7 Aralık 2023 Perşembe

Biraz Daha




Bir uzun öykü biter Yorulur kişileri Girer derede yıkanır Yollar inatçıdır Keçiler ağaçlara tırmanır Döner döner de bir Temmuz günü Böceklerle bir köşede tükenir Çalkanır güçlü denizler Bütün o delilikler üstüne Devrilir devrilir de Varır bir çöplükte yorulur Yurdum benim Taşım toprağım Göğüm ağacım Çiçekli dikine dikine yamacım Gelir gelir de Kötü bir güne dayanır O öykü öyle bitmez Yorulmaz kişileri Varır gün ışığına şöyle Yunar, yenilenir Yolların inatçılığı nicedir Ağaçlarda keçilerin başı vurulur Köşeler dolandığı yerde düzlenir Alır bir soluğa götürür Çalkanır güçlü denizler Bütün o erdemlikler üstüne Yücelir yücelir de Varır o köhneyi kurutur Yurdum benim Taşım toprağım Göğüm ağacım Gelin çiçekli köklü ağacım Elbet bir gün gelir O güzel güne uyanır.
Müştak Erenus
Resim: Rukiye Garip, Suluboya, 56x38 cm


 

4 Aralık 2023 Pazartesi

Rüzgâr Bizi Götürecek

küçücük gecemde benim, ne yazık
rüzgârın yapraklarla buluşması var
küçücük gecemde benim yıkım korkusu var

dinle
karanlığın esintisini duyuyor musun?
bakıyorum elgince ben bu mutluluğa
bağımlısıyım ben kendi umutsuzluğumun

dinle 
karanlığın esintisini duyuyor musun?
şimdi bir şeyler geçiyor geceden
ay kızıldır ve allak bullak
ve her an yıkılma korkusundaki bu damda
bulutlar sanki, yaslı yığınlar misali
yağış anını bekliyorlar

bir an
ve sonrasında hiç.
bu pencerenin arkasında gece titremede
ve yeryüzü giderek durmada
bu pencerenin arkasında bir bilinmez
seni ve beni merak ediyor
ey baştan aşağı yeşil!
yakıcı anılar gibi ellerini,
bırak benim aşık ellerime
ve dudaklarını
varlığın sıcak duygusunu
benim sevdalı dudaklarımın okşayışına bırak
rüzgâr bizi götürecek 

rüzgâr bizi götürecek. 

Furuğ Ferruhzad

Çeviri: Haşim Hüsrevşahi

Resim: Ayşegül Öngel, Akrilik Boya



29 Kasım 2023 Çarşamba

Sardalya Sokağı


"California’nın Monterey kentindeki Sardalya Sokağı bir şiir, pis bir koku, çıldırtıcı bir gürültüdür; ışığın bir tonu, bir renk, bir alışkanlık, bir sıla özlemidir, bir düştür. Sardalya Sokağı derli topludur, bir yandan da darmadağınıktır; teneke, demir, pas, parçalanmış odun, yer yer yıkılmış kaldırımlar, otlarla kaplı arsalar, hurda yığınları, oluklu demirden yapılmış sardalya fabrikalarıdır; gürültülü pis içki evleri, aşevleri, genelevler, kalabalık küçük bakkal dükkânları, laboratuvarlar ve yıkık dökük otellerdir. Sokakta oturanlarsa adamın birinin dediği gibi, 'orospular, pezevenkler, kumarcılar ve orospu çocuklarıdır.' (...)"

John Steinbeck, Sardalya Sokağı (Cannery Row), Oda Yayınları

Çeviri: Sevim Gündüz Raşa

26 Kasım 2023 Pazar

Germinal


 "Açık ovada, mürekkep kadar yoğun karanlıktaki yıldızsız bir gecede, Marchiennes' den Montsou'ya giden ve pancar tarlalarının arasından dümdüz uzanan on kilometrelik yolda bir adam tek başına yürüyordu. Önündeki kapkara toprağı bile göremiyordu; engebesiz çevrenin uçsuz bucaksızlığını da, fersahlarca uzanan bataklıkları ve çıplak toprakları süpürüp gelirken buz kesilen mart rüzgarının, denizi döven dalgalar kadar geniş sağanakların soluğundan sezinliyordu. Gökyüzüne bir tek ağaç gölgesi vurmuyordu; yol karanlıkların gözleri kör eden su serpintisi ortasında bir dalgakıran düzlüğüyle uzanıyordu."

Emile Zola, Germinal, Oda Yayınları

Çeviri: Nesrin Altınova

14 Kasım 2023 Salı


"Hayat ancak geriye doğru anlaşılabilir; ama ileriye doğru yaşanması gerekir."

Søren Kierkegaard


"Life can only be understood backwards; but it must be lived forwards."

Søren Kierkegaard

28 Eylül 2023 Perşembe

Karanlığı Zaptetmek


Kurtlar yine penceremin önünde dolanıyor. Everard sabrımı taşırmak için koydu onları oraya. Gün içinde insan oluyorlar; ağaç gövdelerine yaslanıp dişlerini karıştıran kaba saba insanlar ve bu dünyadaki hiçbir güç, kaçmak için bile olsa beni onların arasına çıkaramaz. Fakat gece olunca... Gece olunca gölgelere ve keskin dişlere dönüşüyorlar. Cesur kalabilmek için, rahibelerin bana öğrettiği gibi tespih çekerken bile iniltilerin boğazımdan yükselmesini durduramıyorum.

Hiç kapıya veya pencerelere saldırmadılar. Henüz değil. Hala Everard’ın hakimiyeti altındalar... Ama bu uzun sürmeyecek.

Beni bu yıkık dökük kulübede bıraktığında bana “Bir ay” dedi. Everard babamı öldürdükten sonra, sığındığım manastırda beni bulup kaçırmıştı. Ancak ona ne ölüm tehditleriyle ne de tecavüzle ağzımdan evlilik yeminlerini alamayacağını söyleyince, farklı bir yola başvurdu. “Yaratıklara anlayacakları şekilde ödeme yaptım. Bir ay boyunca, buradan çıkmadığın müddetçe sana zarar vermeyeceklerine söz verdiler. Ama bir ay sonra verdikleri sözün geçerliliği de kalmayacak.” Kibirle gülümsedi. Üzerinde kanı titizlikle temizlenmiş babama ait mantoyla ışıl ışıl duruyordu. “Umarım o zamana dek fikrini değiştirecek kadar aklın vardır.”

Yarın bir ay dolacak. Everard her geldiğinde, yeminimi bozmadım ve onu reddettim. Ancak yarın sabah tekrar gelecek. Ve yarın akşam...

