8 Aralık 2022 Perşembe

Selvi Boylu Keder

nasıl mutlu olurum ki
mutlu olsam ölürüm ki 
kaç çocuk yitmişse büyümek vakti
ekmek vakti
su vakti
o kadar yittim
bittim

‘küçük bedenlerde daha büyük ölüm’
örgütlense tüm sular
dalgalansa deniz
kudursa hatta okyanus
silinmez sahile vuruşun
silinmez o iz
minik o beden
dev o kaya
acı bohçalamak benimkisi
iki yanağım iki çıkın

(ortaya güler saklı ağlarım)

Fatma Hatun Esen

Fotoğraf: Nurcan Azaz



Mr. Nobody / Bay Hiçkimse


"Sigara dumanı neden sigaraya geri dönmez? Neden moleküller birbirinden uzaklaşır? Neden dökülen bir mürekkep damlası yeniden biçimlenemez? Çünkü evren dağılım gösterme eğiliminde yol alır. Bu bir entropi ilkesidir. Evrenin artan bir düzensizlik konumuna geçme eğilimidir yani. Entropi ilkesi evrenin genişlemesinin bir sonucu olan zamanın tek yöne doğru akmasıyla ilişkilidir. Peki yerçekimi kuvveti genişleme kuvvetine denk geldiğinde ne olacak? Ya da quantum boşluğu enerjisi çok zayıf çıkarsa? İşte o durumda evren daralma aşamasına geçebilir. Büyük çöküş! Zamana ne olacak peki? Tersine mi dönecek? Hiç kimse cevabı bilmiyor."

Mr. Nobody, 2009 Yapımı Film 

Yönetmen: Jaco Van Dormael

Oyuncular: Jared Leto, Diane Kruger, Sarah Polley, Linh Dan Pham, Toby Regbo

7 Aralık 2022 Çarşamba

Birinci Gelen Öcü


Uluslararası yarışmada birinciliği ben aldım... Seçici kurul başkanı adımı soyadımı söylediğinde hiç mi hiç şaşmadım, hiç mi hiç heyecanlanmadım, ne adımlarım karıştı birbirine, ne dilim dolaştı, ne de kafam karıştı, gittim tıpış tıpış, seçici kurul başkanının elinden ödülümü aldım...

Şu Danimarkalının anlattığına bak, çıkmış sahneye bize hayalet öyküleri anlatıyor. Kocaman ak ak çarşaflara sarınırlarmış da, sonra başlarına puşuya benzer örterlermiş de, böyle kollarını kaldıra indire bir çıkıverirlermiş korkutacakları kişinin önüne, kişi bu hayaleti görünce ödü bilmem neyine karışırmış... Ama öyle hayaletle insanları korkutma deyip geçmemeliymiş, bu konuda ülkelerinde iki kitap yazılmış, "Hayaletler Var mıdır - Yok mudur?" İkinci kitap da "Hayalet Görenler." Bu ikinci kitap çok ilginçmiş, içinde yüzden fazla kişinin anıları varmış, bu kişiler gördükleri hayaletleri, yeriyle zamanıyla anlatıyorlarmış, bazıları da tanık gösteriyorlarmış, 'Falanca da yanımdaydı", "Karım da yanımdaydı" diyerekten. Bu bakımdan Danimarkalılar hayalet öykülerine bayıldıkları için birbirlerini hayaletle korkuturlarmış. Uyumayan çocuklara, "Bak şimdi seni hayalete veririm" derlermiş, o zaman çocuk şıp diye uyurmuş.

Sahnedeki Danimarka sözcüsü, ülkesindeki son hayaletle korkutma olayını anlattı, işin içine elektronik de girmiş artık, öyle yalnızca çarşaflara bürünme devri kapanmış, sözcünün dediğine göre, çarşafa bürünmek babasının zamanındaymış, oysa ki şimdi bir hayalet hazırlamak için çok önceden çalışmaya başlamak gerekiyormuş. Sesidir, devinimleridir, çıkardığı ışıklardır, insanın bir yığın zamanını alıyormuş, ama kim böyle elektronikle donatılmış bir hayalet görürse, mutlaka altına kaçırıyormuş.

Sahneden bir inişi var Danimarkalının, utku işaretini şimdiden veriyor taraftarlarına... Taraftarları da, salondakilerin sararmış yüzünden güç alarak bir alkışlıyorlar ki yarışmacılarını, "Sen salondakileri bile korkuttuktan sonra, birincilik ödülü senindir" diye bağıran bir Danimarkalı inek bile vardı.

Varsın bağırsın, ödül benimdir, bir sıra gelsin hele bana...

Şu Fransızın anlattığına bak, yok anlatmasına gerek yok zaten, kendi hortlak gibi... Belki de onun için katılmış bu yarışmaya. Adam hortlağa benziyor, salondakileri hortlakla korkutmaya çalışıyor. Yani korkutmaya çalışmıyor da, ülkesindeki korkuyu anlatıyor. Kim kimi korkutmak istese, hemen usuna hortlakla korkutmak gelirmiş Fransa'da. Ne de olsa teknolojisi gelişmiş ülke, onlarda da Danimarka gibi gelişmiş bir hortlakçılık varmış. Işıkta yanan sönen fosforlu boyalardan tutun da, mezarlık efektine dek hepsinden yararlanılırmış. Mezarlık efekti deyip geçmemeliymişiz, böyle kürek sesleri, çam hışırtısı, papazın sesi, arada bir baykuşun sesi puuuu diye girdi miydi efektin içine, işte hortlağı gören o anda edermiş şeyinin içine. Hele bir de hortlak birden böyle donuk donuk tabutun içinden doğrulup kalkmaya başlarsa, o zaman bunu gören kişinin ödü hopuna karışırmış... "Şimdi gözlerinizin önüne getiriniz sayın dinleyiciler, önünüzde bir tabut, yolun ortasında, böyle birdenbire önünüze çıkıveriyor ve sonra yavaş yavaş tabutun kapağı aralanıyor, içinden bir hortlak yavaş yavaş doğruluyor, sonra alev alev yanan gözlerini size dikiyor, düşünün ne olursunuz..."

Şu Fransıza bak, ne olacak, hortlağın ardına bir tekme takır tukur, yüklen tabutu kimse görmeden dosdoğru eve, al tahtayı eline, kır parçala, oh mis gibi sobalık, soba tutuşturmalık ki, bu hıyarın o tutuşturmalığın kilosunun benim ülkemde kaça olduğundan haberi yok.

Bilmem dinleyicileri ama, ben hiç korkmadım Fransızın anlattıklarından. Ama o da taraftarlarının alkışlarıyla çok böbürlendi, çok umutlandı, hatta sahneden inerken oradakilere önerdi, "Siz de birini korkutmak istiyorsanız, mutlaka hortlakla korkutun.

Olur beyim, emredersin...

Şu Maltalının anlattıklarına bak, çuvalla korkuturlarmış birbirlerini, kim kimi korkutmak istiyorsa, girermiş çuvalın içine, olurmuş bir eciş bücüş, yalnız çuval kara olacakmış, kara olunca şeytanı andırırmış, zaten korkunun adı "Şeytan Korkusu"ymuş. Böyle kara çuvallıyı görenin dili tutulur, çok sonra açıldığında "Önüme şeytan çıktı" dermiş, ama ancak kimi üç günde, kimi bir haftada bunu diyebilirmiş, çünkü gecenin karanlığında kara çuvallıyı görmek çok korkunç olurmuş, hele adamının elinde. Örneğin çuvalın içine giren balet, balerin yeteneğindeyse, eh artık korkutulan kişinin hapı yutması işten bile değilmiş... Kara çuval yerlerde eğiliyor, bükülüyor, kıvrılıyor, kısalıyor, uzuyor... Görenin kanı donar, yüz derecelik kaynamış suyu başından aşağı dökseniz kanı çözülmez, yılan görmüş eşekler gibi zınk diye durur, ne bir adım ileri, ne bir adım geri gidebilirmiş. Ola ki, korkutan insafa gele de, yumak yumak oradan uzaklaşa... Adamın tansiyonunu da, yürek atışını da yükseltirmiş bu korkutma...İşteymiş... Hemen ışıklar söndü, bir gösterici perdede kara şeytanı göstermeye başladı, aman ha korkmayaymışız, izleyicilerin içinde hamile kadın var mıymış, yok muymuş, bu kara şeytan aslında şeytan değil, kara çuvala girmiş, ülkenin en ünlü balerini Susan'mış mış mış...

