25 Eylül 2024 Çarşamba

Troya Önünde Atlar

I. Koşu

Kör bir ozan anlattı bunları,
Atların da ruhu vardı Troya önünde,
Ta Hades'ten duyulurdu kişnemeleri,
Atsız bu bu kişneme ölüleri ürpertir,
Köpeği deliye çevirirdi.
Kimi de Troya önünde nal sesleri gezinirdi,
Gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan.

O gün Akhalar başka biri için yarışsalardı
İlk ödülü Akhileus götürürdü barakasına.
Çünkü ölümsüz atları vardı,
Onları Poseidon vermişti babası Peleus'a,
Peleus da oğluna armağan etmişti.
Şimdi atlar  yas tutuyorlar Patroklos'a,
Yürekleri burkuk, toprağa değiyor yeleleri.

Diomedes Tros atlarını koştu arabasına
O atları savaşta Aineas' tan almıştı.
Bir tanrı kurtarmıştı Aineas'ı.
Sarı Menelaos kalktı sonra, Atreusoğlu,
Tanrısal yiğit koştu arabasına iki at,
Agamemnon'un kısrağı Aithe'yi, kendi atı  Podargos'u.
Antilokhos koşum taktı  Pyloslu atlarına.
Sonra Köroğlu kalktı, koştu Kır At'ı.
Her yanında çifte kanat
                              Bilmez yakını ırağı.
Kendini beğenmiş Tahta At'ı çıkardılar sonra,
Yayıldı ortalığa yanık sedre kokusu.
Huylandı öbür atlar bu büyülü kokudan.
Sonra göründü Muhammed'in damadı Ali'ye
Benzer iyi huylu Düldül, edep yeri kapalı,
Dolandı çok tanrılı atlar arasında ağır ağır,

Gözleri iyi görmüyordu.
Başını yana eğen İskender'in Bukephalus'u
Geldi sonra, Hint kızları gibi derin bakışlı
Güneyden yana bakayordu ikide bir,
Sezmiş gibi Granikos suyunun yakınlığını.
Elcid'in Babeica'sı, derken Rocinante çıktı
Ağlayarak.
                            Anlatma bana atları!
Bilirim, ana rahminden gelir, gece, karanlık
Bir ahırda lamba tutar biri, ışık titrer
Samanların üztünde, hayvanın öksürüğü ve soluğu...
Başını döndürür bakar, "Bana benziyor mu?"
"Sekili mi ayakları?"
                            Anlatma bana atları!
Sabahın yerden kesilmiş tarlaları ve çığlık
Çığlığa suları gibi gök yarığından atlayan
Kanatlı Pegassos! Gençliğim benim, oğlum!
Delirmiş bir zamandı, yas, ölünün öcü, gövdesiz kuş,
Kırılan yıldız, unutulmuş bir günün yarısı.
Tohumsuz küçük göller ölüm anıtı gibi yükselen,
Ve giysisiz boşluk, yılgın uzay, o bitmeyen
Koşu...Atlar, atlar.Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
                         Anlatma bana atları!
Yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup
Vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma,
Anlatma bana, görmedim Troya savaşını.

II. Ağu
                                     Duydun mu?
Bursalı oto tamircisi Mehmet'in duyduğunu?
Katran, balık ve çam tahtası kokulu,
Yatışmamış çayırsı kadın kokulu kentin
Önceden bildi diye yakılacağını,
Ağulu yılan sokmuş Laokoon'u.
Kıvranıp duruyorlarmış çoluk çocuk
Rüzgarlı İlion kıyısında.
Kıyılarda birikir ölümün artıkları,
Düşüncede yitirilen ve bulunan sözcük,
Sonsuzluk, aranan kırık bir yontu gibi
Kıyılarda birikir ün, yücelik ve düşman.
Çünkü deniz daha bitmemiştir, uykusuz
Ve yarı yarıyadır, çöker delikli fıçısında
Tortulanarak eski ölülerden.
             "İzmir fuarından otobüle dönerken
               Gördüm, bir bulut sarmıştı İlion'u."
Bütün kitapları gaz odalarına atmışlar,
Dresden'de, Köln'de, Münich'de.
Über allen Gipfeln ist Ruh
             "Gökte uçaklarla kuşlar çarpışıyor,
             Kanatlar, tüyler, gagalar yağıyormuş kente."
                      Duydun mu?
Hep yabancı kızlar çalışır bizim genelevlerde
Adları La, Li Lu...
                    "Pkei,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?
Şimdi herkesin ağzında bu konu.
Kurda kuşa yem mi oldu dersin ormanda?
Parçalarını olsun bulamaz mıyız?
Parçalardan bir insan çıkmaz mı ortaya?
Hem ne olur, olmaz mı, gövdesiz olsa?
Olur, olmaz, olsa?"