Mumlar, duvarın çatlaklarından aniden giren soğuk bir rüzgârla titriyor. Sert ahşap zemine diz çöküyorum ve sanki beni sonsuza dek güvende tutacakmış gibi parmaklarımı tesbihin taşlarına sarıyorum.

Ama şimdiye kadar kimse beni koruyamadı. Her zaman çok güçlü gördüğüm babam, beni Everard’a gelin vermediği ve düğün hediyesi olarak gelecek zengin toprakları reddettiği için gözlerimin önünde öldürüldü. Manastırın kutsallığı bile Everard’ın adamlarını dizginleyecek kadar güçlü değildi.

Yarın gece de, bu ahşap duvarlar kurtları uzak tutacak kadar güçlü olmayacak.

Gençken bakıcımın anlattığı bazı eski hikâyeleri anımsıyorum. Ama Everard hatırladıklarımın gerçek olduğunu kesinleştirdi.

“Onların evleri yok; onları en tiksinç zorbalıklardan ve sapkınlıklardan alıkoyacak toprakları veya dinleri yok. Gündüz gözüyle insan gibi görünebilirler, ama gerçek benliklerinde kalpleri hala kurt kalbidir. Kendilerinden olmayana sadık değillerdir. Ve dişlerinin en ufak bir sıyırmasıyla...”

Kendimi ürpermekten alıkoyamadım. Sırıtırken Everard’ın dişleri görünüyordu. “Küçük manastır kızı,” diye fısıldadı, “O zaman geldiğinde ben bile seni karanlıktan kurtaramam. Bu ay bitmeden kaçabilmek için bana yalvaracaksın.”

Pençeler kulübenin dışındaki buz tutmuş zeminde yankılanıyor. Birbiri ardına gelen sert nefesler ince pencereleri buğulandırıyor.

Everard’ın nasıl bir insan olduğunu anlayınca beni ondan koruması için babama yalvarmıştım. Babam öldüğünde kalacak yer için rahibelere yalvardım. Geçtiğimiz ay ise her gün, yardım etmesi için Meryem Ana’ya yalvardım.

Ama hiçbir zaman, hiçbir şey için, babamın katiline yalvarmayacağım... Ruhum için bile.

Oturduğum yerden doğruldum ve tesbihin parlak taşları arasından parmaklarımı çözdüm. Tesbihi; küçük kızlara ilahlarının gücü ve koruyuculuğu hakkında anlatılan hikâyeler kadar asılsız diğer gölgelerle birlikte, dikkatle köşeye yerleştirdim.

Bir kurdun uluyuşu, gecenin havasını yırtıcı ve yabani bir edayla delip geçiyor, omurgamdan aşağı süzülüyor. Küçük bir kızın iniltisi boğazımdan çıktı çıkacak. Dişlerimi sıkıp korkumu yutuyorum.

Bakıcımın hikâyeleri gözümün önünde canlanıyor: göz kamaştıran keskin dişler, kürk ve açlık ve uçsuz bucaksız bir karanlık...

Ama o karanlığın içinde güç de barınıyor.

Zarif yetiştirilmiş tüm kızların olması gerektiği gibi küçük ve yumuşak parmaklarımı esnettim. Yarın gece, uçlarında pençeler olduğunda bu parmaklar nasıl görünecek, merak ediyorum. Umarım, Everard benden merhamet dilediğinde, yüzündeki ifadenin tadını çıkaracak kadar kendim kalabilirim.

İlerledim ve kapıyı açtım.

Kapıda bekleyen bir çift altın rengi göze, “Sana bir teklifim var,” diyorum.

Ve karanlığı içeri davet ediyorum.

Stephanie Burgis, Holding Back The Darkness

Çeviri: Özgür Onat Çinkılıç



15 Eylül 2023 Cuma

Sıyrılıp Gelen

Soluk bir ay dolanıyor
kentin üstünde her gece 
Her gece bilge bir gezgin 
tavrıyla adımlıyor yolunu 

Güz yanığı bir durgun 
sessizlikle örtülü her şey 
ve yırtılmış bir tül gibi 
savrulup duruyor zaman 

Suların sesini dinle şimdi 
ormanın fısıldayışlarını 
usulca yarılıyor dağların göğsü 
bir aşkı dinlendirmek için 

Ve gözleri uzak yamaçlarda 
aranıp dururken bir şeyleri 
sessiz ve sakin beklemekte 
bekledikçe bileylenen yürek 

Belli ki dağların, denizlerin
ve göllerin üzerinden 
sıyrılıp gelmektedir seher 
Belli ki yakındır 
doğayı ve hayatı sarsacak saat 
 
Ahmet Telli


2 Eylül 2023 Cumartesi

Berlin Üzerindeki Gökyüzü


"Neden çocukken yerdeki ve gökteki geçişleri, kapıları, geçitleri göremiyoruz. Eğer tarihte cinayet ve savaş olmasaydı herkes görür müydü acaba? On bin kez aklımdan geçirdim, ama bu defa yapacağım. Bu kadar sakin olmam çok tuhaf. Neden acaba bu siyah ayakkabılarla bu kırmızı çorapları giydim. Ne kadar salağım. Hava sisli, soğuk. Soğuk olacağını biliyordum, kazak giyseydim keşke. Aslında bu ceketim fena değil. Ucuzluktan almıştım. Yalnız çanta açılıp duruyor. O hediye etti. Neyse. Uçmayı çok isterdim. Ne kadar sürer acaba? Uçak Berlin'in üzerinde sürekli daireler halinde uçuyor. Birazdan düşer. Ne kadar da soğuk. Benim ellerim hep sıcak olurdu. İyi bir işaret galiba. Ayaklarımın altı gıcırdıyor. Acaba saat kaç oldu? Güneş batmak üzere. Herhalde batı burası. Neyse en azından artık batının nerede olduğunu biliyorum. Trenle eve giderken hep doğuya gitmişim. Onluk kart alıp bir mark kazançlı oluyordum. Güneş arkamda, yıldız solumda. Fena değil aslında. Güneş ve bir yıldız. Küçücük ayakları. Nasıl da hep bir ayağından diğerine sıçrardı, ne hoş dans ederdi. Baş başaydık. Mektubumu aldı mı acaba? Umarım henüz okumamıştır. Berlin, benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Havel nehir miydi yoksa göl mü? Bunu hiçbir zaman kavrayamadım. Arka tarafa da Wedding mi diyorlardı? Peki doğu? Aslında her taraf doğu. Tuhaf insanlar. Bağırıyorlar. Bırak bağırsınlar. Bana ne, bana ne. Tüm bu düşünceler. Aslında artık düşünmek istemiyorum. Gidiyorum. Peki neden? Hayır!"


