bunun için, hep bunun için
        Onların bütün kibirleri ve her şeyi.
Sağduyunun gücü ve yiğitliğin gururu
        Üstündedir tüm rütbelerin, işte bunun için.

Öyleyse haydi, dua edelim de gelsin,
        (Gelecektir zaten hepimiz için,)
Akıl ve Değer, tüm yeryüzünde,
        Taşıyacaktır ödülü ve her şeyi,
Bunun için, işte hep bunun için,
        Gelecektir bunlar yakında, hepimiz için.
Dünyanın dört yanında insan insanın,
        Kardeşi olacaktır, işte bunun için.

Robert Burns

Resim: Michael Corr




Özgürlük

Ve bir hatip "Bize özgürlükten bahset." dedi. Ve o cevap verdi:
"Şehir kapılarında ve sıcak yuvanızda yere kapanıp, özgürlüğünüz için dua
ettiğinizi gördüm:
Tıpkı, kölelerin kendilerini kılıçtan geçiren bir zorbanın önünde eğilmeleri ve onu
övmeleri gibi...
Sık sık, tapınağın korusunda ve kalenin gölgesinde,
aranızda en özgür geçinenlerin,
özgürlüklerini bir boyunduruk ve
bir kelepçe gibi taşıdıklarını gördüm.
Ve kalbim kanadı; çünkü ancak özgürlük arayışında hissettiğiniz
derin arzu size gem vurduğunda ve
özgürlükten bir amaç ve bir bütünleniş
olarak bahsetmeyi terkettiğinizde,
gerçekten özgür olabilirsiniz.
Siz, günleriniz endişesiz ve geceleriniz bir istek ve üzüntüden uzak olduğunda
özgür olacaksınız.
Yazık ki, bu tür duygular yaşantınızı kuşak gibi sarmakta... Yine de, örtüsüz ve
bağsız, bunları aşabilirsiniz.
Ve siz, günlerinizin ve gecelerinizin ötesine,
anlayışınızın şafağında öğle aydınlığını çepeçevre
bağladığınız zincirleri kırmadan nasıl yükselebilirsiniz?
Gerçekte, özgürlük dediğiniz, halkaları güneşte parlayıp gözünüzü kamaştırsa da,
bu zincirlerin en kuvvetlisidir.
Ve özgür olmanız için terketmeniz gereken, kendi benliğinizin parçalarından
başka ne olabilir?
Eğer geçersiz kılmak istediğiniz adaletsiz bir kanun varsa, bunu alnınıza kendi
ellerinizle, bizzat siz yazdınız.
Bu kanunu, hukuk kitaplarınızı yakarak
veya denizin bütün suyunu bile kullansanız,
yargıçlarınızın alınlarını yıkayarak yok edemezsiniz.
Ve devirmek istediğiniz bir despot varsa, önce onun sizin içinizde kurduğu tahtı
devirmeye bakın.
Bir zorba, özgür ve gururlu olana, eğer
özgürlüğünde zulüm ve gururunda utanç taşımasaydı,
nasıl hükmedebilirdi?
Ve eğer, üzerinizden atmak istediğiniz bir endişeyse,
onu kendinizin seçtiğini, kimsenin size yüklemediğini unutmayın.
Ve kurtulmak istediğiniz bir korkunuz varsa,
o korkunun merkezi sizin kalbinizdir,
yoksa korkulanın avuçları içinde değil.
Herşey, varlığınızın içinde yarı kucaklanmış olarak dolaşır durur:
istenen ve korkulan, nefret edilen ve baş tacı olan,
takip ettiğiniz ve kaçmak istediğiniz..
Bunlar içinizde, ışıklar ve gölgeler gibi, birbirine yapışmış çiftler halinde hareket
ederler.
Ve gölge soluklaşıp kaybolduğunda, can çekişen ışık, bir başka ışığa gölge olur.
Ve sizin özgürlüğünüz, prangasından kurtulduğunda, daha büyük bir özgürlüğe
pranga olur."

Halil Cibran, Ermiş, Anahtar Kitaplar, S.8-9


8 Aralık 2024 Pazar

Bir Yolculuk

Kafamda bir eski yolculuk var
bir araba yolculuğu.

Atlar zayıf,
        hava yağışlı
                ve çamur
                yollar.

Çamur yollarda tekerlekler
                                güç döner,
yokuşlarda, tabana kuvvet...

Toprak kıraç
sabanla başa çıkılmaz,
derinde, henüz keşfedilmemiş bereket.

Koçhisar Gölü'nü gördüm
beyaz ve durgundu.
Üç aya kalmaz tuz kesilirmiş,
şimdilik su.