III. Düş

                                     "Sabaha karşı, 
Gecenin kırıntılarını bir anda toplayıveren
Güvercin gibi aç bir saatta,
Doğmamış çocuklar kurar düşlerin yayını,
Kadın düşünde gördü çocuğu ve yangını."
"Demek çocuğu dağa bıraktılar, düş ve yangın
Kaldı. Keşke düşü bıraksalardı."

"Evet korktuk düşten, gereği buydu,
Elimizde değildi düşü yorumlamamak,
Yorumun gereğini yapmamak da öyle.
Çocuk büyüyünceye dek bekler yangın,
Beklesin gelecek günün kötürüm yazıtı,
Beklesin kuş gagalarının yaraladığı ayna,
Şarap her zaman içilir ve bekletilir,
Çünkü kırmızıdır sıçrayan kanın rengi,
Gidip gelen günün ve uzayan şarkının rengi.
Bölmedik mi günü yediye geceyi beşe?
Bu uykusuz direncin suyunu mühürlemedik mi?
Biz  atmadık mı ayı bunca uzağa doğumdan?
Biz uzatmadık mı uykunun ağır bacasını?
Beklesin gizemli suda bekleyen kamış,
Ve ayın kuru eteğinden bakan göz kuşu,
Kent kurulmadan taşı kör eden kar bıçak,
Ah beklesin bekleyecek olan alın bekler,
Tut gelgitin ucundan derim tutar ve bekler,
Sürer gider su, toprak, usun arsız otu,
Atlı karınca, örtüler, tapınak ve merdiven,
Sürer ölümsüz mutluluk , iç sıkıntısı,
Bekleriz bize verilmiş olanı yaşayarak."

                                "Ah çok çekmiş yorumcu!
Taşıyabilecek miyiz dersin birlikte
Kim bilir kaç yıl sürecek kaygımızı?
Yarınımızın ne olacağını bilmiyorduk
Gene de bilmiyoruz, ama bir umut bu çocuk,
Umutsuzluğumuzun umudu.
                        Git bul ormanda onu."
IV. Dönü

Orman, çıplak yerlilerin attığı büyülü
Bir ağdır ve sanki avlanmış, şaşkın
Bir at gibi dağ, kurtarmak ister başını,
Tırmandıkça tırmanır çukur sulara
Göklerin.
                    Aşağıda,
Surlarla deniz arasında, dokuz kez yıkılmış
Surlarla, yedi kez ıssız kalmış deniz arasında,
Düşle yangının iki kanadı arasında,
Hiçliğin tek kurşunu zamanı uzatan
Ve acele söğütleri ölümün dilinden
Konuşturan dayanıklı ırmak horonu ile
Bitişin komşu duvarı Boğaz arasında
Dönüyordu atlar...Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
Bir yanda armağanlar bekliyordu : Bir kadın,
Kulplu bir üçayak, altı yaşında bir kısrak,
Ateşe değmemiş bir kazan, iki kulplu bir kap.
Bağırmalar, nal sesleri, toz duman...
Über allen Gipfeln ist Ruh
                                    "Peki,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?"

V. Fal

"Şu mavi boncuğu gördün mü? Bir deveci
Tuttu onu geçende. Tuhaf adamdı doğrusu,
Hem fal baktırır, hem dövüşürdü yılmadan
Falına karşı. Anlamam ben. Boğulmuş
Geçerken Fırat'ı. Aç bir köpektir fal,
Kovalarsın, döner gelir, bulur seni.
Şu önümdeki kurşun ne bileyim kimin falı?
Macbeth'e kral olcağını söyledim,
Ama öldüreceğini söylemedim kralı.
Zamanı uzatmak da elimde değil,
Kısaltnak da. Yat sat tat ksanikam.
Bak, gözümü kırptım, her şey geçti gitti,
Yarın dündür, dünse daha gelmed,.
Şu bakla, tuttuğun çocuk olsun, itiyorum,
İniyor dağdan aşağı...Ne kadar zaman geçti?
Bilemem. O mu, değil mi bilemem gene.
Bir lamba yak, akşam başkadır ışığı,
Gece yarısı başka, bambaşka sabaha karşı.
Ama lamba aynı lamba.
Santana ksana dbarmas. İnan, inanma."