Berlin Üzerindeki Gökyüzü, 1987 -Almanya Fransa ortak yapımı şiirsel fantastik filmdir. Özgün adı Der Himmel über Berlin olan film ABD'de Wings of Desire (Arzunun Kanatları) adıyla gösterilmişti. Film Türkiye'de Nisan 1989'da 8. Uluslararası İstanbul Film Festvalikapsamında gösterildi. 2006 yılında ise filmin Türkçe seslendirilmiş videoları DVD ve VCD formlarıyla Arzunun Kanatları adıyla Türkiye'de piyasaya verildi.

Filmi "Yeni Alman Sineması"nın öncü yönetmeni "yol filmlerinin kralı" olarak da anılan ödüllü Alman sinemacı Wim Wenders yönetmiştir. Wenders bu filmini 7 yıl ABD'de kaldıktan sonra döndüğü ülkesinde yapmıştır. Filmin yapımcılığını da üstlenen Wenders senaryoyu gedikli senaristi Peter Handke ile birlikte yazmıştır. Avusturyalı yazar Handke daha çok senaryonun diyaloglarını ve şiirsel bölümlerini yazmış, aynı zamanda filmde sıkça tekrarlanan Çocukluk Şarkısı adlı şiir de onun kaleminden çıkmıştır. 20.yüzyıl Alman şairi Rainer Maria Rilke'nin şiirleri de kısmen filme ilham kaynağı olmuştur.

Filmin çoğunlukla siyah beyaz, kısmen de renkli görüntülerini Fransız görüntü yönetmeni Henri Alekan çekmiş, özgün müziğini ise daha önce de Wenders'in birçok filminin müziklerini yapmış olan Jürgen Knieper bestelemiştir. Başrollerini Bruno Ganz, Otto Sander ve Solveig Dommartin'in paylaştıkları filmde Amerikalı aktör Peter Falk'un da önemlice bir rolü vardır.

1980'lerin sonunda Berlin şehrinde insanların görüp işitemediği Damiel (Bruno Ganz) ve Cassiel (Otto Sander) adlı iki melek sürekli olarak çevrelerini ve insanları gözlemektedirler. Bu melekler zamanın başlangıcından beri oradadırlar ve çağlar boyunca doğanın ve insanların geçirdiği bütün değişimlere tanık olmuşlardır. Bu gerçeküstücü naif filmde her şeyi gören ama hiçbir şeye müdahale edemeyen bu meleklerden birisi ölümsüzlükten bıkarak insanların arasına karışmayı dener.

"Berlin Üzerindeki Gökyüzü", 17 Mayıs 1987'de ilk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülüne aday gösterilmiş, Wim Wenders bu festivalde "en iyi yönetmen" ödülünü almıştı. BAFTA ödülüne de aday gösterilen film çeşitli yarışma ve festivallerde 15 ödül daha kazanmıştır.

Film Konusu:

Damiel (Bruno Ganz) ve Cassiel (Otto Sander) Berlin şehrinin üzerinde dolaşan iki melektir. Bugüne kadar tasvir edilegelen melek görüntüsünde değillerdir, sıradan iki erişkin adam görüntüsündedirler, kanatları da her zaman ortaya çıkmaz. Üzerlerinde sade birer pardösü olan bu melekleri diğer insanlar göremez, duyamaz. Sadece küçük çocuklar ve diğer melekler onları görebilir (bir keresinde de Amerikalı bir aktör (Peter Falk) meleğin varlığını hisseder). Onlar da insanlara ve olaylara doğrudan müdahale edemezler.

Zaman 1980'lerin sonlarıdır ve Almanya (ve Berlin) halâ doğu ve batı olmak üzere iki parçaya bölünmüş haldedir. Oysa bu iki melek zamanın başlangıcından beri buradadır. Aradan geçen yüzbinlerce yıl boyunca doğanın ve insanların geçirdiği her değişikliğe tanıklık etmişlerdir (örneğin Damiel beton köprünün üzerinde dururken buzulların eridiği ve aşağıda akan nehrin oluşmaya başladığı yılları anımsar). İstedikleri her mekâna rahatlıkla girip çıkabilen ve hangi dilden konuşuyor olurlarsa olsunlar insanların düşüncelerini de okuyabilen bu iki görünmez varlık sürekli olarak sakin tavırlarıyla çevrelerini ve insanları incelerler ve notlar alırlar. Çevrelerini değiştirecek müdahalelerde bulunamayan bu melekler birçok şeye kayıtsız gibi durmaktadırlar, olaylar karşısında ne üzüntü ne de sevinç duyarlar, ama bazen de varlıklarını küçük işaretlerle belli ederler. Onlar için herhangi bir engel ve bir sınır yoktur, kâh havadaki bir uçağın içindedirler, kâh bölünmüş Berlin'in öteki tarafına geçerler. Genelde yüksek yerlerde durmayı ve şehre tepeden bakmayı seçerler, bazen bir katedralin en tepesinde, bazen yüksekteki dev bir heykelin omuzunda otururlar. Bazen bir kaza kurbanını teselli etmeye çalışırlar, bazen de intiharın eşiğindeki bir genci vazgeçirmeye çalışırlar (ama olaylara dahil olma ve etraflarını değiştirme yetkileri olmadığı için onları duyan olmaz, genç adam yine de intihar eder.).

Damiel Bir gün gittiği küçük pejmürde bir Fransız sirkinde Marion (Solveig Dommartin) adında bir trapez cambazına sırılsıklam tutulur. İflasın eşiğinde olan bu sirkin kapanmak üzere olduğunu öğrenince artık ölümlü bir "insan" olup Marion'la yaşamaya karar verir.

Damiel artık bir ölümlüye dönüşünce, daha önce uçakta karşılaşmış olduğu Amerikalı aktörü (Peter Falk, kendi rolünde oynuyor) çalıştığı film setinde ziyaret eder. Aslında onunla bir kez de bir sandviç büfesinde karşılaşmış, o zaman Peter Falk göremediği melek Damiel'in varlığını sezmiş gibi davranmıştır. Bu kez sette Damiel'i karşısında "insan" haliyle gören Peter Falk hiç şaşırmaz. Bu kez de şaşırma sırası Damiel'e gelmiştir. Falk durumu açıklar: O da bir zamanlar Damiel gibi bir melekken ölümlü olmayı seçerek insanların arasına karışmıştır. "Bu dünyada bizlerden çok var." diyerek sözlerini tamamlar.

