
Yeşil ceketlisi anlatıyor, mavi gömleklisi
dinliyor. Dinliyor mu, belli değil. Ben masanın bir ucundayım. Masanın öbür
ucunda iki kişi daha. Uzunca bir masa. Benim karşım boş. Dumandan gözlerim yanıyor.
Yeşil ceketlisi durmadan anlatıyor.
Hem içiyor, hem anlatıyor. Kulağıma yapışıp kalan saçma sapan şeyler: bir gecede
bilmem şu kadar para harcadığı; “Küçük Bilmemne Kulüp”te aşka gelip nara attığı,
silah çektiği, sonra da kapı dışarı edildiği; beş parasızlıktan parkta gecelediği,
–böyle şeyler işte– sonra emekli bir albayın paltosunu bozdurup kendine ceket
yaptırdığı...
Sonra bardağını alıp geliyor, karşıma
oturuyor. Başlıyor anlatmaya:
“Bakın bu anlatacağım olay çok ilginçtir.”
“Bana mı söylüyorsunuz?”
“Dinle,” diyor. “Savcıydım o zamanlar.”
“Siz mi?” diyorum.
“Dinle,” diyor. “Genç, yakışıklı bir
savcıydım, bilmem anlatabildim mi. Bir tiyatro topluluğu gelmişti kasabaya.”
Kasabaya bir tiyatro topluluğu gelmiş.
Savcıymış bizimki. Tiyatrodaki kızlardan ikisi çok güzelmiş.
“Taze badem gibiydiler,” diyor.
Geğiriyor. Uzanıp rakısından bir yudum
alıyor, elinin tersiyle ağzını siliyor. Tiyatroculara haber salmış: “İşiniz bitince
hepinizi Şehir Kulübü’nde bekliyorum. Hepiniz davetlimsiniz,” diye.
“Savcıydım; bilmem anlatabildim mi,”
diyor.
Bir sigara yakıyor.
“Şehir Kulübü’nde masaları donattım,
nasıl ama, görmeliydiniz. Bütün adliyeciler oradayız. Sonra kasabanın ileri
gelenleri: emniyet müdürü, cezaevi müdürü, kaymakam, jandarma komutanı, mal müdürü.
Kasabanın eşrafı da orada. Herkes canım. İçiyoruz...”
Gece yarısı, saat bire doğru gelmiş
tiyatrocular.
“Geldiler. Aaa, bir baktım, yanlarında
iki kaknem karı.”
Bakmış. “Baktık” demiyor, “baktım”
diyor.
“Al birini vur öbürüne. Kemirilmiş iki
pirzola kemiği.”
“Hani kızlar ulan?” demiş, üstüne yürümüş
“keltoş” toparlak tiyatrocunun. “Bir elim de havada,” diyor. “İndireceğim Osmanlı
tokadını herifin suratına; bilmem anlatabildim mi.”
“Hastalandılar Savcı Bey,” demiş keltoş
toparlak tiyatrocu.
“‘Ulan, orospu çocuğu!’ dedim yürüdüm üzerine,
geri kaçtı,” diyor.
Bunu derken gözlerimin içine bakıyor.
Sanki bana sövüyor gibi canlandırıyor anlattığı sahneyi. Çevreme çekinerek göz atıyorum, bana sövdüğünü
sanmasınlar diye ister istemez gülümsüyorum. Gözlerini gözlerime dikmiş, bir eli
havada. Az sonra Osmanlı tokadını suratımda patlatacak sanki. Çevredekilere aldırmamaya,
biraz da duyurmaya çalışarak, yüksek sesle, “Hak etmiş ama,” diyorum. “Vursaydınız
suratının ortasına.”
Oysa bana ne.
“Vurmadım,” diyor. “Vuramadım.”
Gözlerimi gözlerinden kurtaramıyorum.
Bir de ağır ki gözleri.
“Öyle olsun,” demiş.
Rakısına uzanırken gözlerini çekiyor üzerimden.
Eğilip bakıyorum masanın öbür ucuna, mavi gömleklinin gözleri üzerimizde. Gülümsüyor.
Bardağını kaldırıyor. Bardağımda kalan rakıyı başıma dikiyorum. Cacıktan bir kaşık
alıyorum. Yüzüne bakmamak için bir kaşık, bir kaşık daha.
Savcı bozuntusu anlatıyor:
“Masadaki arkadaşlara rezil oldum,”
diyor.
Saat ikiye doğru hesabı ödeyip çıkmış.
“İki adamım da dışarıda, köşe başında
beni bekliyorlar; bilmem anlatabildim mi?” Kollarını açıyor, “İrikıyım ikisi de,” diyor. “İkisi de Siirtli. ‘Gidin
temizleyin şunları’ desem, ikisi de o anda...”
Bana bakmadığını sezdiğim anda başımı
kaldırıyorum. Gözlerini ovalıyor.
“Gidin ulan şu iki tiyatrocu kızı alıp
getirin otelden,” demiş.
“Çeyrek saat geçti, geçmedi,” diyor, –elimde
olmadan bakıyorum, gözlerinde müthiş bir güven duygusu–
“iki kızı da battaniyelere sarıp
getirmişler.”