Civarında, kürt aşiret köyleri,
civarında, düz ovaya
                    koyunlar yayılmış,
akşam olmuş
           boş karınları.

Etrafta, yeşerecek ağaç yoksa da
dağlarda kalmış kardan belli
mevsim daha kış...

Çobanlar duruyor tepelerde,
çobanlar kavalsızdı ve sakin;
saatler, devri ile yürüyor
                çamurlu tekerleklerin.

Kafamda, bir eski yolculuk var,
havada, bir yağmur
                 inceden.

Anadolu'yu sevmek cesaret ister,
adım başında yoksulluk,
        adım başında keder,
ve kelepçe
            adım başında...

Arif Damar, Ankara, 1946


Kutsal Emek ve Pedro

    Kül rengi giysiler içindeki Meksikalı işçi, koşar adımlarla genç kazazedenin yanı başında diz çöktü. Islak ve kanlı başını okşadı, yüzünü silip temizledi. Yüzünün yarısı kanla karışık toz içindeydi.
    Uzun bir rüyadaymış gibi irkilerek uyanan işçi, acı bir çığlık attı. Henüz ne olduğunu algılayamamıştı. Arkadaşı İspanyolca konuşuyordu. Kapının önündeki plastik yemek kutusunun üstündeki cep telefonundan İspanyolca müzik sesi yayılıyordu.
    Kuşkusuz İngilizce biliyorlardı. Duygular ve düşünceler, en iyi konuşulan dilde
kendini ifade edebiliyordu.
    İlk tümceyi kurduğun, ilk soruyu sorduğun dil, bedenin önemli bir parçasıydı. Öbür türlüsü bedenin bütünlüğüne müdahaleydi. Bu müdahale hiçbir nedenin arkasına saklanıp aklanamazdı.
    Genç kazazedenin kanlı başı, sondan bir önceki basamağın üzerindeydi. İstem dışı bir devinimle kalkmaya çalıştı, elini arkadaşına doğru uzattı, ama kıpırdayamadı.
    Burası varsılların yaşayacağı yeni kurulan, korunaklı, denetimli, gözetlemeli, Amerika'nın herhangi bir eyaletindeki herhangi bir kentin tipik bir mahallesi. Herkesin yaşamak için rüyalarını süsleyen ülkeden küçük bir kesit.
    Ana kapıya doğru yükselen on yedi basamağı bir bakışta sayabildim.
    Ev kocaman bir bahçeye, arazi demek daha doğru olur, açılıyor. Meşe ağaçlarının göğe dal verip yükseldiği arka bahçede büyük bir havuz var.
    Satılmıştır, levhası göze çarpacak bir yerde duruyor. Son rötuşları yapılıyor. Bitince alıcısı gelip oturacak.
    Mermer merdivenleri cilalarken dengesini kaybedip düşmüş.
    Hayatları gibi işçilikleri de ucuz. Artık her ülkede ucuz işçi bulmak çok kolaylaştı.
    "Dünyanın her yerinde iş kazaları sık sık oluyor. Bütün önlemleri almamıza rağmen." Bütün varsıllar ve işverenler aynı kalıplaşmış tümcelerle soruları yanıtlıyor.
    Ölen, sakat kalan, artık çalışamayacak durumda olan, yoksullara verdikleri tazminat ise yıllarca süren davalar sonucu, ancak mahkeme kararıyla alınabiliyor.
    Sistem hep aynı şekilde işliyor. Çarklar hep aynı şekilde dönüyor.
    Ülkelerin gelişmişlik düzeyleri; işçiler için, yoksullar için, gelişmiyor.
    Basamakları cilalarken ne düşünüyordu bu genç işçi?
    Hangi düşü kovalıyordu?
    Merdivendeki o göz kamaştırıcı pürüzsüzlüğü yaratırken, hangi hayalini diğerine
köprü yapıyordu?
    Basamakları ivecenlikle atlayarak girip çıktığı evin içinde dolaşırken annesini mi,
yoksa yavuklusunu mu düşünüyordu?
    Ya da her köşesine damla damla bıraktığı alın terinin izlerini mi arıyordu?
    Varsıllara alın terini, kokusunu, ideallerini, hayallerini, gençliğini, emeğini, farkına varmadan teslim ediyordu.
    Yaşamak için değil, ölmemek için bütün hayatını varsılların pazarında düşünmeden satıyordu. Aldığı ücret, yarı aç yaşamasına ancak yetebiliyordu.
    Ambulansta giderken emeğin kutsal olup olmadığını düşünecek durumda değildi.
    Emek gerçekten kutsal mıydı?
    Ya da şöyle sorayım, kimin için kutsaldı?
    Varsıllar için mi, yoksa yoksullar için mi?
    Varsılların işine yaramasaydı, emek gerçekten kutsal olabilir miydi? Kutsallık zırhına büründürülebilir miydi?
    Bir şey kutsallık tanımı içinde yer alıyorsa, mutlaka varsılların işine yaradığı içindir.
    Çalışma kutsanıp, zaman törpüledikçe, düşünme azalıyordu.
    Çalışmaktan düşünmeye vakti olmayanlar, en harika kölelerdi.
    Bunlar, efendilerinin buyruklarından bir milim dahi dışarı çıkmayanlardı.
    Buyruklarla yaşayanlardı.
    İtaatte birinci sınıf kullardı.
    Nazi Toplama Kampları'ndaki:
    "Arbeit macht frei. Çalışmak özgür kılar."
    Sözü, korku, şiddet ve vahşetle bedenlerini ve düşlerini yok ederek, ölesiye çalıştırdıkları Yahudi'leri özgür kılmadı. Gaz odalarında nefeslerini kesti. Bu söylemin yazılı olduğu kamplara sağ girenler, ölü olarak çıktılar.
    Bir de adalet sorunu var, tabii ki.
    Varsıllar, adaletin amansız savunucularıdır. Adalet vaat ederler. Adalet istekleri,
yoksulları daha iyi ezmek, sömürmek, açlık sınırındaki gelirlerinden, devlet yardımıyla daha çok vergi toplamak ve kendilerine bağımlı kılmak içindir.
    Varsılların adaleti, yoksulların hapishanesidir.
    Her geçen gün sayıları biraz daha artan yoksullar, açgözlü varsılların modern ve
gizli köleleri olmaya devam ediyorlar.
    Bu çark kırılmadığı sürece;
    Dünya, yoksulların mülk edindikleri çaresizliği köpürterek dönmeye devam edecektir.
    Genç Meksikalı beyin kanamasından öldü.
    Başını okşayan arkadaşı: "Pedro, Dünya'dan daha kötü bir yer olmayacağına göre, gittiğin yer, mutlaka iyidir."
    Başı dizlerinde, elleriyle kulaklarını kapatmıştı. Dünyanın sesini duymak istemiyordu.
    Yaşlı olan: "Bu topraklar bize düşman, artık gitme zamanı."
    Yankısı dinmeyen bir gün daha bitti.
    Merdivendeki kan kurumamıştı.
    Basamak, içten içe kanıyordu.