Wim Wenders filmini tüm eski meleklere, özellikle de Ozu, François ve Andrey adlı meleklere ithaf edilmiştir ibaresiyle bitirir. Böylelikle sinemanın üç önemli yönetmeni Yasujirö Ozu, François Truffaut ve Andrey Tarkovski'ye selam duruşunda bulunur. Sonra da ekranda devam edecek yazısı belirir. Buradan da Wenders'in 6 yıl sonra 1993'te çekeceği devam filmi Öylesine Uzak, Öylesine Yakın (In weiter Ferne, so nah!)'ı daha o yıldan planlamış olduğunu anlarız.


Kaynak: Wikipedia

31 Ağustos 2023 Perşembe


"Kendi güçlülüğünüz nedir diye sorsanız belki yanıtlamak daha kolay olurdu. İnsan tabii ki son derece zayıf bir yaratık. Ama bunda sorun yok. Sorun bu zayıflığı bir suçmuş gibi algılatıp, içinde yaşayan herkesin hayatını bunları gizleme refleksleriyle donatmış olan bir kültürün içinde yaşıyor olmakta. İnsanları bir araya getirmeyi sağlayan nedenler genellikle bir ideoloji, bir eylem ya da bir inanç gibi dışsal nedenler olduğu için, içte yakalanan gerçeklikler hayata geçecek derinleşecek ya da kişiyi dönüştürecek bir kıvama ulaşamıyor."

Nuri Bilge Ceylan

Cansu Çamlıbel'in 20 Mayıs 2014 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan söyleşisinden

30 Ağustos 2023 Çarşamba

 “İroninin yeni orta sınıfa özgü bir strateji olduğu konuşuluyor son zamanlarda. Her şeyi kaygısız bir neşeyle paranteze alan, her olaya aynı umursamaz mesafeden bakan yeni orta sınıfın küçümseyici, dışlayıcı alayının bir görünümü. Her şeyi anında parodileştiren, akıl yürüterek yenemediğini şakanın gücüyle değersizleştiren, inançsızlığı başkalarını eleştirmeye değil, küçük düşürmeye adamış sinik alaycılık. Bir bakış açısını bir başkasına yaslanarak geçersizleştirmeye dayanan bir 'ne desem yalan' hali. Her problemin hakkından bir sözcük oyunuyla gelen bir hafifseme tekniği. Doğruyla bağını çoktan koparmış bir maske düşürme merakı. Gerçekten de ironi son yıllarda yakın tarihte hiç olmadığı kadar rağbet gördü. Reklam programlarından mizah dergilerine, bütün gücünü parodiden alan filmlerden deneme üslubuna eleştirellik bir süre için bu türden bir neşeye teslim oluverdi.”

Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili

29 Ağustos 2023 Salı

Küllük Anıları


"Öykücü-ozan Sait Faik Abasıyanık, Küllük kahvesinde şöyle bir görünür, kısa bir süre sonra sıkılır giderdi. Yazınsal söyleşilerden de pek hoşlanmazdı. Teklifli kişilerle birlikte oturmayı istemez, sizli bizli konuşmaktansa susmayı yeğlerdi. Sevdikleriyle konuşurken içten davranır, yadırganmayan sövgülerle varsıllaştırırdı konuşmasını. Ama yerinde, sırası geldiğinde yazınsal konulara ilişkin düşünülerini, görüşlerini ağırbaşlılıkla, bilgelikle açıklar, tartışırdı gerekirse. Aylaklığını, tutarsızlığını sanatçı kişiliğinin bir özelliği olarak değerlendirirdik. Sövgüleri, yergileri, sataşmaları genellikle hoş görülürdü.

Sait Faik, dilediğince. dilediği yerlerde dolaşmayı, içkiyi, balığa çıkmayı, sinema izlemeyi severdi en çok. İstanbul'un olmadık yerlerinde rastlamak olasıydı Sait Faik'e, İstiklâl Caddesi'nin kalabalığı içinde ürkek, aylak dolaşırken, sinema asılarını* izlerken, çiçek pasajında, Abanoz sokağında, Eyüp Sultan'da, Cennet bahçesinde, pastanelerde, Sirkeci sinemalarında, köprü altında. Ondan öğrendim köprü altını sevmeyi. Köprü altında balık tutanları, yel yepelek koşuşanları, bekleme yerlerinde el ele tutuşan, birbirlerinin gözlerini tutsaklayan toy tutkunları, cıvıl cıvıl ya da üzgün, başıboş köprü altı çocuklarını, dumanı üstünde vapurları, 'Medarı Maişet' motorlarını izlemeyi, kayıklarda kızartılan taptaze balıkları ekmek arasına kıstırıp bir baş kırmızı soğanla yemeyi. / ..."

* ası: Afiş.

Nevzad Sudi
(Küllük Anıları, Mephisto Yayınları, 3.basım, Eylül 2004, s:84-85)

20 Ağustos 2023 Pazar

Türümüzün Masalları


Çoğumuz şimdi yazdıklarımın kaç zamandır farkında. Asıl bu yazıda değinmek istediğim, kimini yıllardır, kimini asırlardır tekrarlayarak içselleştirdiğimiz, sorgulanmalarını aklımızdan dahi geçirmediğimiz masallarımız.

Sokrates “Kendini tanı” dediğinden beri “Ben kimim?” masalını yazmakla meşgulüz. Aradan iki bin yıl geçti, kendimizi tanıyamadık. Psikologlar, yaşam koçları, Ayahuasca, LSD, yoga, şimdi de metaverse’lerde, İngilizlerin Çinlilere dayattığı afyon yolculuklarına benzettiğim, kaçamak kimlikli düşler dünyalarımız. 

Kimlikler sanayiinde yolumuzu ararken, türümüzde her zamankinden çok (nüfusumuz arttığından değil, oran olarak) intihar, depresyon, uykusuzluk, alkol, hap müptelalığı yaşanıyor. Nedeniyse hasta konumuna soktuğumuz birey. Kurumları, düzeni sorgulamak aklımızdan geçmiyor ya da işimize gelmiyor.

‘68 kuşağının özgürlük arayışına düzenin tepkisinin bariz bir örneğini o yıllarda Hacettepe Psikiyatri Polikliniği’nin bekleme odasında asılı yazıda görmüştüm: “Herkes dünyayı değiştirmeye kalkışıyor, mesele kendini değiştirmek. Düzeni değiştirmek mi istiyorsun, suçlusun. Uyumsuzsun, hastasın. Evlilikte geçimsizlik mi yaşıyorsun? Hemen terapiste git. Aile kutsaldır. Artan suçun çözümü daha çok hapishane. Düzen esastır. Kurumlar sorgulanmaz. Başarısız olan öğrenci, geçerli olan eğitim sistemidir. Seçmenlerin çoğunluğu oy kullanmadı mı? Öyleyse apolitiktir. Düzenin gayrimeşrulaştığı, özellikle gençlerin “sizin oyununuzu oynamayacağım, oy vermiyorum” tepkileri ırgalanmaz, yeni kuşaklarla makas açılırken iktidarlar heveslerinin aymazlığında demokrasi masallarını tekrarlamayı sürdürür.