VI. Sevi

Orman sen elimi tutunca başlardı,
Yarılırdı bir incir gibi ortasından.
Koşardıkyukarı iki büklüm, soluk soluğa.
Alabalıklarla düşe kalka, çam pürleri
Keserdi hızımız, Elimi Bırakma, Elimi 
Bırakma...
                   Sonra kayardık ta aşağılara.
Ve alçalırdı sessizlik bir ağaç gibi
Kök salardı sende ve bende, arayarak
Toprağın sıraya dizilmiş suyunu.
Ayçiçeğinden göğüslerin döner ışığa,
Yürürdüm göğsünde öğle saatleri gibi,
Yürürdüm bir anıt kemeri gibi iki yanında.
             Sonra gene başlardık koşmağa,
Yukarı, daha yukarı, çukur sularına
Göklerin. Öperdim seni, titrerdin, parçalanmış
Anları birleştiren sevi düş görmez. Ey orman,
Ey avlanmış atın falı, ey yeniden başlamanın
Aç güvercini! Falımız yok bizim.

Yaktık onu göçmen kuşların gözlerindeki
Benek, gagalarındaki tekçil dane gibi
Daha gün doğarken. Falımız yok bizim. 

Melih Cevdet Anday

Resim: Peter Paul Rubens, The Fall of Phaeton (National Gallery of Art)



Bu Aşk Burada Biter

Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider

Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
Solarken albümlerde çocuklar ve askerler
Yüzün bir kır çeçeği gibi usulca söner
Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir

Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler

Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider

Ataol Behramoğlu, Bir Gün Mutlaka, 1965


Düzenbozan'a

Güneş biterse elbet ertesi kalır
Ya perşembe kalır ya pazar kalır

İncelir bir zincirin bir halkası
Bir tutam su kalır azar azar kalır

Bir mavi yaz gömleği azar azar incelir
Bir adam mavi yaz gömleksiz gezer kalır

Birden bir ormana çıkılır sanki gökyüzü
Bir terliye, bir ağustos sızar kalır

Ve okuyan ve güldüren ve savaşan
Ey okuyan ey güldüren ey savaşan

Çözülür sağlam sanılan simyası bir duruşun
Sesini yitirmeyen bir güçlü hızar kalır

Bir akşam bir bulgu gibi sunulur bize
Oysa bir yanlışlık birini ezer kalır

Oysa kimi su kemerlerine kimi bir iç denize
On bin dirim taşıyan bir kanal

Ve eski tulumlar ve kötü şaraplar vurunca size
Bir adam otelleri ve yanlışlığı sezer kalır

Ey eşim ey sevişim ey bende yaşayan
Ey bütün kitaplar ki bizi yazar kalır

Eskitir bayramları ve törenleri
Bir adam gelir bir düzeni bozar kalır

Turgut Uyar

Fotoğraf: Nurcan Azaz



24 Eylül 2024 Salı

"Suçlu yalnızca suç üretmez..."

Bir filozof fikir üretir, bir şair şiir, bir rahip vaaz üretir, bir profesör uzmanlık kitabı vb.. Bir suçlu suç üretir. Bu sonuncu üretimle bir bütün olarak toplum arasındaki bağlantıya biraz daha yakından bakarsak, kendimizi birçok önyargıdan kurtarabiliriz. Suçlu yalnızca suç üretmez, aynı zamanda ceza hukuku üretir ve bununla birlikte ceza hukuku dersleri veren profesörü üretir; buna ek olarak aynı profesör, kaçınılmaz olarak derslerini içeren yapıtını genel piyasaya "meta" olarak sürer. Elyazması yapıt — işinin ehli bir tanık olarak bay profesör Roscher'in bize [dediği gibi]— yalnızca yaratıcısına kişisel keyif vermekle kalmaz, ulusal zenginliği de artırır.