Gülüyor. Keyifle gülüyoruz.
“Ama nasıl?”
Elimde olmadan, “Nasıl?” diyorum.
Yine gözleri gözlerimde, bana anlatıyor:
“İkisi de incecik gecelikleriyle. İkisinde
de kısacık iki pembe kombinezon. ‘Kombinezon’ derler o dantelli incecik zımbırtıya,
değil mi?”
Masada birkaç ağızdan “evet” çıkıyor.
Belli ki bütün masa bizimkini dinliyor.
“Uykudan uyandırmışlar kızları,
battaniyelere sarıp atmışlar omuzlarına, getirdiler,” diyor.
Bir sessizlik oluyor. Bardağına rakı
koyuyorum. Kendi bardağıma da. Sessizlik uzuyor. Neden sonra, öteden biri, “Eee?” diyor.
“Esmerini Kaymakam Bey’e gönderdim.
Sarışını ben aldım. Adı Günay mıydı, Sunay mıydı neydi. Sabaha kadar... Hem içtik,
hem...”
Elini, yumruk yaptığı öbür elinin
dibine vuruyor.
“Ben öyle karı görmedim. Bir de
civelek....”
Hıyar gibiymiş memeleri.
“Dipdiri uzun uzun şeylerdi. Taze hıyar
gibi, anlatabildim mi?” diyor.
Belli ki atıyor. Atsa ne olur, atmasa
ne olur. Bakınıyorum; boş bir masa olsa kalkacağım. Her yer tıklım tıklım. Garsondan
kavun istiyorum. Sigara yakıyorum. Önümdeki rakı bardağı terlemiş. İskemlemi
geriye itip arkalığına dayanıyorum.
Köşedeki masanın üstündeki radyodan
gelen müziği tanıyorum birden. Charlie Chaplin’in Sahne Işıkları filminde
kullandığı müzik. Kendi bestesi. Birden bir boşlukta gerilere çekiliyorum.
“Sahne
Işıkları’nı gördün mü?” diyor. Bu soruyu
sorduğuna çok seviniyorum. Öyle tatlı ki sesi. “Gördüm,” diyorum. “Nasıldı ama?”
diyor sevgilim. “Sen o yürüyemeyen kızdan çok daha güzelsin,” diyorum. Gülüyor.
“Nasıldı ama kızın yürüyüşü?” diyor, pembemsi sesiyle. “I am walking! I am walking!” Gözlerinin içine bakıyorum. İki koyu kahverengi gözün bebeğinde
görüntümü görmek sevindiriyor beni. Geceyi onunla geçirecek olmanın gerilimi içinde
uzanıp öpmek istiyorum dudaklarını, geri atıyor kendini. Küçücük ellerini avuçlarımın içine alıp sıkıyorum.
Yumuşak, kaygan, kemiksiz gibiler. Gece yurda dönmeyecek. İzin almış. Odamda şarap içeceğiz. Şiirler
okuyacağız...
“Tabii canım, dururlar mı? Keltoşla
arkadaşları doğruca karakola gitmişler.”
Emniyet müdürü oyalamış onları.
“Ulan Cumhuriyet’in savcısına bu
numara yapılır mı?” diyor. “Kızlar şikâyetçi olmadılar. ‘Savcı Bey de, Kaymakam
Bey de çok kibardılar. Ağırladılar bizleri. İçkiler içip şarkılar söyledik
birlikte. Hepsi bu,’ dediler. Kasabadan ayrılırken çiçeklerle uğurlattım onları.”
Yeniden dolduruyorlar bardağımı. Beyaz
buğulu bardak gidip gidip gelmeye başlıyor önümde. Elimi uzatsam tutamayacakmışım
gibi. Durmadan terliyor bardak. Bardağın hemen ötesinde mavi çizgili masa örtüsünün
son üç mavi çizgisi... Son çizginin üzerinde sevgilimin çıplak ayağı.
Eli kadar güzeldir ayakları
sevgilimin. Az öpüp okşamadım onları. Ayağından çekip çıkardığı ayakkabısını
havada sallayıp içindeki kumları döküyor. Dönüp denize bakıyor. “Deniz ne güzel.”
O söyleyince deniz daha da güzel. İçimden geçenleri ona söyleyemiyorum. Gülüyor.
Anlıyor. “Çok tatlısın,” diyorum. Ayağını önümüze sokulup kumlara yayılan
denize uzatıyor. Tam ayağının ucundan geri çekiliyor deniz, hışırtıyla...
“... Her akşam o ıslık sesi. Hep o
saatte. Uyuyamıyorum. Yavaşça kalkıp birden açıveriyorum pencereyi.Kimsecikler yok, ay aydınlığında görünür
hiçbir kıpırtı yok.”
Mavi gömleklisi anlatıyor bu kez masanın
öbür ucundan.
“Vay anasını!” diyor karşısındaki.
“Dinle,” diyor, mavi gömleklisi.
Garson getirdiği bir dilim kavunu
masanın ortasına bırakıyor. Uzanıp kavunu önüme çekiyorum.