Kapitalizmin hizmetindeki “demokrasi”

Demokrasi masalımızın dili –burada “masal” kelimesini demokrasiyi eleştirmek anlamında kullanmıyorum– tarih boyunca sürekli değişmiş. Atina’nın militarist, köleci, kadın tanımayan düzeninin adı demokrasi. Erdoğan, Modi ve Putin’in tek adam rejimlerinin adı da demokrasi. Son on yılda ABD’de, İsrail, Polonya ve başka birçok ülkede gücün, yasama ve yargı aleyhine yürütmede toplandığı ülkelerin rejimleri de demokrasi. Ortak noktalarıysa adı konmamış plütokrasi, oligarşi ve otokrasinin farklı türlerine dönüşmüş olmaları. ABD’nin 2008 finansal krizinin ardından para basıp (35 trilyon dolar!) batan bankaları kurtarması, sermayeye esaret değil de nedir? Geçici bir hastalıkmış gibi “ekonomik kriz” adını verdikleri masallarıyla demokrasinin artık kapitalizmi denetleyemediğini, tersine onun hizmetinde olduğunu örtbas ediyorlar.

Cinsel kimlik, din, ideoloji, ulus devlet gibi aidiyet masallarımız da inandırıcılıklarını yitirmeye başladıklarından birkaç cümle dışında onlara değinmeyeceğim. Hepsi uzatmaları oynuyor. İdeolojilere kimse uğramaz oldu, dini aidiyetler ise yükselen eğitim düzeyiyle ters orantılı. Cinsel kimliklerimizin son sayısı LGBTQ+’nın çok ötesinde, 68. Ulus devlet gezegenimizin sorunlarıyla baş edemeyecek kadar küçük, yerel sorunlarla ilgilenemeyecek kadar büyük.

Devlet, halkına şiddet kullanma hakkıyla ayakta duruyor. Millet masalları özellikle göçlerle kırılmakta. Bırakın kendi gençlerini, dört kişiden birinin Arap ya da Afrika asıllı olduğu Paris’te Fransa’nın milli marşı Marseillaise’in, diğer tüm marşlar gibi ötekileştirme çağrısına artık kim inanabilir: “Vatan için ileri / Sıklaştırın safları / Silahları kapın / Yürüyün yürüyün ki / Alçakların kanlarıyla / Toprağımız sulansın.

Çoğumuz şimdi yazdıklarımın kaç zamandır farkında. Asıl bu yazıda değinmek istediğim, kimini yıllardır, kimini asırlardır tekrarlayarak içselleştirdiğimiz, sorgulanmalarını aklımızdan dahi geçirmediğimiz masallarımız. Kapitalizmin masallarını artık kapitalistlerin bile sorgulaması yeni bir dünya kurabilmemizin yolunu açıyor. Asıl tehlikeli masallar sorgulamadıklarımız.

Zekâ testlerinin toplumsal işlevi

Moda masallarımızdan biri, benim de ilgi alanıma giren, mesleğe ilk başladıktan sonra geliştirip sonra pişman olduğum zekâ testleri. Zekânın binbir tanımı olsa da psikologların sığındığı tanım şu: “Zekâ, zekâ testlerinin ölçtüğüdür.” Günümüzde yaygın kullanılan Stanford-Binet testinin geliştiricisi Lewis Terman’dan bir alıntıyla zekâ masalının ideolojisini özetleyeyim: “Meksikalılar, İspanyol asıllılar ve siyahların zekâsı düşük olup gerilik bu ırklarda kalıtımsaldır. Devletimizi korumak istiyorsak zekâ geriliği olanların nüfusunun artmasını engellemeliyiz.

Test sonuçları Terman’ın bu masalını kanıtlar. Zenginlerle şehirlilerin, hele Batı kültürüne aşina olanların zekâ puanları her yerde yoksullara, azınlıklara, kırsal kesimdekilere göre ortalamada daha yüksektir. Düzenin bekçileri toplumsal eşitsizliğin gerekçesini zekâ testleri kamuflajında bilimselleştirir, sözde meritokratik bir düzenin adaletli olduğunu savunur. Zekâ testleri masalına inandırılıp edilgenliğe itilen kitleler de düzenin beklenti kalıplarının kurbanı olur.

Masal üreticilerinin mamûlleriyle meşgalemizde dünya ve evrendeki yerimizi tanımakta sınıfta kaldık. Bırakın sınıfta kalmayı, okula kayıt bile yaptıramadık. Jeologlar James Hutton (1726-1797) ve Charles Lyell’e (1797-1895) kadar, Hıristiyan âleminin de etkisiyle, dünyamızı M.Ö. 4004’te tanrının yarattığı görüşü yaygındı. Gününü bile biliyorlardı, 23 Ekim!

Kopernik devrimine rağmen eski masallarımızdan kolay kurtulamıyoruz. ABD’de, Ulusal Bilim Vakfı’nın (NSF) 2019’da yetişkinlerle yaptığı bir ankete göre, yaklaşık dört kişiden biri (yüzde 23) güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanıyor. Yine ABD’de, Ulusal Mandıra Sanayisi’nin (NDI) gene yetişkinlerle yaptığı bir ankette nüfusun yüzde 7’si çikolatalı sütün kahverengi ineklerden geldiğine inanıyor.

Başka mümkün dünyalara masallarımızla direniyoruz

Kendimizi dünyamız ve evren bağlamında görebilmemiz zaman alıyor. Çok gezegenli bir tür olmanın eşiğindeyiz. Oysa iklim değişikliğiyle antroposen çağında altıncı yok oluşla karşı karşıya olmamıza, 20 yaşındaki iklim aktivisti Greta Thunberg’in sözcülerinden olduğu kuşağın çığlığına rağmen, gezegenli olma bilincinden yoksunuz. Felâket bizden uzakta, sanki evimizde değilmiş gibi başka bir âlemdeyiz. Yeni doğmuş bir bebeğin dünyasını parmağını, ayağını, eline ne geçerse ancak ağzına götürerek tanıyabildiği türden bir bencilliğin içindeyiz.