Suçlu ayrıca bütün bir polis örgütünü ve hukuk yargılama kurumunu, polis komiserini, yargıçları, cellatları, jürileri, vb. üretir; ve birçok toplumsal iş bölümü kategorileri yaratan tüm bu farklı iş kolları, farklı insan ruhu kapasiteleri geliştirir, onları tatmin edecek yeni yollar, yeni gereksinimler yaratır. Yalnızca işkence, dahiyane mekanik icatlara neden olmuş ve işkence aletlerinin yapımında birçok saygın usta çalıştırılmıştır.

Suçlu duruma göre, bir ölçüde moral, bir ölçüde trajik bir izlenim üretir ve kamunun moral ve estetik duygularını harekete geçirerek bu yolda bir "hizmet" görür. Suçlu yalnızca ceza hukuku yapıtları, yalnızca ceza yasaları ve onlarla birlikte bu alandaki yasa yapıcıları üretmekle kalmaz, ama sanat yapıtları, yazınsal ürünler, öyküler ve yalnızca Müllner'in Schuld'u, Schiller'in Rauber'i değil, ama [Sofokles'in] Oedipus'unun ve [Shakespeare'in] Üçüncü Richard'ının gösterdiği gibi trajediler de üretir. Suçlu, burjuva yaşamın alışılmış güvenliğini ve tekdüzeliğini de bozar. Böylece o yaşamı durağanlıktan uzak tutar ve onsuz, rekabet mahmuzlarının bile köreleceği huzursuz bir gerginliğe ve hep tetikte olma çevikliğine neden olur. Böylece üretken güçleri de teşvik eder. Suç gerçi fazla nüfusun bir bölümünü emek piyasasından çekip alarak emekçiler arasındaki rekabeti azaltırsa —ve belli bir noktaya kadar, ücretlerin taban ücretin altına düşmesini önlerse de— suçla savaşım, bu nüfusun bir başka bölümünü emer. Böylece suçlu, doğal "denge sağlayıcı ağırlıklar"dan biri olarak belirir; doğru bir denge sağlar ve "yararlı" bir sürü mesleğin yolunu açmış olur.

Suçlunun üretken gücün gelişimi üzerindeki etkileri ayrıntılı olarak gösterilebilir. Hırsızlar olmasaydı, kilitler bugünkü yetkin düzeyine ulaşır mıydı? Kalpazanlar olmasaydı banknotlar şimdiki yetkinliğine varır mıydı? Ticaret sahtekârlıkları olmasaydı, mikroskop alelade ticaret dünyasına gelir miydi (Bkz: Babbage)? Pratik kimya, dürüst üretim çabalarına olduğu kadar, metalara hile karıştırılmasına da borçlu değil mi? Suç, mülke sürekli yeni saldırı yöntemleri nedeniyle, sürekli yeni savunma yöntemlerine vücut veriyor; bu yüzden yeni makineler icadedilmesinde, grevler kadar üretken oluyor. Ve özel suç alanını bir yana bırakırsanız, ulusal suç olmasaydı, dünya pazarı acaba varlık kazanır mıydı? İşin aslında acaba uluslar doğar mıydı? Ve Adem'den bu yana Günah Ağacı aynı zamanda Bilgi Ağacı değil mi?

Fable of the Bees [Arıların Öyküsü] (1705) adlı yapıtında Mandeville olası her tür mesleğin üretken oluğunu göstermiş ve bu savın ifade çizgisini ortaya koymuştu:

"Moral ve doğal açıdan, şu dünyada şer dediğimiz şey, bizi toplumsal yaratıklar yapan büyük bir ilkedir, sağlam bir temeldir, istisnasız her türlü iş alanının ve istihdam edilmenin yaşamı ve desteğidir (...) tüm sanatların ve bilimlerin gerçek kaynağını orada aramalıyız; ve (...) şer'in sona erdiği anda, toplum eğer tümden dağılmazsa* bile bozulmak zorunda kalır" [2. Baskı, Londra 1723, s. 428).

Kuşkusuz Mandeville, burjuva toplumun darkafalı savunucularının yanında sınırsızca cesur ve daha dürüsttü.

