31 Ocak 2025 Cuma

Filin Yolculuğu

"Kıta Avrupası'nın en batısından, Lizbon'dan Viyana'ya doğru yola çıkan bir fil ile bakıcısı yoksul Subhro'nun ve bu tuhaf yolculuğun hikâyesidir Filin Yolculuğu. 16. Yüzyılda, Portekiz kralı III. João, kuzeni Kutsal Roma-Germen İmparatoru II. Maximilian'a hediye olarak gönderir fil Süleyman'ı. Süleyman ile Subhro, yanlarında kendilerine eşlik eden Portekiz kralının korumaları ve yardımcı ırgatlarla zorlu yolculuklarına başlarlar. Portekiz'i, İtalya'yı, Alpler'i geçerken hayatlarında ilk kez bir Hintliyle karşılaşan, ilk kez bir fil gören köylüleri ve kasabalıları şaşırtır ve etkilerler. Yolculuğun ikinci bölümünde bizzat İmparator Maximilian ve karısı Maria tarafından karşılanır ve Viyana'ya onlarla birlikte giderler. José Saramago'nun bu en eğlenceli romanında, fil terbiyecisi Subhro'nun erdemi, pasifist felsefesi ve yaşama  bakışındaki doğallık ve Süleyman'ın emir kabul etmeyen doğası, yolculuğun ritmini belirlerken, insanların ruhlarında değişimlere yol açar. Hinduizm, mistisizm ve Hıristiyanlık hikâyeleriyle, mucizelerle renklenen romanda Süleyman ve Subhro'nun dokunduğu insanlar, kilisenin söz verdiği türden bir mucizeyle karşılaşmazlar ama bu yabancılar onların ruhlarında derinizler bırakır. Saramago her zamanki ince mizahıyla, muhteşem metaforlarıyla ve insana dair gözlemleriyle olağanüstü bir yolculuğu anlatıyor."

"(...) İşte Alpler orada. Evet oradaydılar ama pek görünmüyorlardı. Kar sakin yağıyor, dalındaki pamuk yumaklarını andırıyordu ama sırtında giderek daha çok göze çarpan bir buz tabakası oluşmaya başlayan filimiz bu yumuşaklığın yanıltıcı olduğunu söylüyordu, sıcak topraklardan geldiği için tüm hayal gücünü seferber etse bile böyle bir kış manzarasını aklına getiremeyecek olmasa, çoktan fil terbiyecisinin dikkatini çekmiş olması gereken bir durumdu oysa. Kadim Hindistan'da, kuzeyinde, dağlarında ve tepelerinde kar eksik değildi elbette, ama Subhro, şimdiki Fritz, hiçbir zaman zevk olsun diye yolculuk edecek ve dünyayı tanıyacak olanaklara sahip olmamıştı. Karla ilgili ilk deneyimini Goa'dan geldikten birkaç hafta sonra Lizbon'da yaşamıştı, soğuk bir gecede, elekten dökülen una benzeyen toz gibi beyaz bir şey gökten yağmış, yere değer değmez yok olmuştu. Göz alabildiğine her yeri kaplayan bu engin beyazlıkla ilgisi yoktu. Pamuk yumakları kısa zamanda büyük ve ağır topaklara dönüştüler, rüzgârın  savurmasıyla fil terbiyecisinin yüzüne şamar gibi iniyorlardı. Muhteşem Süleyman'ın ensesine büzülmüş, pançosuna sarınmış Fritz soğuğu çok hissetmiyordu ama, sürekli, aralıksız inen darbeler onu tehlikeli bir tehdit gibi kaygılandırıyordu. Trentoyla Bolzado arasının, bir şekilde ifade etmemiz gerekirse bir gezinti olduğunu söylemişlerdi, topu topu on fersah, belki biraz daha fazla, bir pire sıçrayışı, ama hava böyle olunca, kar yola çıkma basiretsizliğini gösterenlerin bir yere varmasına izin vermemeye kesin kararlıymışçasına, tırnakları varmış gibi insana yapışıp da hareketlerinin tümünü ve her birini ve hatta soluk alıp verişini bile yavaşlatırken durum çok farklıydı. Muhteşem Süleyman doğanın ona bahşettiği tüm güce rağmen sarp dağ yolunda zorlukla ilerliyordu.(...)"

José Saramago, Filin Yolculuğu, Kırmızı Kedi Yayınları, S.137

Çeviri: Pınar Savaş


30 Ocak 2025 Perşembe

Asıl Adalet

İnsanlarda tek sıcak kanun,
üzümden şarap yapmaları,
kömürden ateş yapmaları,
öpücüklerden insan yapmalarıdır.

İnsanlarda tek zorlu kanun,
savaşlara, yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları,
ölüme karşı yaşamalarıdır.

İnsanlarda tek güzel kanun,
suyu ışık yapmaları,
düşü gerçek yapmaları,
düşmanı kardeş yapmalarıdır.

Hep var olan kanunlardır bunlar,
bir çocukcağzın tâ yüreğinden başlar,
yayılır, genişler, uzar gider
tâ akla kadar.

Paul Éluard       Çeviren: A.Kadir

Fotoğraf: Paul and Nusch Eluard, England, 1937


29 Ocak 2025 Çarşamba

Kitap Endüstrisi / Şeyleşme

Endüstri bize aptal olduğumuzu öğretmek zorundadır; zira doğal yollarla aptallık edinmeyiz. Aksine, dünyaya zeki, meraklı ve öğrenmeye hevesli varlıklar olarak geliriz. 

