28 Aralık 2023 Perşembe

Dolmakalemlerim

   Ben de herkes gibi kurşun kalemle yazmaya başladım. Sonra dolmakalemle devam ettim. Sonra daktiloya geçtim. Şimdi yeniden dolmakaleme döndüm.
    Yazı dersinde öylesine umutsuz bir öğrenciydim ki, yalnız sıra, defterler, kitaplar değil, üstüm başım, ellerim, sürekli mürekkep lekeleriyle kaplı olurdu. Bir gün ellerimi gören cici annemin (anısı bin yaşasın!) üniversiteli oğlu Galip (Dolun) ağabeyim bana bir dolmakalem armağan etti. Kalem, silgi, kalemtıraş, fırça, boya, (daha sonraları) çakmak, pipo, çanta yitirme şampiyonu olan ben o dolma kalemi yıllar boyunca korudum. Yanılmıyorsam bir Parker'di. Kahverengi. Bakalit. Daha sonra, ortaokulda çok güzel yazan bir Parker'im oldu. İlk şiirlerimi, öykülerimi bu kalemle yazdım.
    İlkokuldan beri kurşun kalemle yazmayı sevmedim.  Kurşun kalemin kendisini çok sevdiğim, hâlâ satın aldığım halde.  Ama hiçbir yazımı, hattâ mektubumu kurşun kalemle yazmış olduğumu sanmıyorum. Boy boy, sınıf sınıf kurşun kalemler, kalemtraşlar,  yalnızca kalem açmak için kullanılan ince, keskin ağızlı çakılar, silgiler… Tüm bu “rituel"e, çocuk yaştan bu yana “mânen ve maddeten” sahibim.
   Ama kurşun kalemle yazamam. Dahası sol elinde silgi, sağ elinde kurşun kalem, yazan, silen yazarlardan da hoşlanmam. Nedenini bilmiyorum. (Bunun için de bir psikiyatra gidecek değilim.) Ben, yazdığımda, tüm yanlışlarım, düzeltmelerim kağıdın üzerinde görülsün isterim. Daktiloda yazarken de yanlışları örten kapatıcılardan hoşlanmam.
    1959 yılına değin tüm yazdıklarımı dolmakalemle gerçekleştirmişimdir. O yıllar Avrupa’da tükenmez kalem yıllarıdır. Benim de Paris yıllarım. Hatırlarım, ünlü tükenmez BİC bir frank. Kuşkusuz ben de Bic kullanmışımdır. Ama severek, benimseyerek değil. Benim sadık yârim o yıllarda da bir dolmakalemdi. Ama 1959'da Zürih'te aldığım, Türk klavyeli Hermes Baby, uzun yıllar dolmakalemlerime rakip oldu. Benim açımdan bir ihanet değil, bir zorunluluktu söz konusu olan. El yazım öylesine okunaksızdı ki, mektup yazdığım dostlarım bile daktiloyla yazmamı istiyorlardı. Sonunda, bir yolculuğa çıkarken, Parker'lerimi, Watermann'larımı ceketimin iç cebine yerleştiriyor, ama elime hermes Baby'mi de alıyordum. Bu açık fıstık yeşili metal kutu içindeki daktilo, tam yirmi beş yıl boyunca, nereye gitsem (tüm Avrupa ülkeleri, Amerika, ve tabii Hakkâri) yanımda oldu. Hakkâri'de Bir Mevsim filminde. Genco Erkal'ın başına geçip, sevgilisine mektup yazdığı daktilo, bu emektar Hermes Baby'dir.
    Bu tür anılara bağlı bir nesne fetişizmi yoktur bende. Ama nicedir pes etmiş bu daktiloyu kaldırıp atmak içimden gelmiyor. Ben yaşadıkça, o da, evimin bir köşesinde duracak. O, kendisiyle dolmakalemlerimi aldattığım için, bense artık onunla yazamadığım için biraz suçlu, birbirimize bakıp durduğumuz olmuyor değil. 
  Hermes Baby'den, biraz daha gelişmiş daktilolara geçmedim değil. Hattâ bilgisayarlara. Ama hayır, bunlar benim için değildi. Aynı dilden konuşmuyorduk, ve onlar aynı dilden yazmıyorlardı. Üstelik bir ritm sorunumuz vardı. Sonunda tümüne sırtımı döndüm ve kalem dönemini yeniden başlattım. Bugün, pompalı dolmakalemlerin yerini kartuşlu dolmakalemleri aldı. Ama ben pompalı dolmakalem kullanmaya devam ediyorum. Yalnız pompalı değil, fötr uçlu (yumuşak, yarı yumuşak, sert) kalemler de. Metal gövdeli, ahşap gövdeli, bakalit gövdeli kalemlerim var. Kimilerini biçimleri için alıyorum. Kimileri yazma kolaylığı için. Kimilerini yazı güzelliği için.
    Abartmadan söyleyeyim:
  Citizen Kane için çocukluğunun tahta kızağı ne idiyse, benim için de ilk dolmakalemim o idi. O ilk dolmakalemin yerini, daha sonrakilerden hiçbiri tutmadı. Ona hâlâ sahip olsaydım, Hermes Baby'nin yanına koyar, eski günleri anmalarını, birbirleriyle dertleşmelerini dinleyebilirdim, sanıyorum.

Ferit Edgü, Kitap-lık Dergisi, Ekim 1994, S.17

27 Aralık 2023 Çarşamba

Sıla

Bir dert gibi çıkmaz içimden o yer
Yeşil vadilerinde boy boy ardıç
Sanırım o iklime doğru gider
Şu masmavi semadaki kırlangıç

Sonsuz selamımı dağlara bırak
Küçük kuş o ufka vardığın zaman
Sütleri sızan meme ve çıngırak
Lavanta çiçeği arılar kovan

Nerde beyaz bembeyaz güvercinler
Sarmaşıklar içinde o sakin dam
Uzak dallarda tarla kuşu çiler
Penceremde mavileşirdi akşam

Ah ümitlerle koşardım izinde
Geceleri ateşböceklerinin
Dönerdi kocaman dairesinde
Ağaçlar ve gökyüzü çemberimin

Bir dert gibi çıkmaz içimden o yer
Yeşil vadilerinde boy boy ardıç
Sanırım o iklime doğru gider
Şu masmavi semadaki kırlangıç

Oktay Rifat

Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler, II - Birinci Basım: 1946, İstanbul, Marmara Kitabevi

Fotoğraf: İffet Karaca


24 Aralık 2023 Pazar

Lunaparkın Abecesi

Bilirim nasıl yazılacağını.
Mektuplar, notlar, sipariş listeleri,
ninemin asla var olmamış çiftliğinde neşeli gezintilerimi
yazarım okul kompozisyonlarında,
oysa ninem Job gibi yoksulun teki.
Ama açıklanamaz şeyler de yazarım:
Mutlu olmak isterim, solgun.
Ve mutlu değilim, acı içinde.
Üzüncümden alır götürür beni, kekeleyen çanlar,
ağlaşanlar arasında insan:
"Hiçbir şey geri getiremez onu bana." diyor.
Yaşarım bazı şeylerin birbirine seslendiği yeryüzü yuvarında,
haykırdığımızda daha güçlü
çıkar sesimiz denizi çağıran suların sesinden,
öyle bir yer işte, her ırmak gözyaşı damlacıklarıyla yüklü
İnsanlar acıkır burada. Her biri nefret içinde.
İnsanlar mutludur burada, olağanüstü güzelliklerle kuşatılmış.
Düşün, güvenli bir dönme dolabı
bindiğinde başını döndüren -
ışıklar, müzik, kendinden geçmiş sevgililer.
Ne kadar güzel! Bir yanda oğlanlar,
diğer yanda kızlar - bense, çılgın gibi evlenerek
eşimle küçük yatak odamıza yatmaya giderim
tahta döşemeli kocamış bir evde.

Ölümü düşünmemekten başka yol yok,
ölümsüzlüğü istemek için, olağanüstü güzellikler arasında.
Mutluyum ve acılıyım, yarı yarıya.
"Her şeyi al götür tez elden." dedi annem,
"git bir dolaş, kendinden hoşnut ol, bir sinemaya git."
Annem davranışlarının Dedeme benzediğini fark etmeyerek:
"İnsanlara katıl - görmeyi istediğin biri varsa,
bulabilirsin onların arasında." dedi.
Bağışla sözcükleri, ama yaşamak istemiyorum artık.
Lunaparkta olmak istiyorum şarkıcının sesi
tatlı bir ezgiye dönüştüğünde öğleden sonra.
Şöyle de yazabilirim: öğleden sonra. Sözcüksüz,
olduğu gibi.

Adélia Prado

Çeviri: Tuğrul Asi Balkar



Asfur

bir kuş baktı pencereden
"lulu" diye seslendi
"beni yanında sakla, sakla beni
ne olursun lulu"
"sen neredensin" diye sordum ona
"göğün sınırından" dedi
*nereden geliyorsun" dedim
"komşunun evinden" dedi
"kimden korkuyorsun" dedim
"karga kafesinden" dedi
"tüylerin nerede" dedim
"zaman uçurdu" dedi
bir damla gözyaşı süzüldü yanağından
kanatları büküldü
"yere sağlam basıp
kendi yolumda yürüyeceğim" diyordu
onun yaralı hâli gibi
kalbimin yaraları da acı veriyordu bana
zindanın demirlerini kıramadan
kesildi sesi, kırıldı kanatları

Marcel Khalife


23 Aralık 2023 Cumartesi

"Sokaktaki kör dilenciye kesinlikle para ver.. Bu kentte olup da görememek ne dehşet bir acı!"

