12 Nisan 2023 Çarşamba

Çığ


     Bir ateş yaktım, gök mavisi beni terk ettiğinde.
                                                       Paul Eluard

Yeni yüzler buldum
Biri susmak

Bir şey sormamak ve sorulanlara susmak;
Mektuplarımı yeniden
Eski piyango biletlerini yeniden gözden geçirmeliyim.
Yeni bir ev kiralamalıyım.
Saçlarımı kestirmeliyim.
Bu gece iyi uyumalıyım. Askerden sonra
İki cins cilet kullanmalıyım artık
Uçup gitmeliyim balkonlarla.

Yeni sözler buldum sayılmaz daha
Yeni yüzlerim için,
Aşka ve sevgiye ve 'asılgeleceğe' dair
Ambarımda çeşitli çalışkanlıklar kurdum;
Kutsal sulara güveniyorum
Gökyüzü açılacak, güveniyorum.
Sonra, askerden sonra
İki cins cilet
Yeni bir ütücü belki de.

Size bir giz vereyim;
Zor oldu bu kış hükümetlerin işi
Ben üç kez toplandım taşındım
Zil İbrahim tımarhaneye düştü
Ferudun Baba öldü Nazım abi öldü
Bağlara dadandı küçük memurlarla yüzbaşılar;
Ey yediveren alkolizm;
Sabahat'e yeni bir ad bulundu, anneciğinden gizli
Dükkanı kapadı bakkal Rıza, bodur
Nadide Hanım evi sattı, Necati intihar edecek.

Bir kardeşim gülerek
'Sen de bir şeyler yap, dedi, bari'

-- Çocuk!
Akşam yine Çocuk;
Yineleyip durdu ev, zayıf bir ezgiyi
Hazla ve acıyla ve ikindi, damla damla
Yineleyip durdu ışığı odayı karşı evleri
Yolcuların ağızsız yılgınlığını.

İneceğim kenti gördüm düşümde, imdat koluna asıldım, trenler
Kalabalık, meyhaneler ve sinemalar ve genelevler kalabalık
Girip döndüm, alnımı bir karış geride, soğukta tuttum
Ördüğüm duvar genişleyip yükseliyor her hafta, her ay
Sonunda aşamayacağım bir set yaratmış olacağım
Sedr ağaçlarıyla aramda;
Komşu kiraz dallarıyla da.

Sonra, askerden sonra
Bitsin bu duvar bitsin bu duvar
Alınterimin sürgünleri, ah
Köstebekler ve yıldızlar.

Yeni yüzlerimi seviyorum, beni nasıl tükettiklerine bakıyorum.
Çekinmeden iç içe geçmiş çıplaklıklarımdan
İçimi kanırtarak açıyorum, ak parçalarını kopartıyorum içimin
İki taş arasında sıkıştırmak için özümü,
Salıyorum soyu tükenen atları
Sağrıları karanlıklara karışan ve boyunları
Ufkun altında ey uzayan, soyu azalan atlar

Kanım bir damla kaldı
Sesim soluğum tavsadı, beynim
Ahır gibi oldu.

Okulu boşladım, işi boşladım
Canlı balçığı sıyırdım bedenimden ve ruhumdan
Geçmişimi topladım, ateşini yakından görmek istedim
Bir göz kondurdum tepeme, tembel
Çoktan çekilmiş boğuk göğe bakıyorum

Bana yol göstermeye kalkışmayın
Bana 'yarın' demeyin, şamarı yersiniz
Bana 'öbürgün' bile demeyin
Maskemi fırlatıp attım duvarın öte yanına
Görüneceğim kimse kalmadı artık, beride bir ırmak
bile yok aksın
Ağır ağır. Ve her şey taş, toprak.

Gebe, ama düşkün, yeryüzü de.

Siz, burgacını işitiyorsunuz da tuncun elbet, dikiyorsunuz
boynunuzu öyle...
Gözleriniz iki çekik ak badem içerlek görünümde.
Burunlarınız ham taylar burnu gibi soluyor;
Dudaklarınıza yapışmış bir sapığın azgın leşi gibi
Hava, mosmor.