Dünyamızın yaşını, onu güneş yutana kadar kaç yıl kaldığını, en yakın komşumuz yıldızın adını kim biliyor? Samanyolunda mahallelilerimiz kimler? Ayılara, arılara, file, balinaya nasıl benziyoruz? Onlardan yaşam kültürümüzü zenginleştirecek neler öğrenebiliriz? Ağaçların kökleriyle haberleşerek dayanıştıklarını, fillerin başka türlere özverili davranışlarını, dişi aslanların avlarının yavrularına bakabildiklerini şaşırarak öğrenirken, Darwin’i inkâr eden orman kanunu masalına inananlarımız çok. Masallarımıza inancımızla, masallarımızın bizden beklediği gibi davranmakla tekdüzeliğimizin kurbanıyız. Başka dünyalar mümkünken masallarımızla onlara direniyoruz.

Şiddet masalı

Türümüzün saldırgan olduğuna inanıyoruz. Evet, öyle. Ancak “insanda saldırganlık kaçınılmazdır” masalımızla, saldırganlığa, savaşlara davetiye çıkarıyoruz. Afrika’dan 70 bin yıl önce yola çıkarak  dünyanın dört bir yanına dağılan türümüzün geleceği için çoğu kişi iyimser değil. Diğer türler ancak var olabilmek için başka türlere karşı şiddete başvururken, bizim nedensiz yere birbirine saldıran, şiddet göstermeden duramayan, sistematik vahşet uygulayan tek tür olduğumuz söyleniyor. “İnsan yok olursa, daha iyi bir dünya olur” diyorlar.

Bunu dediler ya, savaş kaçınılmaz. Savaş mübah.

İnsanın birbirine şiddet uygulayan tek tür olduğu doğru değil. Savaş tellalları DNA’mızın yüzde 98,8 örtüştüğü şempanzelere bakıp türümüzde şiddetin kaçınılmaz olduğunu vazediyor. Kalıtımsal olarak, şempanzeler kadar yakın akrabalarımız bonoboları 1970’lerde “keşfettiğimiz”den beri bu iddia geçersiz. Tam tersi, bonobolarda savaş değil, barış kaçınılmaz. Saldırganlığı tetikleyecek ortamlarda kavga çıkarmak yerine cinsel ilişkiye giriyorlar. Gerginliği azaltmak için sevişiyorlar. Kalıtımsal olarak savaş kaçınılmaz değil. Masalımız yalan söylüyor. Peki, kültürümüzün vahşeti kaçınılmaz kıldığı masalı ne anlatıyor?

Son buzul çağı bitmek üzere… Avcı-toplayıcı döneminde hem avdık hem de avlanan. Avlarımızı İspanya’da Altamira, Fransa’da Lascaux’daki gibi mağara resimlerimizden biliyoruz: Mamut, geyik, bizon. Aynı resimlerden birbirimizi avlamadığımızı da biliyoruz. Var olabilmek için öldürdüğümüz hayvanlara yeniden hayat vermek istercesine hayvanların kafatasları, iskeletleri ve derilerini bir araya getirip “mezarlar” yapmışız. On binlerce yıl boyunca yapılan resimlerde insanın insana saldırdığını gösteren tek resim yok. Üç kıtada bulduğumuz yüzlerce mağara resminin hiçbirinde insan insanı avlamıyor. İnsan insanla savaşmıyor. Evet, birbirimizi öldürdüğümüzün, yamyamlığımızın arkeolojik belirtileri, savunma amaçlı kalemsi yapıların kalıntıları var. Lâkin ardından gelen toplumlarımızda yaygınlaştığı ölçüde değil.

Porno bağımlılığı düzeyinde kafamızı savaşa takmışız. Kütüphanelerimize bakın. Raflar savaş kitaplarıyla doluyken barış üzerine yazılan tek tük kitap “düzene karşı gelen aktivistlerin yazdıkları” diye küçümseniyor. I. Dünya Savaşı biteli yüz yılı geçti. Neden çıktığına dair hâlâ kitaplar yazılırken türümüzün tarihinin barış dönemlerini inceleyen kitap bulamazsınız. İberya Yarımadası’nda Yahudilerin de altın çağlarını yaşadıkları, Rönesans’ın yolunu açan Endülüs’teki (711-1492) ya da Japonların ABD’nin denizden topa tutarak sona erdirdiği Edo dönemindeki (1603-1868) barışın dinamiklerini yazan kitaplar, araştıran sosyal bilimciler bulamazsınız. Savaş kazanmaya odaklı “askeri psikoloji” diye bir branş var, “barış psikolojisi” yok!

İzlanda sagaları, İskandinav efsaneleri, Mahabharata gibi Hindistan destanları da savaş üzerine kurulu. Mahabharata’nın kahramanı Arjuna savaşmayı reddetse de, kılıç kuşanmaya dirense de, “yazgından kaçamazsın” şiarına ikna olur. Savaşı mümkün kılan, savaşın kaçınılmaz olduğuna inandırılmamız. Oysa türümüzde saldırganlık ne kültürel olarak kaçınılmaz ne de kalıtımsal.

Gözleri karartılarak birbirimize karşı vuruşturulan, savaştırılan bizler, doğal halimizle barıştan o kadar yanayız ki, tıpkı fırtınanın aniden kesilmesi gibi savaşı en kızışmış ânında durdurabiliyoruz. Hakem düdüğüyle biten futbol maçı gibi, sabah saat tam 11’de bitmiş I. Dünya Savaşı. Bir İngiliz askerinin günlüğünden: “Onuncu saatin son saniyesinde ateş kesildi. Bir Alman askeri savaşın son dakikasına kadar İngiliz cephesini makinelisiyle taradı. Saatin dolmasıyla siperinden dışarı tırmandı. Miğferini çıkardı. Yıllardır savaştığı düşmanları önünde nazikçe selam verdi. Arkasını dönüp gitti.”

Dünya iyiye de gidiyor

Başka bir dünya mümkün. Savaş ilan eden yaşlılar. Ölen, öldüren, gençler. Nereye kadar? Türümüzün tarihinde ilk kez gençlerin konumu değişti. Yaşlı otoritesi sallantıda. Avcı-toplayıcı, tarım ve sanayi dönemlerimizin tersine yeni teknolojileri gençlerden öğreniyoruz. Usta-çırak ilişkisi ters yüz oldu. Barış her zamankinden yakın olabilir.