Şu denli korktuysam; besbelli çuval, içinde de kıvrak mı kıvrak, civelek mi civelek bir kadın var, nerden anladım, çuvalın kıvrımlarından... Ah önüme böyle bir kara çuval çıkıverse şu gurbet elde tuttuğum gibi atsam omzuma, "Ah anam şeytan daha önceleri neredeydin?" desem ve...

Maltalı alkışlar arasında indi. taraftarları alkışa boğdu Maltalıyı, Maltalı öyle şımardı ki, yerine otururken, az önceki çuvallı gibi devindi, tombalaklar attı, hopladı zıpladı. Son sözü de, "Kara Şeytanla korkutun siz de insanları" oldu.

Hintli çıktı, "Yalancı Yılanlar"dan söz etti. Öyle ki, orada da teknoloji hayli gelişmiş, öyle yılanlar yapılıyormuş ki korkutmak için, bir sokması eksik, çıngırağı; hışırtısı, ıslığı, kıvrılması, açılması, yaylar çize çize kaçması, hatta soğukluğu bile... Kim kimi korkutmak istiyorsa, şöyle geçerken uzaktan boynuna yalancı yılanı atıverdi miydi, artık o kişi tamam, böyle yüreği selanik, beyni şok ve panik, hemen dili ve damağı kurur, olduğu yerde kıvranmaya başlarmış, yılan ha soktu ha sokacak... Öyle ki, teknoloji ilerleyince şimdi bu yılanların uzaktan kumandalıları bile yapılıyormuş... Salıveriyormuşsun kapının altından, yeter ki sen korkutmak istediğin kişinin ev yapısını bil, uzaktan kumandalı yılan merdivenleri çıkıyormuş, kapılarda bekliyormuş, zamanı gelince yatak odasına dalıp hanımın veya beyin koynuna giriyormuş... Eh o zamanı şöyle bir gözümüzün önüne getirmeliymişiz, karı koca mışıl mışıl uyuyorlar, yılan yavaş yavaş karyolaya tırmanıyor, kadının sıcacık ayaklarına bumbuz gövdesiyle yapışıyor, sarılıyor, sıkmaya başlıyor...

"İmdaaat!" Önümdeki bir kadın bağırdı, yahu yoksa birinciliği bu Hintli hınzır mı alacak, yılan anlatmıyor, yatak odasında zifaf gecesi anlatıyor, bir de ballandırıyor ki, bir de meddah yetenekli ki... Bir de alkış aldı ki, bir de taraftarları adamı omuzlarına aldılar ki...

Yoksa bizim birincilik gitti mi?

Yok canım, daha sen anlatmadın ki... Ama hak ver oğlum, bu Hintli gibi anlatamazsın, çünkü ondaki yetenek sende yok.

İkinci anlattığı "Yeni Evliler" ve "Yılan" sahnesi çok etkiledi dinleyicileri ve seçici kurulu...

Ama hayır, birinciliği ben alacağım, belki ikinciliği bu Hintli alır, birincilik benim. Ah biraz da taraftar olsa, şöyle sahneden inerken beni alkışlasalar, bir kişi bile yok ki, oracıkta, bir başıma ülkemi temsil ediyorum. Ama evelallah birinciliği hiç kimseye kaptırmayacağım, ülkemin alnına leke sürdürmeyeceğim... Ulan hangi pehlivan demişti, "Ben her güreşimde ardımda milletimi düşünürüm" diye? Neyse boş ver, pehlivanın biri demişti işte...

İngiliz çıktı, uuu bumbuz... Anlattıklarından bizim altı yaşındakiler bile korkmazlar; adam kendi anlatırken kendi korkuyor, dudakları titriyordu... Yo, adamın anlattıklarını bile baştan anlatmaya değmez.

İtalyan çıktı, öh hööö... Havada uçan kazıkmış da, bu kazık uçarmış da, bu kazık çok korkunç bir kazıkmış da, kazıkların elektronikleri varmış da, yok beyim yok, biz korkmayız ondan bundan...

İşte artık sıra bana geliyor; bir kişi kaldı önümde, vızvız mı vızvız, vezvez mi vezvez, ah be bitir be, yeter be, yeter sıra bana gelsin be!.. Adam uzattıkça uzatıyor, yo yo uzatsın, iyi, onun ardından benim, şöyle birkaç cümle ile anlatmam, iyi iyi... Aman anlat dayı anlat, hay senin o kır saçlarını seveyim, anlat neşemizi bulalım...

Çıt çıt, pıt pıt... Böyle adama, böyle anlatma, böyle korkuya, böyle alkış işte, havada iki sinek çarpışmış gibi, çok bile...

Sıra bende... Mikrofona yapıştım, adamlar selama saygıya öyle doymuşlar ki benden öncekiler selamlamışlar da selamlamışlar, hemen söze girdim:

"Baylar bayanlar, bizim ülkemizde kim kimi korkutmak isterse, sabaha karşı, ama özellikle daha gün ağarmamışken kapısının ziline basar. Kimin kapısının o saatte ziline basılmışsa, o evdeki yaşlı kalp krizi geçirir, ilkokuldaki kızın dili tutulur, annenin nabzı iki yüzü bulur, baba beyin şoku geçirir, evde genç varsa, beşinci kattan kendini sokağa atar."

Salonda homurtular ki, salon değil aslan kafesi, ham hum hom... "Nasıl olur yahu, niye yahu, kapının ziline basmakla yahu, zil fobisi mi var yahu, zehirli zil mi yahu, elektromanyetik dalgalarla insanları etkileyen yeni buluş mu yahu?"

Yahu yahu yahu, yaaa!... Patlamayın, söyleyeceğiz nedenini, niye gün doğmadan olduğunu, niye karanlıkta olduğunu...

"Baylar bayanlar, çünkü o saatte ülkemde ancak polisler kapı çalar."

Aauuuu, yaaaayuuuu, buuuu buuuu!...

Noldu, yani polis istediği saatte insanın kapısını çalamaz mı, çalar...

"O saatte ülkemde kimse kimseye konukluğa gitmez, o saatte zil butonuna dokunan el, ancak polis eli olabilir..."

Vaaa yaaaa şaaaa baaaa!...

Şaştınız değil mi, hiç korkunç değil, değil mi, yo yo korkunç değil ya, niye korkunç olsun ki, o saatta polis kapınızın zilini çalmışsa, size herkesten önce günaydın demek içindir... Bayılır bizim polislerimiz herkesten önce birisine günaydın demeye...

"Söylüyorum baylar bayanlar, bizde polisin gözaltı süresi bellisizdir, sizi alıp götürdü müydü, ne zaman bırakacağı belli olmaz, bilinmez... Dayak atabilir, elektriğe tutturabilir, başınızı suyun içine sokabilir, sizi baş aşağı ipe asıp sallandırabilir, tuzlu suyun üzerinde parçalanmış ayakla yürütebilir..."

Aaa aaaa aaaa aaaa!

Tarzan mı kesildiniz, yaa işte, öyle yılan mılan, hortlak mortlak, hayalet mayalet, çuval muval ne ki?

