27 Nisan 2025 Pazar

Elinden Tutun Günü

Günü elinden tutuyorum
Öyle ürkek
Ben tutmasam karanlığa düşecek
Karanlığa düşecek sevgiler
Kapılarınızı yalnızca nefret çalacak,

Ağır ağır yükseliyor bir davulun sağır sesi
Birer birer düşüyor ağaçlar, orman seyreliyor
Tutun elimden, elimden tutun yoksa
Bu canavar sessizlik, bu yılgınlık, bu ölüm,

Sabırsız ayak sesleri ne toplaşıyor, ne dağılıyor
Kararsız külrengi bulutlar, ne zaman yağacak yağmur
Hani nerede yıldırımlar, gökgürültüleri nerede
Yalnızca bu sağır davul
Tenimde ağır ağır
İşleyen bu hançer,

Günü elinden tutuyorum
Elim alev almış gibi yanıyor
Yanıyor karanlık, kızıl, koyu, et kokusu, kül ve kan
Kentin bacalarından savruluyor durmadan
Durmadan, altından geçiyor köprülerin
Durmadan sarıyor kuleleri
Durmadan sızıyor caddelerden
Büyüyor, büyüyor, büyüyor
Bu canavar sessizlik, bu çılgınlık, bu ölüm,

Beynimin çıkmaz sokaklarında
Giderek artıyor çekiç sesleri.
Yankılanıyor kentin alanlarında
Tahtayı tutkuyla kucaklayan çivi,
Yaşam, yükselen darağacının kollarında
Uyuyan bir bebek gibi
Tabutunda sallanıyor.

Tuğrul Tanyol, Elinden Tutun Günü, Üç Çiçek Yayınevi


"İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır."

    "İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır.
    Hektor savaşa çıkmazdan önce karısı Andromakhe’ye ve bir kadın tarafından taşınan küçük oğlu Astyanaks’a gider. Andromakhe, kocasının ellerini ellerine alarak; 'Ey efendim, sen ki kocam olmaktan başka bana bir baba, bir ana ve kardeş oldun, burada kal, gidip de beni dul, evlâdını da öksüz bırakma' diye yalvarır. Hektor üzülür, öneriyi tatlılıkla reddeder ve kendisine savaş safının önünde bulunmak düştüğünü, öldüğü zaman onun kederinin ne denli acı olacağına üzüldüğünü söyler. (Çünkü Hektor öldükten sonra Andromakhe’nin oğlu Astyanaks, Akha’lar tarafından öldürülecek ve kadının kendisi başka erkeklerin tutsağı ve savaş kazancı olarak köleliğe sürüklenecektir). Hektor karısından ayrılmak üzere dönerken oğlu  Astyanaks’a kollarını uzatır. Babasının şiddetle parlayan korkunç miğferinden ürken çocuk ağlayarak çekinir. Hektor güler, miğferi başından çıkararak yere kor, ondan sonra çocuğu kolları arasına alır, okşar, sonra başını mavi göklere kaldırarak, 'Ey Zeus baba, gelecekteki yıllarda, bu oğlum savaştan dönünce, onu gören insanların, bu delikanlı babasından çok daha öte, demelerini senden yalvarıyorum!' diye dua eder ve çocuğu gülümseyen, fakat ağlayan annesinin kucağına verir. Andromakhe’ye de teselli yollu, 'Ağlama, hiç kimse, yazgısı olmayınca öldürülmez' der. Ve miğferini alarak  ayrılır. Andromakhe ağlayarak ona dönüp dönüp bakar."

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) 

Anadolu Efsaneleri, Bilgi Yayınevi, S. 60-61


25 Nisan 2025 Cuma

Ölünce

Bahara gömün beni
açan ilk çiçeğin soluğuna
suda yansıyan ilk ışığa
savurun gölgemi,

Bir ezgiye gömün beni
çalınsın dursun kederim
rüzgâra salın beni
bitmesin yolculuğum,

Bir damlaya gömün beni
dönedursun altımda evren 
bir dizeye gömün beni
eller farketmeden.
 
