"salıncakların ayazda bırakılması üst düzey bir komplodur."
İşte kayıt tutmanın, muhafaza etmenin, hatırlamanın aciliyeti bundandır. İşledikleri suçlar unutulmayacak, her kıtada ağızdan ağıza dolaşacak. Her geçen gün daha çok insan ‘Hayır’ diyecek. Çünkü bugün korumaya niyetli olduğumuz ve sevdiğimiz her şeye ‘Evet!’ demenin tek ön koşulu bu…"
John Berger’ in Irak Dünya Mahkemesi’ne gönderdiği metin
Sandıklarda her zaman taze su bulunmasına dikkat ederler, her türlü sağlık tedbirlerini alırlardı. Örneğin bir balığın kanadı yaralansa, balığın vaktinden önce köpek balıklarının elinden çıkmaması için onun yarasını hemen sararlardı. Küçük balıkların üzülmemesi için ara sıra büyük su eğlenceleri düzenlerlerdi. Çünkü neşeli balıkların eti, üzüntülü balıkların etine göre daha tatlı olur. Büyük sandıkların içinde okullar da bulunurdu elbet. Küçük balıklar bu okullarda, köpek balıklarının boğazından nasıl geçileceğini öğrenirlerdi. Örneğin, bir kenarda tembel tembel yatan köpek balıklarının nerede bulunduğunu öğrenmek için coğrafya dersine ihtiyaçları olacaktı. Şüphesiz en önemli konu, küçük balıkların ahlak yönünden eğitilmesi sayılırdı.
Küçük bir balığın isteyerek kendini feda etmesinin en büyük ve en güzel bir şey olduğu, özellikle küçükler için güzel bir gelecek hazırlandığını söyledikleri zaman köpek balıklarına inanmak gerektiği onlara öğretilirdi. Boyun eğerek öğrenirlerse söz verilen geleceğin güvencede olduğu küçük balıklara durmadan söylenirdi. Küçük balıklar bütün alçakça, materyalist, egoist ve Marksist eğilimlerden sakınmak, aralarından birisi böyle eğilimlere kapılırsa onun köpek balıklarına derhal ihbar edilmesi gerekirdi.
Köpek balıkları insan olsaydı, yabancıların balık sandıklarını ve yabancı balıkları fethetmek için onlar arasında savaşlar olurdu elbet. Bu savaşları da herkesin kendi küçük balığı yapardı. Köpek balıkları, onlarla başka köpek balıklarının küçük balıkları arasında büyük ayrımlar bulunduğunu küçük balıklara öğretirlerdi. Bilindiği gibi, haklarında bir hüküm verilirken küçük balıklar ses çıkarmazlar. Ama onlar, çok çeşitli dillerde susarlar ve bu yüzden birbirlerini anlayamazlar. Savaşta düşman tarafından olan ve başka dilde susan birkaç küçük balık öldüren her küçük balığa deniz yosunundan küçük bir nişan takılır, kahraman ünvanı verilirdi. Köpek balıkları insan olsaydı, onlarında bir sanatı olurdu elbet. Köpek balıklarının dişlerini parlak renklerde gösteren, onların boğazlarını zevk bahçelerine benzeten, bu boğazlarda yapılan görkemli şenlikleri anlatan güzel resimler olurdu.
Denizin dibindeki tiyatrolarda, kahraman olmak isteyen küçük balıkların köpek balıklarının boğazından nasıl geçtiği anlatılırdı. Öyle güzel müzikler yaratılırdı ki, bando en önde giderken müziğin melodileriyle kendinden geçen, tatlı düşlere dalan küçük balıklar, köpek balıklarının boğazlarına akın akın girerlerdi. Köpek balıkları insan olsaydı, onların dini de olurdu. Bu din, köpek balıklarının karnında gerçek hayata kavuşacaklarını küçük balıklara öğretirdi. Köpek balıkları insan olsaydı, bütün küçük balıkların bugünkü gibi eşit olması da son bulurdu. Küçük balıkların bazılarına yüksek memuriyetler verilir ve bunlar öteki küçük balıkların üstleri olurdu. Çünkü böylece daha iri lokmalar bulabilirlerdi. Biraz büyükçe olan, bazı makamlar elde eden küçük balıklar, ötekiler arasında düzeni sağlar, öğretmen, subay, sandık yapım mühendisi vb. olurlardı. Kısacası köpek balıkları insan olsaydı, denizin içinde bir kültür meydana gelirdi.