"Onun için baylar bayanlar, bizim ülkemizde kim kimi korkutmak istiyorsa, sabah karşı gider onun kapısının ziline üç kez sert sert basar. Hele kapının önünde ayakkabısının topuklarını da takur tukur ettirdi miydi üç beş kez, anasının karnındaki çocuk bile korkar, oradan şap diye düşer, çıkar..."

İlkin bir iki alkış, ardından aman ne alkış, ne alkış, selam üzerine selam çakıyorum, alkışlar durmuyor ki, başımı sallıyorum alkış, kolumu kaldırıyorum alkış...

Birinciyim... Ah, bir de taraftarlarım olsaydı ya, birincilik ödülünü aldım, amma boynum bükük, hiç olmazsa bir tane taraftar... Amanın bir el, omuzuma dolandı, aha dilimden konuştu, aha kara kaş kara göz, benim gibi, amma niye kutlamıyor beni, niye kaşları çatık öyle, ben ülkemin yüzünü ağarttım, birinci oldum... Aboov, adamın kaşları çatıldıkça çatılıyor, adam oluyor ekşi koruk, sıkmış ki kolumu, mengene homurdanıyor, "Seninle ülkeye geldiğinde görüşürüz!" diyor böyle homur homur.

Muzaffer İzgü

'Azrail Nasıl Rüşvet Yedi'  adlı öykü kitabından

Bilgi Yayınevi, Olgaç Basımevi, Birinci Basım: Eylül 1986

6 Aralık 2022 Salı

Kırlara Veda


Gözyaşlarının gücü vardı eskiden;
ırmak yüklü adamlardık tuz katarlarının ardınca giden,
gölgemizde damlaların bıraktığı izlerden
açılırdı hayal tuzur suda bukağısı çözülürken.

Utanır arınırdık şehirde fazla kalmak suçundan;
akıl danışırdık yağmura: Nasıl döneriz
evlerimize doğu yollarından;
nasıl fener yapıp kemiklerimizden, tütsüleriz
gecenin mor arılarını çıkınca kovanından?

Çoraksa gece: Saçlarda yıldız, gözlerde yine yağmur,
sarı bir zaman dilimi gibi yanan fenerler
(mum yanar,yağ dolanır, mumyalar toprağı çamur),
kanda yaralar gibi gülün ağrıttığı dikenler...

ardımızda yoksul ve yerli bir söylenti,
böyle yürürdük ateşli ekinler gibi menzilsiz.
Yoktu buğdaya un olmaktan ötesi;
bulgur çeken kadınlardan doğduk ya biz,
güneşi taşta sırmalayan o kırıntı bilgeleri,
aya bakan sundurmalarda çatlak topuklu annelerimiz,
sıcak bağımız, güleç mısırımız, dindar soğan tilmizleri,
o topuklar, ah o topuklar ve kerpici terk edişimiz...

Kızıl toprak ve iri saman, yani Allah'ın harcı
gözyaşlarının gücüyle eskiden
serin eviçlerinde sarı bir mahremlik sunardı,
yağmur bir dua gibi geçerdi pencerelerden;
yetim insan topağın vicdanıyla doyardı...

Demem o ki,
gözyaşlarının gücü vardı eskiden.

Adnan Özer

 

Yalnızlığa Veda


        Gidiyorum işte
      Hayalde gör, düşte gör.
Yalnızlığın da ucuna geldim,
sırtımda kederin hançeri,
saplanmadan hep tehditle yürütür beni.
Bilmem neden ve nasıl çıktım bu yola,
vardır elbet başlangıcı bu halin;
ben de bir harmandan savruldum sonunda,
konmasız uçtum peşinden kadın denilen hayalin.

Hayatmış ama asıl beni kandıran cilve.
Yine de bir şey verdi diyemem bana bu derin tasavvur
ve yeryüzü meridyenlerle kestiğim özlü çamur
kerpici iliğimde kurur, ağrısı yüzüme vurur.

Ah ne vedadır ne vebadır ne vebaldir bu!
Gitmek değil, artık dağılmak benimkisi
tozuyan aklım ve hafızamla.
Bitsin artık bu şiirler, bu kitap, bu içe dönük cihannüma
Hayalse katili bir insanın
cesedi vurmaz hiçbir kıyıya.
Adnan Özer

5 Aralık 2022 Pazartesi

Kötülüğün sıradanlaşması!


Her yanımızı kötülükler sarmışsa bile, başkalarının kötülüğünden bize bakiye, “fırsat gelince kötü olabilmek” midir?

Ölü çocukların dahi, meydanlarda ahaliye linç ettirildiği bir fenalık rejiminde, ben muhalifim diyenler herhangi birisine hangi haklı sebeplerle öfkeli olursa olsun, dillerinden gelen bir ölüye linç midir?
(Diyebilirsiniz ki… Ama henüz ölmemişti! Biz öyle sanmıştık! Çünkü her gün ölüyordu!)

Medya dili ve gazeteci-yazar kimliği, mücadele etmesi gereken nefret diline, o zehirli sarmaşığa öyle hızla ve her gün yeniden üreterek sarıldı ki…
Yıllardan beri birikmiş zehri, bu iktidar devrinin ağası, kuklası, tetikçisi, yaltakçısı, trolü haline gelenler de aldı, çoğalttı, koyulaştırdı, daha da kötüleştirip fesatlaştırdı.

Böyle bir nefret-hiddet-şiddet ikliminin ortasında, hele buna maruz kalanların bir anda o “yabancı dil”i konuşmaya durmasından daha umut kırıcı ne olabilir?
Kimi insanı, başına gelen felakete, içinde debelendiği ölüme müstahak görenin dili kendi öfkemizin dili, üslubu da olacaksa, ne büyük zaferdir onun için!

Elbette “ölenin arkasından” ille de “iyi bilirdik” demek veya demen şart değil.
Şunu anlarım;
Yazının, ifadenin göbeğinde biriysen; “Ölenin ardından” öyle bir değerlendirme yaparsın veya yazarsın ki, tanıyan tanımayan gerçekten bir albüm görür. Tek bir fotoğraf karesiyle yetinmez!
Sen de yetinmezsin, çünkü ayıp olduğunu düşünürsün zaten.
Ama onca yılın gazetecisi, televizyoncusu, yazarı isen; artık öyle “genç” filan da değilsen, ne bir insanı tek bir “tweet”e gömersin, ne de kendi değerli insanlığını!

Kabul ediyorum.
Bazı insanlar aklımızda, ruhumuzda, içimizde, kalbimizde sürekli acıtabilen izler bırakabilir.
Kabul ediyorum.
Onlar hakkındaki tek hissiyatımız o an öfke veya nefret olabilir.
Kabul ediyorum.
“Okkalı tek yumruk hakkı” gibi işleyen ve ne kadar iyi vurursan o kadar ses getirdiğini düşündürüp “tatmin eden” Twitter, esasında herkesi biraz trolleştirebilir.
Ama siz, mesela Cüneyt iseniz, Ece iseniz, muhakemenizle bunu hiç yapmayabilirsiniz!

Çünkü başkalarının acısını hissetmeyi; her ölümün etrafında, zaten nefretle ananlar dışında acı çekenlerin de varlığının bulunabileceğini; “su testisi su yolunda kırıldı” demenin koyu kötülüğünü; “oh oldular”ın kesif çamurluğunu, düşene tekme meselesini; soğuk yenen intikamın değil, sıcak ve anında eleştirinin kıymetini, “ötekiler gibi olmamak”ın mana ve ehemmiyetini herhalde çoktan bilirsiniz.

“Kötülüğün sıradanlaşması” zaten sıradanı da kötüleştiriyor…
En acısı, “sıradan olmayan”ı da kötüleştirebilmesi.
Damarlarımızın sertleşmesi, kalbimizin katılaşması, dilimizin zehirlenmesi.