Perdeyi çektim
Bunları yazdım
İnandım
Sevindim kıvandım.

Damarım taştan geçiyor
Tertemiz şu niyetim
Aydınlanıyor güneşlerle.

Mehmet Taner



5 Nisan 2023 Çarşamba

Omayra


Cevabı ömür süren bir soru bıraktım sana 
Mendili kan kokan sevgili arkadaşım 
Usta bakışların keşfettiği rahatlıkla arkama yaslandım 
elimde şah mat yüzüğümde tek taş siyanür 
adınla bulanan bir aşkın, bir maceranın 
macerasında 
yolun sonunu söylüyordu 
günahkâr iki melek olan sağdıçlarım 

Al birkaç bulutlu sözcük 
atlasını sırtında taşıyan çalınmış bir zaman 
mekik, taflan, kar kesatı bir iklim 
aşk mı, macera mı dersin bu uzun seferberlik 
bu ilişkinin topografyasını 
mezhepler tarihinden bulup çıkardım 
adanan boynunda o gümüş zincir 
bilmiyorsun arması sallanıyor ucunda 
işte yazgının kara zırhlısı! 
Kork! kutsal kitaplardaki kadar kork! 
Çünkü hiçtir bütün duygular 
Korkunun verimi yanında 

Benim ruhum nehirler kadar derin! 
Kızıl kısraklar gibi üstümden geçeceksin! 

Arı bir sessizlik duruyor 
şiddetimizin armaları arasındaki uzaklıkta 
gövdenin demir çekirdeği 
kalkan teninin altında 
sana okunaksız bana saydam giz 
içindeki uğultunun izini sürüyorum 
bir açıklığa taşıyorum ele vermez yerlerini 
harabeler diriliyor 
heykeller tamamlanıyor 
kendi kehanetinden büyülenmiş gözlerimin önünde 
başka çağlara gidip geliyoruz 
aşk tanrısı için 
seviştiğimiz ve uyuduğumuz sahillerde 
aşkın kaplan ve yılan düğümüyle 

Öpüyorum seni boynundaki yaradan 
iniyorum kaynağına 
aydınlanmamış yanların ışığa çıkıyor 
dokunuşlarımın parıltısında 
düğümlü mendilin, gümüş zincirin 
sımsıkı mühürlendiğin bütün kilitler 
çözülüyor avuçlarımda 

Tılsım tamamlanıyor 
ortaçağ kentlerinden geçiyoruz dönüşte 
indiğim kaynakların mezhep değiştiriyor 
zamanın ve uzamın kilitlendiği kara kutuda benim kelimelerim 
tılsım tamamlanıyor 
dudaklarımdan sızan erkek sütünün kara büyüsüyle 
sevgilim oluyorsun 
uyuyor ve yıkanıyoruz ay ışığında 
bakıyorum güneş iniyor yüzünün alacakaranlığına 

Adın yoktu tanıştığımızda 
eksiğini de duymadık 
bazen bir rüzgârı, bazen birkaç zeytini 
adının yerine kullandık 

Adın yoktu tanıştığımızda 
sonra da olmadı 
çünkü başka biri oldun zamanla 

Şimdi adın var 
şimdi ruhumun sislere sarılı derinlikleri 
yükseliyor ve tehdit ediyor 
kıstırılmış varlığımın bütün cephelerini 
yüzümün pususunda geziyor 
sularda bilenmiş bıçaklar 
uyandırılmış acılarım, bulanmış sarnıcım 
etimle ruhum arasında çelişen ilke 
geri döndü bana 
kendi ellerimle kurduğum kara büyüden 
içimdeki tarih bitti 
siliyorum bir aşkı var eden her ayrıntıdaki parmak izlerini 
ve şimdi adın var 
ve şimdi 
ikimizin vaktinde 
intikam saati geldi 

