4 Mayıs 2023 Perşembe

“İnsanların kitap okumaması çok ciddi problemlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kelimelerin bilinçli iletişimin en temel aracı olduğu yerde, kelimesi olmayan insanlar ne yapabilir? Beyinlerinin ihtiyaç duyduğu itici gücü nereden bulur? Bu yetersiz uyarım sorunu olduğu kadar duygusal bir sorundur aynı zamanda. O insanların duyguları var fakat onları ifade edecek kelimeleri yok. Karmaşık bir deneyimi ifade etmek için kelimeleri yan yana getirebilme eksikleri var. Dolayısıyla hayatlarının bir boyutunu kaybederek müthiş bir memnuniyetsizlik sorunu yaşıyorlar. Eğer siz onlara, siz duygularınızı ifade edecek kelimelere sahip olmadığınız için memnuniyetsiz ve mutsuz insanlarsınız, derseniz, onlar da sizin kafayı yediğinizi düşüneceklerdir.”

Ingmar Bergman, Sinematografi İnsan Yüzüdür, s.153

Çeviren: Selim Özgül



1 Mayıs 2023 Pazartesi

nereye geldim böyle

yeryüzü soğuk ve kimse 
yaşamamış burada daha hiç 
korkum var diyorum
atlılar ve soluğunu tutanlar
yürüdü bir adım öne: bizi 
yarattı ol rivayet kandan önce

bin nüsha dağıldık evrene 
bin nüsha ve bir ağaç olarak dediler
elen huylu erkekler kalbimi 
sınamak için ceketime rozet
bir de el yazıma; simya öldü
geriye dön resmi çizdiler

o kan revan birinci yılımızdı
üç mum yaktılar o geceye ve
hiç bahsi geçmeyen ayıp yerlerime

korkumu tartıyorum burada
yalnızım, yalnızız bu soru yumağında
ömrüm kördü herkes gemiyi terk
ederken, bir kefenden daha kısa 
daha sefilce, şimdi merve düşünsün 
bunu, sefa ile git gel kasık arasında

kimsesiz ve soğuktu yeryüzü
bir türlü dolmuyor düzayak geçtiğimiz 
yollar ve bir ülke kuruluyor
haritası yaprağın yaşıyla eski
biten her şey için diyorum: şu yağmur 
uzun bir dündür, yarı düş yarı resmi

nereye geldim böyle 
beşikten evlerin eşiğine
öyle bir güz ki, sokağın üzüntüsü 
doğma büyüme buralı 
benden önce

Ömer Turan, Ocak 2018


Sarhoş

Kanuni Kamil, bahçe sahibinden yevmiyesini aldıktan sonra bir saat kadar daha orada kaldı. Hanende Muhsine adamakıllı sarhoştu, tam balta olacak sıraydı. Zaten Kamil de burnunun ucunu görmüyordu.

Garsonlar yavaş yavaş radyom(1) lambalarını söndürüyorlardı. Bir bekçiyle iki polis, kenardaki salkım söğüdün altına yıkılıp kalan bir kunduracı çırağını kaldırmışlar, dışarı çıkarmaya çalışıyorlardı. Gazino sahibi o tarafa koşup hesap isteyince, sarhoş çırak bir daha yıkılır gibi oldu. Ağzını bir tarafa eğerek anlaşılmaz laflar mırıldandı. Fakat gazinocu pek dolma yutar soyundan değildi. Yakasına yapışıp başından kasketini alınca oğlan ayılır gibi oldu. Pantolon cebinde bir hayli arandıktan sonra parayı verdi, polislerin kolunda, çıkıp gitti.
 
Gazinocu büfeye döndü. Kamil’le Muhsine büfeden vuran aydınlığa bir masa çekmişler, karşı karşıya oturuyorlardı. Önlerinde ufak bir şişe rakı vardı. Kamil önüne bakıyor, kız kendi kendine hafif şarkılar mırıldanıyor ve sonra durup dururken gülüyordu. Bu, daha ziyade yüz sinirlerinin acayip bir gerilmesine benzeyen bir gülüştü.