İktidarın, devletin ve hempalarının nihayetinde bulanıp kaldığı nefret pası, hiddet kiri, muhtemelen herkesin alfabesini de bozuyor.
İfade, eleştiri, anma, hatırlatma üslubumuz yörüngesini şaşırıyor…
Kelime haznemiz, duygu yığınağımız, akıl sığınağımız tahrip oluyor.

Oysa tam tersine…
İnadına ve ısrarla…
Başka bir dilin insanı olabilmek muhalifliktir.
Çok elzem ve hayati olan en sert halinde dahi!

Kötülüğün sisinden, kötülüğün feneriyle çıkılmaz!

Umur Talu, 20 Temmuz 2022

Gazete Duvar

3 Aralık 2022 Cumartesi

Çağımızda Her Aşk

Ayrıntılardan arındırsam hayatımı;
desem ki: ben Elsa'yı çok sevdim.
O kadar. Bir kapı aralandı kısaca:
Bir başka dünyada, başka bir çağda
mümkün olabileceğini gördük aşkın.
Usulca kapandı tekrar kapı sonra.

Uzun uzun durmasam üzerinde;
desem ki: ben Elsa'yı çok sevdim.
O kadar. Aşkın başkalarını dışladığı,
sevdanın ille de bire bir yaşandığı yerde,
biri bir başkasını ne kadar sevebilirse,
o kadar sevebildim ben de işte.

Desem ki, böylesi bir dünyada,
böyleyken insan ilişkileri
başka türlü sevemezdik zaten.
Elsa duymuyorsa artık sözlerimi,
ne anlamı olabilir ki dediklerimin!
Sonuç olarak yenildik işte.

Desem ki, yumuşak bir sesle,
baştan yeniktir çağımızda her aşk.
Herkes gibi yenildik işte biz de.
İsyan etmesem, doğal karşılasam
ve ağlamayabilsem.
Ağlamasam.

Desem ki, değişecek birgün herşey,
çıkacak aşk bireylerin tekelinden.
Ne değişir ki bizim için? Ne değişir ki? 
Baştan yeniktir çağımızda her aşk
ve çağımızın çocukları, Elsa'yla ben,
yenildik işte herkes gibi.

Roni Margulies



2 Aralık 2022 Cuma

Yaralı Şiir


Şiirim yaralıdır Çünkü yaralıdır yurdum. Kınalı kuzularım -Kızlarım Oğullarım- Yaralıdır. Denizlerim kurudu Gemilerim battı Tayfalarım yaralıdır. Uzun yol yorgunuyum Söz verdim / Dönüp bakamam geriye Çocukluğum yaralıdır. Genç ölülerin yaşamından çaldık Düşenlerin ömrü eklendi ömrümüze Ölenler niye öldü? Biz niye hayattayız? Sorularım yaralıdır. Köprüleri attım Gemileri yaktım Atları vurdum Gençliğim, umudum yaralıdır. Karanlık bir kuyudayım Kovam boş / Su çekmiyor çıkrığım Yaralı bir ömrün ortasında Kanıyor şiirim ve yurdum.

Atilla Aşut, Aralık 1998

1 Aralık 2022 Perşembe

Siyah Beyaz Düştü Sevdalar / Mehmet Ali Canikli


Sözün Özü:

Geçmiş düşlerimize akar. Orada göllenir; yeniden şekillenir. Hatırladığımız ve nasıl yoğurduğumuz kadardır. Gerçek hep bugündür o yüzden... Yaşanırken her şeyin bugünde olması gibi hakikat bu gündür. Yarın hiç gelmez; bir beklentidir, umuttur.

Ummak, eylemsiz beklentiden ibaret kaldıkça; alınan darbeler, örselenmeler, yaralanmalar, düş kırıkları, kaçışlar, kapanmalar artar. Acınasıdır...

Acı, olumsuzun habercisidir; sinyaldir. Yoksunluğunuzu yüze vurur... Çare bulur veya kabullenir; unutmaya çalışırsınız. Hatırlamak tedbirdir. Korkuyu davet ederken sizi canlandırır...

Korku insana mahsustur... Devedikeni korkmaz. Hayvansal tepki ise korku değil salt eylem seçeneklerinden biridir, güdüktür. İnsanın korkuya dair bilinçsel derinlikleri vardır; doğru okumak gerekir. İlk belleğe yerleşen şeydir korku! Önce korkuyu öğrenir/öğretiriz ve sevgi peşinden gelir... Korku ve sevmek tek yumurta ikizidirler; yaşamın dinamizmi, karşıtlıkların çatışmasıdır. Temel iradenin yakıtıdır onlar; ayrı düşemezler.

Mehmet Ali Canikli

Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, Roman, 2022

https://www.nadirkitap.com/siyah-beyaz-dustu-sevdalar-mehmet-ali-canikli-kitap29967104.html


28 Kasım 2022 Pazartesi

Kar


 -Esin’e-

Akşam çok uzun süreden sonra gelmişti. Aynı akşamın gecesi çok derin, karanlık, olağanüstü karanlık oldu. Bir ara ağaçlar altında yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Sonra suya atladılar yanımdakiler. Belki ben bunun için döndüm eve. Bilmiyorum. hatırlamıyorum. Evde her gün üzerinde oturduğum bir koltuk var. Camdan düzensiz bir duvar, bir ayva ağacı, toprak birikintileri ve kurumuş otlara bakıyorum. Gece bile olsa görür gibiyim onları. Çünkü bu evi ve bahçesini çok iyi tanıyorum.

İçeri girdiğimde kapkaranlık her yan. Gözlerim alışsın diye sokak kapısına dayanıp bekliyorum. Alışmıyor gözlerim. Hiç bir şeyi seçmek imkansız. Her şey imkansız. Ellerimle eşyaları bulmaya çalışıyorum.

Yok hiç bir şey.

Birden salonda bir mum parlıyor. Ve hiç bir aydınlık vermiyor bu mum. Salona doğru bir adım atıyorum. Ve kafamı çevirdiğim her yanda ışık vermeyen, parlak mumların ufak alevlerini görüyorum. Yer birden sallanmaya başlıyor. Mumlar, ev, ben sallanarak dönüyoruz. Bu sallantı arasında birden bir fare beliriyor. Ben çok korkarım farelerden. Çocukluğumdan beri. (Birden bu geliyor aklıma.) Fare kafasını kaldırmış hareketsiz sıçramakta.

Kafasının iki yanında siyah gözleri var. (Birden bunun eskiden, çocukluğumda görmüş olduğum farelerden çok başka olduğu geçiyor aklımdan.) Bu grilikte, kafasından büyük gözlü fare görmemiştim hiç. Ve ben bunu düşünürken gözümü oynattığım her yer farelerle doluyor. Sayısız yanan mumlar ve her yanda sayısız siyah gözlü gri fareler. Ve ben bunların arasında sallanarak dönmekteyim. Çok korkuyorum. Arkamda bir kapı olduğunu hatırlıyorum. Hemen geri dönüyorum. Açıp kapıyı sokağa çıkacağım. Tam o anda kapının ortasında durmakta olan, görülmemiş irilikte, benim başım kadar büyüklükte kara gözlü bir fare, göğsüme sıçramaz mı? Üstelik pençelerini geçiriyor göğsüme ve ben onu çözmeye çalıştıkça, o daha derin gömülüyor içime.

Bağırıyordum. İki elim de göğsümdeydi. Sanki bir şeyi söküp atmak istiyordum göğsümden. Gün yeni yeni doğmaktaydı. Yeniden uyumaktan korktum.

