21 Mayıs 2019 Salı

Sibernetik

üç kere üç dokuz eder
bilirsin
birin karesi birdir
kare kökü de
bilirsin
“mutlu aşk yoktur”
bilirsin

ama baharda ya da dışarda
sonsuz göğün altında
aşkın aşkla çarpımı
nedendir bilinmez
garip bir biçimde
hep sonsuzdur

kare kökü de yoktur
Turgut Uyar

11 Nisan 2019 Perşembe

Kızıl Aynak Kuşu

       
    Ara mevsimdi; kızıl aynak kuşu kan ağacında ışıldadığında yaz henüz bitmemişti. Çiçek bahçesi çürümüş manolya çiçeklerinin taç yapraklarıyla kirlenmişti. Demirotları alev çiçeklerinin ortasında yayılarak büyüyorlardı. Gaz lambasının yanındaki saat hâlâ beşi gösteriyordu; fakat karaağaçtaki sarıasma kuşu yuvası boştu ve tıpkı boş bir beşik gibi ileri geri sallanıyordu. Son mezarlık çiçekleri açıyor ve kokuları karşıdaki pamuk tarlasına ve yitirdiğimiz yakınımızın adını yumuşak bir sesle söyleyerek evimizin her odasına yayılıyordu.

     Madem ki o yaz çoktan geçip gitti ve zaman kendi yoluna devam ediyor, bütün bunları hâlâ net olarak hatırlamam tuhaf. Mutfağın hemen dışında, kan ağacının olduğu yerde bir değirmen taşı duruyor. Şimdilerde eğer karaağaçta bir sarıasma kuşu ötüyorsa, şarkısı yapraklarda gümüş bir sis içinde kaybolup gidiyordur. Çiçek bahçesi düzenli, evde ışıl ışıl bir beyazlık, bahçenin karşısında solgun çit dik ve derli topludur. Bazen, tam da şimdi olduğu gibi, soğukta, yeşil süslemeli salonda oturduğumda, değirmen taşı dönmeye başlıyor ve bütün değişimleriyle zaman zeminde uzanarak yayılıyor. Ve ben Doodle' ı hatırlıyorum.

     Doodle bir oğlan çocuğunun bugüne kadar sahip olabileceği en çılgın kardeşti. Elbette Başkan Wilson' a âşık olan ve ona her gün mektup yazan yaşlı Bayan Leedie gibi bir çılgın değildi; fakat rüyalarınızda tanıştığınız birisi gibi tatlı bir çılgındı. O doğduğunda altı yaşındaydım ve dışarıdan bakıldığında tam bir hayal kırıklığıydı. Kocaman kafası, buruşuk ve kırmızı, ince vücuduyla yaşlı bir adama benziyordu. Doğumuna yardım eden Nicey Hala dışında, herkes onun öleceğini düşünüyordu. Bebeğin yaşayacağını söyledi. Çünkü bebek cenin zarı ile doğmuştu ve onun inancına göre cenin zarı İsa' nın giydiği gecelikten yapılırdı. Babam onun için marangoz Bay Heath' a küçük bir maun tabut yaptırdı. Ama o ölmedi. Üç aylık olduğu zaman annem ve babam ona bir isim koymaya karar verdiler. Ona William Armstrong adını koydular, ki ona verilen bu ad küçük bir uçurtmaya büyük bir kuyruk bağlamak gibiydi. Böyle bir ad, ancak mezar taşında okunduğunda kulağa hoş gelebilirdi.

     Kendimi pek çok konuda becerikli sanırdım: nefesimi tutmak, koşmak, zıplamak ya da Yaşlı Kadın Bataklığı' ndaki sarmaşıklara tırmanmak gibi. Ya da birisiyle Horsehead Landing' e kadar yarışmak, birisi ile dövüşmek, işte o birisiyle denizi görebildiğiniz, tarlaların ve bataklığın karşısındaki ahırın arkasında duran çam ağacının çatalına tünemek... Bütün bunları bir başkası ile yapmaktan daha çok isterdim. Kardeşimi isterdim. Fakat annem ağlayarak, eğer William Armstrong yaşasaydı bile onun böyle şeyleri benimle asla yapamayacağını söyledi. William yapamayabilirdi, annem ağlıyordu, "orada olsa bile..." O yaşadığı sürece, ince dokuma perdelerini öğleden sonra esen deniz melteminin ince hasır yaprakları gibi hışırdatarak dalgalandırdığı yatak odasının önündeki yatağın ortasında, lastikli bir çarşafın üzerinde uzanabilirdi.

     Yatalak bir kardeş sahibi olmak yeterince kötüydü; fakat varlığı bile adam akıllı belli olmayan birisine katlanmak imkânsızdı. Bu yüzden onu bir yastıkla öldürme planları yapmaya başladım. Fakat bir öğleden sonra onu izlerken kafam, yatağın demirine çarptı. Onun bana bakıp sırıttığını gördüm. Odadan fırladım ve salonu çınlatarak bağırdım: "Anne, güldü; güldü !"

     İki yaşındayken karnının üzerine doğru kalkabiliyordu. Güçlükle, kasılarak kendi kendini hareket ettirmeyi denemeye başladı. Doktor zayıf kalbi yüzünden bu kasılmaların onu öldürebileceğini söyledi, fakat öldürmedi. Titreyerek, önce kırmızıya sonra da açık mora dönen rengiyle kendini yukarı çekiyordu ve sonunda eskimiş bir oyuncak bebek gibi gerisin geri yatağın üzerine devriliyordu. Annemi hâlâ, elini ağzına sıkıca bastırmış, gözleri kocaman açık ve kıpırdamadan onu izlerken görebiliyorum. Fakat emeklemeyi öğrendiğinde (bu onun üçüncü kışındaydı) onu yatak odasının dışına çıkarıp şöminenin önündeki halının üzerine koyduk. Böylece ilk defa içimizden biri olmaya başladı.
     
     Yatakta kaldığı bütün süre boyunca ona, oldukça resmi ve atalarımızdan birini çağrıştırıyormuş gibi olmasına rağmen, William Armstrong olarak seslendik. Fakat geyik postundan halının etrafında sürünmesi ve konuşmaya başlamasıyla birlikte onun adıyla ilgili olarak bir şeyler yapılması icap etti. Sürünürken sanki geri viteste ve vites değiştiremiyormuş gibi geriye doğru sürünüyordu. Ona seslendiğinizde diğer yöne gidiyormuş gibi yapıyor, sonra tam onu kaldıracağınız yere geri geliyordu. Geriye sürünmek onu uçan bir bomba gibi gösteriyordu. Böylece ona Doodle (1) diye seslenmeye başladım. O andan sonra annem ve babam bile bu adın William Armstrong' dan daha iyi bir ad olduğunu düşünmeye başladılar. Sadece Nicey Hala bunu kabullenmedi. Nicey Hala bir ermiş olabilecekleri için, cenin zarı ile doğan bebeklere ihtimam ile muamele edilmesini söylüyordu. Kardeşime yeni bir ad vermek onun için o zamana kadar yaptığım en hoş şeydi. Çünkü hiç kimse Doodle diye çağrılan birisinden fazla bir şey beklemez.
     
     Doodle sürünmeyi öğrenmesine rağmen, yürüme alametleri göstermiyordu; fakat tembel tembel de durmuyordu. Öyle çok konuşurdu ki, bir süre sonra hepimiz onun ne dediğini dinlemeyi bırakırdık. Aşağı yukarı bu zamanlarda, babam onun için tahtadan bir araba yaptı. İlk önce ona verandada bir aşağı bir yukarı gösteri yaptım; fakat sonra onu bahçeye çıkarmam ve en nihayetinde ben nereye gidersem onu da sürüklemem için ağlamaya başladı. Her ne zaman şapkamı alsam, benimle gelmek için ağlamaya başlıyor ve annem de, artık her nerede ise, bana “Giderken Doodle’ da al.” diye sesleniyordu.
     
