5 Ocak 2024 Cuma

İkaros Kimin Umurunda!

 


Yunan mitolojisinde bir İkaros söylencesi vardır: «Labirent» sözü sık sık kullanılır ya, doğrusu «labyrinthos» tur onun, Girit adasında, içine girenin kolay kolay çıkış yolunu bulamadığı büyük bir yapıydı. İşte bu yapının özelliğinden ötürü, içinden çıkılamaz sorunlar için de kullanılır o sözcük, Girit kralı Minos yaptırmıştı labyrinthos'u. Bir gün oraya Daidalos ile oğlu İkaros'u hapseder kral Minos. Daidalos yontucu ve mimardı, labyrinthos'u da o yapmıştı. Yontuları canlı idi. Yaptığı inek yontusunun içine kralın karısı Pasiphae girmiş de kendini kutsal boğaya vermiş. Ondan kızmış kral Minos, onu oğlu ile kapatmış Labyrinthos'a. Baba oğul ne yapacaklarını şaşırırlar, odalar koridorlar, gir çık gir, başlarını döndürür. Fakat kralın eşi Pasiphae onları kurtarır labyrinthos'tan. Baba ile oğul omuzlarına balmumu ile tutturulan kanatlarla uçarlar. Babası, İkaros'a çok yükselmemesini öğütlemişti, fakat İkaros meraklı bir çocuktu, babasının bu öğüdünü dinlemedi, daha yükseklere çıkmak tutkusu bürümüştü içini. Böyledir insanoğlu, yerinde, sırasında durmasını bilmez çoğun. Timur ölürken, Tanrıların göklerini fethetmek istediğini söylemiş derler ya, onun gibi işte. Derken ikaros güneşe çok yaklaşınca balmumu erir, kanatsız kalan genç, Sisam adasının orada denize düşer, boğulur.

Eski ozanların bütün işleri söylenceleri (mitosları) dillendirmek olduğu için, bu öykü de onların gözünden kaçmamıştır. Ünlü Lâtin ozanı Ovidius «Değişmeler» adlı yapıtında İkaros'un şiirini de yazdı. Denebilir ki bu öykü Ovidius'un yapıtından yayıldı en çok. Herkes ona çeşitli anlamlar yükledi. Takma kanatlarla havalarda yükselen İkaros, uçak buluşunun ilk deneyimi sayılır bugün.

Çünkü bütün mitoslar gibi, labyrinthos söylencesi de çok yanlı yorumlara elverişli bir yapıdadır. Ama İkaros'un başından geçenler, nedense en çok ressamların ilgisini çekmiştir. Eski çağ sanatından beri bu konuyu işleyen, birçok yapıt kalmıştır günümüze. Albani'nin Roma'da bulunan Helenistik kabartmasından tutun da, Donatello gibi büyük yontucular, Tinteretto gibi, Rubens gibi büyük ressamlar bu konuyu işleyen yapıtlar bırakmışlardır. Ama bunların içinde en ünlüsü, Bruegel'in yaptığı, şimdi Brüksel’de bulunan «İkaros'un Düşüşü ve Peyizaj» adlı tablodur. Resimlerinde ayrıntılara çok büyük önem veren bu büyük, eşsiz usta, İkaros'un düşüşünü de yine o biçemle (üslûpla) işlemiştir. Onun resimlerine bakmak, bilindiği gibi, kişinin çok vaktini alır; bir izlenimle, bir duygulanma, bir düşünce ile yetinemezseniz. Merakla bir köşeden öbür köşeye nerdeyse santim santim gözden geçireceksiniz tabloyu. Neler bulur insan, neler! Bu resimde de öyle işte, İkaros bir limanda denize düşmüş, yeni düşmüş daha, bacakları suyun üstünde... O sırada bir gemi kalkıyor limandan; kıyıda, bir tepede, bir çoban, sopasına dayanmış, koyunlarını otlatıyor, arkası dönük İkaros'a, daha beride bir köylü tarlasını sürüyor... Saymakla bitmez derler a, kısacası, bildiğimiz dünya, herkes kendi işinde gücünde, İkaros kimsenin umurunda değil...