Omayra, bu adı verdim sana 
ve mevsimleri bütün anlamlarıyla 
iki çakılına bir deniz vereyim 
hayallerine mavi buğday 
dokuz yaşamın olsun tek tek öldüreyim 
esmer ve çırılçıplak bir gecede 
bütün düşmanların gelecek 
koynumdaki cenazene 

Seni saran efsane çürüyüp toprağa karışırken 
kucağımda başın 
gümüş bir tarakla tarayacağım saçlarını 
kendi enkazımın üstünde 
kurtlar, çakallar gibi uluyarak ağlayacağım acıdan 
öldürerek yaşatacağım seni kendimde 

Ocağın parıltısıyla aydınlanan yüzün 
gücünden habersiz sakin gülüşün 
kamçılıyor içimdeki bütün köleleri 
ben ki hileli bir oyun, 
birkaç kırık zar 
ve kara muskalı tılsımlarla 
almışken seni kaderinden, kıyasıya bağlamışken kendime 
asıl sen tutsak etmişsin beni 
dünyaya kapalı kapıların ardındaki 
içi boş sessizliğine 

sığlığın, sevgisizliğin 
o sonsuz kendiliğindenliğin 
dünyanın sana değmeyen yerleri 
nasıl da çekici yapıyor seni 
o kadar bağlandım ki 
tutkusuz bedenine 
ya öldüreceğim seni 
ya tunç çağından heykeller indireceğim dökümüne 

Sayıklayan bir ağaç gibiyim Omayra 
uğultusu geliyor ta derinden 
gövdemin geçtiği masalların 
içimdeki deprem ayakta tutuyor beni 
geri dönüp vuruyor çalınmış zaman 
bak sana korkaklığımı veriyorum 
var olmanın bütün varoşlarından 
ben yenildim, işte silahlarım 
tılsım tamamlandı 
sonuna geldim çizgilerini sildiğim 
bir büyük haritanın 
aşkım ölümün sınırında Omayra 
olduğun yerde kal kımıldama!

Murathan Mungan




15 Mart 2023 Çarşamba

İlkyaz

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

 

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar

Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı

Bakıp  kapatıyorlar

Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

 

"Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı

Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz

sisin dere ağızlarından sokulup akşamları

Fındıklarımızı basıyor

Neyleriz kararan tomurcukları

Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz

Tecimenlere yalvarıyoruz:

Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz

Bir banka az çiziniz bir yalvarma

Bizden size ve sizden dışardakilere

 

Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye

-Evet efendim-

Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye

Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet

Yazların motorlu çingeneleri

 

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

 

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş

Toprağa tutku, kendinden dolayı

Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para

Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga

Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga

Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde

-Bilmiyoruz neden kavga.

 

Sonra kasabanın cezaevinde

Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz

Günlerimiz iterek genişletiyoruz

Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye

Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

 

Durup ince şeyleri anlatmaya

Kimselerin vakti olmasa da

Okulların kadın öğretmencikleri

Tatil günlerini çoğaltsalar da

Kutsal nemiz varsa onun adına

Gözlerimiz için bağlar dokusalar da

Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide

Açmaya ilkyaz çiçekleri

 

Bir gün birileri öte geçelerden

Islık çalar yanıt veririz


Gülten Akın 



 



14 Mart 2023 Salı

Kilimdeki Kuşlar


Göz önündeydi de gün ışığında görünmüyordu. Gözden kaçan
hakikatti, ihanet. Yalanlara sarıp saklanmıştı kuytuda, buldum
ve ben derdini dert edindiklerimden sadece bir ses bekledim ki
    kimse yoktu
ilk dizeyi fısıldayan peri de beni değil,
eğilip omzumun üzerinden yazdıklarımı okuyup üzülen
     geceyi teselli ediyordu.
Sessizliğin örttüğü söylenmemiş sözler, rengi atmış düşler,
karanlığıma sızmayan ışık, ışığa çıkmış sırlarla
    çıkmaz bir sokakta kaybolmaktı ayrılık.
Yokluğundan başka kimsem olmadı sonra. Sonra söndü ocak,
sonra soğudu ev, sonra ısıtmaya yetmedi de kollarım, üşüdü
     çocuk küçük...
Bir rüzgâr odaları dolaşır, ürperirdi
     her bir kıvrımına bir hatıra sinmiş perdeler.
Kıştı, unutuluşun kışı... Gece yağan karla örtülen sabahlar
    ev sıcaksa güzeldi.
Öncesi, ertesi olmayan bir hiçliğe uzanıp yatıyorum ya şimdi
titreyen parmaklarım çeviriyor
     yıpranmış sayfasını yılların ve bilmiyor,
bir derin uykuya daldığımı sanan
     yalnızlığım
gizlice eve geceyi alıyor.
Dalıp saydığım kilimdeki kuşlar da kanatlanıp uçmuş
biri çağırsa da kalkıp bir yerlere gitsem, öyle sessiz ki ev. 