     Ona bakmak pek çok mesuliyet gerektiriyordu. Doktoru çok heyecanlanmaması, çok sıcakta, çok soğukta kalmaması ya da çok yorulmaması ve ona daima nazik davranılması gerektiğini söylüyordu. Benim pek de aldırmadığım, onunla yapılmayacakların bu uzun listesiyle bir keresinde evden çıktık. Benimle gelmeye vazgeçirmek için pamuk tarlasının bir ucundan sonuna kadar, onu iki tekerleğin üzerinde yan yatırarak koştum. Arada bir, onu devirdim, fakat anneme asla söylemedi. Cildi çok hassastı. Bu yüzden nereye giderse gitsin büyük bir hasır şapka giymek zorundaydı. Yine bir gün pürüzlü bir yoldan giderken, tahta arabasının yanlarına sımsıkı tutunmuştu. Yol boyunca şapkası kulaklarının üzerine kadar kaymıştı. Manzara buydu. Nihayet onu fark ettiğimde çok şaşırdım. Doodle benim kardeşimdi ve daima, ben ne yaparsam yapayım onun için bir önemi olmayacak, bana da sımsıkı tutunacaktı. Onu bildiğim en güzel yere, yanan pamuk tarlasının karşısındaki Yaşlı Kadın Bataklığı’na götürdüm. Babamın yaptığı tahta arabayı testere dişli eğrelti otlarının, akıntıyla yaprakları fısıldayan palmiye ağaçlarının olduğu yeşil loşluğun aşağısına doğru çektim. Arabadan onun aldım, uzun bir çam ağacının yanındaki yumuşak çimlere oturttum. Etrafına bakındığında, gözleri hayretle açıldı ve küçük elleriyle çimlere vurmaya ve ardından çığlık atmaya başladı.

     “Sorun ne Allah aşkına? ” dedim kızgınlıkla.

     “Bu çok güzel, çok güzel, çok güzel !” dedi.

     O günden sonra, Doodle ve ben sık sık Yaşlı Kadın Bataklığı’na gittik. Ben kır çiçekleri, yabani menekşeler, hanımeliler, sarı yaseminler, yılan çiçekleri, taç ve kolye ördüğümüz limon otları toplardım. Yaptığımız işlemelerle kendimizi süsler, böylece güzelleşerek dünyanın her günkü dokunuşlarının ötesine uzanırdık. Güneşin eğik ışınları portakal ağacının tepesindeki portakalları yakarken, bitkilerden yaptığımız mücevherlerimizi akıntıya bırakır, onların denize doğru akıp gitmesini izlerdik.

     
Doodle’ı anlatırken içimde bir düğüm oluşur (diğer şeylere eşlik eden hüzünle beraber); sevginin akıp gitmesi ve yerini zalimliğe bırakmasından dolayı. Damarlarımızdaki kan bazen felaketin tohumunu da taşır. Bir gün onu ahırın çatısına çıkardım. Ona hepimizin nasıl da onun öleceğine inandığımızı anlatarak babamın onun için aldığı tabutu gösterdim. Tabut sıçanları öldürmesi için serpiştirilmiş zehirli, yeşil bir tozla kaplıydı. Bir cüce baykuş içine yuva yapmıştı.

     Doodle uzunca bir süre maun tabutu inceledi ve sonra “Bu benim değil.” dedi.

     “Evet, senin,” dedim “ve çatıdan inmene yardım etmeden önce, ona dokunmak zorundasın.”

     “Hayır, ona dokunmayacağım,” dedi suratını asarak.

     “Yoksa seni orada yalnız başına bırakırım,” diye onu tehdit ettim aşağı iniyormuş gibi yaparak.

     Onu yalnız bırakmamdan korktu. “Beni bırakıp gitme !” diye ağladı ve sonra tabuta dokunmaya razı oldu. Eli titreyerek tabuta uzandı. Tabuta dokunduğunda çığlık atmaya başladı. Tam o sırada tabuta yuva yapmış olan cüce baykuş bizi tırmalayarak ve yeşil zehirli toza bulayarak dışarı fırladı. Doodle şoka girmişti. Onu omuzlarıma aldım, merdivenlerden aşağı indirdim. Dışarıya, gün ışığına çıktığımızda bile, bana sımsıkı sarılmış, “Beni bırakma, beni bırakma !” diye ağlıyordu.

     O altı yaşına geldiğinde bu yaşta yürüyemeyen bir kardeş sahibi olmaktan utanıyordum. Bu nedenle ona yürümeyi öğretmeye koyuldum. Yaşlı Kadın Bataklığı’ na gittik. Bahar mevsimiydi. Defne çiçeklerinin keskin kokusu her yeri hüzünlü bir şarkı gibi kaplamıştı. Ona “Sana yürümeyi öğreteceğim, Doodle.” dedim.

     Rahat bir şekilde sırtını çam ağacına dayamış oturuyordu. “Neden ?” diye sordu.

     Böyle bir soru beklemiyordum. “Çünkü böylece seni her zaman bir yerlere çekmek zorunda kalmayacağım.”

     “Ben yürüyemem.” dedi.

     “Niçin böyle söylüyorsun?” diye karşılık verdim.

     “Annem, doktor, herkes...”

     “Yapmaa, sen yürüyebilirsin !” dedim ve kollarından tutup ayağa kaldırdım. Yarı boş bir un çuvalı gibi yumuşak çimlerin üstüne düştü. Küçük bacaklarında hiç kemik yokmuş gibiydi.

     “Canımı yakma !” diye uyardı. “Kapa şu çeneni, canını yakmayacağım.” Onu tekrar kaldırdım ve o yine düştü.

     Ancak bu sefer yüzünü çimlerden kaldırmadı. “Ben bunu yapamam, haydi hanımelilerden kendimize taç yapalım.” Yapmaktan vazgeçemediğim bu mucize daha başından umutsuz görünüyordu. Fakat hepimizin gurur duyacağı bir şeye ya da birine sahip olması gerekir. Doodle da benimkiydi. O zamanlar bilmiyordum ki, gurur harika ve korkunç bir şeydir; iki sarmaşığı, yaşamı ve ölümü doğuran bir tohumdur. O yaz her gün Yaşlı Kadın Bataklığı deresinin yanındaki çam ağacına gittik. Ve her öğleden sonra en az yüz kere onu ayaklarının üzerine kaldırdım. Ara sıra benim de cesaretim kırılıyordu. Çünkü o denemek istemiyormuş gibi görünüyordu. Ben de ona “Doodle, yürümeyi öğrenmek istemiyor musun ?” diyordum.

     O da kafasını sallıyor ve “Eğer denemeye devam etmezsen, ben asla öğrenemem.” diyordu. Sonra onun beyaz saçlı, beyaz sakallı yaşlı bir adam olarak resmini yaptım. Bense hâlâ etrafta onu tahta arabasıyla çekiyordum. Bu onu çalışmaya teşvik etmemde oldukça etkili oldu.

     Nihayet bir gün, denemelerimizden birkaç hafta sonra, tek başına birkaç saniye ayakta durabildi. Onu kollarımla kaptım ve kucakladım. Gülüşlerimiz çalan bir çan gibi bataklıkta çınladı. Şimdi biliyorduk ki, yapabiliyordu. Umut artık sık palmiyelerin karanlığına saklanmıyordu; fakat ışıl ışıl görünen bir kırmızı Amerikan ispinozu gibi misvak ağacına tünemişti. “Evet, evet!” diye o da, ben de çığlık atıyorduk. Altımızdaki çimler yumuşaktı ve bataklık mis gibi kokuyordu.

     Başarımızın eli kulağındaydı. O gerçekten yürüyebilene kadar bundan kimseye bahsetmeme kararı aldık. Yağmurlu havalar dışında, her gün gizlice Yaşlı Kadın Bataklığı' na gidiyorduk. Doodle pamuk toplama zamanına kadar nasıl yürüyebildiğim göstermek için hazırlandı. Yürüyebilmek için hâlâ pek hazır değildi; fakat biz artık bekleyemezdik. Bu güzel sırrı saklamak, tıpkı uzun süre nefesini tutmak gibi, ikimiz için de çok zordu. Açıklama yapmak için 8 Ekim' i, Doodle’ ın doğum gününü seçtik. Haftalar boyunca herkese çok özel bir sürpriz yapacağımız sözü vererek, evde dalgın dalgın dolanıp durduk. Böyle çok dolaşmamızdan sonra, Nicey Hala, Yeniden Doğuş’ tan (2) daha az muhteşem bir şey yapacak olursak, hayal kırıklığına uğrayacağını söyledi.