Derken konu, modern bir İngiliz ozanında yepyeni bir yorumla kendini gösteriveriyor. W.H. Auden (öleli birkaç yıl oldu) çağdaş İngiliz şiirinin en büyük temsilcilerinden biri sayılır. İngilizler, Eliot'tan sonra genellikle onun adını ileri sürerler, öylesine severler onu. Amerikan ve İngiliz ozanlarından derlenme şiirlerle oluşturulmuş «Modern Verse» adlı antolojide. Auden'in «Musée des Baux Arts» adlı şiirini görünce çok ilgilendim. Geçen yıl sinemalarda gösterilen «Dünyaya Düşen Adam» adlı filmde de sözü geçmişti bu şiirin. Düşündüm, demek dedim kendi kendime, eski çağdan beri bu konu elden ele geçiyor. Auden, şiirini Bruegel'in resminden çıkarmıştı, resimde görünenleri anlatıyordu ve düşündüklerini başka örneklerle veriyordu. Bu şiirin üstünkörü bir çevirisini vereyim:

“Hiç yanılmadı acı konusunda / Eski ustalar: Ne iyi anladılar / Acının insandaki yerini; nasıl oluşur /Biri yemek yerken, açarken pencereyi, ya da dolaşırken dalgın; / Nasıl yaşlılar saygı ile, tutku ile beklerken / Şaşırtan doğumu, hep bulunur bunu umursamayan / Çocuklar, kayarlar ormanın kıyısındaki buz tutmuş gölde, / Hiç unutmadı eski ustalar / Bir yanda korkunç işkenceler sürüp gider / Bir köşede karmakarışık bir yerde / Köpekler köpekliğini sürdürür ve işkencecinin atı / Vurur saflığının çiftesini bir ağaca.”

“Bruegel'in İkaros'unda da örneğin; Nasıl her şey sırt çevirir / Kayıtsızca kedere; çiftçi duymuş olmalı / Sudan çıkan sesi, acı çığlığı / Ama bu önemli bir başarısızlık değildi ona göre, güneş parlıyordu / Yeşil suda yiten beyaz bacaklarda; / Ve pahalı zarif gemi görmüş olmalı / Çok şaşırtıcı bir şey, gökten düşen bir çocuk, ama gideceği bir yer vardı geminin, sessizce çekip gitti.”

Önce şunu belirteyim, bir mitosun yontucudan ozana, ozandan ressama, ressamdan yine yontucuya, ondan yine ressama, ressamdan yine ozana yeni yorumlara uğrayarak geçişi bana çok ilginç gelmektedir. Yeni bir konu yaratmak sanatçı için ille de gerekli sayılmamalı. Masal, ona bakışımıza göre, bize istediğimizi verir. Göklere yükselme mitosunun Bruegel'deki ayrıntıları, bakın, bir İngiliz ozanına neler esinlemiştir. Auden, gökten düşen çocuğa o görüntü içinde kimsenin aldırmamasından ürkmüş gibi; bunca önemli bir olay vız geliyor oradaki çobana, köylüye ve kalkan güzel gemidekilere. Ama burada durmuyor ozan, yine resimlere bakarak (ama hangi resimler olduğunu söylemiyor onların), bir işkenceci, işkencesi başında işini görürken, atının, köpeğinin nasıl kendi dünyalarında olduğunu söylemek zorunluluğunu duyuyor. İşte insanlar da çoğu zaman o atla, köpek gibidirler. Burunlarının dibindeki işkenceyi, zulmü, baskıyı görmezler, görmek istemezler, başlarını çevirirler, kendi işlerine dalarlar. Alanı daha genişletirsek, daha büyük karşıtlar bulup şaşırırız; Bir yanda savaş, kıyım, kırım; öte yanda düğün dernek. Yaşam, kuşbakışı, bakılınca, Bruegel'in resimlerinde gösterdiği gibidir. Bu yüzden değil midir onun kalabalıkları resme sokması? Ve bunu, bu inceliği yakalamakla İngiliz ozanı Auden ne büyük bir acıya parmak basmıştır! “Hiç yanılmadı acı konusunda eski ustalar!”