Emine Aydoğdu, Edebiyat Nöbeti, Ocak-Şubat 2023, Sayı 44,  S.35-36


7 Aralık 2024 Cumartesi

Peynir Kuşu / 192. Ada

Korkuyordu. "Korku 'hiç'i açığa çıkarır, sorun o 'hiç'le yüzleşip yüzleşemeyeceğimizdir." [Heidegger] Belki olmayan bir kadını açığa çıkaracaksa tanrı ödünü patlatsın razıydı. Nietzsche diyor ki: 'Hiçten hiç çıkar, o zaman hiçim.' O halde kendi "ne"liğini kendi başına bulmalıydı. Hiçse bile hiçliğiyle yüzleşmeye hazırdı. Kadının da kendisi gibi düşündüğünü kurguladı. 

Kendi varlığını kendinden alan Tanrı [Spinoza] açıklasın. Hem kadın hem tanrının varlığına dair kuşkusu korkusunun ana kaynağıydı. Tanrı için ya varsa, peynirkuşu için ya yoksa korkusu uykularını dağıtıyordu. Korku ve kuşkuyu karıştırıp kuşkorkusu biçiminde absürt bir kelime türetip gülümsedi.

- Sen bana ne yaptın?

Can Adalı, Peynir Kuşu, S.234

Portre: Tuncer Gönen


Yangın Yokuşu

Hatırlarsın çoğunu,
Gökyüzüne sıvanmış bir kömür karası,
Evleri üst üste, duvarları karanlık
Alnı buz tutmuş çok eskilerden bir yangın yokuşu

Canı burnunda bir dünya, soluk soluğa yaşarken evreni
Kınından çıkmış gibi evrildiği sedirde
Düz bir pencereden bakıyor, avuçları kan içinde çocuk

Anneler sızılı, ahşapları çürümüş tek gözlü evlerde
Beni de yutuyor derin ayak izlerinde sokakların
Hatırladın değil mi, çocuk