     Seçtiğimiz günün kahvaltısında; annem, babam ve Nicey Hala yemek salonundayken, alışıldığı gibi Doodle’ ı arabasıyla kapıya kadar getirdim. Arkalarına dönmemeleri söyledim ve gizlice bakmamaları için haç çıkarttırdım. Kalkması için Doodle’ a yardım ettim. Bakmalarına izin verdiğimde, Doodle ayakta duruyordu. Doodle masadaki yerine doğru yavaşça yürürken odada çıt çıkmıyordu. Derken annem çığlık atmaya başladı. Ona doğru koştu, onu kucağına aldı ve öptü. Kapının eşiğinde dua eden Nicey Hala’ nın yanına gittim ve onun etrafında vals yapmaya başladım. Onunla, kunduralarıyla ayak başparmağımı ezene kadar, epeyce bir süre dans ettik. Ki bu hayatımda başıma gelen en acı verici yaralanmaydı.

     Doodle onlara benim ona yürümeyi öğretmemi anlattı. Herkes bana sarıldı. Ağlamaya başladım.

     Babam “Niçin ağlıyorsun ?” dedi; ama ben cevap veremedim. Onlar bunu kendim için yaptığımı bilmiyorlardı. Kölesi olduğum şu gurur, benimle onlardan daha yüksek sesle konuşuyordu. Doodle sadece ben sakat bir kardeşe sahip olmaktan utandığım için yürüyordu.

     Birkaç ay içinde Doodle yürümeyi iyice öğrendi. Tahta araba da ahırın çatısına, ki hala oradadır, onun küçük maun tabutunun yanına kaldırıldı. Artık, sık sık dinlenerek, birlikte dolaşıyorduk ve hedefimize varana kadar asla geri dönmüyorduk. Esasen Doodle korkunç bir yalancıydı ve beni de buna alıştırmıştı. Eğer herhangi biri bizi dinlemek için dursaydı, Dix Hill’ e gönderilebilirdik.

     Benim yalanlarım ürkütücü, karmaşık ve saçmaydı; fakat Doodle’ nkiler iki kat çılgıncaydı. Onun hikâyesindeki insanların hepsinin kanatları vardı ve nereye gitmek isterlerse oraya uçabilirlerdi. Onun favori yalanı, ayaklarında on tane kanadı olan evcil bir tavus kuşuna sahip Peter adında bir çocukla ilgiliydi. Peter, yüzlerini güneşe çeviren ayçiçekleri gibi parlak bir kaftan giyerdi. Peter uyumaya hazır olduğunda, tavus kuşu onu kendi içine çeken uyku çiçeğiyle, rengarenk bir çağlayana benzeyen muhteşem kuyruğuyla kibarca sarmalardı. Evet, kabul ediyorum, Doodle yalan söylemede beni yenebilirdi.

     
Doodle ve ben geleceğimizi düşünerek zamanımızı geçirirdik. Büyüdüğümüzde Yaşlı Kadın Bataklığı’ nda yaşamaya ve geçinmek için de Çingene çiçekleri toplamaya, derenin yanına yapraklardan bir ev inşa etmeye karar verdik. Bataklık kuşları da tavuklarımız olacaktı. Bütün gün boyunca (Çingene çiçeği toplamadığımızda) sarmaşık halatlarıyla servi ağaçlarında sallanacaktık. Eğer yağmur yağarsa manolya ağacının altına sokulacak ve kurbağa avlayacaktık. Anne ve babamız, eğer isterlerse, gelip bizimle yaşayabilirlerdi. Hatta onun anneyle benim de babayla evlenme fikrini ortaya attı. Elbette, bunun olmayacağını bilecek kadar büyüktüm; fakat çizdiği resim öyle güzeldi ve huzurluydu ki yapabildiğim tek şey “Evet, evet !” diye fısıldamak oldu.

     Bir kere Doodle’ a yürümeyi öğretme konusunda başarılı olduktan sonra kendimin yanılmaz olduğuma inanmaya başladım. Onun için, elbette anne ve babamın bilmediği, müthiş bir gelişim programı planladım. Ona koşmayı, yüzmeyi, ağaçlara tırmanmayı ve dövüşmeyi öğretecektim. Şimdi o da benim yanılmaz biri olduğuma inanıyordu. Belirlediğimiz şeyleri başarmak için kendimize bir yıldan daha az, Doodle’ ın okula başlamasına karar verilen tarihten öncesine kadar, bir zaman sınırı koyduk.

     O kış ben okula gittiğim, Doodle da kötü bir soğuk algınlığından dolayı hasta olduğu için, pek bir ilerleme kaydedemedik. Fakat bahar sıcağı ve bereketiyle geldiğinde, biz de planlarımızı yeniden ortaya çıkardık. Başarı yaz sonuna kadar, bütün hayallerimizi gerçekleştirebilmek için önümüzde uzanıyordu. Mücadelemize aslında iyi bir başlangıç yaptık. Sıcak havalarda Doodle ve ben Hosehead Landig' e gidiyorduk. Orada ona yüzme dersleri veriyor ya da bir kayıkta nasıl kürek çekileceğini gösteriyordum. Bazen Yaşlı Kadın Bataklığı' nın serin yeşilliğine iniyor, sarmaşıklara tırmanıyor ya da spor amaçlı olarak yürümeyi öğrendiği ağacın altında dövüşüyorduk. Hedefimizin çağrısı bizi oradan oraya yapraklar gibi savuruyordu. Her nereye baksak eğrelti otları saçılmış oluyor, kuşlar şarkılarını kesiyorlardı.

     O yaz, 1918’ in yazı, felaketti. Mayıs ve Haziran’ da yağmur yağmadı. Ekinler soldu, kıvrıldı ve sonunda güneşin altında susuzluktan öldüler. Bir Temmuz sabahı, doğudan gelen ve bahçedeki meşeleri deviren, karaağacın dallarını parçalayan bir fırtına koptu. Fırtına öğleden sonra batıdan yeniden kükredi. Bir tavuğun iç organlarını parçalayan bir şahin gibi, köklerini çatır çatır kırarak ve toprağın üstündeki kısımlarını parçalayarak devrilmiş meşe ağaçlarının etrafında esti. Mısır tarlasındaki mısırlar yerlere eğilmiş ve püskülleri bu yüzden toprağa değerken, pamuk kozaları saplarından koptular ve vadideki ekin sıraları arasındaki yeşil cevizler gibi yere serildiler. Doodle ve ben babamızı omuzları çökmüş, yıkımı incelediği pamuk tarlasına kadar takip ettik. Çenesi göğsünün üstüne düşmüştü. Korktuk. Doodle’ ın eli benimkinden kaydı. Birden babam omuzlarını doğrulttu, bir dev gibi yumruklarını sertçe havaya kaldırdı ve yeraltından gelen bir gümbürtüyü andıran bir sesle cennete, cehenneme, havaya ve Cumhuriyetçi Parti’ ye lanetler okumaya başladı. Doodle ve ben birbirimizi tahrik ederek ve kıkırdayarak eve döndük. Biliyorduk ki her şey düzelecekti.

     Yaz boyunca evde garip isimler duyuldu: Château-Thierry, Amiens, Soissons... Ve bir keresinde annem akşam yemeği için sofrada dua ederken “Oğulları Joe’ yu Belleau Ormanı’ nda kaybeden Pearsonlar için de dua edelim.” dedi.