Tuğrul Tanyol, 

Şiirler-1, 1971-1984, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018


24 Nisan 2025 Perşembe

Yarasaların Avlusunda

İnsanın
Ağzında güneşlerle uyandığı
Sabahlar bitti.
Ah ey büyümek denen uzun kış
Ölümün erken cümlesi
Şimdi hepimiz ışığı sönmüş evlerde
Geceden ve kederden yapılmış gözlerle
Pencerelerde kaybolmuş
Çocuğu arıyoruz.

Bir yalnızlık ki gölgesiz anısız
Bütün seslerin dışında
Bütün zamanlarla yaralı
Taşa dönmüş bir iç çekiş
Annesiz babasız lambasız
Bir gözyaşı akşamı
Yarasaların avlusunda
İçimize bağırıyoruz:
Ölüm ile ayrılığı tartmışlar...*

Kapılarımız
Gidenlerin yeni şarkılarla döndüğü
Zamanlara açılmıyor artık

* Karacaoğlan

Şükrü Erbaş

(Yarasaların Avlusunda - Kırmızı Kedi Yayınları, 2.basım, Şubat 2025)



Kambur

    "Ben pek sıradan bir kambur sayılmam. İspanyolların jorobado dedikleri türdenim. Önden bakınca cüce, arkadan bakılırsa koca bir tümsek. Nereden bakılacak, peki? Yandan mı? Olabilir? Bakışlarımın çok derin ve keskin olduğu kanısındayım. Ama bunu söyleyen hiç olmadı. Burnum içinse, 'burun' demek pek hafif kalır. BURRUNN demek (şeddeli) gerekir. Baktıkça pes diyorum. Tanrı beni bu şekilde yaratıp dünyaya gönderiverdi; ama, beni tekrar göreceğini düşünseydi, burnumun dörtte üçünü geri alırdı. Bu nedenle de, karşısında daha fazla kalabilmek için en korkunç suçları işliyorum. Saçlarımın önleri döküldü - daha doğrusu ben öyle sanıyordum; arkamdaki bir aynadan tepemin de açılmış olduğunu görene dek. Dişlerim gri-mavi ve öndeki iki tane birbirinin üzerine binmiş; bu nedenle ben onları tek diş sayıyorum. Neyse ki dudaklarım kalın değil. Özellikle üst dudağı kalın olan kimsenin melek gibi olmaktan başka çaresi yoktur; yanmıştır. En çok yakan şey ise, 'Yandım' derken dudaklarının aldığı şekildir. En çok sağ elimin küçük parmağını severim. Küçükken bir kazayla kopmuştu. Kimbilir nerelerdedir, neler beceriyordur. Bunlardan gocunduğumu sanmayın. Yaşama pek katılmadığım için, bu tür primler hiç ilgilendirmez beni. Çirkin insanlardan iğrendiğim kadar güzellerden de iğrenirim. Hatta diyebilirim ki, estetik kaygısındaki her şey iğrendirir beni."

Şule Gürbüz, Kambur, İletişim Yayınları, S.16-17


21 Nisan 2025 Pazartesi

Yoldaki Yalnız Kadın

Bir sakıncadır, bir tehlikedir bu 
hâlâ erkeklerin olan bu dünyada 
yürümek yalnız başına. 
Her dönemeçte bekler seni 
pususu saçma rastlantıların. 
Sokaklar yaralar seni 
meraklı bakışlarla. 
Yoldaki yalnız kadın. 
Tek savunman senin 
savunmasız olman. 

Düşünmedin erkeği 
dayanılacak bir destek gibi, 
yaslanılacak bir ağaç gövdesi, 
sığınılacak bir duvar gibi 
düşünmedin erkeği. 
Düşünmedin erkeği 
bir köprü, bir tramplen gibi. 
Yapayalnız çıktın yola 
eşit koşullarda tanımak istedin 
ve istemedin hiçbir şey erkeği sevmekten başka. 