Laleli’ye inen yokuştayız. Aksaray’dan
sağa dönüp yukarı çıkıyoruz. Çevremiz çiçeklerle dolu, geyiklerle. Çiçekler olanca
sessizlikleriyle bir bir açılıveriyorlar. Geyikler papatyaları ezmemeye çalışarak,
uzun atlayışlarla, müthiş bir hızla, su gibi akıp gidiyorlar önümüzden, yanımızdan.
Elini avucumda döndürüyor. O büyük su kemerinin altından geçiyoruz. “Bu kemerin
adını biliyor musun?” diyor. “Bilmiyorum,” diyorum gözlerine bakarak. “Bozdoğan
Kemeri,” diyor. “Bozdoğan Kemeri,” diye yineliyorum. “Dün de geçmiştik buradan,”
diyor. “Hiç farkında değilim,” diyorum. Dönüp saçlarımı okşuyor. Kaldırımın kıyısına
çekiyorumonu. Yüzünü iki avucumun içine alıyorum.
Dudaklarını uzatıyor. Üstdudağını dişlerimin arasına alıp hafifçe ısırıyorum. “Bize gidelim mi?” diye fısıldıyorum.
“Saat kaç?” diyor. Bakıp söylüyorum. “Allah kahretsin! Yurda dönmeliyim. Geç
kaldım,” diyor. Dönüyoruz. Bu kez hızlı yürüyoruz. “Bu yaz İzmir’e gelecek
misin?” diyor. “Gelmemek olmaz,” diyorum. Gidemeyeceğimi biliyorum oysa. “Ne
zaman gelirsin?” diyor. “Fuar zamanı,” diyorum. İçime birden bir avuç cam kırığı
atılıyor, binlerce cam kırığı. İçim kıpkırmızı kan. “Seninle Kadifekale’ye çıkarız,”
diyor. “Çıkarız sevgilim,” diyorum. Bir geyik alıp onu Kadifekale’ye çıkarıyor.
Ben arkalarda kalıyorum. “Kadifekale’den bütün İzmir’i seyrederiz,” diyor. “İmbat
mı eser İzmir’de?” diyorum. “Nereden biliyorsun imbatı?” diyor. “İzmir’de
daha önce hiç bulundun mu?” “Hayır,” diyorum. “Duydum.” İmbat esiyor. İzmir soluk alıyor. Akşamüstü.
Kadifekale’deyiz. Eli yine elimde. Avucumun içinde küçücük yumruğunu döndürüp
duruyor. Bacaklarımız birbirine yapışık. Bir alacakaranlık duvarın üzerindeyiz.
Karşıyaka ışıklar içinde. Benim içimdeyse cam kırıkları. İzmir’e gidemeyecek
olmanın anlatılmaz sıkıntısı. Eli sıcacık. Dudaklarını ağzımda hafifçe çiğneyip
dilimi ağzında dolaştırırken, tam göğsünü avucumda sıkarken...
“... İçsene!”
Bir zamanlar savcı olan, çok konuşan
yeşil ceketlinin yarı kapanık gözlerini gözlerimde buluyorum. “Hadi bakalım,”
diyor, bardağını bardağıma vuruyor. Yarımlanmış bardağımı ağzıma götürüyorum,
ama içmiyorum.
“Ya, böyle işte,” diyor. “Sonunda beş
parasız evlendim o kızla.”
Hangi kızla? Bana bakarak söylüyor.
Anlattıklarını kaçırmışım. Anlamış gibi başımı sallıyorum.
Mavi gömleklisi atılıyor öteden:
“Olsun,” diyor, “yaşamışsın ya, sen
ona bak.”
Eğilip bana soruyor mavi gömlekli:
“Sen ne dersin bu işe? Haksız mıyım?”
Eğilip bakıyorum: Mavi gömlekli bir
uzaklaşıp bir yakınlaşıyor. Niye bana soruyor bunu? Bana ne? “Yoo, haklısın,”
diyorum. “Haklısın.”
“Gördün mü, arkadaş da hak verdi,”
diyor mavi gömlekli.
“Olsun,” diyorum karşımdakine, –bu kez
gözleri üzerimde mi, değil mi, fark edemiyorum– “yaşamışsın ya, sen ona bak.”
“Orası öyle,” diyor karşımdaki.
Orası öyleymiş.
Sıkıldım. Kalkmak istiyorum. İskemleye
yapışmış gibiyim. Biri yardım etse. Şu adamlar sussalar. Şu ışıklar sönse. Şu kendimi sokakta bulsam.
Gecenin içinde yürüsem. Eskiden olduğu gibi. Doğruca Bozdoğan Kemeri’nin oralara...
Elimde yarım bir sigara. Dudağımda soluk ama benim olan bir ıslık; belki Sahne Işıkları’nın o
tatlı ezgisini fısıldayarak, kemerin altından yürüyüp geçeceğim.
“Ne o, kalkıyor musun?” diyor bir ses.
Başımı sallıyorum.
“Yahu bu saatte nereye?”
Bir elim havada, “Bozdoğan
Kemeri’ne,” diyorum.
Erdal Öz / Cam Kırıkları