Karl Marx, Artı Değer Teorileri, Birinci Kitap, Sol Yayınları, 1998, S.363-364


9 Eylül 2024 Pazartesi

Fesleğen

şimdi orda buzlar eriyordur
yürümek istiyordur donmuş sular
sen bir odun atıyorsundur ateşe
bir odun daha
derken kış uyanıyor
bir akarsuda.

burada neler olduğunu kestirmek zor
elinde kitap olan bir adam
terkedilmiş bir bahçeye bakıyor
savaş haberleriyle uyanıyoruz
ihanete mi uğradık dağlarda
bir halk kendini mi tanımaya çalışıyor?

seni orda sanıyordum
güneşli pencerelerden mi çıkıp geldin
ellerin hâlâ fesleğen kokuyor?

Salih Bolat

Fotoğraf: Salih Bolat Annesiyle birlikte,1972


Kül Ayeti

bir ortaçağ yangınıyım
suskun bir keşiş
vakitsiz çan
haçlarına gerilmiş İsa

meselsiz

bu yangından sonrası cehennem
maskelerimizi güzelleyen aynalar da bilsin
ve makyajlarımızı zinde tutan sebepler
biz öldük

kutlu bir cinayetten geliyor melekler
kanatlarını tokuşturarak siyah bir ayinden

de ki:
ateş dilime dökülsün
su kutsallara
ki yanmasın cehennemlerimiz
artık değiliz Musa'ya asa
taşa Eyüp
ve İbrahim'e su

-serin ve selamet-

bu emir
kül ayetidir rahimde büyüttüğüm
çocuklar öldürüp isimlerini büyüttüğümüzden beri
kanlı bedenler
ve tanrısız eller eğitiyorum içimde
sürecekse kan
büyüyecekse cehennemlerimiz
doğmayacağım rahmimden

Narin Yükler,  Evrensel Kültür Dergisi, Sayı:293



8 Eylül 2024 Pazar

Aşk Kalacak

Kanla yıkanmış bir gündü 
kızgın bir demirle kâğıda kazınmış fotoğrafınız.

Bazılarınız renkli
dudakları mosmor soldaki kızın
kardı, çabuk eridi.

Anneniz ortanıza oturmuş 
yorgun olduğu belli 
bıkmış siyah beyaz bir ömrü yaşamaktan.
Boşluğa dönüşüyor biraz bakınca.

Babanız karanlıkta, gözleri derin
hâlâ terleyip duruyor sıkıntıdan
işe yaramamış yarıda bıraktığı dövüş.

İki kardeşin yeri boş
çoktan çıkıp gitmişler bu fotoğraftan
gecenin tam ortasında öldürülmüş biri
öbürü bir nehir yatağında.

İlk sevgilim Cezayirliydi, öbürü Vietnamlı
Filistin'de ölmüştü en hüzünlü olanı
ben de gidecektim
bir türlü gelmedi o akşamüstü 
avucumda sıkarım o tren biletini.

Ben de gideceğim, silinecek fotoğraf
aşk kalacak
yeniden başlatacak o 'bitmeyen kavga'yı.*
                     
Veysel Çolak, Turgutlu, Çepnidere 2021

*John Steinbeck, Bitmeyen Kavga




Boşluğun Kendisi

içimden geçen bütün boşluklara baktım
sarı gözlüğümle baktım
siyah gözlüğümle baktım
parmaklarımı gözüme dürbün yaparak baktım
baktığım boşlukta sallanan kırgınlıklar

ben dolmayan boşluklarıma hiç kırılmadan
yollar yaptım
karavanlar yaptım

/sen zaten gezmeyi seversin
içimde gez bari dedim/

bir boşluk var içimde
otların üstünde rüzgâr eserken
rüzgârın otları yere yatırarak yarattığı bir düzlük bu
yüzüm bu düzlükte kendiliğinden tebessüm
bazen düşmeyen ateş
ateş en çok yanmayı bilenlerin dibinde
benim dibim
boşluksuz yanıyor

boşluğumun canı
canımdan ediyor beni

muhakkak içimde bir nedenden bu boşluk
muhakkak içimde duran bir nedenden
muhakkak içimde bu neden

Mehmet Sait İmret


İkinin Şiiri

bugün iki kez yağdı yağmur
iki kez eskidim sanki

iki ömrü kolkola yaşadım
biri nergis bahçesi, diğeri mahşer yeri

hep iki şömine yandı yüreğimde
birinde ateşti diğerinde kül

ve iki kez aşık oldum
bundandır iki kez ölmüşlüğüm

sonra bir serüvende ikiye böldüm ömrümü
şimdi sömestrdeyim

ilk iki kitabımdan sonra sıtmaya tutuldu coşkum
daha depremlerdeyim

ve iki kere iki
kitabımda benim

ya çok eder 
ya sıfır...