Kamil düşünüyordu:

Gazinocu, Muhsine’yi alıp otele kadar götürmeden defolmuyor; ne yapmalı da bu akşam beraber gitmeli? Sonra asıl mühimi: Bizimkini ne yapmalı?.. Geceyarısı sokaklara fırlar, karakolları ayağa kaldırır. Ne şirrettir o… Sıska, sarı yüzüyle karısı gözünün önüne geldi: Şimdi otelde oturmuş, pencereden sokağa bakıyor, beni bekliyordur, diye düşündü. Ürktü ve elini yüzüne götürüp gezdirerek şaşkın bir hareket yaptı.

Bu sırada gazinocu geldi. Muhsine’ye: -Hadi bakalım!- dedi. Muhsine kalktı. Kamil de beraber… Bahçede yürüdüler. Yollar kumluydu ve gıcırdıyordu. Kamil kolunun altında sıkı tutmaya çalıştığı siyah kılıflı kanununu birkaç defa ağaca çarptı, yıkılacak gibi sallandı.

Yolda beş on adım gittikten sonra bir araba geçti. Gazinocu eliyle işaret etti, araba durdu; evvela Muhsine bindi, gazinocu, kızın arkasından binmek isteyen Kamil’i eliyle iterek içeri atladı ve araba yürüdü.

Kamil yolun ortasında bir müddet sallanıp durarak düşündü. Hemen hemen her akşam bu böyle olduğu için kızdığı falan yoktu. Yalnız, her akşam böyle arabaya ayağını atarken itilip sokakta yalnız kalınca bir müddet düşünmek adetiydi. Sonra sallanarak kendi oteline doğru yürüdü.

Dört katlı otelin en üst penceresinden beyaz bir gölge sarkıyordu.

Kamil ürperdi.

Yukarıdan kısık bir ses bağırdı:

-Çingene!.. Alçak Çingene!.. Bahçe dağılalı bir saat oluyor. Gene o Muhsine dedikleri kaltağın peşindeydin değil mi?-

Kamil başını yukarı kaldırdı, muvazenesini kaybederek yere yuvarlanıyordu, kanunu destek gibi kullandı ve ayakta kaldı. -Ne bağırıyorsun gece yarısı be!.. Hesap görüyorduk…-

-Hesap mı? Arabanın peşinde köpek gibi dolaştın, görmedim mi sanıyorsun? Dinsiz, imansız Çingene!..-

Yukarıdan doğru ağlayan bir çocuk sesi duyuldu. Kamil okkalı bir küfür savurdu. Fakat kendini tutamadı, yere yuvarlandı. Siyah torbalı kanunu yerden kaldırıp koltuğunun altına sıkıştırırken yukarıda bütün sokağı çınlatan bir feryat koptu. -Gelme buralara alçak… Sokmam seni içeri… Gelme!..-

Beyaz baş içeri çekilmek istedi, fakat hızla çekilirken pencereye çarptı, pencerenin kenarındaki değnek düştü. Ağır çerçeve bütün yüküyle kadının başına indi. Kamil yalnız bir cam şangırtısı işitti.

Merdivenleri hızlı hızlı çıktı, otel hizmetçisi, alışkın olduğu için, fazla ehemmiyet vermedi. Don gömlekle yatağından kalkıp kapıyı açmıştı, tekrar yerine koştu.

Kamil söylene söylene odaya geldi. Kanunu bir duvar kenarına dayadı.

Ortada, karyolanın ayak ucundaki demirle pencere arasında, bir salıncak sallanıyordu.

İki yaşlarında kadar bir çocuk salıncakta oturmuş katılırcasına ağlıyordu.

Kamil cam şangırtısını unuttu. Çocuğun yanına gitti. -Sus iki gözüm, sus anam babam!-

Salıncağın yanına diz çökerek çocuğu sallamaya başladı, bu sırada yayvan yayvan ninni söylüyor, karmakarışık şeyler mırıldanıyordu:

-Ah o anan olacak karı… Ah… Nereden başıma sardım bu sıska kaltağı… Senin de başının derdi, benim de… Eeee… Uyu bakayım… Hadi uyusana… Ninni… Ninni…- Sonra makamla söylemeye başladı:

-Bir gün İstanbul’a gitsek, niiiinni…

Şu karıyı başımızdan savsak, niiiinni,

O zaman sen de kurtulursun ben de, niiiinni.-

Birdenbire durdu; odadaki sessizlik onu şaşırttı. Karısı bağırmıyor, gelip saçını başını yolmuyordu… Garip bir korkuyla yerinden doğruldu… Odada gözlerini gezdirdi. Çocuk da susmuştu… Karısı hala pencereden dışarı bakıyordu. Kamil bunu görünce kısık bir kahkaha attı:

-Ne bakıyorsun be?..- dedi, -Ne var dışarda?.. Mahalleyi nasıl ayağa kaldırdığını mı seyrediyorsun?- Yarı kapalı gözlerini açmaya çalışarak bir kahkaha daha attı. Fakat bunu yarıda kesti. Gözleri büsbütün açıldı. Bir adım kadar ilerledi.

Karısı pencerenin önünde diz çökmüş, başı dışarıda, duruyordu. Kamil kırılan ve aşağı düşen camın farkına varmadı. Fakat yerde biriken kanları gördü. Bu kanlar pencerenin kenarından başlıyor ve duvarda bir nehir gibi kıvrıntılar yaparak iniyordu. Kamil hiç sesini çıkarmadı; yavaş yavaş geri çekildi, içinde kirli çamaşırlar bulunan bir sepetin üstüne oturarak o tarafa doğru uzun uzun baktı… Sabaha kadar öyle oturdu ve baktı…

Sabahattin Ali, Değirmen, 1933

(1) Radyum Lambası. Elektriğin yaygın olmadığı zamanlarda kullanılmaktaydı.


30 Nisan 2023 Pazar

Kova Kova İndirdiler Yazıya

Kova kova indirdiler yazıya
Tut ettiler al kınalı tazıya
İş başa düşünce bakmaz kuzuya

Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı

Zalım avcı düşmüş gelir izine
Al kanlar akıtmış iki dizine
Mor sinekler konmuş ela gözüne

Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı

Kanlı olur avcıların tazısı
Kara imiş yavruların yazısı
Meme mi istersin ana kuzusu

Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı

Süre süre indirdiler dağlardan
Mor sümbüllü bahçelerden bağlardan
Kerem der ki şu geçtiğim yollardan

Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı

Kaynak Kişi: Neşet Ertaş

Türkü, Kırşehir Yöresi



Şu Yalan Dünyaya Geldim Geleli

Şu yalan dünyaya geldim geleli
Özge elden özge yar bulamadım
Yaralandım al kanlara bulandım
Elimin kanını yur bulamadım

Güzel olan neyler altın akçayı
Arif olan düzer türlü bohçayı
Vücudumda seyreyledim bahçeyi
Dosta el değmedik nar bulamadım

Dostun zülüfleri deste deste
Erenler Hak için oturmuş posta
Bir zaman sağ gezdim bir zaman hasta
Hasta halin nedir der bulamadım

Felek benim kırdı kolum kanadım
Baykuş gibi viranlarda tünedim
Bu gün üç güzelin nabzın sınadım
Can feda yoluna der bulamadım

Felek benim kurulu yayımı basdın
Her köşe başında yolumu kesdin
Keskin kadeh ile dolumdan içtin
Yandı yüreciğim kar bulamadım

Pir Sultan Abdal'ım dağlar ben olsam
Dağlarda biten laleler ben olsam
Alem çiçek olsa arı ben olsam
Dost elinden tatlı bal bulamadım

Pir Sultan Abdal
Hüseyin Cahit Öztelli, Pir Sultan Abdal - Bütün Şiirleri, 
Özgür Yayınları, Ağustos - 2004, s.277-278




28 Nisan 2023 Cuma

Nisan

aramızdan bir nisan geçti işte
şakası bile şiir bende
ayların zalimi olduğunu kim demiş
zalim olan insan sadece

harf harf sözcük sözcük
nisanı insan diye içime zamkladım
nisan da insan da iç içe iki cümle
şiir dili mıknatıs dili bence

nisandan mayısa eylülden ekime 
her ay bende şiirden dil serap
kendimden yaptığım bu defter
bir dağ köyüne kaçsam beni ebedi saklayacak

aramızdan bir nisan geçti, gençliğimdi sanki
dildeki ben harflerden yapılma gövde:
üç adımı da unutup adıma şiir dedim
mevsim meleği bir ah!la

a
ğ
l
a!