Bertolt Brecht
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...
Nâzım Hikmet Ran
"Babamın iş gezilerinden birinde, yoldan geçerken arabanın penceresinden gördüğüm bir manzarayı yıllar bana hiç unutturmadı. Çevresine bir daire çizilen adam etrafını kuşatan bir kalabalık tarafından sürekli taşlanıyor, adamsa o dairenin dışına çıkamıyordu. Adamın Yezidi olduğu söylendi. Bir azınlık toplumu olduklarını, şeytana taptıklarını, inançlarına göre tavuskuşunun ve dairenin kutsal olduğunu, bu yüzden çizilen daire silinmeden içindekinin dışına çıkamadığını öğrendim. Bu inancı gülünç bulanların da başka türlü görünmeyen daireler içinde olduğunu ve bunun dışına çıkamadığını çok sonra anlayacaktım. Tıpkı daha geniş bir coğrafyaya çıktığımda, dünyanın her yerinde her türlü azınlığın nasıl taş altında tutulduğunu anladığım gibi.
Daire çizen için bir komediydi. Dairenin dışındaydı. Saçma bulduğu bir inancı silah olarak kullanıp inananı teslim alabiliyordu. Bu, ona bir iktidar sağlıyordu. Dairenin içindeki içinse bir dramdı. Tutsak ediliyordu. Yazgısını Öteki'nin insafına terk ediyordu.
Ya kişi daireyi kendi eliyle kendi çevresine çiziyorsa... İşte bu bir trajediydi. Seçiminin içerdiği sonu yaşayacaktı."
"Geri döndük, yeniden şehrin merkezine inerken, daha çok Kürtlerin oturduğu mahallelerin birinde, evlerden birinin ağır, büyük kapısı güçlükle açıldı. Ardından, üç dört yaşlarında, sarışın, lüle lüle saçlı, mavi gözlü ve boynunda iri mavi boncuklar taşıyan masal güzeli bir kız çocuğu, eşiği atlayarak ansızın sokağa, önümüze çıktı. Bizi görünce duraladı. Bu güzel Kürt meleği, bize inmekte olan günün son armağanı gibiydi; gözlerimizin önünde birdenbire beliriveren varlığıyla bizi heyecanlandırmıştı. Eğilip sevecek oldum. Kuşkulu gözlerle baktı ilkin, ardından bir iki adım gerileyerek 'Polis, polis' diye uzaklaştı bizden. Bizi polis sanmış, korkmuştu. Vurgun yemişe döndük, demek biraz kentli giyinmiş herkes yabancı, her yabancı da polis demekti, daha beş yaşında bile olmayan bu küçük kız çocuğu için? (...) Bir tek bu olay, beni derinden yaralayan bu dramatik karşılaşma, yüzlerce gazete haberinin, yüzlerce fotoğrafın anlatmakta eksik kaldığı her şeyi bir kerede anlatmıştı.
Benim geçmişimi, onun geleceğini kirletmişlerdi.
Çocukluğumu aradığım sokaklar.
Üç dört yaşlarındaki şu mavi boncuklu kız.
1990 yılının Mart ayıydı.
Daha sonra Mardin'e hiç gitmedim. Olmadı.
Şimdi bir rüyam var: O mavi boncuklu kız büyüsün, bir gün bu yazıyı okusun, o günü hayal meyal hatırlasın, beni hatırlasın ve bana bir tek mavi boncuk göndersin istiyorum.
Bunu hepimizin geleceği için istiyorum."
Murathan Mungan, Paranın Cinleri, Metis Yayınları
Sıddık Akbayır, Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir, S.156
- Kalbimiz ulaşınca bağ bozumuna, güzün,
Besbelli yaşamanın farkı yok işkenceden.
Bir ağrı, bir ağrı ki çok yalın ve esrarsız,
Ve sevinciniz gibi gözler önünde açık.
Bırakın aramayı ey meraklı güzel kız,
Sesiniz tatlı ama, konuşmayınız artık!
Susunuz ey bilgisiz! ey her şeye kapılan!
Çocuk gülüşlü ağız! Daha da çok hayattan,
Ölüm bizi tutuyor ağlarının içinde.
Bırakınız kalbimi yalanla oyalansın,
Güzel bir düşte gibi gözlerinize dalsın,
Ve uyusun kirpiklerinizin gölgesinde!
Charles Baudelaire
Çeviren: Suut Kemal Yetkin
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.