Taşradaki evimiz bir yokuşun üzerindeydi. Alabildiğine büyük bir holün her dört köşesinde gene çok büyük odalar vardı. Biz kış aylarında bu odalardan birine çekilirdik. Ancak orası ısınırdı. Ama uykum gelince, annem beni, kışın içinde yaşadığımız bu odanın tam karşısındaki odaya gönderirdi. Sıcak ve havasız odadan çıkınca, soğuk, korkutucu, karanlık bir büyüklükte gelirdi hol bana.

Karşı odaya girer girmez, yatağın altına bakar, sonra içine girer, yorganı başıma çekip gömülürdüm. İşte o zaman korkmaya, terlemeye başlardım.

Düşündüğümü hatırlamıyorum. Oysa o büyük evin içinde her birimizin uykularının ne büyük bir yalnızlıkta geçtiğini biliyorum. Ninem ölüm döşeğinde uzun süre yattı. Yatağı benimkinin tam karşısındaydı. Ben büyüyordum. O ölüyordu. O zamanlar, yatınca, onun ne zaman öleceğini düşünürdüm. Doğrusu istiyordum ölmesini. Ölmesi gerekiyordu. Eriyordu çünkü bedeni. Ufalmıştı. Derileri kemiklerinden sarkıyordu. Sabahları uyanır uyanmaz onun koynuna girerdim. Sanırım bu, onun ölüm hastalığından daha evveldi. Çoktan uyanmış ve yuvarlak gözlüklerini takmış bulurdum onu. Gözlüklerinin altından iki yanağa yaşlar sızardı.

Ağlıyor musun? derdim.

Hayır, gözlerim sulanıyor, derdi.

Ama onlar gözyaşlarına çok alışmış da, ondan, derdim. Bu büyük evde, sabah insanın ağlatabileceğini düşünmüştüm. Ve gece yatmadan önceki korku. Bir gün holün karanlık bir girintisinde olan mutfağa girdiğimde, (daha kapıdayken) ninemi karnını açmış, karnına bir bıçak dayamış, -beklerken- gördüm. Ben de kapı eşiğinde bekledim bir süre. O ise hareketsiz durmaktaydı. Eli bile titremiyordu. Hiç bir şey yapmıyordu. Ben de bir şey yapmıyordum. Beni görmüyordu. Ben onu görüyordum.

Mutfağa ben niçin gelmiştim? Unuttum. Sonra yanına gittim.

Napıyorsun? dedim.

Kendimi öldürüyorum, dedi.

Hiç bir şey anlamadım. Bıçağı elinden alıp, almadığımı hatırlamıyorum.

Ama o öldürmedi kendini. Bunu biliyorum. Bir gün gene evden kaçmıştı. Bu daha önce oturduğumuz kentten yazları çıktığımız yayladaydı. Orada bir göl ve evimizin önünde bir elma bahçesi vardı. Bütün gün ağaçlara çıkar, elma yerdik. Akşamları da annem önüne bir sepet alır, elmaları teker teker yedirirdi. Hepimiz elmadan usanmıştık. Orada ninem evden kaçtı. Onu aramaya çıktık. Ben yalnız çıktım. Ve onu uzakta, büyük at kestanesi ağacının yakınında bir çukurda buldum. Başına eşarbını bağlamıştı. Yuvarlak gözlükleri gözündeydi. Bana bakıyor, beni görmüyor. Benimle konuşmuyordu. İncecik yüzü sararmıştı. Korkarak yanına sokuldum. Hayır korkmadım. Onu bulduğuma sevindim. Gerçekten bulamayacağım yerlere gitti sanmıştım. Çukurda böyle duruşu şaşırttı beni.

Niçin çukura girdin? dedim.

Kendimi kaybedeceğim, taa şu dağların ardına gideceğim, derken, bana gerideki Bozdağları gösterdi. Kendini dağlarda dolaşarak kaybetmenin ne olduğunu hiç anlamadım. Eve birlikte dönüp dönmediğimizi hatırlamıyorum. Ama onun ölümünü çok iyi biliyorum. Yatırdığımız hastanede onu ameliyat etmek istediler. Buna karşı diretti. (Kimden duydum bunu? O zamanlar çok küçük olduğum için, almazlardı beni hastaneye.)

O öldü. Hiç bir şey anlamadım onun ölümünden. Korkmadım da. Yalnız bir evin yüksek katından caddeye bakarken, aşağıda giden cenaze arabasında onun götürüldüğünü biliyordum. Bir kadın beni oyuncaklarla oynamaya zorluyordu. Sanki şimdi bir başkasının ölümünden bir şey anlıyor muyum?

Kendi ölümümden?

Bir yıl annemle yalnız kaldık taşrada. O zaman birlikte yatıyorduk. Uzun süre karlarla kaplı kalıyordu kent. Ve biz o koca evde, birlikte uyuduğumuz uykuda ne değin yalnızdık. Ölümümü anlamadan büyüdüm. Bir gün yüksek bir evin balkonunda tek kolumla asılı kaldım. Vücudum caddeye sarkıyordu. Kalabalık ve bomboştu cadde. Aşağıda ninemin cenaze arabası gidiyordu. Gözlerimi aşağıya yöneltmekten korkuyordum. Tek elimle balkonun içine geçmek için gösterdiğim her çaba, caddenin derinliğine düşmem için bir tehlike oluyor. Ne içeri girebiliyorum ne de caddeye düşüyorum. Bu bir düş mü? Boşluğa sallanırken bunun bir düş olduğunu düşünüyor muyum? Bunun bir düş olup olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Oysa bu düşten uyanıp uyanmadığımı hatırlamıyorum. Bilmiyorum. Annemle birlikte yatıyoruz. Sabaha karşı kapıyı çalarak uyandırıyorlar bizi. Okulun hademesi gelmiş. Ağlayarak kendisi ile gelmemizi istiyor bizden.

Henüz yüksek karlar arasından geçmemiş kimse.

Onlar önden gidiyorlar.

Ben arkadan.

Kar onların dizlerine geliyor.

Benim omzuma.

O kadın nereye götürüyor bizi?

Eve döndüğümüzde annem gene üzgün. Ve ben gene bir şey anlamıyorum. Annem benim camdan düştüğümü bağırıyor ve ben onun sesini duyarak düşünüyorum.

Uyandığımda kendimi annemin koynunda mı bulacağım?

Yoksa bambaşka bir boşlukta mı?

Tezer Özlü, 1966

Kaynak: www.siirakademisi.com

27 Kasım 2022 Pazar

Osiris'in Maskeleri

1. Bazı tarihsel filmlerin sonuna polemiklerden, tazminat davalarından vs. kaçınmak için kısa bir not eklenir: “Bu filmde anlatılan bütün olaylarla kişiler kurgusaldır.” Benim dipnotuma şöyle olabilir:’’ Bu kitapta anlatılan bütün kişiler kurgusaldır. Yalnızca Taş Bina gerçektir… ”Yalnızca cehennem gerçektir.”