Serap Aslı Araklı


16 Nisan 2023 Pazar

Harp Çocuğu

Devran değişti çocuğum!
Son savaşta oldu bu kötü işler:
Kiminin göğsü kabardı, kudurdu:
Çoğunun gözü doldu.

Devran değişti çocuğum!
Baba, batan bir gemide öldü:
Bir esir kampında kardeşleri,
Anasını zaten bilmiyordu.

Devran değişti çocuğum!
Ekmek kokulu sevgi nerde?
Masal dünyamız bu mu?
İki gözü iki çeşme.

Oğuz Tansel



Uçurum, Su, Kırlangıç

Alnın bir uçurum
önce gözlerimin
sonra dudaklarımın düştüğü
ve her seferinde
saçlarına takılıp kaldığı bir uçurum

Serin bir su alnının kokusu
Bu çok sıcak şehirde
birdenbire önüne çıkan
yenileyen dirilten
serin bir su

Gözlerin
yükü ağır iki kırlangıç
Bana doğru kalbime doğru
uçan uçan iki kırlangıç
Kimi zaman değip geçen
kimi zaman çarpıp kalan
karanlık şeylerden aydınlıklar taşıyan
sevinçle kederi
aşkla çileyi
bugünle yarını yansıtan
iki kırlangıç

Süreyya Berfe



12 Nisan 2023 Çarşamba

Cemile


Annem bahçedeki kümesten yakaladığı tavuğu kestirecek birini arıyor. Babamın hiç o taraklarda bezi yok. İki büyük abim gazozhanede. Bana bakıyor; kitap okuyorum, benden de ümit yok. Yan komşumuz Memiş amca’yı bulmak için kendi kendine söylenerek çıkıp gidiyor. Memiş amca emekli astsubay ve annemle iyi anlaşırlar nedense. Az sonra konuşmalarını duyuyorum. Memiş amca askerine emir veren tarzını hiç bozmadan, kış için aldığı odun ve kömürleri anlatıyor anneme. Nasıl ucuza aldığını, odunların kuruluğunu, kömürlerin hiç tozunun olmamasını falan. Merdivenin altında gördüğüm odunlar geliyor aklıma, cetvelle ölçülmüş gibi düzgün ve hepsi de aynı hizada.

Akşama bütün evi saran tavuk kokusu ve üst kat salona kurulan sofra. Şeküre Aba’nın Mehmet Abi gelecekmiş yemeğe. İstanbul’da Kuleli’de hocaymış. ”Subaylara Rusça öğretiyor” diyor babam, çok önemsemesinin yanı sıra sesine biraz da gizem katarak.
Mehmet Özgül Abi’yi ılık bir Eylül akşamı, kucağında kendi çevirdiği Cengiz Aytmatov kitaplarıyla hatırlarım. Yemekten sonra babamla salonun bahçeye açılan kapısının önünde çay içip, eskilerden konuştular. Babam bütün üniversitelilere yaptığı gibi hayranlıkla Mehmet Abi’yi dinliyor. Arada sırada ürkek bir şeyler soruyor ve hemen arkasından tekrar, içli bir hayranlık.
Benim gözüm sehpada duran kitaplarda ama. Mehmet Abi fark ediyor halimi.
“Nasıl” diyor, “okumayı seviyor musun?”
Babam bu sefer kendinden pek emin ve gururlu:
“Çok sever efendim. Çok güzel okuyor. Bakalım, sonradan bozulmazsa…”
Kitapları alıp yavaşça gidiyorum kovuğuma.