Uzaklara gidebilecek misin, 
yoksa düşecek misin çamurlara? 
Bilmiyorsun, direngensin ama. 
Devirseler de seni yarı yolda 
gene de bir yerlere varmış olacaksın 
mutlaka. 
Yoldaki yalnız kadın 
Her şeye rağmen yürüyorsun 
Her şeye rağmen durmuyorsun. 

Hiçbir erkek 
yalnız olamaz 
bir kadın kadar. 
Karanlıklar diker önüne 
bir kapalı kapı. 
Geceleyin hiçbir kadın 
tek başına gidemez yolda. 
Ama güneş, bir gardiyan gibi tıpkı, 
açar uzayı sana 
tan vakti. 

Ama karanlıkta da yürüyorsun sen 
çevrene korkuyla bakmadan. 
Ve her adımın 
bir güvenlik belgesidir 
seni uzun süre korkutan 
erkek için. 
Adımlar çınlıyor taşlarda. 
Yoldaki yalnız kadın.
En sessiz, en yürekli adımlar
aşağılanmış toprakta, 
kendisi de yolda 
yapayalnız bir kadın olan toprakta.

Blaga Dimitrova    Çeviren: Özdemir İnce

Resim: Geza Farago, 1913


20 Nisan 2025 Pazar

Nehrin Altındaki Nehirler

                                p. estes'e kurtlarla koşan kadınlara

kopar eteğindeki ipleri
uzun uzun bak pencerenden
sana maviden perdeler diktim
nehrin altındaki nehirlerden
dön ormandır evin
acısı süreni unutmaktır asıl acı olan
hiçbir şey gösteremez ışığı karanlık kadar
dön ormandır evin
doğum kanalından yeryüzüne bırakılan
bu sızılar ve kahkahalar
ellerimizden çıkmadır
"insan ve tanrının soluğunun birleşmesidir." bir İnuit'in dediği
soluğumu üfledim O'nun soluğuna
kutsadım sözleri dön ormandır evin
döngün uysaldır senin
şarkılarla tutuşan gerçeğin
planlı bir yalnızlığı unutmak
kendine döndüğün yerde
sana maviden perdeler diktim
uzun uzun bak pencerenden
dön ormandır evin

Aygül Kılıç Yıldız, Çağ Yanlışıyım, Düşünce Yayınları

Resim: Nejad Melih Devrim, Soyut Kompozisyon, Tuval Üzerine Yağlıboya


19 Nisan 2025 Cumartesi

Kadıncıkların Umudu

kuşlara yağmur ısmarlarım
uçarlar / gagalarında soğumuş bir tutam suyla
başım kuş sesinde uyusun derim
başım telli kavak hışırtısında...

kucağımda büyür arsız bir oyun
bilirim / ayakkabı yiyen bir ayağım
sargısına sığınan yara
keder durağının ad levhası
kapanmış bir anlağım kurumuş dalgalara

kuşlara gaga ısmarlarım
parçalanmış kadınlara kol bacak
yara vitrinine dudaksız ağız / ağızsız dil'im
üfledikçe tutuşacak.

Arzu, Nihal, Sevda, Özge uçsun, saklansın gökte
Yıldız, Nermin, bulut su damlası uçurtma balon olsun
koku olsun sümbülün sarısında
Sevda, Nihal, Arzu... daha adları olanlar
kuşların kanadından düşsünler
bedenlerinin kalanına...

neden yerden göğe yağmaz yağmur
yer çekimi gök çekiminden ulu mudur
on birinci parmak lânetlidir neden
neden dışlanır kenetlenen parmak birliğinden?
akrep dil, kötürüm yürek, zehir göz, kusur değil de
neden fazla tek parmak
lânetli bir hediye

ah dal olmasa nerde dinlenir kuş!