 
"Ölmemiştim ama diri de değildim;
Bir nebze aklın varsa kendin tasarla ne hale geldiğimi,
yaşamla ölümden yoksun kalınca."

Dante Alighieri - İlahi Komedya

"Sokaktaki kör dilenciye kesinlikle para ver.. Bu kentte olup da görememek ne dehşet bir acı!" dediklerini duymuştum. Kentler de insanlar gibidir, kılıktan kılığa bürünmeyi severler. Oysa Floransa en güzel giysisini hiç çıkarmaz. O giysiyi sadece körler değil, turistler de göremez. Hiçbir yabancı Dante'nin evinin arka sokağında olanları bilemez. Heykelini görmek ve birkaç resim çekmek yeterli gelir. O gün herkesin yanından geçtiği, yabancıların asla göremeyeceği Floransa'ya dokundum. Ciddi, ağırbaşlı, sade ve dayanıklı kahverengi örtüsünü sıyırdım.

Aslında bir yazarım. İyi bir yazar sayılmasam da yazarım. Gündüzleri 10:30'dan 19:30'a Osteria del Porcellino'nin bulaşıkçısı, geceleri de Perito Specialista'nin yazarıyım. Daha önceleri de gündüzleri köşebaşında ev yapımı sandeviçler satan bir yazardım. (...)

Cem Akgül, Dönmeyenlerin Seyahat Rehberi, Noktürn Yayınları, S.89



Annabel Lee

Seneler, seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni.

O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.

Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgârından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.

Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi,
Evet! bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutun rüzgârından
Üşüdü gitti Annabel Lee.

Sevdadan yana, kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat göklerdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.

Ay gelip ışır, hayalin erişir
Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni.

Edgar Allan Poe

Çeviri: Melih Cevdet Anday



21 Aralık 2023 Perşembe

Düşe Dünya

acı dindi, duruldu deniz 
avcumda yeşil bir direnç 
kımıldıyor, mis kokuyor fesleğen 
gök mavi bir yelken kanatları alnımda 
simitçiler, piyangocular, falcılar 
hayat! kal biraz daha!
ah o aceleci güvercin sürüsü
havalanıp iniyor meydanlara 

topuklarımdan saçlarıma kırgındım 
bir aynanın içe bakması gibi 
sözsüz, tozlu, bulanık yaşadım 
şimdi güneş önümde yürüyor kurula kurula 
sabahın ayakları pespembe, elleri iğde
saç örgüsünü çözüyor minik kız 
fırfır etekleri yaza dönüyor, dünya düşe dönüyor 

son sigarasını söndürüyor sonsuz adam
kirpiklerden düşmeyen bir ayrılık 
yürünmüş yollar, yürünecek yollar 
yollardan masal yapar ağızlar
ağrıyan taş, kederli çiçek, sızlayan su 
dilimde dağılıyor dünyanın tek gerçek sorusu

kendini hiç mi sevmedin çocuk?

Özge Sönmez, Edebiyat Nöbeti Sayı: 48, S.30

Resim: Rukiye Garip, Suluboya Çalışma

Papatya

Zamansızlığımdandır güzelliğim.
Yol kenarını mesken tutan papatyalar,
kurtaramazlar canlarını,
dikkatli çocukların tutkularından.

Bütün yapraklarım “sevmiyor” diye,
ucuz bir hediye olamam gerçi,
ama bilinir ki;
ne zaman bir çiçek dalında kurusa,
bir sevgili daha çok üzülür.

Yüzünü görünce onun,
ne de çok isterdim incinmesin.
Benden önce sen ispiyonlasaydın keşke
başka bir adama harcadığın sevgini.

Kırmızıyı esirgemeyen çay bardaklarının
ince bellerine dayanamadan,
beni de aldatıyordur belki,
sevinince terleyen parmakların.

Özge Dirik


20 Aralık 2023 Çarşamba

"... / Sanat hiçbir zaman tarafsız değildir."

 "Dünyayı değiştirmek ve tarihe tanıklık etmek amacıyla yola çıkıldığında sanat hiçbir zaman tarafsız değildir. Sanatçı çağına tanıklık ederken, özgürlüğünü ve etkinliğini kontrol altına almaya çalışan sisteme, kendisine ve topluma dayatılan tüm yaptırımlara karşı muhalif bir tavır sergilemek zorundadır"

Andrey Tarkovski

19 Aralık 2023 Salı

Kitlelerin Ayaklanması

 “Günümüzde kitle dünyada olup bitenler hakkında kesin fikirlere sahiptir. İyi ama bu yararlı bir şey değil mi? Hayır, zira fikirlere sahip olması kültürlü olduğu anlamına gelmez. Fikri gerçeğe meydan okumadır... Onları düzenleyecek bir kurumu kabullenmedikçe fikir ya da görüşlerden söz edilemez, tartışma sırasında başvurulacak bir dizi kurallar gerekir. O kurallar kültürün ilkeleridir. Hangi kurallar oldukları benim için önemli değil... Barbarlık kuralları diye bir şey yoktur. Kuralların yokluğudur barbarlık, başvurulacak merci bulunmayışıdır.” 

Jose Ortega Y Gasset, Kitlelerin Ayaklanması, S.103

Çeviri: Neyyire Gül Işık

Jose Ortega Y Gasset I. Dünya Savaşı’ndan sonra İspanya’da kültür ve edebiyatı yeniden canlandırma hareketini yönlendiren önemli aydınlar arasında yer alır. Madrid Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi görmüş, Berlin, Leipzig ve Marburg’da çalışmalarını sürdürmüştür. Ülkesine döndükten sonra Madrid Merkez Üniversitesi’ne atanmış, iç savaş sırasında İspanya’dan ayrılana dek metafizik kürsüsünde dersler vermiştir. En ünlü yapıtlarından biri olan Kitlelerin Ayaklanması yazarın 1920’lerde başlayan ve yaklaşık olarak on yıl süren çalışmalarının ürünüdür. Kitabı oluşturan kimi parçalar daha önce gazete yazısı olarak yayımlanmıştır. Eserinin başka dillere yapılan çevirilerini göz önünde tutan yazar 1937’de “Fransızlar için Önsöz”ü, 1938’de “İngilizler için Sondeyiş”i kitabına eklemiştir. Yazarın en önemli eserlerinden Sistem Olarak Tarih de yayıma hazırlanmaktadır.

17 Aralık 2023 Pazar

Yürüyenler


"Batıdaki büyük ergin yakınlarındaki kumulların ardında, gözleri kör eden ışığı, sıcağı, kum fırtınaları ve uçsuz bucaksız gökyüzüyle, şehirlilerin ve toprağa yerleşik yaşayanların ve özellikle de artık yürümeyenlerin unuttuğu bir çöl vardır.

Düne kadar göçebe olarak yaşayan Zehra, yaşama amacı olan bu sonsuz yürüyüşe bir son vermek zorunda kaldı. Aşiretinin bir bölümüyle buraya, kum tepelerinin eteklerine, iki ayrı dünyanın sınırına yerleşti; Bedevi geleneklerinin ve bilgeliğin temel direklerinden, zamanının ölümsüz hikâyecilerinden biri haline geldi. Cezayir Rumî istilalarıyla sarsılırken, onun etrafını saran sayısız çocuk büyülenmiş bir halde tuz yolunun sihrini ve Sahra'yı dolaşan kervanların hikâyesini dinliyordu.

Aşiretinin okuma yazma öğrenen ilk genç kızlarından olan Leyla, onu saf dışı bırakmak isteyenlere başkaldırdı. Göçebe kökenleri sayesinde kaderine ve geleneklere karşı çıkabilecek gücü buldu. Çöle ve kumlara savaş açan kadınların zaferini irdeleyen ve gerçek bir aşk türküsü olan bu roman, diğer yandan yeni yetişen genç neslin de hikâyesidir. Bağımsızlık savaşından sonra terör, özgürlük ve köktendincilik sorunları arasında gidip gelen Cezayir, en gerçek haliyle karşımıza çıkıyor: dişi ve doğurgan."

Melike Mukaddem, Yürüyenler

Çeviri: Mine Tan

11 Aralık 2023 Pazartesi

Şarkı Söylemeye Gelmedim

Şarkı söylemeye gelmedim ben, götürün başımdan gitarı.
Hayır hayır, belge falan hazırladığım yok
ermişler katına atanmak için ölümümden sonra.
Yüzüme bakmaya geldim ben gözyaşlarında
denize akıp giden gözyaşlarında
ırmaklarla
bulutlarla...
kuyunun dibinde gizlenen gözyaşlarında,
gecede
ve kanda...

Dünyanın bütün gözyaşlarında yüzüme bakmaya geldim
Ve bir damla cıva, bir damla ağıt, bir damlacık olsun
kendi ağıtlarımdan katmaya
gelecek olanların beni görebilecekleri, kendilerini
tanıyabilecekleri o uçsuz bucaksız aynaya.
Yeniden duymak için geldim şu atalar sözünü karanlıklarda:
Alınterinle kazanacaksın ekmeğini
ve ışık acısındadır gözlerinin. 
Kaynağıdır gözler ışığın ve gözyaşlarının.

