4 Temmuz 2015 Cumartesi

Eski Roma'da Yaşayan Biri


    Anlatacağım olay, milattan önce 128 yılında geçti. Dikkat buyurun, geçmiş demiyorum, geçti diyorum. Ben bu olayı tarih kitaplarından almadım, kendi başımdan geçti.
    "Tenasüh" denilen ruh göçüne, yani şimdiki insanların çok daha önceki yıllarda başka kişilerin, hatta hayvanların kalıplarında yaşadıklarına inanır mısınız? İster inanın, ister inanmayın, bu beni ilgilendirmez. Ben dün gece, bundan ikibinseksendört yıl onceki hayatımı yeni baştan yaşadım. Daha "ruh-ül-kudüs" ebedi bakire Hazret-i Meryem'in karnına girmemiş, yani ortada Hazret-i İsa'nın ne adı, ne sanı var. Yıl, milattan önce 128... Ben Romalı bir yurttaşım. Plafium dağının eteğinde çok geniş bir bahçe içinde büyük bir villam var. Üç gece önce villama bir sürü konuk geldi: Valustus, Yulius Perus, Sompeius, Tiseron ve daha başkaları. Bütün dostlarım gelmişlerdi. Siz bunların hiçbirini tanımazsınız. Onun için kimler olduklarını kısaca anlatayım. Dostum Valustus, ünlü bir gladyatördür. Daha geçenlerde Kolesseum 'da çok tanınmış bir gladyatörle dövüştü. Bu sıkı dövüşü görmenizi çok isterdim. İki gladyatör ortaya çıkınca, Kolesseum' u dolduran altmışbin kişinin uğultusu insanı sağır edecek kadar yükseldi. Şimdiki zamanda parti toplantılarında, bir de milli takımların futbol maçlarında ancak bu kadar gürültü olur. Dostum Valustus, saygıyla Konsül'ün locasına döndü, Konsül' ü selamladıktan sonra,
    - Elveda saygıdeğer konsülümüz, Şimdi ölecek olanlar seni selamlıyor!.. diye bağırdı.
    Halk öyle alkışladı ki, siz bu kadar gürültüyü ancak striptiz'e çıkan bir dansöze yapılan gösteride duymuş olabilirsiniz. İki gladyatör tam üçbuçuk saat dövüştüler. Sonunda dostum Valustus düşmanını amansız bırakıp yere yıktı. Yerdeki gladyatörün, pınl pırıl parlayan tunç zırhlarının altında göğsünün kalaycı körüğü gibi nasıl inip çıktığı görülecek şeydi. Yenik gladyatör, elinin iki parmağını konsüle doğru uzattı. Öldürmemesi için af diliyordu. Coşan seyirciler,
    - Ölüm, ölüüüüüm!.. diye bağırdılar. Bu, tıpkı, futbol maçlarında seyircilerin,
    - Kovaaa! Kova! Ye onu!.. diye bağırmalarına benziyordu.
    Konsül, aslan pençesine benzeyen elini, locasının önünü örten, altın sırma işlemeli kadifeye uzattı, güldü. Başını yavaşça aşağı indirdi. Bu, Valustus'a işaretti. "Düşmanın işini bitir!..." diyordu. Valustus, mızrağını kaldırdı, yerdeki düşmanın kalbine sapladı.     İşte, dostum Valustus, böyle bir adamdır.
    Çağırdıklarımdan öbürü Yulius Perus benim savaş arkadaşım. Ünlü bir generaldir.
    Hellenizm krallığını yıkan ordunun başındaydı.