2. Buchenwald, 2008. Çok üşüyorum. İncecik, kadife ceketimin içinde donuyorum. Almanya kışı henüz bitmemiş, Buchenwald’a kar yağıyor… Sanki daha farklı, daha zalim bir soğuk, omurgam boyunca tırmanıyor, içim ağır ağır buz kütleleriyle kaplanıyor. Saat: 16.00’da, bir dakika bile oyalanmadan müze kapanmış, kar ansızın bastırınca, görevliler de, ziyaretçiler de koşar adım terk etmiş kampı… Sığınabileceğim tek yerde, müzenin kapısında duruyorum, gidememekle kalamamak arasında, hızla kararan devasa kampa bakarak… Karların arasında uzun boylu bir adam beliriyor, tek sözcük söylemeden yanımda duruyor, yüzü parça parça dökülen kağıttan bir maskeyi andırıyor, dudakları titriyor. Gözleri görme yetisini yitirmiş, daha derin bir başka yeti kazanmış gibi. Sadece kampa, uçsuz bucaksız boşluğa, yaslı karanlığa bakıyor. Belki bu kampta ölüleri var… Bir sigara yaktığımda fark ediyor beni, yasak olduğunu hatırlatmak istercesine bana dönüyor, gözlerimin tam içine bakıyor, bir aynaya bakarcasına, o da bir sigara yakıyor. Cezaevi sabahlarında, yeni bir gün başlarken, yeni darbelerden, aşağılamalardan, eziyetlerden başka vaadi olmayan, bir öncekinin tekrarı yeni gün, hoparlörlerin bitmez tükenmez bağırışları, komutları, defalarca tekrarlanan sayım anonsları, çarpan demir kapılar,kilit ve mazgal sesleri arasında başlarken, üç—beş kadın, dikenli tellerden sızan sularla sırılsıklam, soğuk avluda bir araya gelir, bir duvarın dibinde birbirimize sokulur, hiç konuşmadan günün ilk sigarasını içerdik. Küllükler gibi boşaltılmış gözlerimizi, bir taştan zemine, bir gökyüzünün boşluğuna çevirerek…Derin nefesler çekerek sigaradan… Saf oksijenmişçesine, ya da saf ölümmüşçesine…

3. İstanbul’un görüp göreceği en korkunç işkence merkezine, namlı (notorious) Sansaryan Han’a yolum düştüğünde —80’li yılların başı— artık siyasi şube olmaktan çıkmıştı. Adli mahkumların en dişlileri, yani karakoldaki dayakla ya da elektrikle çözülmeyenler, genellikle gömlekleri kan içinde getirilirdi oraya… Dikenli tellerle çevrilmiş avluyla ve falakadan geçirilmiş çocuklarla karşılaştığımda, ben de hemen hemen bir çocuktum. (Dostoyevski okuyan bir çocuk!) Sonraki daha “sert” deneyimlerin hiçbiri, “Kırmızı Pelerinli Kent”te anlattığım gülkurusu renginde karakol da, Bakırköy Cezaevi’nin hücreleri de, Sansaryan Han’ın uyandırdığı dehşeti uyandırmadı bende… “Korkunç” ile ilk karşılaşmam değildi kuşkusuz ama ‘Korkunç’un Hakikat’in ta kendisi olduğuna ilk uyanışım, ilk utancımdı. “Taş Bina” ilk doğumunda, anlatıcı— ben’in adım adım anlattığı karaktere, hiçbir şey anlatmayan bir deliye, yani kurbanın kendisine dönüştüğü, üç sayfalık bir kısa öyküydü. Taş bina da Sansaryan Han gibi dört katlıydı. Sonraki on yılda, belleğin mahpushanesi bir kat daha büyümüş, Auschwitz’in barakalarının Primo Levi’nin belleğinde dönüşmesi gibi.

4. Zor… Bir kez daha söze girmek… Bütün darbelerinden, hücrelerinden, kayıplarından sonra hayatın… Susturulmuşluğun o ağır, acılı, ezici deneyiminin tam ortasından konuşmak… Sözcükleri içten içe oyan o keskin, görünmez bıçak, dillerini de kesmiş, gözlerini çıkarmış. Koyuldukları yolda kaybolacaklarını daha baştan biliyorlar; çemberlerinden, hücrelerinden, kayıplarından geçerek hayatın, dönebilecekleri tek yere dönüyorlar.

Sözcükler: Kuru ve çıplak. Birer kabuk, birer maske. Bir avuç toprak, içimdekinin aynısı.

5. Belki de yapmam gereken doğrulmak, kendimi belleğin kuyularından çekip çıkarmak, beni bekleyen hikayeme doğru bir adım atmak… Sessizce bekliyor, daha tam açılmamış gözleriyle bana bakıyor. Bir aynaya bakarcasına… Ona doğru yürüyebilmek için kapkara kanlara basmam gerekiyor.

6. “Bu son kağıdım. Daha yazmak isterdim.” (Bir cezaevi mektubundan) Cezaevine “düşenlerin”— Türkçe’de bu fiil kullanılır— ilk talepleri, idam mahkumlarının son dilekleri gibidir. Bir kağıt, bir kalem.

7. İnsan, konuşan Madde. Anlatan Varlık. Durmamacasına anlatan, anlamlandıran,
sözcüklendiren, hikayeleştiren… İçinde var olabileceği bir sözcük, bir imge aramaya yazgılı varlık. Ölümlülük bilincinin ufku dört yönden kapadığı çağdan beri, kaybedilmiş ilk sözcüğü arayan, kendi hikayesinde varolmaya çalışan Varlık.

Metindeki “anlatıcı—ben”, metin boyunca sürekli birbirine dönüşen iki karşıt uçtan konuşur. Belleğini yitirmiş, bir adı bile olmayan, hikayesi kendisinden çalınmış “A.”, onu insanlık manzarasından silmiş “İnsanlık”a seslenir. Vitrinlere tırmanıp kılıktan kılığa girerek çektiği söylevlerde bir yazar metaforudur. Bütün karakterlerini üstlenen yazar ise, anlattığı dünyadan, “lanetlilerin” dünyasından, yani kendi hikayesinden kovulmuştur.

8. Kendini anlatmak… Karanlıkta devleşmiş gölgesine sığınan “ben”i bulmak için sürdürdüğümüz ısrarcı bir söyleşi mi? Bir masumiyet yitimi, ertelenmiş bir intihar, dünyaya karşı meydan okuma mı? Özgürleşme mi, yoksa özgürlük arzusunu doğuran tutsaklığın ta kendisi mi? Sözcüklerden oluşturduğum boş anıt mezara soruyorum sorularımı.
(Bu kitap, her şeyden önce sözcüklerle kurduğum bir anıt—mezar, gerçek bir ölü için yazılmış bir ağıt, hep tamamlanmamış kalacak bir veda…)

9. Kimdi o ölen? Yazarın kendisi ölümün hangi tarafında? Kendin olmak, ölmek demektir. Ancak ölerek “biricik” oluruz, değiştirilemez biçimde kendi hikayemiz oluruz. Mutlak birleşme anı, mutlak parçalanma anı… Ben’in Öteki’nde erimesi,
anlatanla anlatılanın, imgeyle bakışın birleştiği an. İşte bu yüzden, yazı ölümün karşısında hep maske takmak zorundadır.

10. “Ben olmuş ve olacak herşeyim ve bugüne dek hiçbir ölümlü yüzümü maskesiz görmemiştir,” diye yazar bir Osiris tapınağında… Osiris, ölümün ve yeniden doğuşun tanrısıdır, Dionysos gibi. Dionysos da hep maskelidir, bazen erkek, bazen dişi olarak görünür, deli—tanrıdır, hep ölmekte ve hep yeniden dirilmektedir. İki tanrı da parçalanmıştır.

11. Sözcükler: Çiğnenmiş, tel tel olmuş, karanlıkla, suskunlukla yoğurulmuş. Uğultulu, korkunç…

Birbirini yankılayan, yineleyen, yadsıyan sözcükler… Sesini arayan Acı, İmgesini arayan Ses.