León Felipe
Çeviri: Özdemir İnce

Fotoğraf: İspanya İç Savaşı'ndan



8 Aralık 2023 Cuma

Veda Şarkısı

 

1. 
Kayalıkta çakılı yelkenli 
sana bırakıyorum veda şarkımı. 
2. 
Benim uzaklardaki ölümümün kanında tohumlanışı da 
kayalar devranının altında değişken köklerle. 
Yalnızlık! geçmişe özlem çiçeği canlı duvarların. 
Yalnızlık, yeryüzünde adanmış faniliğim. 
3. 
Taşımak istemiştim heybemde 
yüreğinin gelip geçici tadını, 
ama kaldı havaya çizilmiş kesin eğrilerle, 
yadsıma oldu umudumun yiğitliğine. 
Giderim hatıradan daha uzun yıllar boyu
kapalı yalnızlığıyla gezginin,
fakat havaya çizilmiş kesin eğri sanki bana döndü
ve bir işaret koydu pusula kaderime.
Sonu geldiğinde bütün gündelik işlerin
yol yapacağım bir geleceğim olmasa,
gelmiş olacağım bakışında canlanmaya
kaderimin sırıtan parçası olarak.
Gideceğim hatıradan daha uzun yollar boyunca
zincir halkaları gibi eklenen elvedalarla zamanın akışında.  
4.
Dimdik hatıra sonunda düşmüş yola,
usanmış beni bir geçmişi olmadan izlemekten,
unutulmuş yol kıyısındaki bir ağaçta.
Uzaklara gideceğim, hatıra
parçalanarak ölünceye yolun taşlarında,
ve devam edeceğim, içimde
hep o gezginin acısı, yüzümde gülümseyiş.
Bu dönenen bakış ve güç
büyülü bir matador mendilinde.
Alıkoydu kaygı duymaktan tüm çıkarlara,
hep yitiren bir çizgi oldu benim eğrim.
Ve bakmak istemedim seni görürüm diye
beni isteksizce davet etmeni
mutluluğumun pembe boyalı torerosu
Deniz seslenir bana sevecen elleriyle.
Çayırım -bir kıta-
Dümdüz yayılır, tatlı ve silinmezdir
alacakaranlıkta bir çan gibi.  
5.
Bir sicil memuresi karşısında kurumlu bir doktor gibidir
kara bir mikroskopu gösteren bilim.
Sanat... sanat diye arzıendam eden şey
bir Leica'nın kısır mekaniğidir.
Acılar ve kaygılarla dolu bir yerli (ve tabii özlemleriyle
olup ta şimdi yiten için
ve onun dönüşünde arzu gönlünde),
coca, alkol ve açlığın aptalca gülümsemesiyle.
Üç kuruşa satılan cinsellik
-Amerika'da pek ucuz-
Boş çarşafların umursanmaz hatırası.
Guetamala bıraktın beni
bağrımda derin bir yarayla
ve de acılarını bana emzirme
ya da emme fırsatıyla,
kahreden bir hıçkırığın belirsiz duygusunda bulan kadını.
Kederleri teker teker birleştiren bir bağ var yine de:
uyanan insanın haykırışıdır o da.  
6.
İşte bugün böyle titrek ellerle
belirsiz bir kayıta koyuyorum prizmamı.
Ağacın olgunluğunu tüketmeden
kasalanmış meyvanın garip tadıyla.
Çağırışını farkedemiyorum bazen
yaşlı, garip kanatlanmış kulemden,
fakat bazı günler var ki cinselliğin uyanışını hissediyor
ve bir öpücük dilenmeye dişiye gidiyorum
ve böylece beni arkadaş diye çağırmayanın
ruhunu hiçbir zaman öpemeyeceğimi anlıyorum...
Biliyorum ki tertemiz değerlerin kokusu
bereketli kanatlarla dolduracak beynimi,
Biliyorum ki hayata geçmesi mümkün olmayan
fikirleri barındırmak gibi zevkleri bırakacağım.
Biliyorum ki ölümüne çarpışma günü
halk çocukları benimle omuz omuza verecek,
halkın savaştığı amacın kesin zaferini
göremezsem eğer
fikri en yüksek geleceğe götürmek için
mücadele verdiğimdendir,
eski kabuğun tüylerini yolarken
doğan umudun kesinliğiyle biliyorum bunları.
Che Guevara
Çeviren: Adnan Özer - Vilma Kuyumcuyan


Gecede Ayak Sesleri


Her zaman
	Ayak seslerini duyarız gecede yaklaşan,
Ve kapı sırra kadem basar odamızdan,
Her zaman,
Bulutlar gibi süzülüp giden.

Her gece yatağından
Senin mavi gölgen mi onu uzaklara götüren?
Senin gözlerin ülkelerdir ve ayak sesleri geliyor,
Sardı bedenimi kolların
Ayak sesleri, ayak sesleri
Ah Şahrazad
Gölgeler niçin kurtuluşumu resmeder?
Gelir ayak sesleri girmez içeri.
Bir ağaç ol,
Görebileyim gölgeni.
Bir ay ol,
Görebileyim gölgeni.
Bir hançer ol,
Görebileyim gölgeni gölgemde,
Küller içinde bir gül.
Her zaman,
Ayak seslerini duyarım gecede yaklaşan,
Ve sen yerim olursun sürgündeki,
Zindanım olursun.
Öldürmeye çalış beni
İlk ve son olsun
Yaklaşan ayak seslerinle
Öldürme beni.

Mahmud Derviş

Çeviri: Tâvus Hüsameddin

Resim: Feyza Taştan, Suluboya



7 Aralık 2023 Perşembe

İç Savaşta Ölen Kuzeyli Askerler İçin

  'Relinquunt-Omnia Servare Rem Publicam.'

Eski Güney Boston Akvaryumu bir kar çölünde
yükseliyor şimdi. kırık pencerelerine tahta çakılmış.
Tunçtan pullarının yarısı dökülmüş balık biçimli
rüzgârgülünün.
Saydam su depoları kupkuru.

Bir zamanlar salyangoz gibi burnumu sürterdim o camlara;
elim karıncalanırdı
ürkek, uysal balıkların
burunlarından çıkan kabarcıkları patlatmak için.

Elim geri çekiliyor şimdi. Sık sık içimi çekiyorum
balıklarla sürüngenlerin derin karanlık bitkisel
dünyalarını düşünüp. Geçen Mart bir sabah,
Boston Parkının dikenli tel gerili, galvaniz

parmaklığına yaslandım. Kafeslerinin gerisinde,
sarı aygır gibi istimli kazar-atarlar homurdanıyorlardı
kaldırıp atarken tonlarca otla küspeyi
yeraltı garajlarını oymak için.

Otoparklar kamu malı kum yığınları gibi
çoğalıyor Boston'un göbeğinde.
Turuncu bir kuşak, Püriten-kabağı rengindeki
taban tahtaları destekliyor kazının sarsıntısıyla

titreyen Hükümet Konağını, ve onunla yüz yüze,
yapılan garajın depremine karşı payandalarla destekli
St.Gauden'in İç Savaş Anıtı: Albay Shaw ile süzgün yüzlü
zenci piyadelerini gösteren duvar kabartması.

Boston'a girdikten iki ay sonra
yarısı ölmüş alayın;
onlar için dikilen bu anıtta,
William James nerdeyse işitebiliyordu tunçtan zencilerin
soluk aldıklarını.

Şehrin boğazına bir kılçık gibi
takılıyor anıtları.
Bir pusulanın iğnesi kadar ince
anıttaki albay.

Öfkeli bir çit kuşunun dikkati,
bir tazının uysal gerginliği var görünüşünde;
sanki çekiniyor eğlenmekten
ve can atıyor yalnız kalmaya.

O şimdi erişilmez bir yerde. Mutluluğu içinde
yaşamayı seçip ölebilme gibi insana özgü o güzel gücün - 
götürürken o kara askerlerini ölüme,
beli bükülmez elbet.

Binlerce New England kasabasının çayırlarında,
koruyor o eski beyaz kiliseler içten ve dağınık
isyancılıklarını; yıpranmış bayraklar örtüyor
Büyük Cumhuriyet Ordusunun mezarlarını.

Soyut Kuzeyli Askerin taştan yontuları
daha da incelip gençleşiyorlar her yıl - 
tüfeklerine dayanmış ince belli askerler
düşüncelere dalıyorlar, uykuya bulanmış saçları
sakalları...

Oğlunun 'zencileri'yle birlikte atıldığı
ve kaybolduğu çukurdan başka
bir anıt istemiyordu
Shaw'un babası.

O çukur şimdi daha yakın.
Geçen savaş için anıt dikilmemiş burda;
Boylston Caddesinde, camekâna konmuş bir resim
Hiroşima'daki patlamayı gösteriyor,

patlamadan zarar görmeyen Mosler marka bir kasa üzerinde,
'Yüzyılların Kayası' diye reklamını yaparak.
Uzay daha yakın şimdi bize. Çökünce televizyonumun önüne,
balonlar gibi yükseliyor küçük zenci öğrencilerin kavruk 
yüzleri.

Albay Shaw
binmiş su kabarcığına gidiyor,
kabarcığın patlayacağı
o mutlu ânı bekliyor.