     İşte böylece o ara mevsime geldik. Okulun açılmasına sadece birkaç hafta kalmıştı ve Doodle programın oldukça gerisindeydi. Sarmaşıklara tırmanma konusunda yeterince iyi değildi. Yüzme konusunda fena sayılmazdı. Yolumuza devam etmek ve hedeflerimize ulaşmak için egzersizleri iki katına çıkarmaya karar verdik. Onu morarana kadar yüzdürdüm, kürekleri kaldıramayana kadar kürek çektirdim. Nereye gidersek gidelim, kasten hızlı hızlı yürüyordum. Yüzü kıpkırmızı, gözleri cam gibi olmasına rağmen bunları yapmaya devam etti. Bir keresinde daha fazla yürüyemedi, yere devrildi ve ağlamaya başladı.

     “Oooo, haydi Doodle, yapabilirsin! Yoksa okula başladığında herkesten farklı olmayı istemiyor musun?” diye onu teşvik ettim.

     “Bu iş hiç de fark ettirmedi.”

     “Kesinlikle ettirdi, haydi devam et.” dedim ve ayağa kalkmasına yardım ettim.

     Yazın en sıcak günleri geçip giderken, Doodle’ ın ateşi çıkmış gibi görünüyordu. Annem alnına dokundu ve hasta olup olmadığını sordu. Gece de çok iyi uyumadı ve bazen kâbuslar gördü. Ben onu dürtüp uyandırana kadar çığlıklar attı.

     Okulun açılmasına birkaç gün vardı. Bir cumartesi günü öğlen vaktiydi. Yenilgiyi kabul etmeliydim; fakat gururum buna izin vermiyordu. Programımızın heyecanı birkaç hafta sürmüştü; fakat ben yılgın bir inatçılıkla hâlâ devam ediyordum. Geri dönmek için çok geçti. Çünkü hedefimize varmak için çok uzaklaşmıştık ve ardımızda yolumuzu bulmak için hiçbir iz bırakmamıştık.

     Annem, Doodle ve ben öğle yemeği için yemek odasında oturuyorduk. Sıcak bir gündü. İçeri rüzgâr girebilsin diye bütün kapılar ve pencereler açıktı. Nicey Hala mutfakta yumuşak bir sesle bir şeyler mırıldanıyordu. Uzun bir sessizlikten sonra Doodle konuştu: “Hava o kadar durgun ki, bu öğleden sonra fırtına kopmazsa şaşarım.”

     “Çamur kurbağalarının sesini duymadım.” dedi onların seslerinin verdiği işaretlere inanan annem, masaya ekmek koyarken.

     “Evet, duydum, bataklığın aşağısında.” dedi Doodle.

     “Hayır, duymadı.” diye itiraz ettim.

     “Duydu mu ? Pehh !” dedi babam, benim itirazıma aldırış etmeden.

     “Kesinlikle duydum” diye tekrarladı Doodle, buzlu çay bardağının tepesinden kaşlarını çatıp bana bakarken. Ve biz yeniden sessizliğimize döndük.

     Birden bahçenin dışından tuhaf bir vıraklama sesi geldi. Doodle yemeyi bıraktı. Ağzında bir parça ekmek, gözleri iki mavi düğme gibi yerinden fırlamış “Bu da ne ?” diye fısıldadı.

     Sandalyemi devirip yerimden fırladım. Tam da kapıya ulaşmışken annem “Sandalyeyi kaldır, yerine otur ve benden özür dile !” diye bağırdı.

     Ben bunları yaparken, Doodle özür dileyerek çaktırmadan bahçeye çıktı. Kan ağacına bakıyordu. “Acayip büyük bir kırmızı kuş !” diye haykırdı.

     Kuş yeniden büyük bir gürültüyle vırakladı. Annem ve babam da bahçeye geldiler. Güneşin göz kamaştırıcı ışıklarına karşı gözlerimize ellerimizi siper ettik ve ağaçtaki durgun yapraklara doğru dikkatle baktık. Bir tavuk büyüklüğünde, kırmızı tüylü ve uzun bacaklı bir kuş nazikçe en tepedeki dala tünemişti. Kanatları gevşekçe sarkmıştı ve biz onu seyrederken tüyleri yeşil yaprakların arasından yavaşça aşağıya dökülüyordu.

     “Bizden korkmadı bile.” dedi annem.

     Babam “Yorgun görünüyor ya da hasta.” diye ekledi.

     Doodle elleriyle boğazını sıkıca tutuyordu. Şimdiye kadar onun böylece kımıldamadan durduğunu hiç görmemiştim. “Bu da ne ?” dedi.

     Babam kafasını salladı. “Bilmiyorum. Belki...”

     O anda kuş kanatlarını çırpmaya başladı; fakat kanatları yönünü bulamıyordu. Kanat çırpıp etrafa tüylerini saçarak devrildi. Kanatlarını ve bacaklarını ağacın dallarına çarpa çarpa pat diye ayaklarımızın dibine düştü. Uzun ve güzel boynu S şeklini aldı. Sonra düzeldi; ama kuş hareketsizdi. Gözlerine beyaz bir perde indi. Bacakları çarpılmıştı. Pençeli ayakları nazikçe bükülmüştü. Ölüm bile güzelliğine bir zarar vermemişti. Yerde kırılmış kırmızı bir vazo gibi uzanıyordu. Egzotik güzelliğinin bizde yarattığı şaşkınlıkla çevresinde duruyorduk.

     “Öldü.” dedi annem.

     “Bu da ne ?” diye tekrar sordu Doodle.

     Babam bana “Git bana kuş kitabımı getir” dedi.

     Eve koştum ve kitabı alıp geri geldim. Biz izlerken, babam da sayfaları karıştırdı. “Bu bir kızıl aynak kuşu” dedi bir resmi göstererek. “Tropik iklimlerde yaşarlarmış; Güney Amerika’ dan Florida’ ya. Bir fırtına onu buraya kadar getirmiş olmalı.”

     Hepimiz üzüntüyle kuşa baktık. Bir kızıl aynak kuşu ! Bizim bahçemizde, bu kan ağacının altında böylece ölmek için kimbilir ne kadar yol yapmıştı.

     “Haydi, yemeğimizi bitirelim!” dedi annem yemek salonuna dönmemiz için dirseğiyle bizi dürterek.

     Doodle “Ben aç değilim.” dedi; kuşun yanına çömeldi.

     “Tatlı olarak şeftali tartı var.” dedi annem onun aklını çelmek için.

     Ama bu Doodle’ ı ikna etmeye yetmedi ve o kuşun yanında çömelmiş vaziyette durmaya devam etti. “Onu gömeceğim.” dedi.

     Annem “Sakın ona dokunmaya cüret edeyim deme !” diye onu uyardı. “Onun bir hastalığı olduğunu söylememe lüzum yok sanırım.” -

     “Tamam, ona dokunmayacağım.”

     Annem, babam ve ben yemek, odasına döndük. Fakat açık kapıdan Doodle’ ı izliyorduk. Cebinden bir parça ip çıkardı ve kuşa dokunmadan ipin bir ucunu kuşun ensesine düğümledi. Yavaşça ve yumuşak bir sesle “Shall We Gather At The River” şarkısını söyleyerek onu ön bahçeye taşıdı. Çiçek bahçesinde, petunyaların yanında bir çukur kazdı. Biz de pencereden onu izliyorduk. O bunu bilmiyordu. Küreğin sapından tutup bir çukur kazmadaki beceriksizliği bizi oldukça güldürdü. Bizi duymasın diye ağzımızı ellerimizle kapattık.

     Doodle yemek odasına girdiğinde bizi ciddiyetle tartımızı yerken buldu. Solgundu ve kapının eşiğinde öylece duruyordu. Babam ona “Kızıl aynağı gömdün mü ?” diye sordu.

     Doodle konuşmadı, sadece kafasını salladı. Annem “Ellerini yıka, sonra bir parça şeftalili turta alabilirsin.” dedi.

     “Aç değilim.”

     Nicey Hala “Ölü bir kuş uğursuzluktur.” dedi mutfak kapısından, saçlarını tokalarken; “Özellikle ölü bir kırmızı kuş.”