"Kitap endüstrisi yalnızca bir dogmayı üretmekle kalmaz, aynı zamanda dışında kalanlara çok küçük bir alan bırakır. Kitapçı zincirleri vitrinlerini ve sergileme stantlarını en yüksek teklifi verene satarlar, böylece halk, yalnızca yayımcının ücretini ödediği eserleri görebilir. Dolayısıyla, çok satan olduğu duyurulan kitapların oluşturduğu yığınlar bir kitap dükkanındaki alanın çoğunu kaplar. Her birinin üzerinde, aynen yumurtaların üzerindeki gibi bir 'son satış' tarihi vardır ki, bu da üretimin sürekliliğini teminat altına alır. Sözümona düşük kültürlü okurları hedef alan genel gazete politikasının baskısı altındaki kitap ekleri, benzer 'fast-food' kitaplar için günbegün daha çok alan ayırarak 'fast-food' kitapların da modası geçmiş herhangi bir klasik kadar değerli olduğu ya da okurların 'iyi' edebiyatın keyfine varacak denli akıllı olmadığı izlenimini yaratırlar. Bu son nokta çok mühimdir: Endüstri bize aptal olduğumuzu öğretmek zorundadır; zira doğal yollarla aptallık edinmeyiz. Aksine, dünyaya zeki, meraklı ve öğrenmeye hevesli varlıklar olarak geliriz. Entelektüel ve estetik kabiliyetlerimizi, yaratıcı algımızı ve dil kullanımımızı bireysel ya da kolektif olarak köreltmek ve nihayetinde söndürmek, muazzam bir zaman ve çaba gerektirir.

Günümüz yayıncılık endüstrisinin büyük çoğunluğu, engin ve derin kitaplar okumayı teşvik etmek yerine, tek boyutlu nesneler, yüzeyden ibaret olan ve okura keşif imkânı tanımayan kitaplar yaratmaktadır.

Formüllere başvurarak yazmayı reddeden sayısız yazar olduğu ve kimisinin bu yolla başarı kazandığı muhakkaktır; ancak bugün büyük yayıncılık şirketleri tarafından üretilen kitapların çoğu, değişmeyen bu endüstriyel modeli izler. Okuyan kesimin büyük bir kısmı bu nedenle belli türden bir 'konforlu' kitap beklentisinde olacak biçimde eğitilir ve daha da tehlikeli olan, okurların kısa betimlemeler, televizyon dizilerinden kopyalanmış diyaloglar, tanıdık marka isimleri ve dolambaçlı yollar takip eden olay örgüleri peşinde, çetrefilliğe ya da belirsizliğe asla izin vermeyen belli türden 'konforlu' okumalara alıştırılmasıdır.

Alman felsefeci Alex Honneth, György Lukacs tarafından geliştirilen bir terimi kullanarak, bu süreci 'şeyleşme' olarak adlandırır. Lukacs'ın şeyleşmeden kastı, deneyimler dünyasının, ticari alışveriş kurallarından türetilen tek boyutlu genellemeler vasıtasıyla sömürgeleştirilmesidir. Yaratıcı hikâyeler dolayımıyla değil, yalnızca, bir şeyin ne kadara mal olduğuna ve bir kimsenin onun için ne kadar ödemek istediğine göre değer ve kimlik biçilmesidir söz konusu olan. Bu ticari fetişizm, bilinç de dahil olmak üzere insani faaliyetlerin tümünü kapsar ve insan emeğine ve endüstriyel metalara bir tür aldatıcı özerklik yükler, öyle ki, bizlere onların itaatkâr izleyicisi olmak düşer. Honneth bu kavramı, öteki'ne, dünyaya ve kendimize dair algılayışlarımızı da kapsayacak biçimde genişletir, diğer bir deyişle, insanları ve var oldukları alanı yaşayan varlıklar olarak değil de tekil kimliklerden yoksun şeyler ya da nicelikler olarak gören bir toplum anlayışını katar kavrama. Honneth'e göre bu kavramların en tehlikelisi 'kendi kendine - şeyleşme' dir ki bu da iş görüşmeleri, şirket eğitim programları, sanal seks siteleri, role-playing video oyunları gibi türlü faaliyette kendimizi diğerlerine sunma biçimimizde kendini gösterir. Ben bunlara, zekamızı yadsıyan ve hak ettiğimiz yegâne hikâyelerin bizim için önceden sindirilmiş hikâyeler olduğuna bizi ikna eden edilgen okuma alışkanlıklarını da ekleyeceğim.

Bu edebiyatın her edebi türde örnekleri vardır; duygusal kurmacadan kana susamış gerilim romanlarına, tarihi aşk romanlarından mistik palavralara, gerçek itiraflardan gerçekçi dramaya kadar. 'Satılabilir' edebiyatı eğlence, dinlence ve meşgalenin, dolayısıyla toplumsal açıdan yüzeysel ve nihayetinde lüzumsuz olanın alanıyla katı bir biçimde sınırlar. Gerek yazarları gerekse okurları çocuklaştırır; ilkini yaratımlarının daha iyi bilen biri tarafından hale yola sokulması gerektiğine inandırır; diğerini ise daha zekice ve karmaşık anlatılar okuyacak denli akıllı olmadığına ikna eder. Bugünün kitap endüstrisinde, hedef kitle ne kadar geniş olursa, yazardan da o kadar itaatkâr bir biçimde, basit olgusal ve dilbilgisel düzeltmeler kadar olay örgüsü, karakter, mekân ve başlık değişikliklerine de karar verme gücüne sahip editörlerin ve kitap satıcılarının (son zamanlarda aynı zamanda edebiyat ajanslarının) talimatlarına uyması beklenir. Bununla birlikte, bir zamanlar anlaşılması güç ya da akademik olarak değil de yalnızca zekice olarak nitelenen kitaplar bugünlerde esasen üniversite yayınevleri ve mucizevi bütçeleri olan küçük firmalar tarafından yayımlanıyor. Aldous Huxley'nin 1932 tarihli romanı Brave New World'deki denetimci, bu taktikleri kısa ve öz bir biçimde şöyle açıklar: 'Bu, istikrar uğruna ödememiz gereken bir bedeldir. mutluluk ve yaygın deyişiyle yüksek sanat arasında bir seçim yapmak zorundasın. Biz yüksek sanatı feda ettik.' "

Alberto Manguel

28 Ocak 2025 Salı

Bir Ömür Yetmez

Bahtı teninden yanık bir serencamdı
Bir ömrün bana giydirdikleri
Kaçamadım şerrinden şamarından feleğin
Daha tüysüz bir çocukken dilim dağlandı
Yasaklarla korumaya alındı bütün düşlerim

Ardımsıra kurallar devriyeler gezerdi
Başım üç numara traş trahomlu gözlerim
Babamın ters-yüz ceketi gibiydi hayat
Acısı bol bir ağıt gibi dururdu bedenimde
Ya da sokaklarıma dar gelirdi.