Cemile’yle o gün tanıştım. Aytmatov’un bir çocuğun gözünden anlattığı, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Kırgızistan’ın bir köyünde geçen, yasak bir aşk hikayesi. Aynı çiftlikte çalışan Cemile ve Danyar’ın aşkı. Aragon’un bile “dünyanın en güzel aşk öyküsü” dediği satırlar.
Hikayenin bir yerinde, Danyar oldukça ağır bir çuval buğdayı tartıdan alıp arabaya koymaya çalışınca, Cemile ona çıkışır ve çuvalı birlikte taşımaları gerektiğini söyler. Bundan sonrasını kitaptan okuyalım:

“…Cemile’nin kendisi de Danyar’ın elini tuttu. Ellerini kavuşturarak çuvalı birlikte kaldırırlarken, zavallı Danyar utancından kıpkırmızı oldu. Daha sonra aynı şekilde birbirlerinin ellerini sımsıkı tutarak ve başlarını birbirine dokunacakmış gibi eğerek çuvalları her kaldırışta, Danyar’ın nasıl işkence çektiğini, Cemile’nin yüzüne bakmamak için kendisini nasıl zorladığını, dudaklarını nasıl sıktığını görüyordum. Buna rağmen Cemile, tartıda çuvalları tartan kadınla şakalaşıyor ve Danyar’ın o halinden habersiz gözüküyordu…”

Hikâye devam eder. Danyar’ın türküleriyle güzelleşen bozkır ve Cemile’nin cesareti. Hitler faşizminin dünyayı kana buladığı yıllarda çocuklarını savaşa göndermiş Kırgız halkının, “her buğday tanesi cepheye gidiyor” yazılı ambarların önünde düğün yerine gider gibi toplanmaları, kızlı-erkekli, genci-yaşlısıyla faşizmi dize getiren inançları. Danyar’ın bozkırın ortasındaki dolgun başakları dalgalandıran türküleri, genç yüreğimi de dalgalandırmış, insana olan inancımı tazelemişti…

Ercan Kesal

Neden Böyle Hızlı Ölürüm?

1/
Bilirim nasıl yontulur mermer
can suyu bulsam çeliğe
toplayabilsem kırık camları
ateşten arınmış bir gece üstü
çocukluk resmimin çerçevesine
mavi cam takmayı
bilirim.

2/
Kozayı tanımadım hiç gençliğimde
böceklerim öldürülmeseydi ürpertici gözlerde
ipek dökerdim yine soğumuş bedenlere
ışık düşürmeyi ince sızıya
ve kırgülü dikmeyi ilkyaz içinde
bilirim.

3/
Neden böyle hızlı ölürüm boş limanlarda
öpesim geldikçe seni ey ömür
mermer yontmayı ve ipek dökmeyi inceden
bilirim oysa
gizleyebilseydim ellerimi soğuk demirden.

4/
Suskun saatlerde hışırdıyor akrep
kim kırdı mavi camımı resmimin
dökülen
kimin yüreği ötede
çarpıyor mu yine
bilmem.

Nazım Mutlu

Yaşadığım, Şiir, S.15-16

Fotoğraf: Yaralıgöz Kastamonu



Çığ


     Bir ateş yaktım, gök mavisi beni terk ettiğinde.
                                                       Paul Eluard

Yeni yüzler buldum
Biri susmak

Bir şey sormamak ve sorulanlara susmak;
Mektuplarımı yeniden
Eski piyango biletlerini yeniden gözden geçirmeliyim.
Yeni bir ev kiralamalıyım.
Saçlarımı kestirmeliyim.
Bu gece iyi uyumalıyım. Askerden sonra
İki cins cilet kullanmalıyım artık
Uçup gitmeliyim balkonlarla.

Yeni sözler buldum sayılmaz daha
Yeni yüzlerim için,
Aşka ve sevgiye ve 'asılgeleceğe' dair
Ambarımda çeşitli çalışkanlıklar kurdum;
Kutsal sulara güveniyorum
Gökyüzü açılacak, güveniyorum.
Sonra, askerden sonra
İki cins cilet
Yeni bir ütücü belki de.

Size bir giz vereyim;
Zor oldu bu kış hükümetlerin işi
Ben üç kez toplandım taşındım
Zil İbrahim tımarhaneye düştü
Ferudun Baba öldü Nazım abi öldü
Bağlara dadandı küçük memurlarla yüzbaşılar;
Ey yediveren alkolizm;
Sabahat'e yeni bir ad bulundu, anneciğinden gizli
Dükkanı kapadı bakkal Rıza, bodur
Nadide Hanım evi sattı, Necati intihar edecek.