     Yemeğimi bitirir bitirmez Doodle ve ben aceleyle Horsehead Landing’ e koştuk. Zaman kısaydı ve okula başladığında diğer çocuklara yetişmek için Doodle’ ın önünde uzun bir yol vardı. Sonbaharın sarı yapraklarını yaldızlayan güneş, hâlâ şiddetli bir şekilde yakıyordu; fakat içinden geçtiğimiz karanlık yeşil orman, gölgeli ve serindi. Gideceğimiz yere vardığımızda Doodle yüzmekten bıktığını söyledi. Bunun üzerine bir kayığa atlayıp, akıntıyla derenin aşağısına doğru yüzdük. Bataklığın çok uzağında bir su tavuğu hırıldıyordu. Kıyıdaki ağustosböcekleri mersin ağaçlarında şarkı söylüyorlardı.

     Doodle kafasını geriye atmış, bir eliyle suda iz bırakarak konuşmadan duruyordu. Akıntıyla sürüklenerek epeyce yol aldık. Kürekleri bırakıp, Doodle’ a akıntıya karşı kürek çektirdim. Güneydoğuda kara bulutlar toplanmaya başladı. Biraz daha hızlı kürek çekmeye çabalayarak, onları izlemeye koyuldu. Horsehead Landing’ e vardığımızda şimşekler gökyüzünü boydan boya yarıyordu, gök gürlemeleri denizin bile sesini bastırıyordu. Güneş görünmez olmuş, karanlık çökmüştü. Neredeyse gece gibiydi. Bir bataklık kargası sürüsü, iç bölgelerde tünedikleri ağaçlara doğru uçup gittiler. İki balıkçıl, istiridye kayasının sığlığından ciyaklayarak kalktılar ve yalpalayarak uzaklaştılar.

     Doodle hem yorulmuş hem de korkmuştu. Kayıktan indiğimizde bataklığın çimenlerinde hışırdayarak dolaşan avcı yengeçlere bir donanma gemisi gönderir gibi, çamura devrildi. Onun kalkmasına yardım ettim. Pantolonuna bulaşan çamuru temizlerken utanarak gülümsüyordu. Onun başarısız olduğunu her ikimiz de biliyorduk. Fırtınayla yarışarak eve dönmek için yola çıktık. Hiç konuşmuyorduk (Parçalanan gururumu hangi sözcük yatıştırabilirdi ki ?) Fakat biliyordum ki beni izliyordu, bir merhamet işareti bekleyerek. Yakınımızda bir şimşek çaktı.

     Adımlarını benim adımlarıma uydurarak ardım sıra yürüyordu. Yağmur yaklaşıyor, gök gürlüyordu. Sonra bir Roma kandili yanmış gibi, önümüzdeki sakız ağacı düşen bir yıldırımla paramparça oldu. Yıldırımın sağır edici gürültüsü sönerken, yağmur bize ulaşmadan biraz önce, Doodle’ ı duydum. Düşmüştü. “Beni bırakma, beni bırakma !” diye çığlık atıyordu.

     Doodle’ la yaptığımız planın suya düşmesi acı vericiydi. İçimdeki şu vahşet duygusu uyanmıştı. Bizi birbirimizden ayıran yağmurdan bir duvarla onu oldukça gerimde bırakarak, koşabildiğim kadar koştum. Yağmur damlaları iğne gibi yüzüme batıyordu. Rüzgâr yanlardaki ağaçların ıslak yapraklarını ışıldatıyordu. Biraz sonra artık onun sesini duymaz oldum.

     Yorulmaya başladığımdan daha fazla koşamadım. Çocukça duyduğum garez de kaybolmuştu. Durdum ve Doodle’ ı bekledim. Her yerde yağmur sesi vardı. Fakat rüzgâr dinmemişti ve gökyüzünden sarkan ipler gibi doğrudan aşağıya iniyordu. Beklerken sağanak yağmura doğru baktım. Fakat gelen yoktu. Nihayet, geri döndüm. Onu yolun kenarındaki bir yaban mersininin çalılığının altına sığınmış olarak buldum. Yerde oturuyordu. Yüzü dizlerine dayadığı kollarına gömülüydü. “Haydi, gidelim, Doodle !” dedim.

     Cevap vermedi. Elimi alnına koydum ve başını kaldırdım. Yavaşça geriye doğru, toprağa düştü. Ağzından kan gelmişti. Ensesi ve gömleğinin önü kıpkırmızıydı.

     “Doodle, Doodle !” diye çığlık attım. Onu sarstım; fakat cevap vermedi, sadece sicim gibi yağan yağmur vardı. Başını geriye doğru atmış, yerde beceriksizce uzanıyordu. Kırmızı boynu alışılmadık bir biçimde uzun ve ince görünüyordu. Bacakları keskince dizlerine doğru bükülmüştü. Daha önce hiç bu kadar narin ve ince görünmemişlerdi.

     Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bu yağmur ve gözyaşları içindeki kızıl görüntü bana oldukça tanıdık geldi. “Doodle !” diye çarpan fırtınaya doğru avazım çıktığımca bağırdım. Bedenimi onun yerde yatan bedenin üstüne fırlattım. Sonsuz gibi gelen uzun bir zaman orada ağlayarak ve deli gibi yağan yağmurdan benim kızıl aynak kuşumu korumak için bedenimi siper ederek uzandım.

(1) Doodlebomb: Uçaktan atılan ve atılır atılmaz, uçağın hızından daha yavaş olduğu için, geri gidiyormuş gibi görünen bomba. Doodle bunun kısaltılmışıdır.

(2) İncil' e göre Hz. İsa' nın çarmıhta ölümünden sonraki Pazar günü yeniden dirilmesi ve göğe yükselmesi.


The Scarlet Ibis by James HURST

Çeviri: Ümit AYDIN

Alıntı : Edebiyat Nöbeti, Mart-Nisan 2019, Sayı 21,  S.74-83

10 Nisan 2019 Çarşamba

Sessizin Payı, Yoksulluk Lekesi İsimli Bölümden

Walter Benjamin Tek Yön'deki bir fragmanında Almancadaki  "Yoksulluk kimseyi lekelemez" özdeyişinin bir yalan içerdiğini söyler: " 'Yoksulluk kimseyi lekelemez.' Pek iyi, pek hoş. Ama onlar lekeliyor yoksulu. Lekeliyorlar, sonra da bu küçük özdeyişle avutuyorlar. Bu da bir zamanlar belki geçerli olan, ama çok uzun zamandır anlamını yitirmiş özdeyişlerden biri. Aynı durum 'Çalışmayana ekmek yok' yollu vahşi özdeyiş için de geçerli. insanı besleyecek işlerin bulunduğu zamanlarda lekelemeyen bir yoksulluk da vardı, sakatlıktan ya da başka bir talihsizlikten kaynaklanan. Ama milyonların içine doğduğu, yüzbinlerin yoksullaşma sonucu içine çekildikleri bir mahrumiyet gerçekten lekeliyor."

Yoksulluğun bir utancı da beraberinde getirdiğinden söz ediyordur Benjamin: "Nasıl bir adam tek başınayken çok şey çekebilir ama bunu karısı gördüğünde, ya da karısı aynı şeyi çektiğinde farklı bir utanç duyarsa, aynı şekilde yalnızken çok şeye, gizleyebildiği sürece de her şeye tahammül edebilir. Ama ailesi ve hemşehrileri üzerine devasa bir gölge gibi düştüğünde, kimse yoksullukla barışamaz." "Fakirlik ayıp değil" gibi iyiliksever teselli cümleleri, yoksulu yoksulluğun hayatında aslında bir şey değiştirmediğine inandırmaya çalıştığı, yoksulların maruz bırakıldığı utancı perdelediği, ortada bir sorun yokmuş, birileri yoksul insanı lekelemiyormuş gibi yaptığı için bir yalan çekirdeğine sahiptir.