Parçalanmış bir aynada büyüttüm kendi kendimi
Kurşun eritilirdi başımda okunmuş sular içerdim
Boynumdaki muskaya havaleydi bütün hâllerim

Hem takdir hem tekdirlik bir mektepliydim on beşimde
Yağmurlar ve şarkılar kardeş gibiydi
Şarapla tanıştığım rüzgâra bulaştığım bir takvimdi
Hepsi bir şiirin eskizleriydi belki
Sonraki yaralarıma sargı bezleri

Ten çıra olmamıştı yazgım henüz bakirdi
Giz yüzle tanıştı sonra boynunu sıktı muska
Bir tren yolculuğunda bozdum bekâretini

Sonrası âhir zaman kahır mevsimi
Yenildiğim yıllardı kapılar kilitliydi
Rüzgârsız kaldım dilim paslandı otuzumda
Tezgahlarda boylu boyunca ertelendim yarına
Gözlerinin düsturuyla kırdım gecenin çemberini
Kaç arkadaş daha silindi kütüğünden
Notalara söz oldular şiirlerle kutsandı isimleri

Kırk kere bozmuştum tövbemi kırkıma geldiğimde
Sığınacak bir dergâhım da yoktu üstelik
Biraz daha büyütmüştüm yaramı
Bende gözlerin kaldı o şarkının sözleri
Bu biraz da kendimi seninle tanımlamak gibidir
Orda saklıdır dünyanın bütün hazineleri
Kutlu bir mirastır elbet
Bir ömür yetmez anladım
Yazmak için bütün sen'leri

A. Hicri İzgören

Fotoğraf: Kasaba Filminden (Nuri Bilge Ceylan)


27 Ocak 2025 Pazartesi

"Zafer, arkasından bıçaklanan masum düşmanların cesetleri üzerine atılan yapma çiçeklerden bir çelenktir."


"Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum."

"Avam için din, kendi gibi düşünmeyeni yok etmek hürriyetidir. Ateizm, Allah'a inanmamak değil, avamın inançlarını paylaşmamaktır."

"Vücudumuzu aşmak, ben'in dar ve sevimsiz geometrisinin ötesine geçmek, sonsuza yönelmek, bir insana sarılmak, hatıralarda yaşamak: İşte aşkın, dinin ve kahramanlığın kaynakları. Bir kısım insanlarsa kendilerini aşarlar ve kendilerini feda etmesini bilirler, bir fikre, bir davaya adarlar kendilerini, anıta, olaya, kitaba dönüşürler; ruhları ışık ve sevgi kaynağıdır; ruhları doğa gibi devamlı verimlidir ve doğa gibi ölümsüzdür."

"Spinoza'nın bir sözü beni sık sık düşündürür: 'havaya fırlatılan taş konuşabilseydi, mutlaka kendi arzusuyla yolculuğa çıktığını söylerdi.' "

"Aryalı akıncıların zincire vurduğu siyah derililer fatihlerinden çok daha medeni idiler. Kuzeyli barbarlar, yırtıcı sürüler halinde, sulhçu ve ilerici kavimlerin mezarcısı olmuşlardır. Yani kaba kuvvet, mızrak veya kılıç munisleşen, incelen, olgunlaşan insanı yenmiştir. Tarih, galiplerin yazdığı bir kitaptır. Zafer, arkasından bıçaklanan masum düşmanların cesetleri üzerine atılan yapma çiçeklerden bir çelenktir."

"Medeniyetler ancak intihar etmek suretiyle ölürler."

"Kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak. Bu canım memleket, bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir. Fikir hürriyeti ya bütün olarak müdafaa edilir, ya edilmez. Zındık olun, dindar olun ama düşünün, insanı öldüren kanser kayıtsızlıktır."

"Tanzimat neslinin en büyük hizmeti, Türk nesrini yaratmasıdır."

"Şuurun kaderi, biyolojiğin umurunda değildir. Külçe gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır."

"Hürriyet rahatsız ediyor insanı. Bir güvensizlik duygusu çöküyor içine. Kendi başına karar vermek, yeni yeni durumlar karşısında davranışını tayin edebilmek, çok sıkıntılı bir iş. Hür bir dünya tehlikelerle dolu. Ancak tehlikeli bir hayata göğüs gerebilecek insanlar demokrasiye sevgi duyabilirler."

"Eğer pek yakınlarındaysan, birbirleriyle çekiştiklerini görürsün. Bakarsın kimi şu partiden, kimi bu partiden. Ama hele biraz uzaklaş, bir tepeye çık, tozu dumana katan bu süvarilerin topu birden sana bir tek toz bulutu, aynı toz bulutu halinde aynı olacaktır."

"Her büyük adam kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır."

"Einstein'a 'Gravitation' hakkındaki formülünüz Newton'unki kadar zarif ve sade değil diye takılmışlar. 'Hakikati belirtmek istiyorsanız zerafeti terzilere bırakın.' demiş."

"Bir romancı çağını kucaklamak zorundadır."