Bilsen Başaran

Sığmayan, Artemis Dergisi Hermos Şiir Dizisi, 1. basım, Ağustos 2024


Biri Var

Biri var, durmadan beni arar,
Biri var, mevsimlerdir beklerim.

Biri var ki açmamış bir bahar,
Göklerimde yıldız, içimde sır.

Biri var ki bahtı bende yaşar,
Benim çiçeklerim açar onda.

Bende musiki, bende dünyalar,
Biri uzakların uzağında.

Havuza düşen memleketleri,
Biri var ki içimde sayıklar.

Sabahattin Kudret Aksal


17 Nisan 2025 Perşembe

Yarı Yolda Kalan

Topal tilkiyle yavrusuna

Olamayan sabahların ilk saatlerine
belki ilk anlarına
"Meyve kördür gören ağaçtır" diyene
80 olmuşum umurumda değil
Gülten Hanım'ı çok özleyişime

Güneş daha çabuk çıksın diye
kumruların bir gagadan dem çekmesine

Tangonun yüzüne bakmayan milongaya

İçtiğim suya şaşırdığım saçmalıklara
durduğum yere öptüğüm mermere

Şiir bile yazamıyorum

Süreyya Berfe (1943-2024), Kitap-lık, 228, Temmuz-Ağustos 2023

Resim: Vincent Van Gogh


15 Nisan 2025 Salı

Akşamın Ağası

Hava yağmurluydu. Islak kaldırımlarda nergisler açıyordu. Kucağımda da bir demet nergis vardı. Dolmuş bekliyordum. Birden nasıl oldu bilmiyorum, bir köşenin arkasından onu gördür.. Garip biçimde benimle ilgiliydi. Evvelâ akşam saatlerinin sayılarını arttırdığı başıboşlardan biri zannettim. Başımı, benden sana fayda yok mânâsıyla yüklü çevirirken, sırtındaki cübbeyi, başındaki kavuğu ve elindeki kamış kalemi fark ettim. Koltuğunun altında Letâifi Riuâyatı Enderun vardı. Bakışları simsiyah ve kapkaranlık, hiçbir şey söylemeksizin öylece duruyordu. Öylece duruyor fakat aynı zamanda bana, gel, diyordu. Yanına gittim, gülümsedi. Bu gülümseyişte tatlı ve ince, hassas bir şey vardı. Elini uzattı, almakla almamak arasında tereddüt ettim. Eşim görse ne derdi? Beni bir ölüden de kıskanacak değildi ya? Elimi eline uzattım. Hayret, sımsıcaktı. Gözlerine baktım. Hem kırgın ve biraz kızgın, hem de  sevecendi.
Biliyor musun, dedi, ben senin bir dönem öğrencilerine okuttuğun Hamid'in amcasıyım. Ne  haylazdı o. Buraya seninle konuşmaya geldim. Ama burada olmaz, baksana ne kadar aykırı kalıyorum. Baktım, gerçekten gelen geçen bize bakıyordu. Seni bize götüreyim, dedi. Olmaz, dedim, evde çocuklar bekliyor. Hem yarın birinci sınıflara sınavım var, Hamid’den soru hazırlayacağım. Öyleyse bir yer bulalım, dedi. Bomboş bir deniz kıyısına indik. Metruk gazinonun tahta masalarından birisine oturduk. Demek görgü, bilgi ve kültür, koptukları yerde donmuyordu. Sandalyede rahat görünüyordu. Üstelik, demek sınavda bizimkinden soracaksın, derken dikkat ettim, kullandığı kelimelerin tamamı Türkçe idi.
Asıl meseleyi merak ediyordum ki, anlamış gibi baktı ve biraz kızgın, demek şendin, dedi. Ne bendim, dedim. O hikâyeyi yazan, dedi. Kızardığımı hissettim. Pek, dedi, umduğum gibi değilsin, ne bileyim, ben daha boylu poslu birini bekliyordum. Sen gönlüme bak, dedim. Demek, dedi, benden onbir yılımın romanını istiyorsun. Neden bu çelişkiye düştün?