Türkçede bu lekeyi çok az yazar Orhan Kemal kadar iyi anlatır. Eskici ve Oğulları' nda demircilik ve eskicilik işleri para getirmeyince aile üyeleri ameleliğe başlar. Zor işe, sıcağa hatta sıtmaya razıdırlar; ama mahallelinin bakışları altında kamyona doluşup kütlüye gitmenin utancını bir türlü kabullenemezler. Avare Yıllar' da doğup büyüdüğü şehirde, arkadaşlarının gözü önünde sokak satıcılığı yapmak, anlatıcı için "müthiş bir ayıp" ı da beraberinde getirir: "Hâkim olan ölçü onların ölçüsüydü. Ben bu ölçüye göre hem ahmak, hem ahmak, hem çirkin, hem de zavallıydım. Şu halde, onlardan kaçmak, gözlerine görünmemek, delik pabuçlarımla, paçaları tiftiklenmiş pantolonumu onlara göstermemek zorundaydım." Utancın kendisini bir "sümüklüböcek"e dönüştürdüğünü anlattığı yer de burası: "Onlardan birinin bakışını ne zaman hissetsem, tüylerim dikiliyor, içimden soğuk soğuk bir şeyler akmaya başlıyor, kulaklarımda vınıltı, gözlerimde seyirme başlıyor, ellerim buz kesiliyor, ufaldığımı, kambur burnumun büsbütün kamburlaştığını ve çirkinleştiğini sanıyordum... Sen onların arasında, kabuğunun içine çekilmeye mecbur bir sümüklüböceksin, anladın mı ?"

Utandırmanın bir sınıfsal strateji olarak nasıl işlediğini Orhan Kemal kadar içerden, onun kadar ısrarla anlatan çok az yazar vardır. Okurları, Orhan Kemal sözlüğünde "imrendirmek" anlamına gelen onlarca sözcük bulunduğunu fark etmişlerdir. Bir Orhan Kemal hikâyesinde sadece zenginler yoksullara değil, yoksullar da yoksullara "hava atar", "fiyaka söker", "kurum satar", "çalım atar", "sükse yapar", "caka satar", "fort atar", "zort çeker." Müteahhidin kızı avukatınkini, avukatın kızı noterinkini, noterin kızı pazarcınınkini, pazarcının kızı çamaşırcınınkini "burunlar." Orhan Kemal' de utandırma savaşları yalnız merkezde değil, "Kenar Mahalle" de de (Kardeş Payı) bütün şiddetiyle devam eder. Yoksullar bacak bacak üstüne atıp "düşman utandıracakları" günü hayal eder. Çocuğu subay çıkan, çocuğu ırgat olana bakarak "yürek soğutur". Yoksullar, başkaları onlara bakıp yürek soğutmasın diye yoksulluklarını belli etmez.

Orhan Kemal' de utanç bizi dönüp dolaştırıp Orhan Kemal sözlüğünün bir başka vazgeçilmezinin, "haysiyet" in önüne bırakır. Tuğcu' da gördük: Yoksulun doğuştan yazgılı olduğu bir içsel cevher, dokunulmaz bir yoksulluk aksesuarı, bir teselli mükâfatıydı haysiyet. Talihsiz çocuk başından geçen onca kötü şeye rağmen haysiyetini kaybetmiyor, tersine haysiyete yoksulluk sayesinde kavuşuyordu. Zenginin parası varsa, yoksulun haysiyeti var, diye yatıştırıyordu okurunu Tuğcu. Orhan Kemal' in de "yoksul ama haysiyetli" nin yakınlarında dolaştığı anlar yok değildir. Dilenmeyi kendisine yediremeyen, sadaka verenlere küfür yemiş gibi bakan, yapılan yardımları "ben dilenci değilim !" diye geri çeviren, utandırıldıkları zaman sokağı babaevine tercih eden çocuklar. "Kırmızı Mantolu Kadın" ın (Kardeş Payı) kendisiyle yatmaktan vazgeçen adamın parasını "Elim ayağım tutuyor, sadakaya ihtiyacım yok!" diye geri çeviren orospusu. "Garson" un (Yağmur Yüklü Bulutlar) çoluk çocuk insanın belini büker, düşmana el açtırır diye evlenmeyen garsonu. "Elli Kuruş" un (Önce Ekmek) borcuna ölümüne sadık gazeteci çocuğu. "Dönüş" ün (Ekmek Kavgası) açlığını karısına hissettirmemek için nefsiyle savaşan yoksul adamı. 72. Koğuş un "azarlanmaktansa kurşun yemeğe razı olan Ali Kaptan' ı.

İnsanın kendini kurcalanmış ya da değersizleştirilmiş değil, değerli hissedebilmesi, lekesiz bir varlık olarak görmesi, başını dik tutabilmesidir Orhan Kemal' de haysiyet. Büyük fark, Orhan Kemal' de haysiyetin yoksulluğa hiçbir zaman Tuğcu' daki kolaylıkla ("yoksul ama haysiyetli" deki kısacık ama dönüşüyle) eklenmiyor olmasıdır. Yoksullukla haysiyet arasında doğal bir eşleşme değil, zorlu bir çatışma vardır. Önce Ekmek' in yazarından söz ediyoruz. Şu, bir Orhan Kemal sorusu: "Haysiyet yenir mi, içilir mi ?"

Orhan Kemal' in başkasının önünde eğilmemek için açlığı göze alan, sadaka kabul etmeyen yoksullarından söz ettim. Ama Orhan Kemal' de bize haysiyeti en çok düşündüren pasajlar, bu tür olumlu haysiyet göstergeleri değil, olumsuz olanlardır. Başın inadına dik tutulduğu değil, çaresizce eğildiği anlar. "Kırmızı Mantolu Kadın"da (Kardeş Payı) elli kuruş için koğuşun ortasında anadan doğma çiftetelli oynayan Bobi. "Üç Arkadaş" ta (Kardeş Payı) zenginlerden para kopartabilmek için kendilerini acındıran çocuklar. "Simit"te (Yağmur Yüklü Bulutlar) karnını doyurabilmek için küçük bir çocuğun elindeki simiti kapıp kaçan adam. "Birtakım İnsanlar" da (Yağmur Yüklü Bulutlar) çöpte bulduğu küflü ekmek parçasını başkasına kaptırmamak için her şeyi göze alan yoksul mahkûmlar. Küçücük'te tüm umutlarını futbola bağlayan, ayağı kırılınca sevgilisinin orospuluk yaparak kazandığı paraya muhtaç kalan Erol. Soru. Erol' un sorusudur: "Haysiyet, şeref, namus... Evet ama, yenir miydi bunlar, içilir mi?" Şu soru Bobi' nin: "Ben dünyanın yüzkarasıym, ama suç benim mi?" Şu da Bobi'nin: "Karnımı doyurabilmek için insanlığımı harcıyorum, görmüyor musun?"

Ekmeği haysiyete tercih eden Orhan Kemal kahramanlarının uç örneği Kanlı Toprak'larda karşımıza çıkar. yalnızca karnını doyurabilmek için değil, "kanlı topraklar"a sahip olabilmek için de her yola başvuran Topal Nuri'ye göre yoksulun iç dünyadaki bekçisi, "bizi kendi içimizde kendimize takip ettirdikleri jandarma" dır haysiyet. Para haysiyet ihtiyacını da giderecektir: "Milyonun olduktan sonra ne namusa, ne şerefe haysiyete, ne dine imana, ne de Allah' a ihtiyacın olur. Orhan Kemal'in Topal Nuri'ye yakınlık duymadığı açıktır. Ama "kâr duygusu" nun "ar duygusu" nu kovduğu bir düzende utancın neden hep yoksulun payına düştüğünü, haysiyet jandarmasının neden hep yoksul mahallelerde nöbet tuttuğunu sorgulamıyor da değildir. Aç karnına haysiyetten söz etmenin, tok karnına söz etmek kadar kolay olmadığını anlatır Orhan Kemal. İnsanın aynı andan hem karnının aç hem başının dik olmasının imkânsız değil, ama zor olduğunu anlatır. Adına "geçim dünyası" denen dünyada insanların karın tokluğunu başın dikliğine tercih edebileceğini anlatır. 72.Koğuş'ta Ali Kaptan' ın kumarda kazandığı para sayesinde âdem baba koğuşundakilerin karnı doyup sırtı yatak gördükten sonra, ancak o zaman edepten, hayâdan, ardan, namustan söz edecektir Orhan Kemal: "Toklukla birlikte 72. Koğuş' a edep, hayâ, ar, namus da girmişti." Önce Ekmek' in yazarının farkını da burada aramak gerekir: "Yoksul ama haysiyetli" deki avutucu "ama" bağlacını kesip atmış, toplumsal iş bölümünde zenginin payına varlık, yoksulunkine haysiyet düştüğü yolundaki yaygın teselliyi bir teselli olmaktan çıkartmıştır Orhan Kemal.