    Dostum Sompeius'e gelince, o eskiden köleydi. Ama ünlü bir hekim ve felsefeci olduğundan, efendisinin hastalığını iyi edince efendisi de onu azat etti. Kölelikten patrici'ler arasına katılan Sompeius aklı ve bilgisiyle Tribuna Meclisinde tribun oldu.
    Dostum Tiseron gençliğinde Roma'nın en iyi araba yarışçısıydı. Şimdi şiirler, piyesler yazar.
    Evimdeki şölen çok iyi geçti. Çalgıcılar harp, lir, gitar, filavtalar çaldılar. Dansözler en iyi rakslarını oynadılar. İçki sel gibi aktı. Valustus, şölenin şampiyonu oldu. Üç günde, uzandığı divanın önüne tam yirmi defa yiyecek, içki ve yemişle dolu sini geldi. Volustus dört defa kustu, sonra yeni baştan yedi, içti. Böylece şölenin şampiyonu oldu. Bu kadar yiyen adamı siz belki gazetecilere verilen ziyafetlerde görmüş olabilirsiniz. Çok güzel bir şölen oldu. Üç gün yenildi içildi. Sonra yemekten, içmekten hepimiz baygın düştük. Şimdiki açılış törenlerindeki ziyafetler gibi bişeydi bu. Üç gün sonra kendimize gelebildik.
    Banyodan sonra vücuduma kokular sürdüm, harmaniyemi omuzuma alıp dışarı çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Komşum Plebius'un villasına gittim. Plebius,
    - Yarın ava çıkacağız, adamlarınla hazırlan!.. dedi.
    - Yarınki iş kolay, dedim, bugün ne yapacağız?
    Plebius parti arkadaşımdır. Bizim partiye büyük hizmeti vardır.
    - İstersen yarışlara gidelim, dedi, iddialı koşular var.
    - Yorgunum Plebius... dedim.
    - Öyleyse Büyük Amfi'ye gidelim, iyi oyun var.. dedi.
    Dostum Plebius'la Büyük Amfi'ye gittik. Hesapianus'un bir komedisi vardı. Bu alçak herifi ben hiç sevmem. Dili koparılacak bir heriftir, zehir gibi dili vardır hergelenin. Her oyununda da ya Senatus'a çatar yada Kuria Meclisine... Ya Konsül'ü yerer, yada Pretur'u. Kaç defa "Şu herifin işini bitirelim, şölende zehirli şarap verelim..." dedim. Bizim felsefeci Sompeius,
    - Roma cumhuriyettir. Bir cumhuriyette böyle şey olmaz. Herkes istediği gibi yazar da söyler de... dedi.
    Çok kızıyorum bu Hesapianus denen hergeleye. Ben Konsül'ün yerinde olsam, onu sirkte kudurmuş aç kaplanlara parçalatırdım. Onun leşini yiyen kaplanlar bile zehirlenirdi, pis herif..
    Halka da kızıyorum. Şu hergelenin yazdığı oyun oldu mu, Büyük Amfi'yi tıklım tıklım dolduruyorlar. Ama gelenlerden çoğu Pleb'ler. Patrici'lerden, yani öz yurttaşlardan pek az gelen var.
    Hesapianus o günkü oyununda yine bizim partiyi yeriyordu. Güya bizimkiler seçmenleri kandırmışlar. Düpedüz böyle söylemiyor ama, ne kadar dolambaçlı söylerse söylesin, anlaşılıyor yine. Oyun bitince alkıştan Büyük Amfi yıkılıyordu. Çok canım sıkıldı. Söve saya villama geldim. Ama ne o? Ne oluyor? Villamın önünde bir kalabalık. Kölelerim dışarı fırlamışlar.
    - Ne oluyor?.. diye sordum.