Fırıncı Yakup'un önünden geçtin yüz yıl sonra
Yangın Yokuşu'nun tam ucunda duruyor resmi
Ekmeğin kokusu hala burnunun ucunda
Kahveci Cilo bilardoyu devirdi bak
Beyaza salto attırdı istakanın tebeşirli gövdesinden
Alkışlar arasında bakıyordun çay yudumlarken, çocuk

Deniz simsiyah, Agora'dan aşağı doğru
İnci sinemasının yıkılışını gördün anılar arasından
Ellerinde balık pulları Havra Sokağı'nın
Soğan kabuklarının ve kıvırcık marulun sitem dolu gözleri
Sert baktın, için titredi, yan yoldan çekildin sarı köşeye
Bu dize dibe çökertti seni
Kestane Pazarı'nda avuçlarını sildin
Çadır brandalarda saklandın, utançtan, çocuk
Kulaklarımın duyduklarını örttün Hisar Camisi'nin desenleriyle

Çok yoksuldu dünya o zaman, çok da görkemli
Kuş sürüleri yüklü sanki kümülüs bulutlar
Dalgalar Konak'ta ayaklarına dokundu insanların
Seni de öldürmüştü bir defasında, kaşlarını çatmıştın
İpin çekilirken biri elini tutmuştu
İlk kurtuluşum öyle oldu hayattan çocuk

Çok koştun Tilkiliğe Yangın yokuşundan
Çocuk bezi daha bulunmamıştı,
Flaş bellek de bir yüz yıl sonra
Erimiş, incelmiş, ipek kızılı, sıcak bir ev Asmalı'da, sizin eviniz
Hem de cumbalı, pervazları ladin, tokmakları pirinç
Kapıları açık, özgür ve güvenli bir baba evi
Hatırla bak
Şimdiki gibi
Kimin ellerine sürülmüş kara lekeler var
Akrebin gör dediği hatırla şimdi, çocuk
Yangın Yokuşu'ndan Fırına uzandın
Depremler içinden süzülen bir yanın var
Deli ırmaklar gibi aktın uzunca, duruldun çocuk
En pahalı olandı erdem, ona tutundun
Sevgi kadar muhteşem, o yokuşta yoğruldun

Şimdi günler kısaldı, yokuş sarmal bir gök kubbesi
Nereye uzansan ılık bir akşamüstü, gün batımı
Nerede dursan yorgun bir ip ucundasın çocuk,
Hangi vagona binsen yükü is yorgun duvarlar

Tuncer Gönen, Edebiyat Nöbeti, Sayı:35, Temmuz- Ağustos 2021, S.18-19

Fotoğraf: İzmir, Ülkü Mahallesi, Yangın Yokuşu, 1973



6 Aralık 2024 Cuma

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek

Aşksız ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni 
bir kavganın güzelliğinde sevdim. 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! 

Aşk demişti yaşamın bütün ustaları 
aşk ile sevmek bir güzelliği 
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna. 
işte yüzünde badem çiçekleri 
saçlarında gülen toprak ve ilkbahar. 
sen misin seni sevdiğim o kavga, 
sen o kavganın güzelliği misin yoksa... 

Bir inancın yüceliğinde buldum seni 
bir kavganın güzelliğinde sevdim. 
bin kez budadılar körpe dallarımızı 
bin kez kırdılar. 
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz 
bin kez korkuya boğdular zamanı 
bin kez ölümlediler 
yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz. 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! 

Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri 
suyun ayakları olmuştur ayaklarımız 
ellerimiz, taşın ve toprağın elleri. 
yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık 
törenlerle dikilirdik burçlarınıza. 
türküler söylerdik hep aynı telden 
aynı sesten, aynı yürekten 
dağlara biz verirdik morluğunu, 
henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz... 

Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne 
ne tan atışı doğumların sevincine 
ey bir elinde mezarcılar yaratan, 
bir elinde ebeler koşturan doğa 
bu seslenişimiz yalnızca sana 
yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! 

Saraylar saltanatlar çöker 
kan susar bir gün 
zulüm biter. 
menekşeler de açılır üstümüzde 
leylaklar da güler. 
bugünlerden geriye, 
bir yarına gidenler kalır 
bir de yarınlar için direnenler... 

Şiirler doğacak kıvamda yine 
duygular yeniden yağacak kıvamda. 
ve yürek, 
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda. 
ey herşey bitti diyenler 
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler. 
ne kırlarda direnen çiçekler 
ne kentlerde devleşen öfkeler 
henüz elveda demediler. 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! 