Resme bir daha, bir daha bakıyorum; zavallı İkaros'un yalnızca bacakları görünüyor. Gökten bir çocuk düşmüş, değil mi? Kimse umursamıyor. “Bencillik” mi diyeceksiniz? Yoksa onun yerine, “İnsanlık işte budur” sözlerini mi koyacaksınız? Benim asıl merak ettiğim şu: Baba Bruegel'in ve ondan esinlenerek acıyı olağanüstü bir ustalıkla ortaya çıkaran Auden'in bu sorulara verecekleri yanıt ne olurdu? Onlar bize gerçeği göstermekle mi yetindiler? Başka bir deyişle, yaşamın gerçek panoramasını?

Cahit Sıtkı Tarancı, bir şiirinde, “Tek şikâyet ölümden olsun” demişti. Öyle bir toplum düşlüyordu ki, orada kimsenin yaşamdan bir yakındığı olmayacaktı. Ama ölümü niçin bir yana ayıralım? İkaros boğulurken umursamamayı olağan mı göreceğiz? Yalnız başımıza öldüğümüz doğrudur, biz ölürken en sevdiklerimiz bile yanımızda bulunmak istemezler. Peki, yaşarken de öyle değil mi? Acılara da tek başımıza katlanmıyor muyuz? İş böyle iken “insanın insana ilgisini beklemek düş olmaz mı? Resimdeki çoban düşüp ölseydi, gemi yolundan kalmayacaktı. Herkesin işi var, gücü var.

Ama biz yine de iyimserliği elden bırakmayalım; bencilliği anlayalım, ama onu insancıllaştırmayı onaylamayalım.

Melih Cevdet Anday, 20 Mayıs 1977, Yasak (Mayıs 1978) S.198-203

Resim: Bruegel, İkaros'un Düşüşü ve Peyizaj

(...)


İkaros'un Ölümü


Doğum çoğuldur, ölüm tekil
Mumdandı aç tutkumun kanatları
Uçuyordum sevinç içinde.

Herkes işinde gücündeydi
Yok olmuş damlar ki unuttum.

 

Ve güneşin basamağından döndüm geri
Üfür üfürü uçardı yalnızlık
Zamansızlığın kanadı yalnızlık.

Hiç yıldız doğmadı ben gökte iken
Ne düşlediğimi unuttum.

 

Çift sürüyordu bir köylü iki büklüm
Kalkmak üzereydi ak bir gemi limandan
Denize düşeni kimse görmedi.

 

Herkes işinde gücündeydi
Ve acı çekmeği unuttum.

 

Belleğimde hâlâ gökyüzü dünya
Yüreğin yaban arısı yalnızlık
Yaşantısız daldı yalnızlık.

 

Tükenmiş tutkumun neşeli ağırlığı
Göksel erincimi unuttum.

 

Ölmeden bütün sabahlarımı unuttum
Denize düşeni kimse görmedi
Gökten indiğimi kimse görmedi.

 

Ak bir gemi kalkıyordu limandan
Görmediklerini unuttum.

 

Bölünmemişti tarihsiz gün
Varlığın kanatsız adı yalnızlık
Sudan dışarda kalmış ayaktı yalnızlık.

 

Soyağacına tırmanmıştım putsuz tanrının
Ölümün dilini unuttum.

 

Düşüncem yavaş yavaş giriyordu varolana
Tam bir uygunluk yoktu aramızda
Saydam yağmur gibiydi canlandıran ölüm.

 

Herkes işinde gücündeydi
Olanı biteni unuttum.

 

Yaşadığıma inanılmaz benim
Masal kahramanı gibiyim
Kimse görmeden yittim gittim.


Melih Cevdet Anday, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Adam Yayınları 


 


4 Ocak 2024 Perşembe

Beyaza Dönsün Diye Devran

Yanlış susuyorsun - gözlerin ağıt -
maviye bak.
Bir bugün mü, başında bunca bela.