    Kölelerimden biri,
    - Efendimiz, dedi askerler oğlunuz Kabakius'u tutuklamaya geldiler.
    Oğlumu tutuklamaya gelen askerlerin başında dostum Yulius Perus vardı.
    - Bu ne iş bre Perus? Oğlumu neden tutukluyorsunuz?.. dedim. Perus,
    - Sebebini bilmiyorum ama, söylentilere bakılırsa, oğlun Kabakius bir şiir yazmış. Şiirin bir mısrasında "Roma'ya giden yollar kapalı" demiş.
    - E, bunda ne var? Lağım çukurları kazıldığı için yollar kapalı. Yalan mı söylemiş?
    - Belki de suçu bu değildir. Belki budur. Bilmiyorum. Herkesin bildiği gerçekleri açıkça söylemek bazan suç olur. Mercimekius'un neden öldürüldüğünü hatırlarsan. Roma'nın cumhuriyetle yönetildiğini herkes bildiği halde o, "Roma bir cumhuriyettir!" diye bağırdığı için öldürülmüştü. Ben tutuklama sebebini bilmem. Ama elimde tutuklama buyruğu var.
    - Yulius Perus, bu emri kim verdi? Çabuk söyle Jupiter hakkı için leşini sereceğim onun.
    Hançerimi kınından çıkardım. Yulius Perus elindeki kağıtları uzattı:
    - İşte senin düşmanın bu kağıtlar, dedi. Emir burada. Mars'ın üzerine yemin ederim ki, oğlunu ben kendiliğimden tutuklamıyorum. Sen de bilirsin ki ben ancak görevimi yapıyorum.
    - Evet, görev görevdir, dedim. Ama sana bu buyruğu veren kim?
    - Bucak Müdürü Polakius.
    Harmaniyemi savura savura Bucak Müdürü Polakius' e giderken yolda dostum felsefeci Sompeius'la karşılaştım.
    - Beberius, nedir bu telaşın, arkadan cehennem tanrısı mı kovalıyor?.. dedi.
    - Plüton beni çarpsın ki, bu Bucak Müdürü Polaikus'un canını cehenneme yollayacağım. Oğlum Kabaikus'un tutuklanması için buyruk çıkarmış.
    - Polakius kendiliğinden bişey yapmaz. 0 da biyerden emir almıştır.
    - Ben halis yurttaş patrici'lerden değil miyim Sompeius?.. diye sordum.
    - Evet, dedi, sen eski bir Romalısın. Romalı ana babadan dünyaya gelen soylu yurttaşsın.
    - Ben toprak, çiftlik ve köle sahibi değil miyim?
    - Evet Beberius.
    - Bu herifleri iş başına getirmek için oy vermedim mi?
    - Verdin Beberius.
    - Öyleyse bu iş bana yapılır mı? Bu haksızlık değil mi?
    - Haksızlık Beberius.
    - Öyleyse bu haksızlığı yapan bir suçlu var. Jüpiter hakkı için onu öldüreceğim.
    - Yemin etme Beberius. Eğer gerçek suçluyu bulabilirsen öldüremezsin. Hançerin suçlunun kalbine değil, kınına girer.
    - Büyük yemin ettim. Görürsün... dedim. 
    Harmeniyemin eteklerini uçura uçura, hançerim elimde, fırladım. Bucak Müdürü Polakius'a,
    - Doğruyu söylediği için oğlumu tutuklayan sen misin?.. diye sordum.
    - Benim suçum yok, işte kaymakamın verdiği yazılı buyruk... dedi.
    Kaymakama koştum. O da,