Orhan Kemal' in çocuklarına dönebiliriz şimdi. Yoksul çocuğun imrenme dürtüsüyle haysiyetini koruma isteği arasında yaşadığı vahşi gelgiti "Çikolata" (Dünyada Harp Vardı) kadar iyi anlatan bir hikâye bulmak zordur. Mahallede, şekercinin vitrininin önündeyizdir. Vitrinde kırmızı, mor, mavi kâğıtlara sarılı çikolatalar vardır. Kamyon şoförünün kızıyla oğlu para biriktirmişler, günlerdir hayalini kurdukları çikolatayı almak üzere şekerciye gelmişlerdir. Ama yoğurtçunun kızı da oradadır; hayatında hiç çikolata yememiştir; şimdi de alacak parası yoktur. Kamyon şoförünün çocukları, yoğurtçunun kızına hava atmak isterler ("Bizim babamız kamyon şoförü, dünyayı dolaşır!"); ama imrendirmenin günah olduğunu duyduklarından ("Cehennemde katran kazanları, zebaniler") çekinirler. Çikolatayı bölüşmek de işlerine gelmez. Hikâyenin daha yoksulunun, yoğurtçunun kızının duyguları daha az karmaşık değildir. Çikolatayı tatma isteğiyle ("Çikolata çok mu tatlıydı acaba?"), imrendiğini belli etmeme ("Onu bana bedava verseler yemem!", çikolataya duyduğu arzuyla çikolatayı değersizleştirme çabası arasında ("İstersem alırım ama almam") gidip gelir. Sonunda iki kardeş ellerinde çikolata iştahla yiyerek uzaklaşırlar. Yoğurtçunun kızı onları görmemek için gözlerini yumar.

"Yoksulların gözleri"nde yoksulları bir "gözler ailesi" olarak tarif etmiş Baudelaire. Yoksul babayla çocuğu ışıl ışıl bulvar kahvesini "gözleri araba kapıları gibi açılmış" seyrediyordur. "Çikolata" da işte o açılmış gözü çaresizce kapatmaya çalışan çocuğu anlatır Orhan Kemal. Gümüş kâğıdın açıldığı, çikolatanın ağza atıldığı anı görmemek, imrenme denen dizginlenmesi zor dürtüye dur diyebilmek için gözlerini yumar çocuk. Tam gidecektir, kaldırımın kenarında iki kardeşin buruşturup attıkları gümüş kâğıdı görür. Buruşuk topu sanki topmuş, sanki ilgilenmiyormuş, sanki oynuyormuş gibi atıp tutar. Atıp tutarak uzak bir sokağa sürükler. Kimsenin kendisine bakmadığından emin olunca topu açar ve karnı aç ama gözü tok, gözleri doğuştan kapalı Tuğcu çocuğunun hiçbir zaman yapmayacağı şeyi yapar, kâğıdı yalar. 

...

Nurdan Gürbilek / Sessizin Payı, Metis 2015, S.70,71,72,73,74,75





28 Mart 2019 Perşembe

Üzgün Mektup


Saflığım ve telaşlı yanımla ruhunda bir sabah gülümseyişi
olmak, kelimelerimle sana dokunmak istiyorum. Yüzünde
sarışın bir huzur var. Gözlerindeki anlam bir yanıyla evcil,
öbür yanıyla sanki aşkın ayaklarına kapanacak kadar derin.
Sana teşekkür ederim gözlerindeki bahçe hep ışıldadığı için.
İçimin denizinde bir kayık yüzüyor bir de küskün kır çiçeği.
Seni düşünürken boynumun sokağından bir fayton geçiyor.
Seni düşünürken parmaklarım yasak meyveye dokunuyor.
Seni düşünürken bu şehirde kaybolmuş gibi oluyorum. Sanki
kalbime yağmur yağıyor. İçimden ılık bir ürperti kopuyor
ve ensemden başlayan sıcaklık hüznün buğusuna karışıyor.
Kulağıma deniz kokusunun o mavi sesi geliyor. İnsan bu
masmavi sesle yıkanır da kurulanmak ister mi hiç? ..
Oysa ben ne kadar çok çocuk kalmışım. Tenimi sıksam
nehir fışkıracak. Ruhumu başa sarsam her yanımdan sokağa
dökülecek iflah olmaz bir yaz duygusu. Bak kırlangıçlar da
geldi. Birazdan haziran göz kırpacak aşk delisi kalbimize.
Martı yüzlü hayta bir çocuğum işte! Tatlı bir öpücüğün
esintisinden, hevesli ve cilveli bir bakıştan, sıcacık bir kalbin
fısıltısından, insanı incitmeyen masum günahlardan, incirin
ve narın sohbetinden, ruhuma dokunan sahici bir aşkın
inceliğinden başka ne isterim ki? ..
Kedi gözlü, hercai güneş bakışlı, eflatun yürüyüşlü, hayatın
balına koşan, dallarından sisli bir İstanbul manzarası taşıran,
sevgisinde cömert, kuğu duruşlu göl çiçeği kadın! Sahi ben
sana yazdan arta kalanları değil; üşüyen düşlerimi ve
mimozaları anlatacaktım. Kirpiklerinden öpülecek bir yer ayır
bana. Issız ve bozkır yanım şımarsın. Yatışsın şu zalim hayat.
Ve herkese akmayan ahşap şiirlerim uslansın. Ah benim
lunapark şenliği çocukluğum ne kadar da dalgın ve konuşkan.
İçimizdeki cesur kıpırtı rüyasız kalmasın, renkler denizinin
sönmeyen ey mor feneri, hüzünlü bir şarkı akıyor ellerimizden
ve neden hiç susmuyor gönlümüzün şakrak kuşları? Ben de
akmak isterdim melekler deryası gözlerinden.
Sen kımıldayan göğün ruhu, sıcak şarap, üzgün mektup, çılgın
bir pınar olmalısın! Aşk denilen parkta sabahlasak da güneş
ruhumuzu yalasa ve sen bir kez daha yanımda uyusan ve ben
incelikler ülkesi kalbine sokulup oracıkta ölsem. Resim gibiydi
gövdemizin uykusuzluğu ve gözlerimizdeki parıltı en tutkulu
gecelerimizdi.
Sevgilim gevezeliğimi bağışla ve beni içindeki avluya çıkar.
Engin Turgut

16 Aralık 2018 Pazar

Bir Gün Ölürüm Ben


Bir gün ölürüm ben,
milad benim adımla başlar.
alnımda at koşturur kanlı çocuklar.
bilemem, nereye yağar
sokak ortasında bıraktığım yağmur,
hangi hayatı savurur içimde büyüttüğüm fırtına?
yüzümden bir kuş sürüsü havalanır,
birden bir şarkıyı susar,
kitaplarımda altını çizdiğim yerler.

Bir gün ölürüm ben,
belki bir gece treninin camına düşer başım.
dışarda bir telgraf teli çizip gider karanlığı.
içerde yolcular uyuduğumu sanır,
yalnızca bir kız, düşürdüğüm gülücükten anlar öldüğümü,
yakama bir gözyaşı iliştirir.

Bir gün ölürüm ben,
belki yığılıp kalırım bir dostun kollarında.
güz vurgunu bir çınar gibi dökülüp kalırım.
her yaprağım, kendi rüzgârından sorumlu tutulur.
ta ki uzak bir kışlada toplanma borusu çalınır.
tüfeğini yitirmiş bir asker suçluluğuyla giderim.
derin, sessiz, ışıklı bir göl gibi,
kendi kıyametimi beklerim.

Bir gün ölürüm ben,
belki bir ölüm tezgâhında terler içinde.
o anda, kar fırtınasına tutulmuştur dağ başında bir çiçek.
hiç acı duymam, çiçeğin acısını duyduğum için.
ama ölmekten korka korka ölürüm,
yaşamayı sevdiğim için...