Hatırla ,
bulut değildi, umut hiç değil
üstümüze abanan - isli duman.
Biz ki milattan önce , milattan sonra
acı kara yıllar devşirdik sabırla
beyaza dönsün diye devran.
Kimi zaman bir çığlıkla çıktık, çığ altından
bir çığlıkla yıktık surları kimi zaman.
Biz ki nice tuzaklardan, sunaklardan
korlardan, korsanlardan kurtulan
kurban.

Yanlış susuyorsun - gözlerin ağıt - 
maviye bak.

Sesin gökyüzüne akan ulu bir çavlan
susma, zamanın durağı yok.
yok tarihin molası.
Bırak sesin gökyüzüne aksın, yıkasın yıldızları.
Kapama şarkını, şarkını kapama
durma öyle kendine uzak.

Yanlış susuyorsun - gözlerin ağıt - 
maviye bak.

Değer kıyımlarına en soylu yanıt
şarkıyla
güneşe köprü kurmak.

Türkân İldeniz

Resim: Rukiye Garip, Balıkçı, Suluboya





"Ülkesini Sabahattin Ali ölçüsünde sevmiş çok az öykücümüz var."


 “Sabahattin Ali daha ilk yapıtı Değirmen’de Kanal öyküsüyle tutumunu belirler: Ülkeyi, ekonomik yapısı içinde kavrama ve yansıtma tutkusu. Giderek hırçınlaşan, coşan bir anlatımla tutumunu sürdürür Sabahattin Ali. Yapıtlarına dönüp baktığımızda, yazarın ülke gerçeklerini, ne pahasına olursa olsun, korkusuzca haykırdığını görürüz. Bir yanda savaş vurguncusu zenginler ve kişisel çıkarlarını her şeyden üstün gören ahlaksız aydınlar, beri yanda "namus", "kara sevda" gibi töresel değerlere bağlı köy, kasaba insanı... Sabahattin Ali kimden yana çıkacağını, neyi değerli kılacağını bilinç yordamıyla duyumsar. Anadolu insanını tözüyle saptar. Acımasız, yüreksiz, insanlık dışı yöneticilerin karşısına toplumun dört bir yanından kopup gelmiş kumpanya tiyatrolarını, şarkıcı kadınları, değerleri horlanmış erkek oyuncuları, hatta ezilmiş fahişeleri çıkartır. Bütün bu insanlar, toplumun genel yargılarını altüst edercesine namuslu, erdemli kişilerdir. Toplumun maddî yaşamına koşut gelişen ahlâk değerleri, Sabahattin Ali'nin toplumcu dünya görüşünde, başka bir yaşama biçiminin çağrılarını taşır. Sabahattin Ali öykücülüğünde slogana, kuru gürültüye yer yoktur. Her şey acıdan, toplumsal çıkmazlardan, yürek sesinden kaynaklanmıştır. Öyküler toplamını göz önünde tutarsak, yazarın horlanmış, ezilmiş, sömürülen kadınlara nasıl saygıyla, nasıl sevecenlikle yaklaştığını kavrarız. Bu açıdan da büyük bir ahlâkçıdır Sabahattin Ali. Aydınların çoğuna karşı güvensizdir yazar. Hastanelerdeki doktorları, kasabalara iş için giden mühendisleri, avukatları, küçük kentlerin dedikoducu yaşamasına kapılmış öğretmenleri kuşkucu bir gözle imler. Bilgisiz köylüler, yoksul işçiler, sömürülen emekçiler, Sabahattin Ali'nin öykülerinde erdemsel doruğu oluştururlar. Ülkesini Sabahattin Ali ölçüsünde sevmiş çok az öykücümüz var."