    - Ben aldığım emri yapıyorum, o kadar, dedi. İşte Roma Valisi Zıbarius'un emri. Valiye koştum.
    - Oğlumu sen mi tutukluyorsun?
    - Hayır Beberius. Doğru söylediği için bir gencin tutuklanmasına ben de üzüldüm.
    - Öyleyse suçlu kim? Bana bir sürü kağıt parçaları, dairelerin taş duvarlarını gösteriyorlar. Oğlumu, doğruyu söyledi diye bu kağıtlar, bu mermer duvarlar mı tutukluyor? Kağıtları mı hançerleyeyim ? Duvarları mı dişleyeyim ? Söyle, düşmanım kim?
    Zıbarius da bir sürü kağıt uzattı,
    - İşte Tribuna Meclisi' nin emri, dedi, üstünde üç tribün'ün imzası var. , Hemen soluk soluğa tribünlere koştum
    - Ben Roma için kanım döken Beberius değil miyim?
    - Kahraman Roma yurttaşı, partimizin en iyi üyesi Beberius' u selamlanz... dediler.
    - Selam da, kahraman da yerin dibine batsın! diye bağırdım. Oğlumu siz mi tutukluyorsunuz?
    - Biz bu işi nasıl yaparız? dediler. Konsül emir verdi.
    - Konsül mü? İsterse Konsül olsun, bu haksızlığın cezasını çekecektir.
    Hançerim elimde Konsül Oktamirus'un karşısına çıktım.
    - Söyle, benim düşmanım sen misin?.. diye bağırdım. 
    Konsül Oktamirus,
    - Çıldırdın mı Beberius, dedi, ben kral değilim, diktatör de değilim. Roma cumhuriyetle yönetiliyor. İşte oğlunun tutuklama emri burda.
    - Yine mi karşıma kağıtlar çıktı? Oğlumu bu kağıtlar mı tutukluyor? Birisi çıksın karşıma!
    - Bu emri Senatus verdi, Beberius. Senatus üyelerinin kararıyla oluyor.
    Rüzgar gibi fırladım. Mutlaka düşmanımı bulacaktım. Yolda o uğursuz herife rastladım, hani Şu Senatus aleyhinde yergiler, taşlamalar, alaylar yazan oyun yazan Hesapianus'la karşılaştım.
    - "Roma'ya giden yol kapalı" dediği için oğlumu tutukluyorlar Hesapianus, dedim. Bu haksızlık değil mi?
    - Evet, haksızlık... dedi.
    - Bu haksızlığı yapan kim? Düşmanım kim? diye soruyorum, bana üstünde emirler yazılı bir sürü kağıt gösteriyorlar. Söyle, ben kağıtları mı parçalayayım? Bu haksızlığı yapan suçlu nerede?
    - Suçluyu ne yapacaksın?
    - Jupiter hakkı için leşini akbabalara yem yapacağım. O da tıpkı dostum felsefeci Sompeius gibi.
    - Suçluyu bulsan bişey yapamazsın... dedi.
    - Yapamaz mıyım? Görürsün. Büyük yemin ettim. Bu kağıtları ilk çıkaran yeri arıyorum.
    - Hiç şüphesiz Senatus... dedi.
    - Evet... dedim.
    - Senatus üyeleri kimler?
    - Bizim partililer.
    - Onları kim seçti?
    - Ben!
    - Öyleyse daha suçluyu mu arıyorsun?
    Hançerimi kaldırdım, göğsüme sapladım. Beyaz harmaniyem ala boyandı. Suçluyu öldürmüştüm..
    İnsanın, eskiden hangi çağda, hangi kalıplarda yaşadığını hatırlaması kadar kötü hiçbişey yok. Aranızda benim gibi milattan önce 128 yılında Roma Cumhuriyetinde yaşamış biri daha var mı ?