Gözden kayboluyor Akvaryum. Her yerde,
dev yüzgeçli arabalar balık gibi burunlarıyla ilerliyorlar;
yağlanmış gibi kayıp gidiyor
yabanıl bir rezillik.
Robert Lowell
Çeviri: Cevat Çapan 


Biraz Daha




Bir uzun öykü biter Yorulur kişileri Girer derede yıkanır Yollar inatçıdır Keçiler ağaçlara tırmanır Döner döner de bir Temmuz günü Böceklerle bir köşede tükenir Çalkanır güçlü denizler Bütün o delilikler üstüne Devrilir devrilir de Varır bir çöplükte yorulur Yurdum benim Taşım toprağım Göğüm ağacım Çiçekli dikine dikine yamacım Gelir gelir de Kötü bir güne dayanır O öykü öyle bitmez Yorulmaz kişileri Varır gün ışığına şöyle Yunar, yenilenir Yolların inatçılığı nicedir Ağaçlarda keçilerin başı vurulur Köşeler dolandığı yerde düzlenir Alır bir soluğa götürür Çalkanır güçlü denizler Bütün o erdemlikler üstüne Yücelir yücelir de Varır o köhneyi kurutur Yurdum benim Taşım toprağım Göğüm ağacım Gelin çiçekli köklü ağacım Elbet bir gün gelir O güzel güne uyanır.
Müştak Erenus
Resim: Rukiye Garip, Suluboya, 56x38 cm


 

4 Aralık 2023 Pazartesi

Rüzgâr Bizi Götürecek

küçücük gecemde benim, ne yazık
rüzgârın yapraklarla buluşması var
küçücük gecemde benim yıkım korkusu var

dinle
karanlığın esintisini duyuyor musun?
bakıyorum elgince ben bu mutluluğa
bağımlısıyım ben kendi umutsuzluğumun

dinle 
karanlığın esintisini duyuyor musun?
şimdi bir şeyler geçiyor geceden
ay kızıldır ve allak bullak
ve her an yıkılma korkusundaki bu damda
bulutlar sanki, yaslı yığınlar misali
yağış anını bekliyorlar

bir an
ve sonrasında hiç.
bu pencerenin arkasında gece titremede
ve yeryüzü giderek durmada
bu pencerenin arkasında bir bilinmez
seni ve beni merak ediyor
ey baştan aşağı yeşil!
yakıcı anılar gibi ellerini,
bırak benim aşık ellerime
ve dudaklarını
varlığın sıcak duygusunu
benim sevdalı dudaklarımın okşayışına bırak
rüzgâr bizi götürecek 

rüzgâr bizi götürecek. 

Furuğ Ferruhzad

Çeviri: Haşim Hüsrevşahi

Resim: Ayşegül Öngel, Akrilik Boya



29 Kasım 2023 Çarşamba

Sardalya Sokağı


"California’nın Monterey kentindeki Sardalya Sokağı bir şiir, pis bir koku, çıldırtıcı bir gürültüdür; ışığın bir tonu, bir renk, bir alışkanlık, bir sıla özlemidir, bir düştür. Sardalya Sokağı derli topludur, bir yandan da darmadağınıktır; teneke, demir, pas, parçalanmış odun, yer yer yıkılmış kaldırımlar, otlarla kaplı arsalar, hurda yığınları, oluklu demirden yapılmış sardalya fabrikalarıdır; gürültülü pis içki evleri, aşevleri, genelevler, kalabalık küçük bakkal dükkânları, laboratuvarlar ve yıkık dökük otellerdir. Sokakta oturanlarsa adamın birinin dediği gibi, 'orospular, pezevenkler, kumarcılar ve orospu çocuklarıdır.' (...)"

John Steinbeck, Sardalya Sokağı (Cannery Row), Oda Yayınları

Çeviri: Sevim Gündüz Raşa

26 Kasım 2023 Pazar

Germinal


 "Açık ovada, mürekkep kadar yoğun karanlıktaki yıldızsız bir gecede, Marchiennes' den Montsou'ya giden ve pancar tarlalarının arasından dümdüz uzanan on kilometrelik yolda bir adam tek başına yürüyordu. Önündeki kapkara toprağı bile göremiyordu; engebesiz çevrenin uçsuz bucaksızlığını da, fersahlarca uzanan bataklıkları ve çıplak toprakları süpürüp gelirken buz kesilen mart rüzgarının, denizi döven dalgalar kadar geniş sağanakların soluğundan sezinliyordu. Gökyüzüne bir tek ağaç gölgesi vurmuyordu; yol karanlıkların gözleri kör eden su serpintisi ortasında bir dalgakıran düzlüğüyle uzanıyordu."

Emile Zola, Germinal, Oda Yayınları

Çeviri: Nesrin Altınova

14 Kasım 2023 Salı


"Hayat ancak geriye doğru anlaşılabilir; ama ileriye doğru yaşanması gerekir."

Søren Kierkegaard


"Life can only be understood backwards; but it must be lived forwards."

Søren Kierkegaard

28 Eylül 2023 Perşembe

Karanlığı Zaptetmek


Kurtlar yine penceremin önünde dolanıyor. Everard sabrımı taşırmak için koydu onları oraya. Gün içinde insan oluyorlar; ağaç gövdelerine yaslanıp dişlerini karıştıran kaba saba insanlar ve bu dünyadaki hiçbir güç, kaçmak için bile olsa beni onların arasına çıkaramaz. Fakat gece olunca... Gece olunca gölgelere ve keskin dişlere dönüşüyorlar. Cesur kalabilmek için, rahibelerin bana öğrettiği gibi tespih çekerken bile iniltilerin boğazımdan yükselmesini durduramıyorum.

Hiç kapıya veya pencerelere saldırmadılar. Henüz değil. Hala Everard’ın hakimiyeti altındalar... Ama bu uzun sürmeyecek.

Beni bu yıkık dökük kulübede bıraktığında bana “Bir ay” dedi. Everard babamı öldürdükten sonra, sığındığım manastırda beni bulup kaçırmıştı. Ancak ona ne ölüm tehditleriyle ne de tecavüzle ağzımdan evlilik yeminlerini alamayacağını söyleyince, farklı bir yola başvurdu. “Yaratıklara anlayacakları şekilde ödeme yaptım. Bir ay boyunca, buradan çıkmadığın müddetçe sana zarar vermeyeceklerine söz verdiler. Ama bir ay sonra verdikleri sözün geçerliliği de kalmayacak.” Kibirle gülümsedi. Üzerinde kanı titizlikle temizlenmiş babama ait mantoyla ışıl ışıl duruyordu. “Umarım o zamana dek fikrini değiştirecek kadar aklın vardır.”

Yarın bir ay dolacak. Everard her geldiğinde, yeminimi bozmadım ve onu reddettim. Ancak yarın sabah tekrar gelecek. Ve yarın akşam...

Mumlar, duvarın çatlaklarından aniden giren soğuk bir rüzgârla titriyor. Sert ahşap zemine diz çöküyorum ve sanki beni sonsuza dek güvende tutacakmış gibi parmaklarımı tesbihin taşlarına sarıyorum.

Ama şimdiye kadar kimse beni koruyamadı. Her zaman çok güçlü gördüğüm babam, beni Everard’a gelin vermediği ve düğün hediyesi olarak gelecek zengin toprakları reddettiği için gözlerimin önünde öldürüldü. Manastırın kutsallığı bile Everard’ın adamlarını dizginleyecek kadar güçlü değildi.

Yarın gece de, bu ahşap duvarlar kurtları uzak tutacak kadar güçlü olmayacak.

Gençken bakıcımın anlattığı bazı eski hikâyeleri anımsıyorum. Ama Everard hatırladıklarımın gerçek olduğunu kesinleştirdi.

“Onların evleri yok; onları en tiksinç zorbalıklardan ve sapkınlıklardan alıkoyacak toprakları veya dinleri yok. Gündüz gözüyle insan gibi görünebilirler, ama gerçek benliklerinde kalpleri hala kurt kalbidir. Kendilerinden olmayana sadık değillerdir. Ve dişlerinin en ufak bir sıyırmasıyla...”

Kendimi ürpermekten alıkoyamadım. Sırıtırken Everard’ın dişleri görünüyordu. “Küçük manastır kızı,” diye fısıldadı, “O zaman geldiğinde ben bile seni karanlıktan kurtaramam. Bu ay bitmeden kaçabilmek için bana yalvaracaksın.”

Pençeler kulübenin dışındaki buz tutmuş zeminde yankılanıyor. Birbiri ardına gelen sert nefesler ince pencereleri buğulandırıyor.

Everard’ın nasıl bir insan olduğunu anlayınca beni ondan koruması için babama yalvarmıştım. Babam öldüğünde kalacak yer için rahibelere yalvardım. Geçtiğimiz ay ise her gün, yardım etmesi için Meryem Ana’ya yalvardım.

Ama hiçbir zaman, hiçbir şey için, babamın katiline yalvarmayacağım... Ruhum için bile.

Oturduğum yerden doğruldum ve tesbihin parlak taşları arasından parmaklarımı çözdüm. Tesbihi; küçük kızlara ilahlarının gücü ve koruyuculuğu hakkında anlatılan hikâyeler kadar asılsız diğer gölgelerle birlikte, dikkatle köşeye yerleştirdim.

Bir kurdun uluyuşu, gecenin havasını yırtıcı ve yabani bir edayla delip geçiyor, omurgamdan aşağı süzülüyor. Küçük bir kızın iniltisi boğazımdan çıktı çıkacak. Dişlerimi sıkıp korkumu yutuyorum.

Bakıcımın hikâyeleri gözümün önünde canlanıyor: göz kamaştıran keskin dişler, kürk ve açlık ve uçsuz bucaksız bir karanlık...

Ama o karanlığın içinde güç de barınıyor.

Zarif yetiştirilmiş tüm kızların olması gerektiği gibi küçük ve yumuşak parmaklarımı esnettim. Yarın gece, uçlarında pençeler olduğunda bu parmaklar nasıl görünecek, merak ediyorum. Umarım, Everard benden merhamet dilediğinde, yüzündeki ifadenin tadını çıkaracak kadar kendim kalabilirim.