Yılmaz Odabaşı


Üç Şiir / Resul Hamzatoviç Hamzatov

Ne Deliyim

Ne deliyim ne körüm
Ne sağırım ne sayrı
Mutluyum kısacası
Ve hiçbir şey istediğim yok
Senden felek
Ama yine de
Ucuz olsun ekmek
Ve pahalı olsun insan hayatı

Çeviri: Mazlum Beyhan
............................................................................................

Sana İlişkin

Sana ilişkin her düşüncem
Bir dize olabilseydi koca bir şiirden
Hiçbir aşk kitabı
Daha büyük olmazdı benim bu kitabımdan
Ama şimdilik pek ince bu kitap
Çünkü üzerinde pek çalışamıyorum
Seninle geçirebileceğim saatleri
Şiire harcamaya kıyamıyorum.

Çeviri: Mazlum Beyhan
...................................................................................

Dağlar

Bu ışıklı gökkubbenin altında
Birkaç dakikaları bile kalmış olanlar
Yüzlerce yıl yaşayacakmış gibi
Koşuşturup duruyorlar
Ve uzakta, binlerce yıllık suskunlukta
Dağlar, bu telaşçı kalabalığa bakarak
Donup kalmışlar haşin ve kederli
Sanki birkaç dakikaları kalmış gibi yaşayacak

Çeviri: Ataol Behramoğlu

Şiirler: Resul Hamzatoviç Hamzatov (08 Eylül 1923 - 03 Kasım 2003)


7 Eylül 2024 Cumartesi

Peynir Kuşu / 189. Ada

 - Bir kadının yüreğini asla yerle bir etmeyeceksin.

- Yüreklere basmayınız. [Veysel Çolak / Buna Aşk Demeli]

- İçimde yine kedi yavruları boğuyorlar, engel olamıyorum. Her yerimden bağlanmışım bu hayata, çekip çözemiyorum, bir türlü göremediğim o lanet ipleri. İçime işleyip kesiyor. Hem de derin ve ipince. Oyuyor yüz binlerce yılı ve yolu kaburgalarımın arasına. Sıkı tutunamıyorum aşka, ters yüz oluyor her seferinde. [Ezgi Dilan Durmuşoğlu]

- Hepimizin bağcıkları var, hatta boğazımıza sarılan halatlar... Sana sarılan, aşkın hüzün delisi yüreği... Yüz bin kere yaşasan her sefer bulup seveceğim yüzünü ve yüreğini.

- Med-cezir halinde olmaktan nefret ediyordu. En güzel anların katili oluyordu her defasında. Aşk ve ölümün cevapları tabii ki ürkek olacaktı. Kısa zamanda adamla dolup taşmış buna rağmen kendini aşamamıştı.

- Kendini ipsiz çıkrık gibi hissetmeye sanki özel çaba gösteriyordu.

Can Adalı, Peynir Kuşu, S.230, Ada Kültür Sanat Kitaplığı

Fotoğraf: Ara Güler


Müsvedde

sensiz bir akşamın müsveddesiyim
düştüm bir feryadın ortasından
dün kurşun yarası
eşeledim sokağın tenhasından

nemli bir semanın iskeletiyim
geniş bir ağız sular siyahı
önce içimde başlar
saçımla boğduğum kadınların ahı

cümle kapılardan kovuldum nedensiz
tövbeler yıkar ağzı
yumdum gözlerimi kendi yüzüme
söyledim ninnilere eklenmiş arzı

gri bir masalın toplayıcısıyım
araladım mahrem kapısını
gölgelerin yas durağıdır o
sardım ruhumun kabuk bağını

kökünde patlayan bir tomurcuk zaman
suçlusuyum tüm zamanların
müstehcen yerlerini kapattım ağzımın
bunak bir tecrübedir, sebebî ah'larımın

Narin Yükler

İzleyiciler