Düzenin son köleleri çocuklar ve gençler kendilerini azat ediyor. Yeter ki yetişkinler, onlara her zamanki gibi ters düşmektense, ellerini uzatsın. Ehlileştirdiğimiz hayvanlar yetmiyormuş gibi, çocuklarımızı da terbiye ediyoruz. Büyüklere boyun eğme beklentisi, sorgulandıklarında “saygı kalmadı” masalı sona ersin. Genç-yetişkin makasının açılmayı sürdürmesi, tuzu kuru yetişkinler, karnı tok yaşlılarla geleceklerinden umutsuz gençler hayra alâmet değil.

20. yüzyılın başında Avrupa’da askerlik zorunlu, cepheye gitmek onurluydu. “Savaşmam” diyen gençler kurşuna diziliyordu. Devletler günümüzde savaşlarına asker bulamıyor. Zorunlu hizmet kalktı. Devlet paralı askerlere muhtaç. Vicdani ret bir hak. Ne erkekler üniformalarıyla piyasada, ne de kızlar üniformalı erkeklere tav. Sokaklar sivilleşti.  Balolarda kılıç şakırdatılan günler, ordularının başında padişahlarla krallar, marşlarla savaşlara uğurlanma merasimleri tarihin çöplüğüne gitti. Kahraman asker filmlerinin seyircisi kalmadı. Gençler ölmeye, öldürmeye gitmek istemiyor. Devlet adına kurşun sıkmak yerine giderek sivil itaatsizliğe yönelen bir dünyada yaşıyoruz.

Bunlar türümüzün tarihindeki ilkler. Dünya iyiye de gidiyor, ama biz görmek istemiyoruz. Masallarımıza kilitlendik. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi salonunda “Savaşlar insanın beyninde başlar, orada durdurulmalı” sözlerini yazan da biz, inkâr eden de.  

Rousseau ve Hobbes’un masalları

Eşitsizlik asırlardır türümüzün temel sorunlarından. Kaçınılmaz mı? Aydınlanmadan beri varsaydığımız masalımıza göre, avcı-toplayıcı toplumlarda paylaşım, eşitlik ve lidersizlik başatken, tarım ve şehirleşmeyle eşitsizlik başladı, artı değer ve özel mülkiyetle elitlerin, kralların, savaşların düzeni egemen oldu. Aydınlanmanın iki ismi Jean-Jacques Rousseau ve Thomas Hobbes’dan günümüze uzanan masalımızda, Rousseau insanın doğuştan iyi ve eşitliğin egemen olduğu avcı-toplayıcı dönemini hayal ederken, Hobbes tarımla birlikte toplumu zapturapt altında almak için yasaların kaçınılmaz olduğunu vurgular. Hobbes’a göre, kentleşmeyle başlayan eşitsizlik medeniyetin bedelidir. Günümüz sosyal bilimcilerinin kanaati de bu yönde.

David Wengrow ve David Graeber The Dawn of Everything (Her Şeyin ŞafağıAllen Lane, 2022) kitabıyla bu görüşü yıktı. Biri arkeolog, diğeri antropolog ikili Mezopotamya, Karadeniz havzası, Indus vadisi, Ukrayna ve Amerika kıtalarında yaşamış tarih öncesi uygarlıklarımızdan ortaya koydukları bulgularla yüzyılların masalının sonunu getirdi. Avcı-toplayıcılıktan tarıma geçiş kaçınılmaz olmadığı gibi, hem avcı-toplayıcı hem de tarım toplumlarının kimilerinde eşitsizlik ve hiyerarşi varken diğerlerinde birbirlerinden farklı eşitlik bazında topluluklar oluşmuş.

Özellikle Meksika’da, döneminde dünyadaki en büyük kentlerinden biri olan 100 bin nüfuslu Teotihuacan’ın sakinleri, birinci ve yedinci yüzyıllar arasında hiyerarşik bir yapıdan eşitlikçi bir topluma, kurban kesilen büyük tapınaklarla sarayların terkedildiği, Avrupa’dan gelen sömürgecilerin insana verilen değer karşısında şaşkınlığa düştüğü bir döneme geçmiş. Sonuç: Ne Rousseau ne de Hobbes’un masalları.

Tarihimiz kalıplaşmış avcı-toplayıcı ve tarım toplumları dışında farklı yaşam biçimlerine sahne olmuş. Kimi eşitlikçi, kimi tersi. Kimi toplumlar avcı-toplayıcılıktan tarıma geçtikten sonra geriye dönüş yapmış, kimileri mevsimsel olarak iki düzeni farklı toplumsal yapılarda birlikte sürdürmüş. Büyük masalımızın tersine, farklı dünyalar geçmişte mümkünmüş. Bugün neden olmasın? Masallarımızı nasıl yazıp yaşattığımıza bağlı.

Tüketici ruhlarımızın mühendisi

Yakın geçmişimizin en büyük masal anlatıcısının neler yaptığını öğrendiğimde Hitler, Stalin, Mao’nun yapıp ettikleri korkunç şeyleri ilk duyduğumdaki gibi sarsılmıştım. Halkla ilişkiler mesleğinin kurucusu Edward Bernays’den söz ediyorum (1891-1995). Bernays bilinçaltı arzularımızla korkularımızı manipüle ederek kitlelerin kontrol altına alınmasının piriydi. 106 yaşında ölen, Sigmund Freud’un da yeğeni olan Bernays’le çalışanlar arasında, Dwight D. Eisenhower, John F. Kennedy, Lyndon B. Johnson’ın da olduğu sekiz ABD başkanı, işadamları Thomas Edison, Henry Ford, tenor Enrico Caruso, Çekoslovak siyasetçi Jan Masaryk, balet Vaslav Nijinsky, film yapımcısı Samuel Goldwyn, Eleanor Roosevelt, ABD Dışişleri ve Ticaret Bakanlıkları bulunuyordu.

Tüketici ruhlarımızın mühendisi” olarak tanınan Bernays’ın yaptıkları arasında, I. Dünya Savaşı’na girmeleri için ABD halkını ikna etmesi de var, jambonu ülkesinin milli kahvaltısı yapması da. Sigara şirketleri için çalışmış, New York gibi daha liberal kentlerde dahi kadınların sigara içmesi yasakken, kadınları özgürlük adına kışkırtıp bir çırpıda sigara pazarını iki kat büyütmüş. Küresel ısınmanın tetikçisi tüketim patolojimize bağımlılığımız bugün onun izinde yürüyenlerin marifeti. Hitler’in propaganda bakanı Goebbels Bernays’in müritlerinden. Aksi takdirde, Alman Yahudilerin toplum nezdinde kısacık bir dönemde ötekileştirilmeleri mümkün olamazdı.