İlerledim ve kapıyı açtım.

Kapıda bekleyen bir çift altın rengi göze, “Sana bir teklifim var,” diyorum.

Ve karanlığı içeri davet ediyorum.

Stephanie Burgis, Holding Back The Darkness

Çeviri: Özgür Onat Çinkılıç



15 Eylül 2023 Cuma

Sıyrılıp Gelen

Soluk bir ay dolanıyor
kentin üstünde her gece 
Her gece bilge bir gezgin 
tavrıyla adımlıyor yolunu 

Güz yanığı bir durgun 
sessizlikle örtülü her şey 
ve yırtılmış bir tül gibi 
savrulup duruyor zaman 

Suların sesini dinle şimdi 
ormanın fısıldayışlarını 
usulca yarılıyor dağların göğsü 
bir aşkı dinlendirmek için 

Ve gözleri uzak yamaçlarda 
aranıp dururken bir şeyleri 
sessiz ve sakin beklemekte 
bekledikçe bileylenen yürek 

Belli ki dağların, denizlerin
ve göllerin üzerinden 
sıyrılıp gelmektedir seher 
Belli ki yakındır 
doğayı ve hayatı sarsacak saat 
 
Ahmet Telli


2 Eylül 2023 Cumartesi

Berlin Üzerindeki Gökyüzü


"Neden çocukken yerdeki ve gökteki geçişleri, kapıları, geçitleri göremiyoruz. Eğer tarihte cinayet ve savaş olmasaydı herkes görür müydü acaba? On bin kez aklımdan geçirdim, ama bu defa yapacağım. Bu kadar sakin olmam çok tuhaf. Neden acaba bu siyah ayakkabılarla bu kırmızı çorapları giydim. Ne kadar salağım. Hava sisli, soğuk. Soğuk olacağını biliyordum, kazak giyseydim keşke. Aslında bu ceketim fena değil. Ucuzluktan almıştım. Yalnız çanta açılıp duruyor. O hediye etti. Neyse. Uçmayı çok isterdim. Ne kadar sürer acaba? Uçak Berlin'in üzerinde sürekli daireler halinde uçuyor. Birazdan düşer. Ne kadar da soğuk. Benim ellerim hep sıcak olurdu. İyi bir işaret galiba. Ayaklarımın altı gıcırdıyor. Acaba saat kaç oldu? Güneş batmak üzere. Herhalde batı burası. Neyse en azından artık batının nerede olduğunu biliyorum. Trenle eve giderken hep doğuya gitmişim. Onluk kart alıp bir mark kazançlı oluyordum. Güneş arkamda, yıldız solumda. Fena değil aslında. Güneş ve bir yıldız. Küçücük ayakları. Nasıl da hep bir ayağından diğerine sıçrardı, ne hoş dans ederdi. Baş başaydık. Mektubumu aldı mı acaba? Umarım henüz okumamıştır. Berlin, benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Havel nehir miydi yoksa göl mü? Bunu hiçbir zaman kavrayamadım. Arka tarafa da Wedding mi diyorlardı? Peki doğu? Aslında her taraf doğu. Tuhaf insanlar. Bağırıyorlar. Bırak bağırsınlar. Bana ne, bana ne. Tüm bu düşünceler. Aslında artık düşünmek istemiyorum. Gidiyorum. Peki neden? Hayır!"


Berlin Üzerindeki Gökyüzü, 1987 -Almanya Fransa ortak yapımı şiirsel fantastik filmdir. Özgün adı Der Himmel über Berlin olan film ABD'de Wings of Desire (Arzunun Kanatları) adıyla gösterilmişti. Film Türkiye'de Nisan 1989'da 8. Uluslararası İstanbul Film Festvalikapsamında gösterildi. 2006 yılında ise filmin Türkçe seslendirilmiş videoları DVD ve VCD formlarıyla Arzunun Kanatları adıyla Türkiye'de piyasaya verildi.

Filmi "Yeni Alman Sineması"nın öncü yönetmeni "yol filmlerinin kralı" olarak da anılan ödüllü Alman sinemacı Wim Wenders yönetmiştir. Wenders bu filmini 7 yıl ABD'de kaldıktan sonra döndüğü ülkesinde yapmıştır. Filmin yapımcılığını da üstlenen Wenders senaryoyu gedikli senaristi Peter Handke ile birlikte yazmıştır. Avusturyalı yazar Handke daha çok senaryonun diyaloglarını ve şiirsel bölümlerini yazmış, aynı zamanda filmde sıkça tekrarlanan Çocukluk Şarkısı adlı şiir de onun kaleminden çıkmıştır. 20.yüzyıl Alman şairi Rainer Maria Rilke'nin şiirleri de kısmen filme ilham kaynağı olmuştur.

Filmin çoğunlukla siyah beyaz, kısmen de renkli görüntülerini Fransız görüntü yönetmeni Henri Alekan çekmiş, özgün müziğini ise daha önce de Wenders'in birçok filminin müziklerini yapmış olan Jürgen Knieper bestelemiştir. Başrollerini Bruno Ganz, Otto Sander ve Solveig Dommartin'in paylaştıkları filmde Amerikalı aktör Peter Falk'un da önemlice bir rolü vardır.

1980'lerin sonunda Berlin şehrinde insanların görüp işitemediği Damiel (Bruno Ganz) ve Cassiel (Otto Sander) adlı iki melek sürekli olarak çevrelerini ve insanları gözlemektedirler. Bu melekler zamanın başlangıcından beri oradadırlar ve çağlar boyunca doğanın ve insanların geçirdiği bütün değişimlere tanık olmuşlardır. Bu gerçeküstücü naif filmde her şeyi gören ama hiçbir şeye müdahale edemeyen bu meleklerden birisi ölümsüzlükten bıkarak insanların arasına karışmayı dener.

"Berlin Üzerindeki Gökyüzü", 17 Mayıs 1987'de ilk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülüne aday gösterilmiş, Wim Wenders bu festivalde "en iyi yönetmen" ödülünü almıştı. BAFTA ödülüne de aday gösterilen film çeşitli yarışma ve festivallerde 15 ödül daha kazanmıştır.

Film Konusu:

Damiel (Bruno Ganz) ve Cassiel (Otto Sander) Berlin şehrinin üzerinde dolaşan iki melektir. Bugüne kadar tasvir edilegelen melek görüntüsünde değillerdir, sıradan iki erişkin adam görüntüsündedirler, kanatları da her zaman ortaya çıkmaz. Üzerlerinde sade birer pardösü olan bu melekleri diğer insanlar göremez, duyamaz. Sadece küçük çocuklar ve diğer melekler onları görebilir (bir keresinde de Amerikalı bir aktör (Peter Falk) meleğin varlığını hisseder). Onlar da insanlara ve olaylara doğrudan müdahale edemezler.

Zaman 1980'lerin sonlarıdır ve Almanya (ve Berlin) halâ doğu ve batı olmak üzere iki parçaya bölünmüş haldedir. Oysa bu iki melek zamanın başlangıcından beri buradadır. Aradan geçen yüzbinlerce yıl boyunca doğanın ve insanların geçirdiği her değişikliğe tanıklık etmişlerdir (örneğin Damiel beton köprünün üzerinde dururken buzulların eridiği ve aşağıda akan nehrin oluşmaya başladığı yılları anımsar). İstedikleri her mekâna rahatlıkla girip çıkabilen ve hangi dilden konuşuyor olurlarsa olsunlar insanların düşüncelerini de okuyabilen bu iki görünmez varlık sürekli olarak sakin tavırlarıyla çevrelerini ve insanları incelerler ve notlar alırlar. Çevrelerini değiştirecek müdahalelerde bulunamayan bu melekler birçok şeye kayıtsız gibi durmaktadırlar, olaylar karşısında ne üzüntü ne de sevinç duyarlar, ama bazen de varlıklarını küçük işaretlerle belli ederler. Onlar için herhangi bir engel ve bir sınır yoktur, kâh havadaki bir uçağın içindedirler, kâh bölünmüş Berlin'in öteki tarafına geçerler. Genelde yüksek yerlerde durmayı ve şehre tepeden bakmayı seçerler, bazen bir katedralin en tepesinde, bazen yüksekteki dev bir heykelin omuzunda otururlar. Bazen bir kaza kurbanını teselli etmeye çalışırlar, bazen de intiharın eşiğindeki bir genci vazgeçirmeye çalışırlar (ama olaylara dahil olma ve etraflarını değiştirme yetkileri olmadığı için onları duyan olmaz, genç adam yine de intihar eder.).

Damiel Bir gün gittiği küçük pejmürde bir Fransız sirkinde Marion (Solveig Dommartin) adında bir trapez cambazına sırılsıklam tutulur. İflasın eşiğinde olan bu sirkin kapanmak üzere olduğunu öğrenince artık ölümlü bir "insan" olup Marion'la yaşamaya karar verir.

Damiel artık bir ölümlüye dönüşünce, daha önce uçakta karşılaşmış olduğu Amerikalı aktörü (Peter Falk, kendi rolünde oynuyor) çalıştığı film setinde ziyaret eder. Aslında onunla bir kez de bir sandviç büfesinde karşılaşmış, o zaman Peter Falk göremediği melek Damiel'in varlığını sezmiş gibi davranmıştır. Bu kez sette Damiel'i karşısında "insan" haliyle gören Peter Falk hiç şaşırmaz. Bu kez de şaşırma sırası Damiel'e gelmiştir. Falk durumu açıklar: O da bir zamanlar Damiel gibi bir melekken ölümlü olmayı seçerek insanların arasına karışmıştır. "Bu dünyada bizlerden çok var." diyerek sözlerini tamamlar.