Yahya Kemal Beyatlı
The Silent Ship
When the day comes to weigh anchor off this stand; A vessel does leave this haven for a dark land. As she sails silently as if numanned, Not a hand nor a handkerchief is fanned. Sorrowed with this trip are those on the quay Wet-eyed they gaze at dim horizon dolefully. Poor hearts! This is not the last ship departing; Nor for the lonesome life is it the last sting: In vain will the loving and beloved wait For the return of those that passed the strait. Happy must they have been with their set Though years have elapsed, none's back as yet.
Yahya Kemal Beyatlı / Çeviri: Behlül Toygar
The Silent Cruiser
From Time when the day has come to weigh anchor
Destined for the Unknown, a cruiser departs of this harbor
It gathers its way silently as if with no souls who stand
This departure is bereft of waving good-bye or a hand
The quay harbors a desolate cruise for those left
Contemplating the dark horizon days long, eyes wet
Helpless Souls! This is not the last cruiser to depart
Nor is it the last mourning of a life with us to part
All loving and loved ones on earth will wait in vain
They know not the departed loves will never return
For many departed ones are content with their destiny
For many years have passed by and yet no sole returnee
Yahya Kemal Beyatlı / Çeviri: Oktay Eser
Silent Ship
If the day has arrived at last to weigh anchor from time,
A ship departs from this harbour towards an unknown clime.
As if it has no passengers, silently it makes way;
No hand is waved nor hankerchief as it sails away.
This journey is distress for those left behind on the quay,
Their tearful eyes scan the black horizons day after day.
Desperate hearts: This will neither be the last ship to go
Nor the final bereavement of a life filled with sorrow.
In this world, the beloved and the lover wait in vain
Not knowing that the loved ones will never come back again.
Those who sailed away are surely happy with their sojourn:
Years went by since that voyage, yet not one soul will return
Yahya Kemal Beyatlı / Çeviri: Talât Sait Halman
sizi bir yerlerden tanır gibiyim
galiba bodrum'daydı geçen yaz
t-shirt'leriniz vardı türkuvaz
pabuçlar 'all star american'
ne tutucuydunuz ne de bağnaz
sabah kahvaltısında beethoven chopin
akşamları hacı ârif incesaz
n e ç o k e n k a z
sizi bir yerlerden tanır gibiyim
sanırım bodrum'daydı geçen yaz
güngörmüş saçlarınız vardı beyaz
bakışlarınız alaycı ve delişmen
mavi yolculuklarda yıldız-poyraz
balık yemekten ve çok sevişmekten
gut'a yakalanmıştınız biraz
n e ç o k e n k a z
sizi bir yerlerden tanır gibiyim
her halde bodrum'daydı geçen yaz
daracık sokaklarınız vardı çıkmaz
viskiyi çok sever az içerdiniz
gün boyu meyhane cafée-bar caz
"yine de en büyük rakı" derdiniz
iki cami arasında beynamaz
n e ç o k e n k a z
sizi bir yerlerden tanır gibiyim
elbette bodrum'daydı geçen yaz
sözcükleriniz vardı ince mecaz
aşklarınızı şiirle yıkardınız
bir yığın kadın huysuz utanmaz
her biriyle ayrı yatardınız
bin türlü işve bin türlü naz
n e ç o k e n k a z
sizi bir yerlerden tanır gibiyim
mutlaka bodrum'daydı geçen yaz
dostlarınız vardı köylü ve kurnaz
bireysel konularda acımasız
ülke sorunlarında vurdumduymaz
batı'lı düşünür doğu'lu yaşardınız
azıcık hicazkâr her dem şehnaz
n e ç o k e n k a z
Ahmet Necdet
Bağırırlar şaire:
"Bir de torna tezgâhı başında göreydik seni.
Şiir de ne?
Boş iş.
Çalışmak, harcınız değil demek ki..."
Doğrusu
bizler için de
en yüce değerdir çalışmak.
Ve kendimi
bir fabrika saymaktayım ben de.
Ve eğer
bacam yoksa
İşim daha zor demektir bu.
Bilirim
hoşlanmazsınız boş lâftan
kütük yontarsınız kan ter içinde,
Fakat
bizim işimiz farklı mı sanırsınız bundan:
Kütükten kafaları yontarız biz de.
Ve hiç kuşkusuz
saygıdeğer bir iştir balık avlamak
çekip çıkarmak ağı.
Ve doyum olmaz tadına
balıkla doluysa hele.
Fakat
daha da saygıdeğerdir şairin işi
balık değil, canlı insan yakalamadayız çünkü.