Aziz Nesin,  
Memleketin Birinde adlı kitabından

3 Temmuz 2015 Cuma

Yalınayak Şiirdir

1.Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim

Emrazı Zühreviye Hastanesi'ne kapatıldı anamız
Adıyla çalışan ermiş Sirkeci kadınlarındandır

Şeker atar hâlâ mazgallardan Cankurtaran'da
Acı Bacı'nın acı bilmez uçurtma çocuklarına

Yıl sonu müsamerelerine kimler çıkarılmaz?

2.Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim

Babamız dövüldü güllabici odunlarla tımarhanede
Acaba halk nedir diye düşünür arada işittiği

Dudullu'dan tâ Salacak'a koşarak alkışlayalım
Fazla babalarıyla dondurma yiyen çocukları

Hangi çocukların neye imrenmesi yalınayak şiirdir?

Ece Ayhan

Fotoğraf: Mehmet Teoman


Uğultu


rüzgârın koyduğu adlarla öğrendik ağaçları
çınarı uğultuyla tanıyoruz
darağacını sessizlikle.
gece yanlış biliyor her şeyi
ışığın bir boşluktan geldiğini söylüyor
yolların bir ayrılıktan.
artık taş kendini öne sürüyor
törenlerin kovulmuş çocukları
ölülerine tutunarak güçleniyor.
Salih Bolat

30 Haziran 2015 Salı

Yazın Bittiği


Yazın bittiği her yerde söylenir.
Böyle kırmızı kalkan görülmemiştir
Ölüleri örten yapraklardan başka.
Çünkü sahiden yaz bitmiştir,
Göle bakmaktan usanır insan,
Koru tutmaktan, yol gözlemekten;
Çadırlar toplanır, yaralar sarılır;
Durgun bir yolculuk, uzun bir şapka
Artık yaprakları beklemektedir.

Aşk mıdır kış gelince başlayan
Beyaz kılıçla yürüyen aşka...
Bırakmaz olur kuşlarını ülkeler,
Yazın her yerde bittiği söylenir;
Yorgunluklar çoğalır silahlardan sonra;
Kardan mezarları görülür ıssızlığın
Ölü öpüşlerin koyuluğuyla...
Aşk kalmıştır otlarda yılı götüren,
Cesur savaşçıları taşıyan kışa.

Her yerde yazın bittiği söylenir,
Çürür çiçeklere yapışan kanlar;
Belki uzaktan iki atlı yaklaşır,
Belki yakından iki yaprak kalkar;
Akşamın örtüsü derelerde yıkanır,
Gökyüzünü görünce gecenin devi
Çıkarıp şapkasından yıldızlar saçar,
Cüceler bunu bilir, gürgenler bilir,
Aşkın uyumadığı her yerde söylenir.
Ülkü Tamer

"Size bu ölü yaşamı hazırlayan 'sermaye sahibi egemen sınıf'tır."


"Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları! Size bu ölü yaşamı hazırlayan 'sermaye sahibi egemen sınıf'tır. Bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir." 

Maksim Gorki

18 Haziran 2015 Perşembe

"Sizi arkamdan sürüklediğim için çok üzülüyorum bazen. Öykülerimin o pis, karanlık, boğucu sokaklarında dolaştırıp kimbilir ne bitmek tükenmek bilmeyen eziyetlere sokuyorum sizi. Belki de hemen çıkamayasınız diye o kadar uzun tümceler kuruyorum hikayelerimde. Yoksa iki aya kalmaz bitirip gidiverirdiniz öyle değil mi?"

Franz Kafka - Milena’ya Mektuplar

17 Haziran 2015 Çarşamba

"Ölüler yaşayanlardan daha çok çiçek alır çünkü pişmanlık minnetten daha güçlüdür." 

 Anne Frank

Çocukken çok büyük diye anımsadığımız bahçeleri, evleri, avluları yıllar sonra ziyaret ettiğimizde çoğu kez çocukluk imgelemimizin bizi yanıltmış olduğunu görür, gördüklerimiz karşısında hayal kırıklığına kapılırız. Hiçbir şey bizim hatırladığımız ve sandığımız kadar büyük ya da geniş değildir. Bizi yanıltan çocukluktur diye düşünürüz. Belki de büyümemiş çocukların hayatları boyunca yanılmamaları bu yüzdendir."