Adnan Yücel

Ömrüm Zından İçinde

Beyaz mintan geçirdiler sırtıma
Zemheride çıkardılar devlet önüne.
Temizlik imandan, suçum idamdan
attılar da beni zından içine

Attılar da beni zından içine
dar geliyor artık günler ömrüme

Yavru kuşun kanadında gözlerim
kelepçenin karasında yüreğim
Bu sevdanın yarasında günlerim
Attılar da beni zından içine

Attılar da beni zından içine
Yâr olmuyor artık yıllar ömrüme

Refik Durbaş, Milliyet Sanat Dergisi, Sayı:318, 15 Ağustos 1993


5 Aralık 2024 Perşembe

Elektro Şok

çıldıracak yaşa geldiğimde
her şey için çok geçti
insanlara göre fazla iyi biriydim
bir akraba kadar dürüst ve tehlikeli

efsanelerin yenilendiği bir dönemdeydik
anılar an olup siliniyordu belleklerden
"okumazsam zalim kalırım" diyordum
önemliyken sorular cevaplarından

çabuk kuruyan bir hayattı benimkisi
son sözü söyleme meraklılarını dinleyemezdim
yoktu itaat etme yeteneğim
aday olamazdım krallığa ve soytarılığa

bir çıt sesi duysam belki değişecekti çok şey
ama sakin, tasasız hayatımda yeniliğe yer yoktu
bezgindi beyin hücrelerim, yorgundu bakışlar
ufak bir tıkırtı delirtecekti

nikotin yanığı parmaklar
ve gözlerimdeki uykusuzluk izleri
hayra alamet değildi
dilim sürçtü, düştüm hoyrat ellerinize

Metin Celâl, Sombahar Dergisi Sayı:17, Mayıs-Haziran 1993


Kentleşme

Ay'a, yıldızlara, komşu balkonların asmalarına ve
yeşil biberlere, domateslere ve maydanozlara,
nanelere, gülhatmine ve incir ağacına ve kentin
uğultusuna ve tepsideki çaylara karşı güller, açılıp
kapanıyor, kapanıp açılıyor itin dübürü gibi
bahçesinde Süleyman Efendinin - Kentte akşam
sohbeti.

Karanlığı sevmedikleri için gündüz uyuyor onlar,
duymuyorlar kentin uğultusunu, dansını dallarda
kuşların, denizin mavisini, yıldızların ışığını,
yaprakların toprağa kaçışan kokusunu, ırmakları,
ağaçları, yağmuru, etini ve terini doğa'nın - Düş.

Yeniden gelecekler çiçek ve dolu vurmadan dalları,
dökülmeden başaklar ve ilk meyveler, boyunlarını
eğmeden domates fidanları, bakmadan biberlere
yalnızlık kızarmış gözleriyle, eğmeden başlarını
ayçiçekleri, acılı türküler söylemeden Ay,
saklanmadan kuytulara gölgeleri. Söğüt dallarından
düdükler yapıldığı ve çocuk yürekli İsa'nın ağzından
bıçaklandığı o dere
kıyısında tayf gibi yeniden gelecekler - Işık.

Göğün altında dingin, körlerin sonsuz karanlığında
tadacaklar maviyi.

Erdoğan Alkan, Şairin Atölyesi 1, Ocak 1993


Arşa Kadar

Sonra o da sustu, kuş
Uçtu bir başka balkona
Dayanılmaz bir sessizlik
Çöktü odaya, nasıl da geçti
Zaman, hayaletler işe gidecek
Birazdan, kavakları okşayacak
Rüzgâr, ateş durdu, söndü, korlaştı
Kül yayıldı, gevşedi, sonra o da sustu
Kuş, tekrar kondu balkon demirine
Resimler bir kez daha gösterildi
Amcalara, teyzelere ve o eski
Mektuplara damladı gözyaşları
Damladı damladı, sessizlik hep
Çöreklendi odalara, zaman
Selâmsız sabahsız çekip
Gitti hep, haberimiz olmadı
Kavağın halinden, ateş yoruldu
Su susadı, güneş terledi
Gece soyundu, soluklar sıklaştı
Sonra o da bitti, kuş kışın
Gelmedi, kar da yağmadı bu yıl
İlkyaz erken geldi, kuş hiç
Gelmedi, başka kuşlar da konmadı
Balkon demirine, fotoğraflar sarardı
Eskidi, amcalar teyzeler öldü, zaman
Hiç durmadı, suskunluk büyüdü
Büyüdü ta arşa kadar
Sonra o da sustu

Gültekin Emre, Adam 1994 Şiir Yıllığı, S.97


İzleyiciler