Ve doğrusu
işlerin en zorlusu
yanıp kavrularak demir ocağının ağzında
su vermektir kızgın demire.
Fakat kim
aylak olduğumuzu söyleyerek
sitem edebilir bize;
Beyinleri perdahlıyorsak eğer
dilimizin eğesiyle...
Kim daha üstün, şair mi?
yoksa insanlara
Pratik yarar sağlayan teknisyen mi?
İkisi de.
Yürek de bir motordur çünkü
ve ruh, onun çalıştırıcısı.
Eşitiz bizler
şairler ve teknisyenler.
Vücut ve ruh emekçileriyiz
aynı kavganın içinde
Ve ancak ortak emeğimizle
bezeriz evreni
marşlarımızı gümbürdeterek
Haydi!
laf fırtınalarından
ayıralım kendimizi
bir dalgakıranla.
İş başına!
Canlı ve yepyeni bir çalışmadır bu.
Ve ağzıkalabalık söylevci takımı
değirmene yollansın dosdoğru!
Unculuğa!
Değirmen taşı döndürmeye laf suyuyla!
Vladimir Mayakovski
Çeviri: Ataol Behramoğlu

Bir gece bozdum kafayı; gören sarhoş derdi, demiştir de, değildim. Çıktım apartman boşluğuna: “Yalnızım ulan yalnızım” diye bağırdım. Baktım ses seda yok, sinirimden kendimi attım 2.katın merdivenlerine doğru: “Yalnızım duyuyor musunuz beni?” diye nara attım. Birinci kattaki Ali İhsan Amca zaten duymazdı; 88’inde, öyle dul ve kimsesiz değil çok şükür; karısı da var çocuğu da, hepsi terk etmiş, huysuzluğundan diyorlar, laf. Onun hali benden beter ya, bağırmaya hali olsa, bağırır en okkalısından ya, ne gerek var şimdi. 88 senenin bir 50 yılı çilekeş geçmiş zaar; bakkal Rüstem Amca anlatmıştı, oradan biliyorum: Karısının defalarca aldatmışlığı, döne dolaşa Ali İhsan Amca’ya gelmişliği var. Ali İhsan Amca da dünya garibi, her seferinde kabul etmiş Esma Teyze’yi. Esma Teyze dediğim, sülün gibi kadındır Allah bilir gençliğinde, 80’inde bile ayrı güzel. Bir de oğulları var 50’lerinde, Ali Fuat. Aramaz sormaz, ta ki paraya ihtiyacı olana kadar. Bakkal Rüstem’e sorarsan, Ali İhsan Amca oğluna kızdığından tüm varlığını Darüşşafaka’ya bağışlamış; Rüstem nereden bilecek diyorsan, Rüstem bilir tüm mahallenin halini, vaktini. Diyeceğim o ki; Ali İhsan Amca’nın kulakları zaten ağır işitiyor; ne benim yalnızlığımı görür, ne de çığlığımı duyar gecenin o vakti; onun canı sağolsun.
2.kattaki Neriman, gudubet Neriman. Allah onun belasını versin. Ölüyorum desen, kapısını aralayıp bir tas su vermez adama; evde kalmış, kız kurusu Neriman. Neriman’ın anne-babası öldükten sonra kapıyı bir kapatmış, o kapatış. Deliliği benden hallice; ben insan gördüğümde hal hatır sorar, iki sohbetin belini kırarım en azından; onda bu da yok. Ne medet umduysam, onun merdivenlerine doğru yuvarladım kendimi; delilik halinde bunu düşünecektim sanki. Varlığıyla yokluğu bir Neriman’ın, olmasa da olurdu ya, Allah’ın işine karışmayayım, neyse.
Benim bir üst katımda oturuyor, Kemal Amca’yla Suat Teyze. Emekli öğretmen ikisi de; apartmandaki yalnızlığımın tek kalabalığı onlar. Hiç çocukları olmamış; Anadolu’yu köşe bucak gezmişler bir harf öğretmek için; sırf öğretmen maaşıyla olmaz ya, Suat Teyze’nin babasından kalan mirası da tazminatlarının üstüne koyup, üst katımdaki 75 metrekare evi ancak alabilmişler. Suat Teyze sarmayı sevdiğimi bildiğinden, ne zaman yapsa dumanı üstünde bir tabak dolusu gelir kapımı çalar. O gün evde yoklarsa demek, çığlıklarıma onlardan da ses gelmedi. Evde olsalardı, ben böyle perişan olur muydum hiç?