Selim İleri, Türk Dili Dergisi Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Temmuz 1975


Yaz

Çingene çocukları hususi arabada
Bitleniyorlar.
Ön oturakta lüks köpekleri.
Hepsi kendi bayramında.
Uykuda düşünenin dili tutulmuş.
Bu ne sıcaktır?
Nasıl şofördür maça üçlüsü
Yemediğin yemeklerden miden mi bozuldu?
Geçmediğin yollardan dizin tutulmuş,
Sıcaktan eriyorsun.
Kulaklarında ekzos boruları patlar
Böyle giderse,
Dükkan kepenkleri gibi gözlerin açılır gıcırdıyarak
Ütülü kadınlar,
hırpani erkekler
ortaya çıkmış,
Bir gözü başka bir gözü başka,
yarı siyah yarı beyaz,
Şaka mı yapıyorlar
Yaz geldi diye?

Fikret Ürgüp, 1969

“Fikret Ürgüp der demez de, onu hemen ünlü hikâyeci ve aynı zamanda düzenlenen her Türk şiiri antolojisine bir şair olarak da mutlaka alınması gerektiğini düşündüğüm Sait Faik’le bitiştiririm.”    Ece Ayhan


3 Ocak 2024 Çarşamba

Sürgünler

Döşer sayısız ateşleri dört bir yana
batan güneşle aydınlanan deniz;
zincirden boşanmış öfkeleri içinde
tükenir gürültücü dalgalar ve dinlenirler...
Kayar sularda hafif gemimiz,
yol alır yumuşak rüzgârlarla,
ve kayıp giderken gemi, siz silinirsiniz
ey, sisli anavatan kıyıları.

Bilmem bir gün dalgalarla çalacak mı
o dönüş saati, o tek umudumuz?
Sonsuz yollarında dalgaların - toprak ve su
kalacaklar herdaim bizim düşümüz.
Ama siz - Vardar, Tuna, Marica,
ve siz - Istranca, Pirin ve sen, Balkan:
Aydınlatacak anılarımızı son saate dek
hiç durmaksızın, sizin ışığınız.

Sarsmak istedik zulmü temelinden,
bir aşağılık hain sattı bizi;
oğula düşen göreve boyun eğiyorduk -
ve işte şimdi her şey yitti gitti...
Ey vatan, sevgili alınyazısı, gene de
biz savaşı sürdürebiliyorduk
coşku içinde, dur durak bilmeden
kutsal tapınağın önünde senin. -

Ne yazık, almış başını gider vapurumuz,
uçar bizimle birlikte uzaklara...
Gece, sönen geniş dünyanın üzerine
serer, enginliği içinde gölgesini.
ve biz görürüz ufukta şimdiden
dağların düşünceli karaltılarını,
mavi gökyüzü altındaki dağların,
o güzelim Athos'un taçlandıran.

Gözlerimiz yaşlı, döner bakarız
arkamıza son kez,
o sınırlara, canımız kadar sevdiğimiz:
Herdaim görmekte onları bulanık bakışlarımız-
Ve zincirlere bağlı kollarımızı uzatırız
gözden ırak cennetimize doğru...
İçer zehirli acılarımızı yudum yudum yüreklerimiz. -
Elveda vatan, elveda kaygılarımızın kaynağı