Anladım, beni sorgulamaya gelmişti. Tersine bir söyleşi bu defa. Nedeni var mı, dedim, senin romanın bütün bir Osmanlı’nın romanı olmayacak mı? Osmanlı’ nın tarihî gerçekleri beni birinci dereceden ilgilendirmiyor, bana vesikalar değil, özel hayatlar lâzım. Yavuz’un gözlük taktığını,  hünkârların saç, sakal ve  tırnaklarının gül suyuyla gümüş leğenlerde yıkandıktan sonra Sür re alayıyla, gömülmek üzere Hicaz’a gönderildiğini öğreninceye kadar neler çektim ben biliyor musun? Kaldı ki bu bile teşrifat, özel hayat sayılır mı? Hani neredeyse, Hürrem’in Mahidevran’la saç saça baş başa geldiğine, Gülnuş Sultan’ın cariye Gülbeyazî denize ittiğine şükredesim geliyor.
Hep o karanlık fakat yalnız ve sevecen gözlerinin arkasından bana bakıyordu. İki martı çığlıklar atarak başımızın üstünden geçti. Bak, dedim, bak şu martılara. Sadece onlar bile bana koskoca bir hikâye verebilirler. Sen ne düşündün onlar başının üzerinden geçerken?
Sen, dedi, yakın atalarından birisine benziyorsun. O da Osmanlı’yı anlatacak resimler ve ressamlar istemişti. Haksız değildi, dedim. Minyatürlerde ne kadar donuk, ne kadar susmaktı, ne kadar hep birbirinin aynısınız. Öyleydik de, dedi ders verir bir eda ile. Bizim içimizde sizin gibi fırtınalar yoktu. Müslüman sanatçı Allah’ın yarattığının bir benzerini yaratmaktan ve onu açıklamaktan şiddetle kaçınırdı.
Bunu sen de derslerinde defalarca söylemedin mi? Sustum, devam etti. Peki onca özlemini çektiğin medeniyet neydi, düşün, bu suskunluk değil mi? O  medeniyet bizi, biz o medeniyeti sürekli doğurmadık mı? Eğer ben senin  arzuladığın gibi bir Hugo olsaydım, Levnî minyatür değil de derinlikli manzaralar yapsaydı, biz, biz olur muyduk? Bütün o Itrileri, Selimi Salisleri, Dedeleri, Galibleri, Fuzulileri besleyen ve yaratan ne?
Kızardığımı, kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Bir anda her şeyi anlamıştım. Turuncu sis lâmbaları yandı, bir anda kar yağmaya başladı. 
Gözüm masanın kenarına bıraktığı Letâifi Enderun’a ilişti. 
Birden, ama Ağa, dedim. Sen sarayın resmî vak’anüvisi değildin, değil mi? Yani yazma  mecburiyetin yoktu. Evet, diye cevapladı. Ve ilk defa açığı yakalanmış bir çocuk gibi muzipçe gülümsedi. Öyleyse neden, diye ağlamaklı bir sesle ısrar ettim. Öyleyse neden tam onbir yıl, hem de anılarını, yazma gereği hissettin? Ve neden onları o kadar sakladıktan sonra Sultan Abdülmecid döneminde bastırdın? O zaman, dedi, her şey değişmişti. Suskun ve kendi üzerine kapanık medeniyet yok olmaya başlamıştı.
Yani, dedim, oyunun tadı kalmamıştı, değil mi? Rivayete göre, Dede’nin, pencerelerinden çok sesli Frenk müziği notaları fışkıran saraydan ayrılarak bir daha dönmeyeceği Hicaz'a giderken, 'artık bu oyunun da tadı kalmadı' dediğini hatırladım. Yani, diye ilâve ettim, 'eski minyatürlerdeki cennet  düşüncesi yok olmuştu’. 'Her harfi bekleyen melekler de uçup gitmişlerdi', değil mi? 'Hele zülfeli