Bir kardeşim gülerek
'Sen de bir şeyler yap, dedi, bari'

-- Çocuk!
Akşam yine Çocuk;
Yineleyip durdu ev, zayıf bir ezgiyi
Hazla ve acıyla ve ikindi, damla damla
Yineleyip durdu ışığı odayı karşı evleri
Yolcuların ağızsız yılgınlığını.

İneceğim kenti gördüm düşümde, imdat koluna asıldım, trenler
Kalabalık, meyhaneler ve sinemalar ve genelevler kalabalık
Girip döndüm, alnımı bir karış geride, soğukta tuttum
Ördüğüm duvar genişleyip yükseliyor her hafta, her ay
Sonunda aşamayacağım bir set yaratmış olacağım
Sedr ağaçlarıyla aramda;
Komşu kiraz dallarıyla da.

Sonra, askerden sonra
Bitsin bu duvar bitsin bu duvar
Alınterimin sürgünleri, ah
Köstebekler ve yıldızlar.

Yeni yüzlerimi seviyorum, beni nasıl tükettiklerine bakıyorum.
Çekinmeden iç içe geçmiş çıplaklıklarımdan
İçimi kanırtarak açıyorum, ak parçalarını kopartıyorum içimin
İki taş arasında sıkıştırmak için özümü,
Salıyorum soyu tükenen atları
Sağrıları karanlıklara karışan ve boyunları
Ufkun altında ey uzayan, soyu azalan atlar

Kanım bir damla kaldı
Sesim soluğum tavsadı, beynim
Ahır gibi oldu.

Okulu boşladım, işi boşladım
Canlı balçığı sıyırdım bedenimden ve ruhumdan
Geçmişimi topladım, ateşini yakından görmek istedim
Bir göz kondurdum tepeme, tembel
Çoktan çekilmiş boğuk göğe bakıyorum

Bana yol göstermeye kalkışmayın
Bana 'yarın' demeyin, şamarı yersiniz
Bana 'öbürgün' bile demeyin
Maskemi fırlatıp attım duvarın öte yanına
Görüneceğim kimse kalmadı artık, beride bir ırmak
bile yok aksın
Ağır ağır. Ve her şey taş, toprak.

Gebe, ama düşkün, yeryüzü de.

Siz, burgacını işitiyorsunuz da tuncun elbet, dikiyorsunuz
boynunuzu öyle...
Gözleriniz iki çekik ak badem içerlek görünümde.
Burunlarınız ham taylar burnu gibi soluyor;
Dudaklarınıza yapışmış bir sapığın azgın leşi gibi
Hava, mosmor.

Perdeyi çektim
Bunları yazdım
İnandım
Sevindim kıvandım.

Damarım taştan geçiyor
Tertemiz şu niyetim
Aydınlanıyor güneşlerle.

Mehmet Taner



5 Nisan 2023 Çarşamba

Omayra


Cevabı ömür süren bir soru bıraktım sana 
Mendili kan kokan sevgili arkadaşım 
Usta bakışların keşfettiği rahatlıkla arkama yaslandım 
elimde şah mat yüzüğümde tek taş siyanür 
adınla bulanan bir aşkın, bir maceranın 
macerasında 
yolun sonunu söylüyordu 
günahkâr iki melek olan sağdıçlarım 

Al birkaç bulutlu sözcük 
atlasını sırtında taşıyan çalınmış bir zaman 
mekik, taflan, kar kesatı bir iklim 
aşk mı, macera mı dersin bu uzun seferberlik 
bu ilişkinin topografyasını 
mezhepler tarihinden bulup çıkardım 
adanan boynunda o gümüş zincir 
bilmiyorsun arması sallanıyor ucunda 
işte yazgının kara zırhlısı! 
Kork! kutsal kitaplardaki kadar kork! 
Çünkü hiçtir bütün duygular 
Korkunun verimi yanında 

Benim ruhum nehirler kadar derin! 
Kızıl kısraklar gibi üstümden geçeceksin! 