Peyo Yavorov

Çeviri: A.Kadir (Abdulkadir Meriçboyu)- Eray Canberk
Fotoğraf: Ricardo Espinosa

28 Aralık 2023 Perşembe

Dolmakalemlerim

   Ben de herkes gibi kurşun kalemle yazmaya başladım. Sonra dolmakalemle devam ettim. Sonra daktiloya geçtim. Şimdi yeniden dolmakaleme döndüm.
    Yazı dersinde öylesine umutsuz bir öğrenciydim ki, yalnız sıra, defterler, kitaplar değil, üstüm başım, ellerim, sürekli mürekkep lekeleriyle kaplı olurdu. Bir gün ellerimi gören cici annemin (anısı bin yaşasın!) üniversiteli oğlu Galip (Dolun) ağabeyim bana bir dolmakalem armağan etti. Kalem, silgi, kalemtıraş, fırça, boya, (daha sonraları) çakmak, pipo, çanta yitirme şampiyonu olan ben o dolma kalemi yıllar boyunca korudum. Yanılmıyorsam bir Parker'di. Kahverengi. Bakalit. Daha sonra, ortaokulda çok güzel yazan bir Parker'im oldu. İlk şiirlerimi, öykülerimi bu kalemle yazdım.
    İlkokuldan beri kurşun kalemle yazmayı sevmedim.  Kurşun kalemin kendisini çok sevdiğim, hâlâ satın aldığım halde.  Ama hiçbir yazımı, hattâ mektubumu kurşun kalemle yazmış olduğumu sanmıyorum. Boy boy, sınıf sınıf kurşun kalemler, kalemtraşlar,  yalnızca kalem açmak için kullanılan ince, keskin ağızlı çakılar, silgiler… Tüm bu “rituel"e, çocuk yaştan bu yana “mânen ve maddeten” sahibim.
   Ama kurşun kalemle yazamam. Dahası sol elinde silgi, sağ elinde kurşun kalem, yazan, silen yazarlardan da hoşlanmam. Nedenini bilmiyorum. (Bunun için de bir psikiyatra gidecek değilim.) Ben, yazdığımda, tüm yanlışlarım, düzeltmelerim kağıdın üzerinde görülsün isterim. Daktiloda yazarken de yanlışları örten kapatıcılardan hoşlanmam.
    1959 yılına değin tüm yazdıklarımı dolmakalemle gerçekleştirmişimdir. O yıllar Avrupa’da tükenmez kalem yıllarıdır. Benim de Paris yıllarım. Hatırlarım, ünlü tükenmez BİC bir frank. Kuşkusuz ben de Bic kullanmışımdır. Ama severek, benimseyerek değil. Benim sadık yârim o yıllarda da bir dolmakalemdi. Ama 1959'da Zürih'te aldığım, Türk klavyeli Hermes Baby, uzun yıllar dolmakalemlerime rakip oldu. Benim açımdan bir ihanet değil, bir zorunluluktu söz konusu olan. El yazım öylesine okunaksızdı ki, mektup yazdığım dostlarım bile daktiloyla yazmamı istiyorlardı. Sonunda, bir yolculuğa çıkarken, Parker'lerimi, Watermann'larımı ceketimin iç cebine yerleştiriyor, ama elime hermes Baby'mi de alıyordum. Bu açık fıstık yeşili metal kutu içindeki daktilo, tam yirmi beş yıl boyunca, nereye gitsem (tüm Avrupa ülkeleri, Amerika, ve tabii Hakkâri) yanımda oldu. Hakkâri'de Bir Mevsim filminde. Genco Erkal'ın başına geçip, sevgilisine mektup yazdığı daktilo, bu emektar Hermes Baby'dir.
    Bu tür anılara bağlı bir nesne fetişizmi yoktur bende. Ama nicedir pes etmiş bu daktiloyu kaldırıp atmak içimden gelmiyor. Ben yaşadıkça, o da, evimin bir köşesinde duracak. O, kendisiyle dolmakalemlerimi aldattığım için, bense artık onunla yazamadığım için biraz suçlu, birbirimize bakıp durduğumuz olmuyor değil. 
  Hermes Baby'den, biraz daha gelişmiş daktilolara geçmedim değil. Hattâ bilgisayarlara. Ama hayır, bunlar benim için değildi. Aynı dilden konuşmuyorduk, ve onlar aynı dilden yazmıyorlardı. Üstelik bir ritm sorunumuz vardı. Sonunda tümüne sırtımı döndüm ve kalem dönemini yeniden başlattım. Bugün, pompalı dolmakalemlerin yerini kartuşlu dolmakalemleri aldı. Ama ben pompalı dolmakalem kullanmaya devam ediyorum. Yalnız pompalı değil, fötr uçlu (yumuşak, yarı yumuşak, sert) kalemler de. Metal gövdeli, ahşap gövdeli, bakalit gövdeli kalemlerim var. Kimilerini biçimleri için alıyorum. Kimileri yazma kolaylığı için. Kimilerini yazı güzelliği için.
    Abartmadan söyleyeyim:
  Citizen Kane için çocukluğunun tahta kızağı ne idiyse, benim için de ilk dolmakalemim o idi. O ilk dolmakalemin yerini, daha sonrakilerden hiçbiri tutmadı. Ona hâlâ sahip olsaydım, Hermes Baby'nin yanına koyar, eski günleri anmalarını, birbirleriyle dertleşmelerini dinleyebilirdim, sanıyorum.