Wim Wenders filmini tüm eski meleklere, özellikle de Ozu, François ve Andrey adlı meleklere ithaf edilmiştir ibaresiyle bitirir. Böylelikle sinemanın üç önemli yönetmeni Yasujirö Ozu, François Truffaut ve Andrey Tarkovski'ye selam duruşunda bulunur. Sonra da ekranda devam edecek yazısı belirir. Buradan da Wenders'in 6 yıl sonra 1993'te çekeceği devam filmi Öylesine Uzak, Öylesine Yakın (In weiter Ferne, so nah!)'ı daha o yıldan planlamış olduğunu anlarız.


Kaynak: Wikipedia

31 Ağustos 2023 Perşembe


"Kendi güçlülüğünüz nedir diye sorsanız belki yanıtlamak daha kolay olurdu. İnsan tabii ki son derece zayıf bir yaratık. Ama bunda sorun yok. Sorun bu zayıflığı bir suçmuş gibi algılatıp, içinde yaşayan herkesin hayatını bunları gizleme refleksleriyle donatmış olan bir kültürün içinde yaşıyor olmakta. İnsanları bir araya getirmeyi sağlayan nedenler genellikle bir ideoloji, bir eylem ya da bir inanç gibi dışsal nedenler olduğu için, içte yakalanan gerçeklikler hayata geçecek derinleşecek ya da kişiyi dönüştürecek bir kıvama ulaşamıyor."

Nuri Bilge Ceylan

Cansu Çamlıbel'in 20 Mayıs 2014 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan söyleşisinden

30 Ağustos 2023 Çarşamba

 “İroninin yeni orta sınıfa özgü bir strateji olduğu konuşuluyor son zamanlarda. Her şeyi kaygısız bir neşeyle paranteze alan, her olaya aynı umursamaz mesafeden bakan yeni orta sınıfın küçümseyici, dışlayıcı alayının bir görünümü. Her şeyi anında parodileştiren, akıl yürüterek yenemediğini şakanın gücüyle değersizleştiren, inançsızlığı başkalarını eleştirmeye değil, küçük düşürmeye adamış sinik alaycılık. Bir bakış açısını bir başkasına yaslanarak geçersizleştirmeye dayanan bir 'ne desem yalan' hali. Her problemin hakkından bir sözcük oyunuyla gelen bir hafifseme tekniği. Doğruyla bağını çoktan koparmış bir maske düşürme merakı. Gerçekten de ironi son yıllarda yakın tarihte hiç olmadığı kadar rağbet gördü. Reklam programlarından mizah dergilerine, bütün gücünü parodiden alan filmlerden deneme üslubuna eleştirellik bir süre için bu türden bir neşeye teslim oluverdi.”

Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili

29 Ağustos 2023 Salı

Küllük Anıları


"Öykücü-ozan Sait Faik Abasıyanık, Küllük kahvesinde şöyle bir görünür, kısa bir süre sonra sıkılır giderdi. Yazınsal söyleşilerden de pek hoşlanmazdı. Teklifli kişilerle birlikte oturmayı istemez, sizli bizli konuşmaktansa susmayı yeğlerdi. Sevdikleriyle konuşurken içten davranır, yadırganmayan sövgülerle varsıllaştırırdı konuşmasını. Ama yerinde, sırası geldiğinde yazınsal konulara ilişkin düşünülerini, görüşlerini ağırbaşlılıkla, bilgelikle açıklar, tartışırdı gerekirse. Aylaklığını, tutarsızlığını sanatçı kişiliğinin bir özelliği olarak değerlendirirdik. Sövgüleri, yergileri, sataşmaları genellikle hoş görülürdü.

Sait Faik, dilediğince. dilediği yerlerde dolaşmayı, içkiyi, balığa çıkmayı, sinema izlemeyi severdi en çok. İstanbul'un olmadık yerlerinde rastlamak olasıydı Sait Faik'e, İstiklâl Caddesi'nin kalabalığı içinde ürkek, aylak dolaşırken, sinema asılarını* izlerken, çiçek pasajında, Abanoz sokağında, Eyüp Sultan'da, Cennet bahçesinde, pastanelerde, Sirkeci sinemalarında, köprü altında. Ondan öğrendim köprü altını sevmeyi. Köprü altında balık tutanları, yel yepelek koşuşanları, bekleme yerlerinde el ele tutuşan, birbirlerinin gözlerini tutsaklayan toy tutkunları, cıvıl cıvıl ya da üzgün, başıboş köprü altı çocuklarını, dumanı üstünde vapurları, 'Medarı Maişet' motorlarını izlemeyi, kayıklarda kızartılan taptaze balıkları ekmek arasına kıstırıp bir baş kırmızı soğanla yemeyi. / ..."

* ası: Afiş.

Nevzad Sudi
(Küllük Anıları, Mephisto Yayınları, 3.basım, Eylül 2004, s:84-85)

20 Ağustos 2023 Pazar

Türümüzün Masalları


Çoğumuz şimdi yazdıklarımın kaç zamandır farkında. Asıl bu yazıda değinmek istediğim, kimini yıllardır, kimini asırlardır tekrarlayarak içselleştirdiğimiz, sorgulanmalarını aklımızdan dahi geçirmediğimiz masallarımız.

Sokrates “Kendini tanı” dediğinden beri “Ben kimim?” masalını yazmakla meşgulüz. Aradan iki bin yıl geçti, kendimizi tanıyamadık. Psikologlar, yaşam koçları, Ayahuasca, LSD, yoga, şimdi de metaverse’lerde, İngilizlerin Çinlilere dayattığı afyon yolculuklarına benzettiğim, kaçamak kimlikli düşler dünyalarımız. 

Kimlikler sanayiinde yolumuzu ararken, türümüzde her zamankinden çok (nüfusumuz arttığından değil, oran olarak) intihar, depresyon, uykusuzluk, alkol, hap müptelalığı yaşanıyor. Nedeniyse hasta konumuna soktuğumuz birey. Kurumları, düzeni sorgulamak aklımızdan geçmiyor ya da işimize gelmiyor.

‘68 kuşağının özgürlük arayışına düzenin tepkisinin bariz bir örneğini o yıllarda Hacettepe Psikiyatri Polikliniği’nin bekleme odasında asılı yazıda görmüştüm: “Herkes dünyayı değiştirmeye kalkışıyor, mesele kendini değiştirmek. Düzeni değiştirmek mi istiyorsun, suçlusun. Uyumsuzsun, hastasın. Evlilikte geçimsizlik mi yaşıyorsun? Hemen terapiste git. Aile kutsaldır. Artan suçun çözümü daha çok hapishane. Düzen esastır. Kurumlar sorgulanmaz. Başarısız olan öğrenci, geçerli olan eğitim sistemidir. Seçmenlerin çoğunluğu oy kullanmadı mı? Öyleyse apolitiktir. Düzenin gayrimeşrulaştığı, özellikle gençlerin “sizin oyununuzu oynamayacağım, oy vermiyorum” tepkileri ırgalanmaz, yeni kuşaklarla makas açılırken iktidarlar heveslerinin aymazlığında demokrasi masallarını tekrarlamayı sürdürür.

Kapitalizmin hizmetindeki “demokrasi”

Demokrasi masalımızın dili –burada “masal” kelimesini demokrasiyi eleştirmek anlamında kullanmıyorum– tarih boyunca sürekli değişmiş. Atina’nın militarist, köleci, kadın tanımayan düzeninin adı demokrasi. Erdoğan, Modi ve Putin’in tek adam rejimlerinin adı da demokrasi. Son on yılda ABD’de, İsrail, Polonya ve başka birçok ülkede gücün, yasama ve yargı aleyhine yürütmede toplandığı ülkelerin rejimleri de demokrasi. Ortak noktalarıysa adı konmamış plütokrasi, oligarşi ve otokrasinin farklı türlerine dönüşmüş olmaları. ABD’nin 2008 finansal krizinin ardından para basıp (35 trilyon dolar!) batan bankaları kurtarması, sermayeye esaret değil de nedir? Geçici bir hastalıkmış gibi “ekonomik kriz” adını verdikleri masallarıyla demokrasinin artık kapitalizmi denetleyemediğini, tersine onun hizmetinde olduğunu örtbas ediyorlar.

Cinsel kimlik, din, ideoloji, ulus devlet gibi aidiyet masallarımız da inandırıcılıklarını yitirmeye başladıklarından birkaç cümle dışında onlara değinmeyeceğim. Hepsi uzatmaları oynuyor. İdeolojilere kimse uğramaz oldu, dini aidiyetler ise yükselen eğitim düzeyiyle ters orantılı. Cinsel kimliklerimizin son sayısı LGBTQ+’nın çok ötesinde, 68. Ulus devlet gezegenimizin sorunlarıyla baş edemeyecek kadar küçük, yerel sorunlarla ilgilenemeyecek kadar büyük.

Devlet, halkına şiddet kullanma hakkıyla ayakta duruyor. Millet masalları özellikle göçlerle kırılmakta. Bırakın kendi gençlerini, dört kişiden birinin Arap ya da Afrika asıllı olduğu Paris’te Fransa’nın milli marşı Marseillaise’in, diğer tüm marşlar gibi ötekileştirme çağrısına artık kim inanabilir: “Vatan için ileri / Sıklaştırın safları / Silahları kapın / Yürüyün yürüyün ki / Alçakların kanlarıyla / Toprağımız sulansın.