Oya Uysal


6 Mart 2023 Pazartesi

bir uyumsuz rastlaşma


yangın

    lardan

        geliyorum

            dedi 

                adam 

                    ve 

                        yan

                            gın

                                lara 

                                    gitti 

                                        yanık 

deprem

    lerden 

        geliyorum 

            dedi 

                kadın 

                    ve 

                        dep

                            rem

                                lere 

                                    gitti    

                                        yıkık 



Metin Altıok







4 Mart 2023 Cumartesi

Herkese Açık


“Ne düşünüyorsun, Mehmet Ali? diye sordu paylaşım sayfası.” Sanal esaretin, her sayfa sahibine "Haydi sende bir şeyler söyle âlem paylaşım görsün(!)" dürtmesiydi bu! Öylesine sorulmuş olsa da garipsenecek bir durum değildi… Bu ülkede gerekli yerde insanın fikri pek sorulmaz! Aksine herkesin fikrisabit yaşadığı günümüzde buna ihtiyaçta yoktur!!! Sana sunulan en kolayından bir kaçamaktır. Sığınacak mekânın, ısınacak enerjin, uzanınca içine gömüldüğün bir koltuğun varsa işin daha da bir kolaylaşır. O bildik, orijin(!) bardağındaki kahvenden bir yudum alır ve dokunursun tuşlara…

Kayıp ülkenin adı sanı unutulmuş bir kuşağına mensupsan; kelaynaklardan beterse halin. Yani çok sevdiğin ülkende yalnız kalmışsan, garipsen, yetimsen… Hani o güzelim kuşlar gibi Fırat vadisi kayalıklarında tek tük sayılabiliyorsan; birkaçına da “Haydi kafesler içinde âlem-i şan olsun diye bakalım” dan halliceyse durumun. Bir atımlık barut kadarsan(!) “Buyur sende buradan yak! Dostum.”

Kulaklarında küpe olacak yer kalmamışken, tutturduğun minik hoparlörlerden aksın içeri İkilem (!) in şu sözleri; “Kimileri kaldı, kimileri geçti / Boşa didindi yanlışı doğrusu bak / Konuşuyor hâlâ”

Memleket! Millet! Milliyet! Milliyetçilik! Vatan! Etnisite! Kürt’üm! Türk’üm! Ötekiyim! Bayrak! Ezan! Sela! Diyanet! Din ve Ayet! Demokrasi! Bürokrasi! “Tut şunun ucunu! Götürelim abi…”

“Al takke ver külah”  Çokça ayıp! Bolca Günah! Niceliği say, niteliğe (meteliğe değil dikkat buyurun!) kurşun at! Yancısı/yalancısı, kıllısı/kılsızı. Uzaktaki davulun sesi. Nalıncı keseri… 

Sana bana kalmaz, her şey fani, Herkese tonla bizeyse koklatıyor, Şu yalan dünya"

Yıkılmadık! Kolonlar kesik ama hayattayız. Bilge baykuş viraneden seslenir! Depremler! Su baskınları ve ille de HORTUMLAR! Hani nerede imar mı/talan mı? Avrupa’nın en büyük hava alanları, yolları, mafyavari limanları. Tankı/paleti, kepçesi/Buldozeri… “Sesim geliyor mu abi…” Duyan var mı?