"Spinoza, 'Her hüzün bir parça fakirleşme, bir parça küçülmedir' diyor.

"Aşk dehanın büründüğü şekillerden biri. İnsanın dörtte üçü âşıkken belirir."

"Türkiye'de fikir her zaman bir anakronizmdir."

"Rusya'da bir gazete çıkarma teşebbüsü suya düşünce, Lenin çoluğunu çocuğunu memleketinde bırakarak Almanya'ya kaçmıştır. Yanına iki vagon halinde kütüphanesini almış, yer darlığından edebiyat kitaplarını bırakmış, yalnız bütün tecrübelerin toplu olduğunu söylediği 'Faust'u aldırmıştır. en sevdiği yer: 'Her nazariye soluktur aziz dost, canlı olan, taze olan hayatın ağacıdır.' "

"Bakışlarını iç dünyasına çeviren insan, şuurun mağarasında kendi gölgesiyle karşılaşır."

"Tarih mahkemesinin verdiği kararları çok defa hiciv infaz eder."

"Neyzen'deki tezatların psikopatolojik köklerini merak edenler L'Homme de génie'yi okusunlar. Biz, coşkun zekâsını alkol kadehlerinde boğan bu hasta ve kardeş şairin hatırasını daima şefkat ve sevgiyle anmakta devam edeceğiz."

"Yazarın tek bir düşmanı vardır: Bağnazlık. Düşüncenin bütün huysuzluklarına, bütün hoyratlıklarına, bütün çılgınlıklarına selam!"

"Stendhal'ın meşhur kristalizasyon-billurlaşma teorisinin kaynağı bu. Billurlaştırmak, hayalin sevgiliye kendisinde olmayan vasıflar eklemesi ve onu süslemesi, güzelleştirmesidir.  'Hangi güzellik akla gelse hemen sevgilimize kondururuz.' "

"Machiavelli ile Gandi, batıyla doğu. Biri politikadan ahlâkı kovar, öteki politikayı ahlâka kalbeder. Muhammet, harp hiledir diyor. Muhammet de realisttir. Silahlı bir peygamber. Şiddeti ortadan kaldırmak için şiddet. Tarih bu yalanın insanlığa ne kadar pahalıya mal olduğunu bar bar bağırıyor. Kan kanı, şiddet şiddeti doğurur. Gayeyle vasıtalar bir bütündür. Hiçbir gaye kötü vasıtaları meşrulaştırmaz."

"Buffon adında kayıtsız ve kaygusuz biri 'deha uzun bir sabırdır.' demiş."

"Düşünmek, caddelerden keçi yollarına; çiğnenmemiş, sarp, dikenli keçi yollarına sapmaktır."

Cemil Meriç, Jurnal 1.Cilt 1955-1965, İletişim Yayınları



26 Ocak 2025 Pazar

Puslu Kıtalar Atlası

    "(...) Bünyamin uyandığında gözlerini açmakta zorluk çekti. Çünkü yüzüne bir sargı bezi sarılmıştı. Şakaklarında, alnında ve yanaklarında dayanılmaz bir acı vardı. Üstelik ateşler içinde yanıyor, sık sık öksürüyordu. Onu karların üzerinde bitkin bir durumda yatarken bulduklarından dört gün sonra zatürre olmuştu. Yüzü parçalandığından onu tanıyan olmamıştı, ama zırh gömleğine bakıp onun bir yeniçeri olduğuna hükmetmişlerdi.
    Yaralılarla dolu bir öküz arabasında olduğunu hemen anlamıştı. Şiddetli soğuktan korunmak için üzerlerinde üç kat keçe vardı. Gözleri sarılı olmasına rağmen Bünyamin, arabanın yanında yürüyen askerlerin konuşmalarından, 'Kaledeki casusun Vardapet'in çırağına çok değerli bir şey verdiğini, ama Bünyamin adlı zındığın emanet aldığı bu şeyle birlikte kaçtığını, büyük ihtimalle onu kaledekilere sattığını'
öğrendi. Zülfiyar adlı casus, savaş meydanında Bünyamin'in cesedine rastlayamamış, akıncılara delikanlının eşkalini tarif ederek onu ölü ya da diri getirmelerini buyurmuş ve delikanlının başına yüz altın ödül koymuştu.
    Bünyamin elini koynuna soktu. Babasının ona verdiği kitap hâlâ oradaydı. Parmaklarını sayfaların arasına sokup casusun kendisine verdiği parayı aradı ve buldu. Bu sözümona değerli şeyle birlikte kaçtığına Zülfiyar'ın neden inandığını uzun uzun düşündü. Bu adam bir casustu ve hiçbir işini tesadüfe bırakmayan biri olmalıydı. Böyle birinin tesadüflere kolay kolay inanmayacağı da açıktı. Çünkü mesleği gereği tedbirli olmak zorundaydı ve daima muhtemel en kötü durumu dikkate alarak davranırdı. Kalede ele geçirip kendisine teslim etmek zorunda kaldığı o şey, artık her ne ise, gözünde o kadar değerliydi ki, işin aslının zaten hiçbir önemi yoktu. Zülfiyar'ın aradığı bu değerli şeyi şu anda taşıyan kişi, ister iyi niyetli ister kötü niyetli olsun, bu casusun 'muhtemel en kötü durum ne ise hakikat de odur' ilkesi uyarınca boynu vurulacak biriydi.
    Bünyamin biraz olsun kendine geldiğinde, yeri yurdu ve hangi yeniçeri ortasından olduğuna dair soruları bertaraf etmek için hafızasını kaybetmiş numarası yapmaya karar verdi. İsabetli bir karardı bu. Çünkü kaleden ayrıldıklarının on yedinci günü, geceyi geçirmek için Sofya'ya üç gün uzaklıkta bir yerde mola verdiklerinde, Zülfiyar topallayarak gelmiş ve Yahudi hekime Bünyamin'in yüzündeki sargıları açmasını buyurmuştu. Hekim denileni yaparken Bünyamin'in kalbi küt küt atıyordu ama son sargı da açıldığında casusun kendisini tanıyamadığını gördü. Ancak orada bulunanlar, hatta Zülfiyar bile ona acıyarak bakıyorlardı. Elini yüzüne götürdüğünde garipliği sezdi. Sanki bir süngere dokunmuştu, göz kapaklarından birinin yarısı yoktu. Buna rağmen metanetini kaybetmeksizin, kendisine sorgu sual edenleri hafızasını kaybettiğine inandırmayı başardı. Casus ve adamları gittiğinde hekimden bir ayna istedi. Gelgelelim yirmi gündür onu tedavi etmeye çalışan bu adam ona ayna vermemekte direniyordu. (...)"

İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası, İletişim Yayınları, S.86-87


Yaz Bitti

yazın bittiği her yerde söylenir
söylenmeyen şeyler kalır geriye

ve sonra hiçbir şey olmamış gibi
ağır, usul bir hazırlık başlar
uykuya başlar yeni bir mevsime

orda burda, ev içlerinde, kır kahvelerinde, deniz kenarlarında
incelen yazın akşam esintilerinde
zaman usulca sıyrılır aramızdan
ta içimizde duyarız gelecek günlerin geçmişini
başka ne gelir elimizden
büyük bir uzaklığa gülümseyerek
geçiştiririz 
ıskaladığımız şeyleri

yatıştırır rüzgârlar
dışavurur içimizdeki lodosu, poyrazı, günbatımlarını
saklar bizi
gözlerimizdeki hüzne "dinginlik" adını verir
"seni iyi gördüm," diyenler
biz de iyi hissederiz kendimizi
elimizden başka ne gelir ki

köşe başları, akşamüstleri, kokular
tozar gider zamanın boşluğunda
karışır anların kuytu belleğine
belki sonraları bir gün
hatırlanır aynı kederle
yazın bittiği her yerde söylenir
söyleyenler inanır gerçekten bir şeylerin bittiğine
yaz biter
eskir geceler, serin, hüzünlü
yeni mevsime hazırlık: ömrün teyel yerleri
bir yanı telaş, bir yanı ürperten yaz sonu ikindileri
çıkarır sizi dalgın derinliğinizden
yaşadığınızı duyarsanız teninizde
bir zamanlar okumuş olduğunuz kitapları özlersiniz
sıcak odaları, beyaz, temiz yastıkları
ahşap pancurları
yaz bitti
bitmeyen şeyler kaldı geride

yaz bitti
yaz bitti
yüksek sesle söylüyorum bunu kendime
her yerde söylendiği gibi
yaz bitti
yaz bitti
hiçbir şey hiçbir şey
hiçbir şey
yalnızca üşüyorum şimdi

Murathan Mungan, Yaz geçer, Metis Yayınları, S.87-89


Galata Köprüsü

Dikilir Köprü üzerine,
Keyifle seyrederim hepinizi.
Kiminiz kürek çeker, sıya sıya ;
Kiminiz midye çıkarır dubalardan;
Kiminiz dümen tutar mavnalarda;
Kiminiz çımacıdır halat başında;
Kiminiz kuştur, uçar, şairane;
Kiminiz balıktır, pırıl pırıl;
Kiminiz vapur, kiminiz şamandıra;
Kiminiz bulut, havalarda;
Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı,
Şıp diye geçer Köprü'nün altından;
Kiminiz düdüktür, öter;
Kiminiz dumandır, tüter;
Ama hepiniz, hepiniz...
Hepiniz geçim derdinde.
Bir ben miyim keyif ehli, içinizde?
Bakmayın, gün olur, ben de
Bir şiir söylerim belki sizlere dair;
Elime üç beş kuruş geçer;
Karnım doyar benim de.

Orhan Veli Kanık


Kara Yazı

Yollar yollara bağlı vay bacım
hangisinin sonunda yitecek dersin
süt beyaz etindeki sancı
Uykulara vuran alaca dağlar
arkası senin kahrın el harmanlarında
Güneye insem
portakal, mandalin bahçeleri
Ağıtlarda kirpiklerin hep ıslak
gözlerin uçurumlu
uzamış kıtalarda yalnızlığın
Afrika'da kara
Çukurova'da anlatılmaz

Bin renkle açar çiçek
döner gazel yaprağı rüzgârda
Gün olur omzunda mermi, elinde mavzer
dağlarda düşmana konuşursun
kız memelerin ayaz
gelin aynası gözlerin yangında

Kurakta gök katına açılır ellerin
ki duymuş başka şeylerden
yediveren toprağın özlemini
Sıkılır dişlerin bir gece
vakterer aşktan
kıskanır ağrını karanfil
canlar verirsin geceye

Nice ölüm, nice gurbet
alıp giderler

Bir sabah
sabrın konuşur taşta

Ahmet Oktay, Gölgeleri Kullanmak, Dost Yayınları, 1963


Çıngırak

Çıngıraklı saati kurdum geceden
Göreyim seni beni şafakla uyandır dedim
Rüya dolu bir uykunun ardından
Çıngırak çalınca dapduru geldim
Kendimi dar attım karşı dağın yamacına
O alacakaranlıkta olup biteni
Elbet bir kenara yazdım

Saat altı sularında yaz sabahında
Toprağın bir toprak oluşu var
Börtü böceğin hepten uyanışı
Denizin bir deniz oluşu var ki deme gitsin
Ekin tarlasının kıyıcığında
Ağacın uzayışı var

Sonra ortalık ışıdı bu ne güzel iş
Kuş ötmiye başladı sevincinden
Anladım ki işi oydu
Gökyüzüne baktım, rengince
Çiçeği kokladım
Cinsince kokuyordu