Ferit Edgü, Kitap-lık Dergisi, Ekim 1994, S.17

27 Aralık 2023 Çarşamba

Sıla

Bir dert gibi çıkmaz içimden o yer
Yeşil vadilerinde boy boy ardıç
Sanırım o iklime doğru gider
Şu masmavi semadaki kırlangıç

Sonsuz selamımı dağlara bırak
Küçük kuş o ufka vardığın zaman
Sütleri sızan meme ve çıngırak
Lavanta çiçeği arılar kovan

Nerde beyaz bembeyaz güvercinler
Sarmaşıklar içinde o sakin dam
Uzak dallarda tarla kuşu çiler
Penceremde mavileşirdi akşam

Ah ümitlerle koşardım izinde
Geceleri ateşböceklerinin
Dönerdi kocaman dairesinde
Ağaçlar ve gökyüzü çemberimin

Bir dert gibi çıkmaz içimden o yer
Yeşil vadilerinde boy boy ardıç
Sanırım o iklime doğru gider
Şu masmavi semadaki kırlangıç

Oktay Rifat

Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler, II - Birinci Basım: 1946, İstanbul, Marmara Kitabevi

Fotoğraf: İffet Karaca


24 Aralık 2023 Pazar

Lunaparkın Abecesi

Bilirim nasıl yazılacağını.
Mektuplar, notlar, sipariş listeleri,
ninemin asla var olmamış çiftliğinde neşeli gezintilerimi
yazarım okul kompozisyonlarında,
oysa ninem Job gibi yoksulun teki.
Ama açıklanamaz şeyler de yazarım:
Mutlu olmak isterim, solgun.
Ve mutlu değilim, acı içinde.
Üzüncümden alır götürür beni, kekeleyen çanlar,
ağlaşanlar arasında insan:
"Hiçbir şey geri getiremez onu bana." diyor.
Yaşarım bazı şeylerin birbirine seslendiği yeryüzü yuvarında,
haykırdığımızda daha güçlü
çıkar sesimiz denizi çağıran suların sesinden,
öyle bir yer işte, her ırmak gözyaşı damlacıklarıyla yüklü
İnsanlar acıkır burada. Her biri nefret içinde.
İnsanlar mutludur burada, olağanüstü güzelliklerle kuşatılmış.
Düşün, güvenli bir dönme dolabı
bindiğinde başını döndüren -
ışıklar, müzik, kendinden geçmiş sevgililer.
Ne kadar güzel! Bir yanda oğlanlar,
diğer yanda kızlar - bense, çılgın gibi evlenerek
eşimle küçük yatak odamıza yatmaya giderim
tahta döşemeli kocamış bir evde.

Ölümü düşünmemekten başka yol yok,
ölümsüzlüğü istemek için, olağanüstü güzellikler arasında.
Mutluyum ve acılıyım, yarı yarıya.
"Her şeyi al götür tez elden." dedi annem,
"git bir dolaş, kendinden hoşnut ol, bir sinemaya git."
Annem davranışlarının Dedeme benzediğini fark etmeyerek:
"İnsanlara katıl - görmeyi istediğin biri varsa,
bulabilirsin onların arasında." dedi.
Bağışla sözcükleri, ama yaşamak istemiyorum artık.
Lunaparkta olmak istiyorum şarkıcının sesi
tatlı bir ezgiye dönüştüğünde öğleden sonra.
Şöyle de yazabilirim: öğleden sonra. Sözcüksüz,
olduğu gibi.