Murathan Mungan  (Şairin Romanı, S. 96) 
Resim: Saim Kara / Pastel Çalışma

16 Haziran 2015 Salı

Akşamı Geciktirebilirsin Belki


Feride için

Gün batarken sula fesleğenleri
balkonun kokusu sokağa taşsın
sokaklar kayıp çocuklar gibi
hırçındır, ürkek ve biraz şaşkın

Sular bulutlanır sen susarsın

ve kent çıngıraklı bir yılan kadar
zehirlidir artık sevgilin mahpusken
üstelik kirli bir lekeye döner umutlar

Acılar katlanır mendil yerine

sarışınlaşırsın bu kaçıncı güz
ellerin üşür, çiy düşer çiçeklere
beklediğin mektuplar da gelmez

Bomboş sayfalara dönerken aklın

tecrit’teki kitabı fareler kemiriyor
ve düşlerin sonsuz bir boşluktayken
bir sigara yakıyorsun, tutuşuyor sular

Akşamı geciktirebilirsin belki

suladığın fesleğenlerle, kimbilir
ama vaktin ayırdındadır şimdi
kuşlar, çocuklar ve mahpuslar

Usulca inse de koldemirleri


Ahmet Telli

15 Haziran 2015 Pazartesi

Arka Bahçe

1

Kendine yabancılaşma, önce, telefonda çevirdiğin sesi tanıyamamaktır. Buna çağımızda kurumsallaşma diyorlar. Tanıyamayıp insan süsü verdiğiniz manyetik sesin sahibi öldürülmüş, arka bahçeye gömülmüştür. Görüşmekte olduğunuz ölü, sizi yok edildiği dünyaya davet ve dahil eder. Giderek sayınız artar. Sizi çevreleyen dış ortamı bir dünya zannıyla algılamaktan uzaksınızdır artık. Ormanlar, dağlar, nehirler, köyler, kasabalar ve kentler… Tümü değişik renk ve biçimlerde, pazarlama kurallarıyla erozyona uğramış motiflerdir. Ölçü ve cazibeyi satın alma özgüveni ile değersizleştiren kurumsal hayat, insanı önce öldürüp yoksulluğu bir bilinç olmaktan çıkarmakta, satın almayı ölüler düzeyinde sürdürmektedir..

2

Kendine yabancılaşma, arka bahçedeki ölünün yanına yatıp uzandığınızda, ziyaretinize gelenlerin, güvenlik görevlisi olan bir kapıdan 'sizi görmeye geldiklerini' bildirerek geçmesidir. Sevgi, dostluk, aidiyet, ne kadar kılık ne kadar kıyafet, güvenlik başlığı altında sorgulanmış, kurumsal arınmadan geçmiştir. İçimizde yeni bir ölüye yer açılmıştır.

3

Kendine yabancılaşma, elmanın kurdu kemirmesidir. Kıpkırmızı düzgün yuvarlığın dışında bırakılmış canlıyı, terör suçlusu sayan genetik dönüşüm projesi ile insanı yurdundan kovan kentsel dönüşüm projesi isimli eş zamanlı imhanın içinde yer almaktır.

4

Kendine yabancılaşma, gün doğumundan gün batımına sağ çıkmamaktır. Aynı zamanda 'işleri bitirmeden' ölmemektir. Belki bir kahve molasında, ajans haberinde: bir tır kasasındaki havasız elli kişilik mülteci ölüme, sessizce gömülmektir. Bir diğer haberde, verdikleri on bin doların, denize bir gölge bırakacak kadar karşılığı olmadığını öğrenmektir; hayata tutunamayanların yerine...

5

Kendine yabancılaşma, çocukluğumuzun para üstlerine el koyan tüccarların kredi kartlarına eklediği bonus puanla tanışmaktır. Artık dolaşımda olmayan bir mutluluğun ‘harcadıkça biriktir!’  ifadesiyle yer değişmesidir. Komşu teyzelerin kapılarını sıkı sıkıya kapaması, bayram zillerinin kapı deliğinden gözetlenmesidir. Bisküvi kutuları ambalajlanan bakkal Hikmet amcanın yalnızlığında dönenmesi, dilinde hikâyesi olmayan berberin kuaförlük belgesidir.  Çok uluslu bir alçaklık eseridir.

(...)