Baktım ki tabiatta yalan yok
Çiçek açarsa meyve veriyor
Irmak gibiyse denizlere akacak
Dağsa ovaların çok yükseğinde
Kuzuysa kurttan iyi
Taşsa havadan ağır
Balıksa suda soluyacak
Domuz bile yavrusunu emzirecek
Saçılan her tohum filizleniyor
Yonca oluyor, keten oluyor, buğday oluyor zamanla
Baktım ki tabiatta yalan yok

Ellerimiz el olmadıktan sonra
Vazgeçelim be kardeşler
Aklımız akıl değilse
Gönlümüz gönül değilse
Gücümüz boşunaysa
Vazgeçelim olsun bitsin
Böyle yarı yalan yarı yanlış
Yaşamaktan fayda yok

Metin Eloğlu





25 Ocak 2025 Cumartesi

Kozmik

Bir yaşantımız var şu yuvarlakta
Adına yeryüzü dediğimiz
Biz kaplamışız duvarlarını bin yönde
Çizmiş karanlığı üzerine ellerimiz
Düşmanlar yaratmışız kendi içimizden
Ölümü üleştirmiş eşken isimlerimiz

Sımsıkı kapanacaksa bütün kapılar
Hiç belirmeyecekse o düşsel umut
Kapkara duracaksa orada ufuklar
Sonsuza kadar ışıksız şu konut

Yalnız korkudur boy verir içimizde
Bir gizli düşmanın açlığını büyüten
Saldırır belki yıkar duvarlarımızı
Çiğnenir geçeriz belki dişlerinden

Direnç anlamsızdır o zaman, yenilmişizdir çünkü
Yönelir sorulara durmadan çaresizlik
Dostlar, kardeşler, en kopmaz ilgiler
Şu yuvarlak içinde baştan gömüldük

Günter Grass

Çeviren: Engin Aşkın  


Haydutun Türküsü

Rüzgâr döküyor sarı yaprakları,
eve dönmeyeli üç yaz oluyor.
Taze gelinler dul sayıyor kendini
Pirin'e bakıp bakıp dövünüyor.
 
Karanlıkta gide gide bıkmadık mı,
çocuklarımız tütmüyor mu burunlarımızda?
Bıkmadık mı taş yastık aramaktan,
çalılar üstümüze örtmek için.
Saçaklarda buzlar erimeye başladı
her yanı yabani otlar sardı, voyvoda.
"Kurşun sık havaya, yıldızlara!
Onurlu ve özgür düşelim savaşta."
 
Nikola Vaptsarov, Seçme Şiirler

Çeviren: Erdal Alova


Bulutlar

Bir tırtıl yürüyor kır yolunda bir yakadan bir yakaya
saatler, gün. Doğanın okul ödevi gibi gaileli, çocuksu,
tozlu. Traktör izinin kraterlerinde, ölümkalımda bir
tırtıl. Toprağın deve tüyünü, yaprağın havını, tırtılda
usun atılımını rüzgâr dolanıyor.

Denizin zarını kaplayan pusun saydam buğusunda
dağ ve gök aynılanıyor, tırtılın adımıyla mavi
buğuda ırgalanıyor tül. Dağın belindeki büklümden
kıyıya açılan yolda ıssızlığın alüvyonunda
umulmayan hayat yürüyor.

Ufkun peçesinde dalgalar kelebeklerin sükunuyla duruldu.
Coğrafyanın gizemli çizimi sahanlığı kırılmış ülkeyi
yansılıyor göğün pazeninde okyanusun yırtılma sesiyle.
Toprağın yüzeyinde tırtılın dalgalanmasında ve
uzayda karanın kırılma yankısında sağ omuzumdan
sol böğrüme verev parçalanmayla düşmüşüm.

Ülke gök camekanlarıyla parçalandı, bağrında karanlık
yar açıldı, karalar ayrıştı, suyun kavşağında kopmuş
toprak dört denizin aynasında başsız, kımıltısız. Ben
dört suyun yamacında ölümcül bir ulusum. Başım ve
böğrüm ayrı kıyılarda, başka karalarda sağ kolumla
sol kolum.

Azer Yaran, Burada Günışığı Türk, Gibi Yayınları, S.50-51


24 Ocak 2025 Cuma

Balkondan Bozma

Selamı sabahı kurudu buraların
Kalbini gösterip geçenler seyreldi
Bahçenin keyfi kaçık hevesi yarım
Üç beş fotoğraf ısıtıyor can evimi

Odam diyorum madam, ayaz mı ayaz…
Oysa dışarısı yaz, kuşları yerinde
Bir bende mi bu fırtına bitmez usanmaz
Nedense üşüdüğünü söylemiyor kimse

Bilmem ki neler gizleniyor içimde
Ah, derinime insem de bir sorsam
Uzağım, yakınım, sarpasarayım
yorulmak bilmezken su yeşili koşulardan

Çanlarım çürüdü say, kervanım yutuldu
İri kıyım bir yalnızlık tüm gölgelerde
Ansızın katlayıp koymuşum uğultumu
Ağız dil vermeyen solgun bir meselde

Kentiniz kibrinize dar geliyor belli
Haberiniz yok düşlerinizi doğrayan faydan
Bir dizeyle koklarken cümle geçmişi
Tüketmiş sihrini aşk kokulu zaman

Ben kim miyim madam? Aşkolsun size!
Ne çabuk unuttunuz akşamla birikeni
Balkondan bozma mahzun bir adam
bir bardak çayla demlerdi kederini!