eliflerin yanı başındakiler' en önce. Evet, dedi. Evet evet, diye içini çekerek tekrarladı. Yine başa döndüm. Ama dedim, sen oyunun tadı kaybolmadan da onbir yıl yazdın. Yoksa açığa tam çıkmamış bir yazma hevesi mi? Kendini ifade arzusu mu? Yoksa sen de oyunun tadını kaçıranlardan miydin? Deminki gülüş netleşti, unutma, dedi, ben Hamid’in amcasıyım. Daha doğrusu Hamid benim yeğenim.
Artık gitsem, dedi. Elini tekrar uzattı. Ne kadar da ufak tefeksin. Üçüncü defa kızardım. Bize gelmedin, dedi. Çok isterdim, dedim, belki bir dahaki sefere. Hayır, dedi, sanmıyorum. Sınavın olmasa da gelmeyecektin. Evet, diye düşündüm, asıl mesele 'yokluklarının bizde bıraktığı boşluk duygusu' değil mi? Demek Tanpmar haklı. Yeni yapılmış ve çimento kokan bir Süleymaniye, tahammülü zor olurdu herhalde. Sen, dedi ancak buradan beslenebilir ve yazabilirsin. Ama, dedim, çok acı çekiyorum. İçimdeki fırtınaların sen de farkındasın. Çağrışımlarımın şiddeti seni buraya kadar getirmedi mi? Ben, dedi, biraz farklıyım. Seni bir ayrıcalık olarak kabul edebilirim. Nihayetinde bak işte, merak ettim de. Ama bütün o adı yok 'fakirler, hakir'ler... Onları o kadar çok kurcalama. Onlar rahatsız olurlar. Dahası, bir anda tamamen yok olabilirler. Peki, dedim, ben ne yapacağım şimdi? Sizden bize ne kalıyor? Bütün kapıları kapatalım mı? Yanlış anladın galiba, dedi. Bizsiz hiç olamayacaksınız. Bizler elbette hissettik. Bir hayatımız elbet vardı. Sen Çeşminur’u hiç bilmedin. Gözleri daldı. Beni söyletme, dedi. Bizi bulmak size düşüyor, bize değil. Çünkü aramızda hayatın kendisi değilse de onun algılanışı kadar büyük bir fark var neticede.
Ne korkunç! Siz. sizi bize hiç veremeyeceksiniz. Sizi bulmak bize düşüyor. Çünkü sizsiz hiç olamayacağız. Ve siz hep susacaksınız. Hem Çeşminur da kim oluyor, dedim. Kar hızlandı. Rüzgâr esti. Uzaktan bir vapur düdüğünü çaldı. Martılar çığlıklar atarak başımızın üstünden geçtiler. Ağa martıları gözleriyle takip etti. Sus. dedi, sorma, sus. Bu defa elini veda eder gibi kaldırdı. Nemli gözleriyle gülümseyerek gözlerime baktı. Hem dedi, o kadar ümitsizliğe kapılma.  Bıraktıklarımız bizi bulmanıza yetebilir. Öyle suskun, karanlığın içinde, koltuğunun altında Letâifi Enderun, cübbesinin yenleri rüzgârdan havalanarak, uzaklaştı, yok oldu, gitti.

Nazan Bekiroğlu, Nun Masalları, Timaş Yayınları, S.55-57





13 Nisan 2025 Pazar

"İşte Senin Hayatın"

Belki şöyle düşünmek gerekirdi: "Bu adamlar bir adım ötelerini bile göremiyorlar, sadece kendileri var, sadece küçük çıkarları. Ne bir toplumun parçası olduğunu algılayabiliyor ne de bir düşünme ulamı var kafalarında; ruh da vicdan da oluşmamış onların içinde. Din de onlara bir ruh vermiyor. Çünkü edinilemez bir din, içsellikten uzak. Doğrusu budalanın budalası bunlar. Bir sualtı canavarı bile değiller."

Demir Özlü, İşte Senin Hayatın, Yapı Kredi Yayınları




İzleyiciler