Salih Bolat

8 Kasım 2018 Perşembe


"Şahsi fikrim şu ki bir hikâye yazıldığı zaman, hikâyenin başı ve sonu silinmeli. Çünkü biz yazarlar en büyük yalanları bu kısımlarda söyleriz." 

Anton Çehov

31 Ekim 2018 Çarşamba

Yer Değiştiren Işık

Oral Süzer' in anısına

I.

Kitap gibi okuyor ölümü
Bir andı, gördüm, diyor
Doğmuş güneş bir gözümün ucunda
Batmadan önce parlamış son kez
Bu sefer parmağımın ucunda

Hayatı bir ışık küresi
Hayatı dünyaya sığmamış keskin kahkaha
Hayatı bir merdiven uzaya

II.

Kitap gibi okuyor ölümü
Kimsesiz bir adadan yüzüyordum, diyor
Yanıp bönen düşler kasabasına
Bir tepeden ağır ağır iniyordum
Uyuyan kardeşlerin mağarasına

Hayatı ilk nefesin rüyası
Hayatı kokusunu yitirmemiş Mimoza
Hayatı yuva yapmış avuçlarına

III.

Kitap gibi okuyor ölümü
Yer değiştiren ışıktı, diyor
Yanıp söndü son nefesimi doğurduğum çadırda
Açılıp genişliyordu gökyüzü
Kucak oluyordu evren bana

Hayatı göğe açık bir oda
Hayatı ovalar dolusu güneş dallarda
Hayatı taş sektiriyor şimdi yıldız koyunda

Pelin Özer
05 Mayıs - 03 Haziran 2014, Büyükada

Fotoğraf: Nurcan Azaz,  Üsküdar, İstanbul

28 Ekim 2018 Pazar

Rüzgâr


Bu ne yeşil, ne mavi bu, ne sarı yolumuzda?
Nasıl koyup gitmeli bu denizi, bu kırları?
Uğulda, uğulda, uğulda sonbahar rüzgârı,
Bir dal kırabilir misin bakalım, gönlümüzde?
Bu şarkılar, bu hâlis sözler varken, dilimizde.


Ahmet Muhip Dıranas

8 Eylül 2018 Cumartesi

Balık Ağzı

Bu bir kılıçbalığının öyküsü
Yazılmasa da olurdu 
Ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu 
Uskumrunun arkasından gidiyorduk 
Sürünün içinde ben de vardım
 Sırtımda bir zıpkın yarası 
Mutlu olmasına mutluydum 
Nedense gitmiyordu kulağımdan 
Bir türlü o "ağ var" sesleri
 
Denizkızı girmiş düşünceme 
Ben iflah olmam 
Dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı 
Dolanınca ağa çok geçmeden küserim 
Bir çocuk bile çeker sandala beni 
Bu kadar ağır olmasam 
Beni böyle koşturan yaşama sevinci 
Kanal boyunca bir o yana bir bu yana

Siz  yok musunuz  siz derya kuzuları 
Kestim kılıcımla karanlığını dibin
Yakamoz içinde bıraktım suları 
Ah ayaz gecelerde olur ne olursa 
Sırtımda bir zıpkın yarası

Alın beni mor kuşaklı bir takaya götürün 
İri gözlerimde keder 
Kılıcımda hüzün 
Satın beni satın beni 
Rakı için

Halim Şefik Güzelson

6 Nisan 2018 Cuma

Yoksul B.B. İçin


1.
Ben Bertolt Brecht, kara ormanlardan.
Karnında getirmiş şehre anam beni.
Ama çekip gidene dek ben bu dünyadan
çıkmayacak ormanların soğuğu içimden.

2.
Asfalt şehirde evimde gibiyim.
Donanmışım son kutsal törenle:
Gazeteyle, şarapla, tütünle,
Güvensiz, aylak, ama sonu mutlu.

3.
İnsanlarla iyi aram. Durur başımda
şapkam herkesinki gibi. İnsanlara bakar
derim: “Bunlar başka türlü kokan birer hayvan.”
“Ne çıkar, derim sonra, benim onlardan ne farkım var?”

4.
Kadınlarla otururum yan yana
salıncaklı koltuğumda sabahları.
Seyrederim onları umursamadan ve derim:
“İşte karşınızda güvenilmez bir adam.”

5.
Akşamları da toplarım erkekleri.
“Bayım” deriz birbirimize hep konuşurken.
Ayaklarını dayarlar masama ve derler:
“Düzelecek işler!” Sormam: “Ne zaman?”

6.
Sabaha doğru alacakaranlıkta ıslanır çamlar,
kuşlar ötüşür, böcekler bağrışır.
Dikerim ben kadehimi şehirde tam o sıra dibine kadar,
atıp izmaritimi, dalarım tedirgin bir uykuya.

7.
Biz, uçarı kişiler,
otururuz yıkılmaz sanılan evlerde.
(Yüksek kapılarını biziz kuran Manhattan adasının.
Biziz kuran incecik antenleri,
Atlantik üstünde konuşan).

8.
Bu şehirlerden arta kalacak ne;
Sokakları dolaşan bir rüzgar kalacak.
Evleri kuranlar mutlu olurlar ama,
Onlar da bir gün bırakır evleri giderler.
Hepimiz bugün var, yarın yokuz,
ne düşünürse düşünsün bizden sonrakiler.

9.
Umarım ki, bir deprem olunca yakında,
söndürmem puromu üzüntüyle.
Ben Bertolt Brecht, kara ormanlardan,
anasının karnında gelmiş asfalt şehre.

Bertolt Brecht
Çeviri: A.Kadir (Abdulkadir Meriçboyu), Asım Bezirci

23 Ocak 2018 Salı

Gece



el ayak çekildi
gecenin gölgesine bir düş gibi uzandın
kızının üstünü örtmüştün
kolunda uyuyup kalmış karın
gölgen suya değse ıslanır şimdi

acemisin biliyorum
elin ayağına dolaşıyor günü denerken
bir gerçeğe parmak basar gibi
basamıyorsun da ölümün tetiğine
kırkyalan sözcükler kesiyor rüzgarlarını
onun için aylar var ki
zorla uyduruyorsun kendini her role
susturamasan da kafandaki o sesi

dün de bugün gibi
dün de bugün gibi

öfken de bundan
kibar şairlere gülmen de

tuhaf bir adamsın vesselam
canını sıkan bir sokağı
boyuyorsun da
kırmızıya
bir yaprak düşse dalından
altında kalıyorsun

hiçbir şeyin uymuyor kitaplara

ama gel bu sabah
karını öperek uyandır
işe mişe de gitme
kızına kahvaltıyı sen yaptır
sonra pırıl pırıl günü tak yakana
yeni bir hayatın önsözü gibi
kentin kalabalığına karışıp yürü
kimse korkmasın bakışlarından
üstün başın boydan boya gökyüzü
çocukların ellerine bulaşsın dursun

nasıl olsa
hala güzel masallara inanıyorsun

Enver Ercan

31 Ekim 2017 Salı

Severmişim Meğer


yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim 
toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer


meğer ırmağı severmişim
ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile
bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin
bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
bilirim benden önce duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek

gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe
hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
kulağıma sesler geliyor
gök kubbeden değil meydan yerinden
gardiyanlar birini dövüyor yine

ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın
çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir’ in kavakları
dökülür yaprakları
bize de Çakıcı derler
yar fidan boylum
yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
ucu işlemeli

yolları severmişim meğer
asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e
asıl adı Göktepe ili
bir kapalı kutuda ikimiz
dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak

hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok
ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
bunu bir kere daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi
önde körüklü kaat fener
belki böyle bir şey olmadı
….
çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
ağzı acıbadem kokuyor yaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak bulutlara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım

severmişim meğer
gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim

güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın

meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana

bulutları severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara

ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer

ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
bir eski ölümdür benim için
Moskova’ da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
saçları saman sarısı kirpikleri mavi

zifiri karanlıkta gidiyor tren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek


Nâzım Hikmet Ran
19 Nisan 1962


İzleyiciler