Gözümün nuru bi tek! Ülkem. Kayıp zulamdaki mahzun resim. Haberin var mı?

“Dönüp dönüp duruyorum etrafında, Görmüyor musun? Aklım kaçıyor, bir bak. Biliyorsun, sorma”

Sünnisi, alevisi, aborjini, kızılderilisi… İthalı/yerlisi, kaçanı/göçeni, vakti gelince trenden ineni… “Vurun ulan davadan döneni”

Vurkaççısı/garanticisi. Asili/Vekili. Tövbelisi/tövbe tutmazı. Alışmışı/ kıçta don tutmazı. Arlısı/utanmazı. Madrabazı/aldırmazı…

“Dolduruyorum ceplerimi seninle; Suya attım, tek tek batıyor anılar. Karışırlar toprağa”

Ve hala geldiğimiz yerde aldığımız yol bir arpa tanesinden halliceyse. Türküler söylemişsen. Soy soylayıp boy boylamışsan. Düşüp kırılmaksa ve teferruatsa yaşadıkların vatanda ve de vatan için. Yanmışsan! Yakılmışsan! Aldanıp! Yanılmışsan, sevda uğruna! Kahpesinden namerdine ince bırakılmışsa boynun! Gelenin vurduğu, görenin kovduğu olmuşsan! Mazlumu olmuşsan derebeyinin! Olmamışsan soytarısı kralın! Ne çare serinden geçsen de sırrını vermemek için ellere! Heyhat!

Sacayağı üçlüsü; kupa kızı, maça altısı…

Mehmet Ali Canikli

Yaşar Kemal: Bir büyücü

 
Gözümün önünde değil, gönlümün içinde yüzlerce Yaşar Kemal “fotoğrafı” var... İçlerinden birkaç “sahne” paylaşayım dedim...

Yıl, 1974… Yaşar Kemal, Elia Kazan ve ben bir yolculuğa çıktık... İstanbul’dan başlayıp otomobille, Truva, Bergama, İzmir... “Amerika Amerika” filminin yasaklanması nedeniyle Elia Kazan’ın Türkiye’ye gelmeye korktuğu, daha doğrusu gizli geldiği günlerdi. Yol boyunca Yaşar Kemal bize Homeros’u İlyada’yı anlatıyor. Anlatıyor mu dedim? Anlatmıyor, yaşıyordu...

Bergama’da dolaşmaktan yorgun düşmüştüm. Bir taşa tüneyip dinlenirken onlar hoplaya zıplaya uzaklaştılar. Bir ara yanıma bir delikanlı geldi. Bütün gün her taşa, her sütuna eğilerek geziyi sürdüren Elia Kazan’la Yaşar Kemal’i göstererek “Kim bunlar” diye sordu. Ben de ona, neden sordun ki, dedim.

Çocuk, “Deminden beri onları izledim. Biri Türkçe konuşuyor, öteki İngilizce ama bir anlaşıyorlar, bir anlaşıyorlar; ben bu işten bir şey anlamadım” dedi.

“Biri İngilizce öğretmenim, (gizli geldi ya, öyle diyorduk) öteki Yaşar Kemal” deyince çocuğun yüzü aydınlandı ve şöyle dedi: 

“Ha o zaman anlaşıldı. Yaşar Kemal Toroslar’da ağaçlarla, sularla, dallarla, çiçekler, böcekler, arılarla bile konuşur anlaşırmış. Bu İngilizle mi anlaşamayacak!”

                                                    ***

Yıl 1980, aylardan temmuz... Fransa’nın güneyinde Avignon Tiyatro Festivali’ndeyim.

Yaşar Kemal de Mehmet Ulusoy’un sahnelediği oyunu görmeye gelmiş. Tiyatrolardan ve kahvelerden çıkmıyoruz. Yaşar Kemal bizi çevresine topluyor, anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor...