Hüseyin Murat Çinkılıç

Fotoğraf: Nurcan Azaz



duranın efsanesi olmaz; olsa olsa (dağ) gibi adı karışır... 

hüseyin murat çinkılıç

8 Haziran 2015 Pazartesi

Mutfak Saati

Onlara yaklaştığını uzaktan görmüşlerdi çünkü dikkat çekiyordu. Oldukça yaşlı bir yüzü vardı ama yürüyüşünden henüz yirmi yaşında olduğu anlaşılıyordu. Yaşlı yüzüyle onların yanına, banka oturdu ve sonra onlara elindekini gösterdi.
 
Bu bizim mutfak saatimiz, dedi ve güneşin altında bankta oturan herkesi sırayla inceledi. ‘Evet, ancak bunu buldum. Geriye kalan tek şey bu! Elinde tabak gibi beyaz bir mutfak saati tutuyor ve maviye boyanmış rakamların üzerine hafifçe dokunuyordu.

Başkaca bir değeri yok, dedi özür diler gibi, bunu ben de biliyorum ve öyle ahım şahım bir şey de değil. Beyaz cilasıyla yalnızca bir tabağa benziyor ama bence üzerindeki mavi rakamlar da güzel görünüyor dedi. Ama elbette ibresi tenekeden ve artık ilerlemiyor da, hayır, işin aslı bu bozuk, orası kesin ama yine de her zamanki gibi görünüyor, artık ilerlemiyor olsa da. 

Bir parmağının ucuyla tabak şeklindeki saatin kenarı boyunca dikkatle bir daire çizdi ve kısık sesle geriye sadece bu kaldı dedi. Güneşin altında bankta oturanlar ona dönüp bakmadı. Biri ayakkabısına, bir kadınsa çocuğunun arabasına bakıyordu. Sonra başka biri dedi ki : Her şeyinizi kayıp mı ettiniz ? 

Evet, evet dedi sevinçle. Düşünün ki her şeyi, sadece bu, sadece bu saat kaldı. Sonra saati tekrar yukarıya kaldırdı sanki diğerleri daha önce onu görmemiş gibi. 

Ama artık çalışmıyor, dedi bir kadın. 

Hayır, hayır, çalışmıyor, bu bozuk, bunu biliyorum. Ama yine de her zaman olduğu gibi görünüyor: mavi ve beyaz. Ve bir kez daha onlara saatini gösterdi ve en güzeli, diye devam etti heyecanla. Size henüz bundan hiç bahsetmedim. En güzeli şu ki, saat tam iki buçukta takılıp kaldı, aksi gibi tam da iki buçukta, düşünün bir ! 

Öyleyse eviniz tam iki buçukta vuruldu dedi bir adam ve alt dudağını öne çıkardı. Bunu daha önce de duydum. Bomba patlatıldığında saatiniz durdu, basınç yüzünden. Saatine baktı ve kafasını salladı. Hayır, hayır bayım, yanılıyorsunuz. Bunun bombalarla bir ilgisi yok. Bombalar hakkında konuşmamalısınız. Hayır, iki buçuk sizin bilmediğiniz başka bir şeyle ilgili. Esprisi tam saat iki buçukta durmuş olması. Dörde çeyrek kala ya da yedide değil. Saat iki buçukta ben eve gelirdim, gece iki buçukta yani. Neredeyse her zaman tam iki buçukta! Esprisi bu. 