Mesele bizi biz yapan, asırlardır düşüncelerimize, inanç ve kültürümüze yön veren masallarımızı sorgulayamamamız. Hâlâ Cogito ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım) sözleriyle saygı duyduğumuz, insanı taltif eden bir Descartes’ımız var ki, hayvanları ruhsuz, duygusuz diye sınıflandırmış, “hayvanlar acı çekmez” deyip onlara yapılacak her türlü deneyin yolunu masalıyla açmış.

Bir elinde ayna / Bir elinde cımbız…

Türümüz dünyaya yayılırken Denisovan ve Neandertal türleriyle çiftleşmesine, gen havuzunu zenginleştirmesine rağmen, onların ve Floresiensis’in yok oluşuyla tek kalınca haddini bilemedi. Gün geldi, kutsal kitaplarımızda kendimizi eşref-i mahlûkat ilan ettik. Hızımızı alamadık, sınırlayamadığımız merakımızla, hele Aydınlanma’dan sonra dini frenlerin kalkmasıyla, aklımızın gücünü aşırı yücelterek “benden sonrası tufan” raddesinde yol aldık. Oysa başka canlılarla karşılaştırdığımızda, türümüz tarihsel açıdan emekleme çağında bile değil. Kısacık evrim sürecimizde yaşam tecrübemiz sıfıra yakın.

Hal böyleyken, iklim değişikliği, nükleer silahlar ve şimdi de bize hükmedeceğinden korktuğumuz yapay genel zekânın endişesiyle cebelleşirken tehlikeli sularda seyrediyoruz. Şart mıydı Einstein’ın “Hitler’den önce atom bombasını biz yapalım” diye ABD Başkanı’nı gaza getirmesi? Almanlar savaşı zaten kaybetmişti. ABD ise Japonya’yı Sovyetler’le paylaşmamak için bombayı Hiroşima ve Nagasaki’ye atarken her an dünyanın sonunu getirebilecek cini şişeden çıkardı. Değer miydi?  

Orhan Veli’nin “Ne atom bombası / Ne de Londra konferansı / Bir elinde ayna / Bir elinde cımbız / Umurunda mı dünya! şiirine uzaklığımızdan olacak, günümüzde önüne gelen bir bombanın peşinde. Hepsi uluslararası antlaşmalarla imha edilebilecekken, savaşın kaçınılmazlığı masalımız gene ağır basıyor. Hele şu aşırı zararlı olduğumuz emekleme dönemimizi bir atlatalım, ama bunun için önce yavaşlayalım.  

Bilimle masal arasında gri noktalar

Peşinden sürüklendiğimiz icatlarımızı hayata geçirmeden, aceleye getirip yola koyulmadan topa basalım. Merakımıza, aklımıza teslim olmadan yaşam ahlâkı oluşturalım. “Ne yapabilirim?” sorusunu “yapacaklarımla zararlı olacak mıyım” endişesiyle birlikte düşünelim. Fransa’da bir ara Provence’da oturan arkadaşım Mehmet Hikmet’le “Acaba en zararsız meslek hangisi olabilir” diye sohbet ederken ona “İtfaiyeci” dediğimde gülmüş, yangın söndürüp kahraman olmak için kundakçılıktan yeni yakalanmış bir itfaiyeciden söz etmişti.

Yerimizde duramıyoruz. Geçenlerde, Londra Hayvanat Bahçesi’nde sakin sakin duran deveye (mahkûmiyetine rağmen) gıptayla bakmıştım, eve dönünce neleri yazacağımı trenin vagonları gibi aklımda sıralarken. Rahatlasana! Her ne kadar ampulün mucidi Edison’un insanın günde iki saat uykuyla yetinerek daha verimli olabileceğini söylemesi şehir efsanesiyse de, özellikle gençlerin bir anda birçok şey yapabilmesini marifet sayan, şuna buna yetişememekten ruh sağlığı bozulan insanların yaşadığı bir uygarlığın peşinde nereye kadar?

Yaklaşık yarım asırdır dünyamıza yayılan post-modernizm masalına da kısaca değinmek iyi olur. Fransalı entelektüellerden yayılan bu masal neredeyse her konuda iktidar çözümlemesi yapıp sonunda kendisi de, özellikle üniversitelerde, bir tür düşünce iktidarına dönüşürken, onu savunanlar bile kendi dillerini anlayamıyor. Benim masalımda da onlara yer yok.  Bilimle masal arası gri noktaya Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Kırmızı Yayınları, 2017) kitabında dikkatimizi çeken Thoman Kuhn’dan bu noktada söz etmemek olmaz. Kuhn’un katkısı bilimde de masallarımızın nasıl değiştiği, birinin yerini çok kısa zamanda bir başkasının nasıl aldığını anlatmasıdır. Örnek: Ptolemy’nin güneşin dünyanın etrafında döndüğü tezi 1600 yıl boyunca kabul görmüşken, 17. yüzyılda Galileo’nun da desteklediği Kopernik Devrimi’yle tersini hemen kabullenip neredeyse ânında gözlüklerimizi değiştirmemiz.

Sen meraklı insan!

Konu evrenken en büyük masalımız da başlangıcımız: Büyük Patlama! Önce ne vardı? Ona ve paralel evrenlere girmeyelim. Zaten evrenin toplamda yüzde 95’ini oluşturduğunu söylediğimiz karanlık enerji (yüzde 68) ve karanlık maddenin (yüzde 27) ne oldukları bilinmiyor, kalan yüzde 5’le evrene düzen verme masalımızı yaşatıyoruz. Orada duralım biraz. T24’te her yazısını heyecanla beklediğim fizikçi Güneç Kıyak da başka bir büyük masalın peşinde: “Bu kayıp anti-madde gizemi çözülürse, belki de o zaman evren hikâyemizin sil baştan yazılması gerekebilecek.”

Delidolu merakımızı dizginleyemiyoruz. Şimdi de neyi aradığımızı, neyle karşılaşacağımızı bilemeden, sonuçlarından belki pişman olacağımız uzayın sonsuzluğuna doğru yola çıkardığımız James Webb teleskopu!

Yavaş!

Sen, meraklı insan,
Aklın mucizesine
Benzemez evren.
Düzene düzen
Vere vere
Anlamlı mı kıldın
Sence dünyanı?

Zorlama yaşamı,
Rahat bırak Kaos’u!

Ama kime konuşuyorum?
İnsanım işte,
Merakımdan çatlayacağım
Evrene saldığım James Webb’le
Meçhulün beklentisinde.

Gündüz Vassaf, 8 Haziran 2023

https://birartibir.org/turumuzun-masallari/

Birartıbir Express web sayfasından alıntılanmıştır

İzleyiciler