Çoğumuz şimdi yazdıklarımın kaç zamandır farkında. Asıl bu yazıda değinmek istediğim, kimini yıllardır, kimini asırlardır tekrarlayarak içselleştirdiğimiz, sorgulanmalarını aklımızdan dahi geçirmediğimiz masallarımız. Kapitalizmin masallarını artık kapitalistlerin bile sorgulaması yeni bir dünya kurabilmemizin yolunu açıyor. Asıl tehlikeli masallar sorgulamadıklarımız.

Zekâ testlerinin toplumsal işlevi

Moda masallarımızdan biri, benim de ilgi alanıma giren, mesleğe ilk başladıktan sonra geliştirip sonra pişman olduğum zekâ testleri. Zekânın binbir tanımı olsa da psikologların sığındığı tanım şu: “Zekâ, zekâ testlerinin ölçtüğüdür.” Günümüzde yaygın kullanılan Stanford-Binet testinin geliştiricisi Lewis Terman’dan bir alıntıyla zekâ masalının ideolojisini özetleyeyim: “Meksikalılar, İspanyol asıllılar ve siyahların zekâsı düşük olup gerilik bu ırklarda kalıtımsaldır. Devletimizi korumak istiyorsak zekâ geriliği olanların nüfusunun artmasını engellemeliyiz.

Test sonuçları Terman’ın bu masalını kanıtlar. Zenginlerle şehirlilerin, hele Batı kültürüne aşina olanların zekâ puanları her yerde yoksullara, azınlıklara, kırsal kesimdekilere göre ortalamada daha yüksektir. Düzenin bekçileri toplumsal eşitsizliğin gerekçesini zekâ testleri kamuflajında bilimselleştirir, sözde meritokratik bir düzenin adaletli olduğunu savunur. Zekâ testleri masalına inandırılıp edilgenliğe itilen kitleler de düzenin beklenti kalıplarının kurbanı olur.

Masal üreticilerinin mamûlleriyle meşgalemizde dünya ve evrendeki yerimizi tanımakta sınıfta kaldık. Bırakın sınıfta kalmayı, okula kayıt bile yaptıramadık. Jeologlar James Hutton (1726-1797) ve Charles Lyell’e (1797-1895) kadar, Hıristiyan âleminin de etkisiyle, dünyamızı M.Ö. 4004’te tanrının yarattığı görüşü yaygındı. Gününü bile biliyorlardı, 23 Ekim!

Kopernik devrimine rağmen eski masallarımızdan kolay kurtulamıyoruz. ABD’de, Ulusal Bilim Vakfı’nın (NSF) 2019’da yetişkinlerle yaptığı bir ankete göre, yaklaşık dört kişiden biri (yüzde 23) güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanıyor. Yine ABD’de, Ulusal Mandıra Sanayisi’nin (NDI) gene yetişkinlerle yaptığı bir ankette nüfusun yüzde 7’si çikolatalı sütün kahverengi ineklerden geldiğine inanıyor.

Başka mümkün dünyalara masallarımızla direniyoruz

Kendimizi dünyamız ve evren bağlamında görebilmemiz zaman alıyor. Çok gezegenli bir tür olmanın eşiğindeyiz. Oysa iklim değişikliğiyle antroposen çağında altıncı yok oluşla karşı karşıya olmamıza, 20 yaşındaki iklim aktivisti Greta Thunberg’in sözcülerinden olduğu kuşağın çığlığına rağmen, gezegenli olma bilincinden yoksunuz. Felâket bizden uzakta, sanki evimizde değilmiş gibi başka bir âlemdeyiz. Yeni doğmuş bir bebeğin dünyasını parmağını, ayağını, eline ne geçerse ancak ağzına götürerek tanıyabildiği türden bir bencilliğin içindeyiz.

Dünyamızın yaşını, onu güneş yutana kadar kaç yıl kaldığını, en yakın komşumuz yıldızın adını kim biliyor? Samanyolunda mahallelilerimiz kimler? Ayılara, arılara, file, balinaya nasıl benziyoruz? Onlardan yaşam kültürümüzü zenginleştirecek neler öğrenebiliriz? Ağaçların kökleriyle haberleşerek dayanıştıklarını, fillerin başka türlere özverili davranışlarını, dişi aslanların avlarının yavrularına bakabildiklerini şaşırarak öğrenirken, Darwin’i inkâr eden orman kanunu masalına inananlarımız çok. Masallarımıza inancımızla, masallarımızın bizden beklediği gibi davranmakla tekdüzeliğimizin kurbanıyız. Başka dünyalar mümkünken masallarımızla onlara direniyoruz.

Şiddet masalı

Türümüzün saldırgan olduğuna inanıyoruz. Evet, öyle. Ancak “insanda saldırganlık kaçınılmazdır” masalımızla, saldırganlığa, savaşlara davetiye çıkarıyoruz. Afrika’dan 70 bin yıl önce yola çıkarak  dünyanın dört bir yanına dağılan türümüzün geleceği için çoğu kişi iyimser değil. Diğer türler ancak var olabilmek için başka türlere karşı şiddete başvururken, bizim nedensiz yere birbirine saldıran, şiddet göstermeden duramayan, sistematik vahşet uygulayan tek tür olduğumuz söyleniyor. “İnsan yok olursa, daha iyi bir dünya olur” diyorlar.

Bunu dediler ya, savaş kaçınılmaz. Savaş mübah.

İnsanın birbirine şiddet uygulayan tek tür olduğu doğru değil. Savaş tellalları DNA’mızın yüzde 98,8 örtüştüğü şempanzelere bakıp türümüzde şiddetin kaçınılmaz olduğunu vazediyor. Kalıtımsal olarak, şempanzeler kadar yakın akrabalarımız bonoboları 1970’lerde “keşfettiğimiz”den beri bu iddia geçersiz. Tam tersi, bonobolarda savaş değil, barış kaçınılmaz. Saldırganlığı tetikleyecek ortamlarda kavga çıkarmak yerine cinsel ilişkiye giriyorlar. Gerginliği azaltmak için sevişiyorlar. Kalıtımsal olarak savaş kaçınılmaz değil. Masalımız yalan söylüyor. Peki, kültürümüzün vahşeti kaçınılmaz kıldığı masalı ne anlatıyor?

Son buzul çağı bitmek üzere… Avcı-toplayıcı döneminde hem avdık hem de avlanan. Avlarımızı İspanya’da Altamira, Fransa’da Lascaux’daki gibi mağara resimlerimizden biliyoruz: Mamut, geyik, bizon. Aynı resimlerden birbirimizi avlamadığımızı da biliyoruz. Var olabilmek için öldürdüğümüz hayvanlara yeniden hayat vermek istercesine hayvanların kafatasları, iskeletleri ve derilerini bir araya getirip “mezarlar” yapmışız. On binlerce yıl boyunca yapılan resimlerde insanın insana saldırdığını gösteren tek resim yok. Üç kıtada bulduğumuz yüzlerce mağara resminin hiçbirinde insan insanı avlamıyor. İnsan insanla savaşmıyor. Evet, birbirimizi öldürdüğümüzün, yamyamlığımızın arkeolojik belirtileri, savunma amaçlı kalemsi yapıların kalıntıları var. Lâkin ardından gelen toplumlarımızda yaygınlaştığı ölçüde değil.

Porno bağımlılığı düzeyinde kafamızı savaşa takmışız. Kütüphanelerimize bakın. Raflar savaş kitaplarıyla doluyken barış üzerine yazılan tek tük kitap “düzene karşı gelen aktivistlerin yazdıkları” diye küçümseniyor. I. Dünya Savaşı biteli yüz yılı geçti. Neden çıktığına dair hâlâ kitaplar yazılırken türümüzün tarihinin barış dönemlerini inceleyen kitap bulamazsınız. İberya Yarımadası’nda Yahudilerin de altın çağlarını yaşadıkları, Rönesans’ın yolunu açan Endülüs’teki (711-1492) ya da Japonların ABD’nin denizden topa tutarak sona erdirdiği Edo dönemindeki (1603-1868) barışın dinamiklerini yazan kitaplar, araştıran sosyal bilimciler bulamazsınız. Savaş kazanmaya odaklı “askeri psikoloji” diye bir branş var, “barış psikolojisi” yok!

İzlanda sagaları, İskandinav efsaneleri, Mahabharata gibi Hindistan destanları da savaş üzerine kurulu. Mahabharata’nın kahramanı Arjuna savaşmayı reddetse de, kılıç kuşanmaya dirense de, “yazgından kaçamazsın” şiarına ikna olur. Savaşı mümkün kılan, savaşın kaçınılmaz olduğuna inandırılmamız. Oysa türümüzde saldırganlık ne kültürel olarak kaçınılmaz ne de kalıtımsal.

Gözleri karartılarak birbirimize karşı vuruşturulan, savaştırılan bizler, doğal halimizle barıştan o kadar yanayız ki, tıpkı fırtınanın aniden kesilmesi gibi savaşı en kızışmış ânında durdurabiliyoruz. Hakem düdüğüyle biten futbol maçı gibi, sabah saat tam 11’de bitmiş I. Dünya Savaşı. Bir İngiliz askerinin günlüğünden: “Onuncu saatin son saniyesinde ateş kesildi. Bir Alman askeri savaşın son dakikasına kadar İngiliz cephesini makinelisiyle taradı. Saatin dolmasıyla siperinden dışarı tırmandı. Miğferini çıkardı. Yıllardır savaştığı düşmanları önünde nazikçe selam verdi. Arkasını dönüp gitti.”