Diğerlerini inceledi, hiç kimsenin ona baktığı yoktu. Başını sallayarak saatine döndü. Onunla konuşur gibi, döndüğümde haliyle çok aç olurdum,değil mi? dedi. Hemen mutfağa giderdim. Saat neredeyse buçuk olurdu. Ve sonra annem gelirdi. Kapıyı ne kadar sessizce açsam da, o her zaman beni duyardı zaten. Ben karanlık mutfakta yiyecek bir şeyler ararken aniden ışık yanardı. Boynuna doladığı kırmızı şalıyla ve yün hırkasıyla orada, fayansla döşenmiş mutfakta, öylece dururdu, yalın ayak. Işık mutfağı çok fazla aydınlattığı için gözlerini kısardı. Ben gelmeden çok daha önce uyumuş olurdu, geceydi haliyle. Yine çok geç, derdi ve devamında başka hiçbir şey söylemezdi. Sadece bu kadar, yine çok geç. Benim için bir şeyler hazırlardı ve ben yerken beni izlerdi. Sürekli ayaklarını birbirine sürterdi çünkü fayanslar çok soğuk olurdu. Geceleri terlik giymezdi. Ben karnımı doyurana kadar benim yanımda otururdu. Odama girip ışıkları kapattığımda onun hala mutfakta, tabakları kaldırdığını duyardım. Her gece böyleydi, genellikle de iki buçukta. Annemin her gece iki buçukta benim için yemek hazırlamasını çok olağan bulurdum. Tamamen olağan. Bunu her zaman yapardı ve bana hiçbir zaman yine çok geç dışında tek kelime etmezdi. Bunu ise her seferinde söylerdi ve ben bunun asla bitmeyeceğini düşünürdüm. Bu benim için o denli olağandı, çünkü hep bu şekilde olmuştu. 

Bankın üzerinde bir anlık bir sessizlik çöktü. Sonra sessizce, ya şimdi dedi. Diğerlerine baktı ama onlar ona bakmadı. Saate dönüp mavi beyaz yuvarlak yüzüne, şimdi, ancak şimdi anlıyorum bunun cennet olduğunu. Gerçek bir cennet. Bankta oturanlar hala sessizdi. Sonra bir kadın sordu: ya aileniz ? 

Mahcup gülümsedi. Ailemi mi soruyorsunuz? Onların hepsi gitti. Hiçbiri yok, hepsi gitti, düşünebiliyor musunuz ? Hepsi. 

Yine mahcup bir diğerine gülümsedi. Ama onlar ona bakmıyorlardı. Tekrar saati havayı kaldırdı ve güldü. Sadece bu, geriye kalan ve en güzeli de tam da iki buçukta takılıp kalmış olması. Aksi gibi tam da iki buçukta. 

Ve başka hiçbir şey söylemedi, ama yüzü hala yaşlı görünüyordu. Yanında oturan adamsa ayakkabısına bakıyordu ama ayakkabısını gördüğü yoktu. Boyuna şu cennet sözcüğünü düşündü durdu. 

(İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya'da oluşan Yıkım Edebiyatı'nın (Trümmerliteratur) önemli yazarlarından Wolfgang Borchert, birçok cephede savaşmak zorunda kaldı, yaralandığında kendini çürüğe çıkarmaya çalıştığı gerekçesiyle yargılandı, sonunda tekrar cepheye gönderildi. Katıldığı birlik Fransız birliklerine teslim olunca, esirlerin taşınması sırasında kaçmayı başardı fakat ağırlaşan hastalıkları yüzünden zamanının çoğunu yatarak geçirmek zorunda kaldı. Savaş sonrası, tiyatro oyunları ve kabarelerde yer aldı. Yazdığı yirmiden fazla kısa öykü ve daha sonra kitaplaştırdığı şiirleri ve Kapıların Dışında (Draußen vor der Tür) isimli tiyatro oyunuyla büyük yankı uyandırdı. Karaciğer hastalığının tedavisi için gittiği Basel'de 1947' de öldü. Mutfak Saati (Die Küchenuhr) savaşın etkisiyle dağılmış aileleri ve savaş travmalarını konu edindiği öykülerinden biridir.)

Wolfgang Borchert 

Özgün ismi: Die Küchenuhr (1947)
Çeviri: Anıl Alacaoğlu 
Fotoğraf: Wolfgang Borchert, annesi Hertha Borchert ile

İzleyiciler