5.katta oturuyor Mine; bakkal Rüstem “Orospu” diye bahsediyor ondan hep, kızıyorum ya öyle demelerine, ses de etmiyorum. Mine her gün çeker minileri o güzelim bacaklarına, memelerinin yarısı taşar hep o v yaka bluzlarından; kırmızı ruju hiç eksik olmaz, olmasın da. Güzel kadın Mine, orospuysa da güzel işte, kime ne. O ne zaman çıkacak olsa evinden, ardı sıra apartmanda bir yasemin kokusu; Mineler hep mi böyle güzel kokar acaba? Sokağın köşesinde camlarında siyah film olan bir Mercedes alır onu hep; birkaç kez topuk seslerinden sebep merdivenlerden inişini duymuştum, apartmandan çıkıp, arabaya binene kadar takip etmiştim perde arkasından. Arabaya gidene dek, sokakta oynayan çocukların başını okşuyordu her seferinde; bir de bizim sokağın köşesini “ekmek kapısı” belleyen dilenciye, en okkalısından sadakasını veriyordu. Hem güzel, hem merhametliydi Mine; biliyorum, evde olsa koşar, yetişirdi feryadıma ya, kim bilir hangi adamın kollarında sevişmekte.
Üçüncü bağırışımda kapıcı Seher Hanım’la kocası Mehmet Efendi yetişti. Seher Hanım dünya iyisi; Artvin’den göçmüş gelmişler buralara. Mehmet Efendi’yi çok sevmiş 18’inde; babası vermek istememiş, sefil olursunuz, çingenenin çadırı var, Mehmet’te o bile yok, ne yer, ne içersiniz dediyse de Seher’in gönlüne laf geçirememiş. Seher “Gel kaçır beni” demiş Mehmet’e, O da durur mu hiç yerinde, dünden razı. Elinden tuttuğu gibi Seher’in, almış gelmiş İstanbul’a. Sevmediğim insanlar olsa, “Bir onlar eksikti zaten İstanbul’da” derdim ya, demem, diyemem. İstanbul’a geldikten sonra, iki apartman yan tarafımızdaki, akrabaları kapıcı Arif Efendi’yi bulmuşlar; Arif Efendi de bizim apartmana yerleştirmiş onları; iyi ki. Bakkal Rüstem de severdi onları. Allah’ın adamı derdi onlar için; Allah’a inanmazdı Rüstem ama, sevdiği bir şeyden bahsedecek olsa, yanına Allah’ın adını koymadan edemezdi.
Seher’le Mehmet Efendi beni tuttukları gibi merdiven köşesine sabitlediler; Seher, Mehmet’e: “Koş su getir, kolonya getir, çabuk” dedi, Mehmet koştu, gitti. O ara Seher’in boynuna sarılıp, “Ben niye böyle yalnızım Seher” diye sessizce ağladığımı hatırlıyorum. Seher de, garibim: “Yalnız olur musunuz hiç hanımım, bak biz varız, bizim çocuklar var Hasan’la Hüseyin, siz niye yalnız olasınız ki?” dedi. Gülümser gibi oldum O öyle dediğinde, hoşuma gitmişti birinin “Biz varız” demesi, gülemedim.
Mehmet geldi sonra; boynuma, saçlarıma kolonyayı iyice boca etti Seher. Lanet olası kolonyanın kokusuna tahammülüm yoktu ya, ucuzunun kokusu yanmış süt kokusundan farksızdı bence. Su içirdiler sonra, içerken genzime kaçtı, o ara Seher’in yüzüne öksürdüğümü hatırlıyorum, O aldırmadı da, ben çok utandım.
İkisi de kollarıma girip, beni daireme taşıdılar; Seher yatağıma kadar getirdi, Mehmet Efendi daire kapısının orada bekledi. Sonra Seher bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, “Yok” dedim, teşekkür ettim; istemediysem de o lanet kolonya şişesini başucuma bırakıp, kapıları çekip gittiler.
Saate baktım sonra, sabahın 4’ü. Saatimin alarmını kapattım, “Yarın işe geç gideyim bari” dedim içimden. Saati elime aldığımda, o günün tarihinin 2 Temmuz olduğunu hatırladım, yine. Sahi ya, bu tarihi bilmeseydim, bunca delirmeyecektim. Sonra uyudum işte.
Sevda Gedik
Edebiyat Nöbeti, Sayı 7, S.110