Ahmet Günbaş


Bana Düşen

Şuracığa buruşuk denizi koydum ellerimle masmavi
yanında ışıl ışıl dikenli yeşil
gözlerin dedim evrende en güzeli
ıslak bir çakıltaşı sonra
bir martı çığlığı
akşam güneşi ay ışığı

Yıldızları bir bir üfledim

Ayrılıklar emzirdi bu sevgiyi
beklemeler büyüttü
güneşin ilk kuşları taşıdı gagalarında
yoksul zamanlar içinden bu senli geceyi

Yaşıyoruz şimdilik
eksilmeyen ölüme karşı
ne iyi  

Suat Taşer, Evrende Ellerimiz, Yeditepe Yayınları, 1979


Sessizliğin Kuşları

Sessizliği bitirdin mi susar kuşlar
hayın tanıklar tutar bütün yolları
üstelik birer iskelet gibi sırıtırlar
ve iğrenç suratlarından
gecenin katranı damlar

Çorak bir topraksa yüreğin
çatlamışsa susuzluktan
-sevgisizliktir bu unutma-
Sevgiler ki hayatın cıvıldıyan kuşlarıdır
hiç mi şakımazlar oralarda

Şakımazsa bahar derin sularında ormanın
yansımazsa sevgilerin billur ırmağında hayat
hep yasta kalacaktır o çok ötüşlü kuşlar
sevdalar duman olacaktır artık
duman duman olacaktır hayat

Ahmet Telli, Hüznün İsyan Olur, Gibi Yayınları, S.51



Şimdi Sevişme Vakti

Çıplak heykeller yapmalıyım.
Çırılçıplak heykeller
Nefis rüyalarınız için
Ey önünden geçen ak sakallı kasketli,
Yırtık mintanından adaleleri gözüken
Dilenci
Sana önce
Şiirlerin tadını
Aşkların tadını
Kitaplardan tattırmalıyım
Resimlerden duyurmalıyım, resimlerden...

Şu oğlan çocuğuna bak
Fırça sallıyor
Kokmuş manifaturacının ayağına
Dörtyüzbin tekliğinden
On kuruş verecek.

Seni satmam çocuğum
Dörtyüzbin tekliğe.
Ne güzel kaşların var
Ne güzel bileklerin
Hele ne ellerin var, ne ellerin

Söylemeliyim
Yok
Yok... meydanlarda bağırmalıyım,
Bu küçük
Güllerin buram buram tüttüğü
Anadolu şehri kahvesinde
Kiraz mevsiminin
Sevişme vakti olduğunu.

Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım.
Baygınlık getiren şiirler.
Kiraz mevsimi, kiraz
Küfelerle dolu pazar.
Zambaklar geçiriyor bir kadın.
Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor
Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını
Belediye kahvesinde hâlâ o eski, o yalancı
O biçimsiz bizans şarkısı.

Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem
Nasıl etsem, nasıl yapsam da
Meydanlarda bağırsam
Sokak başlarında sazımı çalsam
Anlatsam şu kiraz mevsiminin
Para kazanmak mevsimi değil
Sevişme vakti olduğunu...

Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını,
Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam
Boş geçirdiğim, bağırmadığım sustuğum günlere
Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun
Oğlu bir şiir okusa
Karacaoğlan'dan
Orhan Veli'den
Yunus'tan, Yunus'tan...

Sait Faik Abasıyanık


23 Ocak 2025 Perşembe

Aç Kapıyı Ben Geldim

Korka korka değil, usul usul değil
Elim yüreğimde çarpa çarpa geldim
Aç kapıyı bak ne diyeceğim
Bir senin ellerinden, bir senin gözlerinden
Dişlerinden dudaklarından
Nergisler Ocak ayında açtı
Kendimden bahsetmeyeceğim
Yediveren güllerden
Duvardan sarkan güllerden
Çocuklardan, sabah erken okula giderlerken
Atlardan bahsedeceğim
Kan ter içinde atlardan.

Aç kapıyı bak ne diyeceğim
Ne kadar küsülü çocuk varsa barıştırdım, oynuyorlar
Tam kırk çeşit sarmaşık gül buldum
Penceremin dibinde açacak.
Ekinleri dolu vurmadı,
Çekirge gelmedi,
Kurak olmadı.
Yorgunum demeyeceğim,
Bir evimiz olsa demeyeceğim,
Yüreğim daralıyor demeyeceğim.
Bir baksan gözlerime
Başını çevirmeyeceksin,
Yürüyüp gitmeyeceksin,
Elini çekmeyeceksin.
Bir baksan gözlerime
Dağda yakılmış ateşler göreceksin.
Aç kapıyı kim geldi bak
Bak nasıl havalandı güvercin.
Açmam diyemezsin artık,
Aç!

Berin Taşan (1928 - 2018)


Manzara Gülüşlü Kız

öpüşmekte güçlük çeken bir kızdı işte
üstelik düşlerimden ödü kopardı
ne zaman farlar geceyi çizse
teni sakallarımda yanardı

soruları rahatlatan bir yanıttı belki
şimdi evde olsak
ne güzel
yatıp uyumazdık derdi
ev türkçesi ışırdı sesinde
dilime dolaştıkça sözcükleri

acıyı andıran bir anı artık
odamın şaşkınlığı bundan
düştutan akşam saatlerine
usul usul damlıyor zaman

gökyüzünde tuhaf bir başdönmesi

Enver Ercan

Resim: Enrico Frattini (1890-1968) - Gülümseyen İtalyan Kız


22 Ocak 2025 Çarşamba

Taka

takalar geçiyor allı yeşilli
takalar geçiyor dümenleri lâzlı
takalar geçiyor en nazlı
yelkenlilerden de güzel

güvenli sularda işsiz dönenen
gezi yelkenlerinden çok duyarak denizi
takalar geçiyor enginlere
yamalı göğsünü gere gere

takalar geçiyor yükle yürekle
takalar geçiyor emekle dolu
günlük güneşlik kıyılarından kopmuş
denizlerde Anadolu

kıyılar kadın olmuş
açılır gider erkeği
takalar takalar toprağın
denizde çarpan yüreği

Bülent Ecevit

Kızkaçıran

Dağlar dik, çeşmeler kuru,
Yarimin benzi çok sarı;
Ölüm var, dönülmez geri;
Yürü yağız atım, yürü...