Adélia Prado

Çeviri: Tuğrul Asi Balkar



Asfur

bir kuş baktı pencereden
"lulu" diye seslendi
"beni yanında sakla, sakla beni
ne olursun lulu"
"sen neredensin" diye sordum ona
"göğün sınırından" dedi
*nereden geliyorsun" dedim
"komşunun evinden" dedi
"kimden korkuyorsun" dedim
"karga kafesinden" dedi
"tüylerin nerede" dedim
"zaman uçurdu" dedi
bir damla gözyaşı süzüldü yanağından
kanatları büküldü
"yere sağlam basıp
kendi yolumda yürüyeceğim" diyordu
onun yaralı hâli gibi
kalbimin yaraları da acı veriyordu bana
zindanın demirlerini kıramadan
kesildi sesi, kırıldı kanatları

Marcel Khalife


23 Aralık 2023 Cumartesi

"Sokaktaki kör dilenciye kesinlikle para ver.. Bu kentte olup da görememek ne dehşet bir acı!"

 
"Ölmemiştim ama diri de değildim;
Bir nebze aklın varsa kendin tasarla ne hale geldiğimi,
yaşamla ölümden yoksun kalınca."

Dante Alighieri - İlahi Komedya

"Sokaktaki kör dilenciye kesinlikle para ver.. Bu kentte olup da görememek ne dehşet bir acı!" dediklerini duymuştum. Kentler de insanlar gibidir, kılıktan kılığa bürünmeyi severler. Oysa Floransa en güzel giysisini hiç çıkarmaz. O giysiyi sadece körler değil, turistler de göremez. Hiçbir yabancı Dante'nin evinin arka sokağında olanları bilemez. Heykelini görmek ve birkaç resim çekmek yeterli gelir. O gün herkesin yanından geçtiği, yabancıların asla göremeyeceği Floransa'ya dokundum. Ciddi, ağırbaşlı, sade ve dayanıklı kahverengi örtüsünü sıyırdım.

Aslında bir yazarım. İyi bir yazar sayılmasam da yazarım. Gündüzleri 10:30'dan 19:30'a Osteria del Porcellino'nin bulaşıkçısı, geceleri de Perito Specialista'nin yazarıyım. Daha önceleri de gündüzleri köşebaşında ev yapımı sandeviçler satan bir yazardım. (...)

Cem Akgül, Dönmeyenlerin Seyahat Rehberi, Noktürn Yayınları, S.89



Annabel Lee

Seneler, seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni.

O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.

Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgârından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.

Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi,
Evet! bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutun rüzgârından
Üşüdü gitti Annabel Lee.

Sevdadan yana, kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat göklerdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.

Ay gelip ışır, hayalin erişir
Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni.

Edgar Allan Poe

Çeviri: Melih Cevdet Anday



21 Aralık 2023 Perşembe

Düşe Dünya

acı dindi, duruldu deniz 
avcumda yeşil bir direnç 
kımıldıyor, mis kokuyor fesleğen 
gök mavi bir yelken kanatları alnımda 
simitçiler, piyangocular, falcılar 
hayat! kal biraz daha!
ah o aceleci güvercin sürüsü
havalanıp iniyor meydanlara 

topuklarımdan saçlarıma kırgındım 
bir aynanın içe bakması gibi 
sözsüz, tozlu, bulanık yaşadım 
şimdi güneş önümde yürüyor kurula kurula 
sabahın ayakları pespembe, elleri iğde
saç örgüsünü çözüyor minik kız 
fırfır etekleri yaza dönüyor, dünya düşe dönüyor 

son sigarasını söndürüyor sonsuz adam
kirpiklerden düşmeyen bir ayrılık 
yürünmüş yollar, yürünecek yollar 
yollardan masal yapar ağızlar
ağrıyan taş, kederli çiçek, sızlayan su 
dilimde dağılıyor dünyanın tek gerçek sorusu

kendini hiç mi sevmedin çocuk?

Özge Sönmez, Edebiyat Nöbeti Sayı: 48, S.30

Resim: Rukiye Garip, Suluboya Çalışma

İzleyiciler