Yaşar Kemal oyunu gördü ve gitti. O gittikten sonra Fransız arkadaşlarım, tepkilerini sıralamaya başladılar: Biri, “Çok alçakgönüllü” dedi. Öteki, “Bu kadar büyük bir romancı, nasıl bunca sıradan bir insan gibi dolaşabilir” dedi. Normaldir, Çukurovalıdır demedim... Anlamazlar diye... İçlerinden birinin söylediğini hiç unutmadım:

“Ben yıllarca Türklerden nefret ederek büyüdüm. Kin ve öfke duydum Türkiye’ye ve insanlarına” diye başladı... Arkadaşım Ermeniydi.

“Öyle büyütülmüş, öyle koşullandırılmıştım… Sonra günün birinde Yaşar Kemal’in kitaplarını okumaya başladım. Çok etkilendim. Yaşar Kemal’i okudukça kin, öfke ve nefretin yerini sevgi aldı.”

Sonra bir şey daha söyledi: Ailede ona, Yaşar Kemal’e, “Büyücü” adını takmışlar... Nefreti sevgiye dönüştürebildiği için büyücü...

                                                    ***

2007 yılı. Sonbahar. İtalya’nın ünlü La Scala Operası’nda Yaşar Kemal’in 1953’te yazdığı “Teneke” operasının prömiyeri var. Milan’dayım.
Eseri besteleyen Fabio Vacchi... Sahneye koyan sinema dünyasının efsanevi yönetmeni Ermanno Olmi ... Sahne ve kostüm tasarımını yapan ünlü heykeltıraş Arnaldo Pomodoro… Benim “devlerin buluşması” diye nitelediğim muhteşem bir yaratıcı ekip!

Görkemli opera salonu ağzına dek doluydu. Şeref locasında ev sahibi rolünde kraliçe edasıyla oturan Leyla Gencer’in yanında Yaşar Kemal, kocaman bir çocuktan farksızdı... Heyecanını gizlemeye çalışan kocaman bir çocuk…

Opera sona erip, millet ayağa fırlayıp alkışladığında, tüm kadroyla birlikte Yaşar Kemal de sahnedeydi… Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Durdu durdu, herkesle birlikte birkaç kez selam verdi, sonra… Sonra bir anda döndü, hemen yanı başında duran Arnaldo Pomodora’yı kucaklayıverdi. Ama ne kucaklayış! Sıcaklığı, tüm operayı sardı! Adamın ayakları yerden kesildi; Yaşar’ın kollarında kayboluverdi! Sanki, “Sen misin Anadolu’yu sahneye taşıyan, işte Anadolu kucaklaşması” der gibiydi...

Bu sahneyi benim gibi gözyaşlarıyla izleyen bir İtalyan arkadaşım, sonradan şöyle diyecekti: “O kucaklaşma anı, tıpkı romanları gibiydi. Öylesine sahici...”

İşte size, “Benim Yaşar Kemal”imden birkaç “fotoğraf”...

Söylemek istediğim şu:

Çukurova’yı anlatırken, tüm dünyayı anlatan…

Bir insandan yola çıkıp tüm insanlığa işaret eden…

Tarihi, coğrafyayı, doğayı ve toplumu, mitler, efsaneler, türküler, düşler ve gerçeklerle yoğururken bir bilim adamı titizliği güden…

Türkçeyi kanatlandıran, Türkçeye ışık katan…

Toplumun düşleriyle, romancının yaratıcılığını bütünlerken, Gılgamış’a, Homeros’a uzanan, Faulkner, Çehov, Chaplin’den geçerek, daha güzel, daha iyi, daha mutlu bir gelecek için hepimizi kışkırtan…

Her kitabı bir çığlık, her çığlığı da şiddeti kovan, dostluğa, barışmaya, kucaklaşmaya bir çağrı olan...

Sonsuz çalışma azmi ve üretkenliğiyle romanlarında ne anlatırsa anlatsın, yaşamın hangi anında olursa olsun, hep ama hep kendisi olabilen, kendisi kalabilen ve sahici olan Yaşar Kemal bir bütündür.  

Zeynep Oral, 23 Ocak 2015
https://www.cumhuriyet.com.tr/

 

İzleyiciler