Dağlar geçilmiyor kardan;
Aman yok candarmalardan.
Ayrılamadım bu yardan;
Yürü yağız atım, yürü...

Yarim bu gece yoruldu,
Kaçırdığıma darıldı;
Bak, daha sıkı sarıldı;
Yürü yağız atım, yürü...

Nasıl titriyor korkudan:
Kaldırdım onu uykudan;
Sesler geliyor doğudan;
Yürü yağız atım, yürü...

Peşime düştü takipler,
Boynumu bekliyor ipler
Zeybekler seni ayıplar;
Yürü yağız atım, yürü...

Sabahattin Ali


Anı

Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil bu anılacak şey değil 
Apansız geliyor aklıma 

Neredeyse gün doğacaktı 
Herkes gibi kalkacaktınız 
Belki daha uykunuz da vardı 
Geceniz geliyor aklıma 

Sevdiğim çiçek adları gibi 
Sevdiğim sokak adları gibi 
Bütün sevdiklerimin adları gibi 
Adınız geliyor aklıma 

Rahat döşeklerin utanması bundan 
Öpüşürken bu dalgınlık bundan 
Tel örgünün deliğinde buluşan 
Parmaklarınız geliyor aklıma 

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm 
Kahramanlıklar okudum tarihte 
Çağımıza yakışan vakur, sade 
Davranışınız geliyor aklıma 

Bir çift güvercin havalansa  
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil unutulur şey değil 
Çaresiz geliyor aklıma

Melih Cevdet Anday


Haziranda Ölmek Zor

                               
                      orhan kemal'in güzel anısına 

işten çıktım 
sokaktayım 
        elim yüzüm üstümbaşım gazete 
  
sokakta tank paleti 
sokakta düdük sesi 
sokakta tomson 
        sokağa çıkmak yasak 
  
sokaktayım 
gece leylâk 
       ve tomurcuk kokuyor 
yaralı bir şahin olmuş yüreğim 
uy anam anam 
haziranda ölmek zor! 
  
havada tüy 
havada kuş 
havada kuş soluğu kokusu 
hava leylâk 
       ve tomurcuk kokuyor 
ne anlar acılardan/güzel haziran 
ne anlar güzel bahar! 
kopuk bir kol sokakta 
              çırpınıp durur 
  
çalışmışım onbeş saat 
tükenmişim onbeş saat 
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım 
anama sövmüş patron 
       ter döktüğüm gazetede 
sıkmışım dişlerimi 
ıslıkla söylemişim umutlarımı 
             susarak söylemişim 
sıcak bir ev özlemişim 
sıcak bir yemek 
ve sıcacık bir yatakta 
             unutturan öpücükler 
çıkmışım bir kavgadan 
                    vurmuşum sokaklara 
  
sokakta tank paleti 
sokakta düdük sesi 
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki 
             dallarda insan iskeletleri 
  
asacaklar aydemir'i 
asacaklar gürcan'ı 
       belki başkalarını 
pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim 
dökülüyor etlerim 
               sarı yapraklar gibi
 
asmak neyi kurtarır
       sarı sarı yaprakları kuru dallara?
yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
               ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
        hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?

asılmak sorun değil
        asılmamak da değil
kimin kimi astığı
kimin kimi neden niçin astığı
               budur işte asıl sorun!
 
sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
             ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
        yağlı ipte sallanan morluğundan!

neden böyle acılıyım
neden böyle ağrılı
neden niçin bu sokaklar böyle boş
niçin neden bu evler böyle dolu?
sokaklarla solur evler
sokaklarla atar nabzı
                               kentlerin
sokaksız kent
kentsiz ülke
kahkahanın yanıbaşı gözyaşı
 
işten çıktım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
karanlıkta akan bir su
        gibi vurdum kendimi caddelere
hava leylâk
              ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
                    gitme korkusu
ah desem
       eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
       tutuşacak soluğum

asmak neyi kurtarır
       öldürmek neyi
yaşatmaktır önemlisi
               güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
       ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak
 
ah yavrum
ah güzelim
canım benim / sevdiceğim
                     bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
       n'eylersin ki sonu yok!
gece leylâk
              ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

nerdeyim ben
nerdeyim ben
       nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz siz
        kimsiniz?
ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
            göçen kim dünyamızdan?
 
asmak neyi kurtarır
       öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
       ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
              söyler hangi güzelliği?

kökü burda
        yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
       göçtü memet diye diye
              şafak vakti bir çınar
           silkeledi kuşlarını
                         güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
                                            memet!»

gece leylâk
       ve tomurcuk kokuyor
üstümbaşım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
       uy anam anam
       haziranda ölmek zor!
 
bu acılar
bu ağrılar
              bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?

kim bu korku
        kim bu umut
ne adına
              kim için?
 
«uyarına gelirse
       tepemde bir de çınar»
             demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
              geride kalanlara
 
nerdeyim ben
        nerdeyim?
kimsiniz siz
        kimsiniz?
 
yıllar var ki ter içinde
       taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
                      3 haziran '63'ü

bir kırmızı gül dalı 
                    şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
                    iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
       yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
              iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı 
                      nâzım ustanın
 
gece leylâk
       ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
              şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

Hasan Hüseyin Korkmazgil

"1963'lerde yaşanılanları ben, ancak böyle dökebildim 1976'larda şiire. Onüç yılda özümsemişim o olayları, onüç yıl sonra damıtabilmişim. O günleri yaşayıp da ozanlığa soyunanlar, elbette ki benden daha iyi yapabileceklerdir bu işi. "El elden üstündür, taa arşa kadar" demiş eskiler."  (Hasan Hüseyin Korkmazgil)



İzleyiciler