Çoktan kaybedilmiş, ya da henüz doğmamış bir dünyaya, sayısız dünyaya seslenen Ses. Dik açılarla birleşip insan yazgısını oluşturan çizgilerle yuvarlaklar, binlerce öykü, sayıya vurulamayacak ölüm… Bedenin sınırlarından çıkıp dilde akan kan… Hiçliğe varana kadar parçalanan yazı… Sabırla bir araya getirmek parçaları, bir kez daha… Baştan almak, bir daha denemek. Anlatılamayana doğru bir adım atmak, bir adımı geri çekmek, yörünge değiştirip bir çember daha çizmek… Bir yankıya dönüşene değin… Hiçliğe varana değin…

12. Yoluma devam ettim. Gerçekler aleminde vücut bulmaya kararlı bir hayalet gibi, karanlıkta, yıkıntılar arasında, el yordamıyla ilerledim. Sonuna dek gidilmeliydi bu yıkımın, bu yitirişin, bu yalnızlığın… Haritaya ihtiyacım kalmamıştı, elimle koymuş gibi teker teker buluyordum Semprun’un romanlarında anlattığı barakaları… Altmış kadar yıl önce hepsi yakılmıştı, günümüzde yerleri taşlarla ve anıtlarla belirlenmişti.… İç içe geçen çemberler çiziyor, bir aşağı bir yukarı koşturuyor, bir ucundan diğerine savruluyordum devasa kampın, sanki her adımda, bir mahpusa dönüşüyordum. Buchenwald’dan çıkamayacaktım… Ya da çıkabilmek için, orada bulduğum kendimi geride, uçsuz bucaksız, ıssız gecede bırakmak zorundaydım.

13. Başka çarem olmadığı için kullandığım bir sözcük: “Ben”. Bir kabuk, bir maske, o kadar. Seslerin çıkabilmek için çarptığı, bir diş, incecik, bir zar ve kemik. Uçsuz bucaksız bir savaş alanı, söylenenle söylenmeyenin ölümüne çarpıştığı… Bir arada, sessizce çürüdüğü, ayakta kalanla yere yıkılanın… İnsanın çamura, çamurun insana dönüştüğü…
“Başkaları” diyemiyorum bu cehenneme…

14. Son otobüse yetişmek için durağa vardığımda, artık soğuğu hissetmiyordum. İçeriyle dışarının sıcaklığı birbirine eşitlenmiş gibiydi. Karın altında saatler boyu, koşarcasına yürümenin bedelini bir zatürree ile ödesem, şanslı sayılırdım. Göz kamaştıran ışıklarını yakan otobüs, kamp durağının son yolcusu için kapısını açtı. Kapadı. Geri dönerken tek bir hedefim vardı. Rampa. Jorge Semprun, “Büyük Yolculuk”ta birkaç kez uyarır okuru: “Ama daha hiçbirşey görmediniz.Daha rampayı görmediniz. Yahudi çocukların yolculuğunu anlatmadım.” Haritada ya da katalogda, rampaya ilişkin bir şey varsa da kaçırmışım, ama onu da elimle koymuş gibi bulacağıma emindim. Bütün geçirgenliğimle açıldığım sesin beni çağırdığı yer orasıydı, Auschwitz boşaltılırken Polonya'dan gelen trenlerin durduğu rampa… Demiryolu çoktan sökülmüş, altmış küsür yılda doğa son izleri de silmişti.

Ama oradaydım işte, bir duvardaki tabelayı fark ettiğimde her şey olup bitmişti bile. Auschwitz’den gelen tren duruyor, vagon kapıları gürültüyle açılıyor, hiç kimse aşağı atlamıyor. Ayakta, birbirine yaslanarak donmuş binlerce ölünün arasında, her nasılsa sağ kalmış, eksi otuz derecede, on gün boyunca hiçbir şey yemeden ve içmeden sağ kalabilmiş, birkaç çocuk buluyor mahpuslar… Kimse bilmiyor ne yapılacağını, tepeden emir bekleniyor. Başlarına geleceği sezen çocuklar, son güçleriyle sağa sola kaçışmaya başlıyor. İşte, şu çam ağaçlarına doğru koşuyorlar, kampın merkezine doğru, ama kapıya varamadan teker teker öldürülüyorlar. Son iki çocuk kalıyor geriye, vargüçleriyle koşuyorlar, ama biri karların içinde sendeliyor, tökezliyor; diğeri, yaşça büyük olanı duruyor, geri dönüyor, ona elini uzatıyor.

2008 Mart Sonu. Buchenwold’ın eski rampasında, altmış küsür yıl önce, birkaç el ateşlenen silahı duyuyorum.

15. Bazen bir sözcük, anafor gibi yakalar insanı, yerle gök, ölümle yaşam arasında savurup durur. Baş aşağı çevirir dünyayı, dünle yarını iç içe geçirir, herşeyi parçalayıp yeniden birleştirir: “Yazgı.” Türkçe’de “alınyazısı” da diyebiliriz, alnımıza yazılmış, görünmez, silinmez yazı.

16. Hemen ertesi gün, eşini benzerini görmediğim bir sancı sol koluma saplandı, sırtıma, boynuma yayıldı. İstanbul’a döndüğümde adeta bir Quasimodo’ydum, bir hafta içinde kamburlaşmıştım! Teşhis çabucak kondu, MR (Magnetic Resonance—MRT) açık seçik gösteriyordu ağır hasarlı omurları, fıtıkları; ama bu fıtıklar çok eskiydiler. Gençliğimde, muhtemelen aynı travmayla oluşmuş, bunca zaman hiçbir işaret vermemişlerdi. (Hayatım boyunca klasik bale çalışmıştım, hala dans ediyordum!) Kimseye, kendime dahi anlatmadığım, anlatmaya “gönül indirmediğim”, zaten hemen bütün ayrıntılarını unuttuğum, yani CV’me koymadığım bir “şiddet deneyiminin” (böyle adlandırayım!) etkisi, bunca yıl sonra bütün yıkıcılığıyla, bir anda açığa çıkmış, bedenim Buchenwald’ın karlarında, derinlerde sakladığı bir “kurban”ı hatırlamış, geri—dönüşsüzce sakatlanmış kurbanı sahiplenmişti. İçerideki, en içerideki suskun, kapanmayı bilmeyen yara, sonunda beni sahiplenmişti. Yaralar çok ender konuşurlar ve yalan söylemeyi beceremezler.
O günlerde baskıya gitmekte olan “Taş Bina”yı —artık bir uzun öyküydü— geri çektim. Fiziksel acılarla, eziyetli tedavilerle geçen, kaleme el sürmediğim bir, bir buçuk yıldan sonra metne geri dönebildim. Acının, pek de ‘edebi’ olmayan sakatlık gerçeğinin verdiği ‘deli cesaretiyle’, daha önce sadece kapısından baktığım bir labirente daldım, A.’nın belleğine, onun diliyle girmeyi denedim. Şiirselliğine inandığım cümlelerimi acımasızca kesip biçtim, gaddarlığın cisimleştiği tek bölüme, sorgu sahnesine yerleştirdim. Asıl kurtarmak istediği kişiyi ele veren, sevgilisinin ölümüne yol açan genç kadını, sokaklarda yaşayan bir meczupla yüzleştirdiğim ‘anahtar’ bölümü kitaptan çıkardım. Çıkardım ki, ele verenle verilen, sağ kalanla ölen, anlatanla anlatılan, ayrıştırılamaz biçimde birbirine karışsın, iç içe aksın.

17. Issız bir çığlık, karanlık bir kahkaha. Bir mezartaşı, bir ağıt, lanetli bir ezgi. Tesadüflerin bir araya getirdiği, maskeli bir koronun, dağıldıktan sonra bile bir ağızdan söyledikleri ezgi. Issız bir cehennem, içinde tutmak istediği görüntüyü umutsuzca arayan bir ayna…(“İnsan yüreği bir aynadır”, der eski bir söz.) Bir avlu, sadece rüzgârın uğultusunun işitildiği bir son—ülke. Taşlara çizilmiş bir eskiz, her bakışın kendinden birşeyler katarak bir resme dönüştürebileceği… Kanla düşlerin zoraki evliliği…

Ben’le Öteki’nin, ölenle sağ kalanın, ele verenle ele verilenin, birbirlerini işitmeden
sürdürdüğü uzun, ısrarcı söyleşi… Korkunç ile Kutsal’ın yanyana durduğu, içiçe aktığı, birbirine dönüştüğü bir hikaye. “Hikayesi” çalınmış bir hikaye… Bir yürek dolusu taştan kurulmuş bir son—ülke. Bu kitapta anlatılan herşey, elbette, kurgusaldır. Ancak kurguyu, gerçeğin ta kendisi yapmıştır.