Arı bir sessizlik duruyor 
şiddetimizin armaları arasındaki uzaklıkta 
gövdenin demir çekirdeği 
kalkan teninin altında 
sana okunaksız bana saydam giz 
içindeki uğultunun izini sürüyorum 
bir açıklığa taşıyorum ele vermez yerlerini 
harabeler diriliyor 
heykeller tamamlanıyor 
kendi kehanetinden büyülenmiş gözlerimin önünde 
başka çağlara gidip geliyoruz 
aşk tanrısı için 
seviştiğimiz ve uyuduğumuz sahillerde 
aşkın kaplan ve yılan düğümüyle 

Öpüyorum seni boynundaki yaradan 
iniyorum kaynağına 
aydınlanmamış yanların ışığa çıkıyor 
dokunuşlarımın parıltısında 
düğümlü mendilin, gümüş zincirin 
sımsıkı mühürlendiğin bütün kilitler 
çözülüyor avuçlarımda 

Tılsım tamamlanıyor 
ortaçağ kentlerinden geçiyoruz dönüşte 
indiğim kaynakların mezhep değiştiriyor 
zamanın ve uzamın kilitlendiği kara kutuda benim kelimelerim 
tılsım tamamlanıyor 
dudaklarımdan sızan erkek sütünün kara büyüsüyle 
sevgilim oluyorsun 
uyuyor ve yıkanıyoruz ay ışığında 
bakıyorum güneş iniyor yüzünün alacakaranlığına 

Adın yoktu tanıştığımızda 
eksiğini de duymadık 
bazen bir rüzgârı, bazen birkaç zeytini 
adının yerine kullandık 

Adın yoktu tanıştığımızda 
sonra da olmadı 
çünkü başka biri oldun zamanla 

Şimdi adın var 
şimdi ruhumun sislere sarılı derinlikleri 
yükseliyor ve tehdit ediyor 
kıstırılmış varlığımın bütün cephelerini 
yüzümün pususunda geziyor 
sularda bilenmiş bıçaklar 
uyandırılmış acılarım, bulanmış sarnıcım 
etimle ruhum arasında çelişen ilke 
geri döndü bana 
kendi ellerimle kurduğum kara büyüden 
içimdeki tarih bitti 
siliyorum bir aşkı var eden her ayrıntıdaki parmak izlerini 
ve şimdi adın var 
ve şimdi 
ikimizin vaktinde 
intikam saati geldi 

Omayra, bu adı verdim sana 
ve mevsimleri bütün anlamlarıyla 
iki çakılına bir deniz vereyim 
hayallerine mavi buğday 
dokuz yaşamın olsun tek tek öldüreyim 
esmer ve çırılçıplak bir gecede 
bütün düşmanların gelecek 
koynumdaki cenazene 

Seni saran efsane çürüyüp toprağa karışırken 
kucağımda başın 
gümüş bir tarakla tarayacağım saçlarını 
kendi enkazımın üstünde 
kurtlar, çakallar gibi uluyarak ağlayacağım acıdan 
öldürerek yaşatacağım seni kendimde 

Ocağın parıltısıyla aydınlanan yüzün 
gücünden habersiz sakin gülüşün 
kamçılıyor içimdeki bütün köleleri 
ben ki hileli bir oyun, 
birkaç kırık zar 
ve kara muskalı tılsımlarla 
almışken seni kaderinden, kıyasıya bağlamışken kendime 
asıl sen tutsak etmişsin beni 
dünyaya kapalı kapıların ardındaki 
içi boş sessizliğine 

sığlığın, sevgisizliğin 
o sonsuz kendiliğindenliğin 
dünyanın sana değmeyen yerleri 
nasıl da çekici yapıyor seni 
o kadar bağlandım ki 
tutkusuz bedenine 
ya öldüreceğim seni 
ya tunç çağından heykeller indireceğim dökümüne 

Sayıklayan bir ağaç gibiyim Omayra 
uğultusu geliyor ta derinden 
gövdemin geçtiği masalların 
içimdeki deprem ayakta tutuyor beni 
geri dönüp vuruyor çalınmış zaman 
bak sana korkaklığımı veriyorum 
var olmanın bütün varoşlarından 
ben yenildim, işte silahlarım 
tılsım tamamlandı 
sonuna geldim çizgilerini sildiğim 
bir büyük haritanın 
aşkım ölümün sınırında Omayra 
olduğun yerde kal kımıldama!

Murathan Mungan




İzleyiciler