18. “Taş Bina”, tek bir başlangıcı ya da sonu, bir merkezi olmayan, tamamlanmamış kalmaya yazgılı bir metin. “Anlatılamaz” olanın etrafında çemberler çizdiğini, yani kendi çaresizliğini itiraf eden bir metin. Yazarını da, okurunu da, hikâyeleştirmenin avuntularından esirgiyor: Bir çerçeve içinde sunulan tablolar gibi, renkli, canlı, kıpır kıpır imgeler, ele avuca gelen, özdeşleşme olanağı sunan karakterler, trajedinin açabileceği bir özgürlük kapısı, katarsis gibi. Bunların yerine, sadece belli belirsiz, tekinsiz bir çağrıyı sürdürüyor, taş binadan asla çıkamayacak sesleri umutsuzca iletmeyi deniyor. Ve aslında sözcüklere geçit vermeyeni, gene sözcüklere teslim ediyor. Elbet karanlık kehanetini gerçekleştiriyor. Beni yazdığım şeye, TAŞ’a dönüştürüyor.

19. Esenler Polis Karakolu. Bir hücre, bir kafes. Işıkların hiç kapatılmadığı, susuz, tuvaletsiz, altı—yedi metrekarelik kafeste dört kadınız. Sadece çok zayıf birinin, biraz olsun uzanabileceği, iki daracık tahta bank var… Onlarca kişinin kokusunun, terinin sindiği, yağlı iki battaniye. Dört kadınız, içimizden biri, üçüncü gece bileklerini kesecek. Daha hiçbir şey anlatmadım. Rampayı anlatmadım.
(Bu dipnotlar iki ayrı kalemden çıkmış gibi. Yazarın notları, eski bir mahpusun notları. Birbirlerini işitebildiklerini sanmıyorum.)

20. Taş Bina, eninde sonunda somutlaşacaktı, başkaları için olduğu gibi, benim için de… Karakterleri, Esenler Karakolunda teker teker cisimleşecekti. Bir çığlık yoktu orada, ama bodrumdan gelen dayak sesleri ve iniltiler vardı. Suçlu çocuklar yan kafesteydiler, falakadan geçmemişlerdi, polislere kök söktürdüler… Ağlayan kadın… Bütün kadınlar ağlıyordu. 48 saat boyunca durmadan ağlayan bir kadını dinledim. İhanet, ele veren, ele verilen… Ölen… Sadece “Melek” yoktu orada. İkinci gece hastaneye kaldırılıp geri getirildiğim gece, iğnelerin de etkisiyle ‘taşlaşma’ halinden biraz sıyrılınca, “Taş Bina”yı düşündüm. Bir daha böyle bir kitap yazabilecek masumiyeti asla bulamayacaktım.
Ama üçüncü gece, en korkunç gece, anladım ki, sadece “anlar” vardır, içinde meleği var edebileceğimiz anlar. Onu var edebilmek içinse, önce yokluğunu tanımak, bu yoklukta kalmak gerekiyormuş.
Taş Bina’nın aynasında, Esenler Polis Karakolunun kirli camlarında, yüzümü ilk kez
gördüğümde, onu tanıyamadım.

21. Şimdi —2019, burada —Almanya’da— anlatmayı denemek… Altı metrekarelik bir kafeste geçen üç gün, üç geceyi, çıldırtan susuzluğu, leş gibi bir hücreyi, idrar lekeli yatağı, müebbet talebiyle tutuklanmayı, dikenli tellerden sızan damlalarla sırılsıklam cezaevi avlusunu…
Aslında çoğunu unuttum. Olayları, olguları, aşağılamaları, isimleri, ayrıntıları… Kimbilir neler pahasına, hangi bedellerle unuttum. (Belleğim yorgun düştü unutmaktan…) Sadece birkaç imge var benimle kalan, sanki taşlara çizilmiş kabataslak eskizler, dünyayla yaşıt, siyah—beyaz, gri, yürek—rengi, Araf—rengi resimler… Belleğime kazınmış imgeler…(Kendimi o resimlerden çekip çıkarmayı başarsam da, kabuslarım beni oraya, “Taş Bina”ya yolluyor her gece.) Ve o silinmez imgeleri çevreleyen bir sis halesi. Bir şimşek çakması, su damlaları, rüyalar ve karabasanlar, kabaran bir nehir, herşeyi küle çeviren bir yıldırım, yoğun, çıkışsız bir bulut. Dış gerçekliği yeniden kurma çabasının, yani olayları, olguları anlatmanın, aslında iç gerçeklikten bir kaçış, hatta olası tek kaçış olduğunu da çoktan öğrendim.
Saat: 16.00. Müze kapandı. Asıl gece şimdi başlıyor…

22. Yaralar çok ender konuşurlar ve ürkütücüdür sesleri. Ama sözcüklerin uçsuz bucaksız çölünde, onların sesi de rüzgara karışır, dağılır gider. Belki bazen birkaç kemik belirir kumların üzerinde, çöl herşeyi çabucak yeniden örter.
Ama sadece sözcükler insanlaştırabilir ıssız bir çölü de, çığlığı da… Küçücük, mucizemsi dokunuşlarıyla taşı ezgiye, ezgiyi taşa dönüştürür, bir avuç taştan, bitimsiz bir dünya kurabilirler. Yitirdiğimiz, yitireceğimiz herkesle, herşeyle buluşabileceğimiz… Herşeyin onda tamamlanıp bütünlendiği, en gerçek, en koyu anlamına kavuştuğu bir başka dünya… Sadece o dünyada – bunda değil – bir meleğin kulağımıza fısıldayacağı muhteşem bir ezgiyi işitebilir, yalan yanlış da olsa mırıldanabiliriz.

23. İşte bu da benim hayat hikayem. Artık içinde kimsenin yaşamadığı bir hikaye…
Sen kimsin?
Ben, senin içinde konuşan yankıyım. Sözcüklerle anlatılamayan senim, yanıt vermeyen sessizlik… Ve bugüne dek hiçbir ölümlü yüzümü maskesiz görmemiştir.

24. 18 Ağustos, ağırlaştırılmış müebbet talebiyle tutuklandım. Cezaevine getirildiğimde geceyarısıydı herhalde. Tüm mahpuslar gibi, üzerimdeki herşey, boyunluğum dahi alındı. Bir tişört ve bir şalvarla, “müşahadeye” ,bir nevi karantinaya kapatıldım. Çarşafsız, leş gibi yatakların sıra sıra dizildiği, bomboş bir oda, bir koğuş… Daha ilk saatimi tamamlamadan, beni hücreye attılar. Sonradan, asla doğrulayamayacağım cezaevi fısıltılarından öğrendim ki, Müşahade’de, uyuşturucudan tutuklanan genç bir Rus kızı –günümüz Türkiye’sinde, sınırlarda uyuşturucuyla yakalananlara, yirmibeş dakikayı bile bulmayan ilk ve tek celsede yirmibeş yıl veriliyor— cezaevindeki ilk gecesinde, o yataklardan birine tırmanıp, her nasılsa gözden kaçırdıkları kemeriyle kendini asmış.

Ben şimdi ölümün hangi tarafındayım?

Aslı Erdoğan , 13.02.2019

https://www.aslierdogan.com/  sitesinden alıntılanmıştır.

26 Kasım 2022 Cumartesi




Bir kitabı çoğu kez üç beş kişi bizi anlasın diye yazarız. O üç beş kişi bizi okumaz ve bizi asıl anlayan üç beş okuru da biz tanıma fırsatı bulamayız.

Attilâ İlhan

İzleyiciler