Dünya iyiye de gidiyor

Başka bir dünya mümkün. Savaş ilan eden yaşlılar. Ölen, öldüren, gençler. Nereye kadar? Türümüzün tarihinde ilk kez gençlerin konumu değişti. Yaşlı otoritesi sallantıda. Avcı-toplayıcı, tarım ve sanayi dönemlerimizin tersine yeni teknolojileri gençlerden öğreniyoruz. Usta-çırak ilişkisi ters yüz oldu. Barış her zamankinden yakın olabilir.

Düzenin son köleleri çocuklar ve gençler kendilerini azat ediyor. Yeter ki yetişkinler, onlara her zamanki gibi ters düşmektense, ellerini uzatsın. Ehlileştirdiğimiz hayvanlar yetmiyormuş gibi, çocuklarımızı da terbiye ediyoruz. Büyüklere boyun eğme beklentisi, sorgulandıklarında “saygı kalmadı” masalı sona ersin. Genç-yetişkin makasının açılmayı sürdürmesi, tuzu kuru yetişkinler, karnı tok yaşlılarla geleceklerinden umutsuz gençler hayra alâmet değil.

20. yüzyılın başında Avrupa’da askerlik zorunlu, cepheye gitmek onurluydu. “Savaşmam” diyen gençler kurşuna diziliyordu. Devletler günümüzde savaşlarına asker bulamıyor. Zorunlu hizmet kalktı. Devlet paralı askerlere muhtaç. Vicdani ret bir hak. Ne erkekler üniformalarıyla piyasada, ne de kızlar üniformalı erkeklere tav. Sokaklar sivilleşti.  Balolarda kılıç şakırdatılan günler, ordularının başında padişahlarla krallar, marşlarla savaşlara uğurlanma merasimleri tarihin çöplüğüne gitti. Kahraman asker filmlerinin seyircisi kalmadı. Gençler ölmeye, öldürmeye gitmek istemiyor. Devlet adına kurşun sıkmak yerine giderek sivil itaatsizliğe yönelen bir dünyada yaşıyoruz.

Bunlar türümüzün tarihindeki ilkler. Dünya iyiye de gidiyor, ama biz görmek istemiyoruz. Masallarımıza kilitlendik. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi salonunda “Savaşlar insanın beyninde başlar, orada durdurulmalı” sözlerini yazan da biz, inkâr eden de.  

Rousseau ve Hobbes’un masalları

Eşitsizlik asırlardır türümüzün temel sorunlarından. Kaçınılmaz mı? Aydınlanmadan beri varsaydığımız masalımıza göre, avcı-toplayıcı toplumlarda paylaşım, eşitlik ve lidersizlik başatken, tarım ve şehirleşmeyle eşitsizlik başladı, artı değer ve özel mülkiyetle elitlerin, kralların, savaşların düzeni egemen oldu. Aydınlanmanın iki ismi Jean-Jacques Rousseau ve Thomas Hobbes’dan günümüze uzanan masalımızda, Rousseau insanın doğuştan iyi ve eşitliğin egemen olduğu avcı-toplayıcı dönemini hayal ederken, Hobbes tarımla birlikte toplumu zapturapt altında almak için yasaların kaçınılmaz olduğunu vurgular. Hobbes’a göre, kentleşmeyle başlayan eşitsizlik medeniyetin bedelidir. Günümüz sosyal bilimcilerinin kanaati de bu yönde.

David Wengrow ve David Graeber The Dawn of Everything (Her Şeyin ŞafağıAllen Lane, 2022) kitabıyla bu görüşü yıktı. Biri arkeolog, diğeri antropolog ikili Mezopotamya, Karadeniz havzası, Indus vadisi, Ukrayna ve Amerika kıtalarında yaşamış tarih öncesi uygarlıklarımızdan ortaya koydukları bulgularla yüzyılların masalının sonunu getirdi. Avcı-toplayıcılıktan tarıma geçiş kaçınılmaz olmadığı gibi, hem avcı-toplayıcı hem de tarım toplumlarının kimilerinde eşitsizlik ve hiyerarşi varken diğerlerinde birbirlerinden farklı eşitlik bazında topluluklar oluşmuş.

Özellikle Meksika’da, döneminde dünyadaki en büyük kentlerinden biri olan 100 bin nüfuslu Teotihuacan’ın sakinleri, birinci ve yedinci yüzyıllar arasında hiyerarşik bir yapıdan eşitlikçi bir topluma, kurban kesilen büyük tapınaklarla sarayların terkedildiği, Avrupa’dan gelen sömürgecilerin insana verilen değer karşısında şaşkınlığa düştüğü bir döneme geçmiş. Sonuç: Ne Rousseau ne de Hobbes’un masalları.

Tarihimiz kalıplaşmış avcı-toplayıcı ve tarım toplumları dışında farklı yaşam biçimlerine sahne olmuş. Kimi eşitlikçi, kimi tersi. Kimi toplumlar avcı-toplayıcılıktan tarıma geçtikten sonra geriye dönüş yapmış, kimileri mevsimsel olarak iki düzeni farklı toplumsal yapılarda birlikte sürdürmüş. Büyük masalımızın tersine, farklı dünyalar geçmişte mümkünmüş. Bugün neden olmasın? Masallarımızı nasıl yazıp yaşattığımıza bağlı.

Tüketici ruhlarımızın mühendisi

Yakın geçmişimizin en büyük masal anlatıcısının neler yaptığını öğrendiğimde Hitler, Stalin, Mao’nun yapıp ettikleri korkunç şeyleri ilk duyduğumdaki gibi sarsılmıştım. Halkla ilişkiler mesleğinin kurucusu Edward Bernays’den söz ediyorum (1891-1995). Bernays bilinçaltı arzularımızla korkularımızı manipüle ederek kitlelerin kontrol altına alınmasının piriydi. 106 yaşında ölen, Sigmund Freud’un da yeğeni olan Bernays’le çalışanlar arasında, Dwight D. Eisenhower, John F. Kennedy, Lyndon B. Johnson’ın da olduğu sekiz ABD başkanı, işadamları Thomas Edison, Henry Ford, tenor Enrico Caruso, Çekoslovak siyasetçi Jan Masaryk, balet Vaslav Nijinsky, film yapımcısı Samuel Goldwyn, Eleanor Roosevelt, ABD Dışişleri ve Ticaret Bakanlıkları bulunuyordu.

Tüketici ruhlarımızın mühendisi” olarak tanınan Bernays’ın yaptıkları arasında, I. Dünya Savaşı’na girmeleri için ABD halkını ikna etmesi de var, jambonu ülkesinin milli kahvaltısı yapması da. Sigara şirketleri için çalışmış, New York gibi daha liberal kentlerde dahi kadınların sigara içmesi yasakken, kadınları özgürlük adına kışkırtıp bir çırpıda sigara pazarını iki kat büyütmüş. Küresel ısınmanın tetikçisi tüketim patolojimize bağımlılığımız bugün onun izinde yürüyenlerin marifeti. Hitler’in propaganda bakanı Goebbels Bernays’in müritlerinden. Aksi takdirde, Alman Yahudilerin toplum nezdinde kısacık bir dönemde ötekileştirilmeleri mümkün olamazdı.

Mesele bizi biz yapan, asırlardır düşüncelerimize, inanç ve kültürümüze yön veren masallarımızı sorgulayamamamız. Hâlâ Cogito ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım) sözleriyle saygı duyduğumuz, insanı taltif eden bir Descartes’ımız var ki, hayvanları ruhsuz, duygusuz diye sınıflandırmış, “hayvanlar acı çekmez” deyip onlara yapılacak her türlü deneyin yolunu masalıyla açmış.

Bir elinde ayna / Bir elinde cımbız…

Türümüz dünyaya yayılırken Denisovan ve Neandertal türleriyle çiftleşmesine, gen havuzunu zenginleştirmesine rağmen, onların ve Floresiensis’in yok oluşuyla tek kalınca haddini bilemedi. Gün geldi, kutsal kitaplarımızda kendimizi eşref-i mahlûkat ilan ettik. Hızımızı alamadık, sınırlayamadığımız merakımızla, hele Aydınlanma’dan sonra dini frenlerin kalkmasıyla, aklımızın gücünü aşırı yücelterek “benden sonrası tufan” raddesinde yol aldık. Oysa başka canlılarla karşılaştırdığımızda, türümüz tarihsel açıdan emekleme çağında bile değil. Kısacık evrim sürecimizde yaşam tecrübemiz sıfıra yakın.

Hal böyleyken, iklim değişikliği, nükleer silahlar ve şimdi de bize hükmedeceğinden korktuğumuz yapay genel zekânın endişesiyle cebelleşirken tehlikeli sularda seyrediyoruz. Şart mıydı Einstein’ın “Hitler’den önce atom bombasını biz yapalım” diye ABD Başkanı’nı gaza getirmesi? Almanlar savaşı zaten kaybetmişti. ABD ise Japonya’yı Sovyetler’le paylaşmamak için bombayı Hiroşima ve Nagasaki’ye atarken her an dünyanın sonunu getirebilecek cini şişeden çıkardı. Değer miydi?  

Orhan Veli’nin “Ne atom bombası / Ne de Londra konferansı / Bir elinde ayna / Bir elinde cımbız / Umurunda mı dünya! şiirine uzaklığımızdan olacak, günümüzde önüne gelen bir bombanın peşinde. Hepsi uluslararası antlaşmalarla imha edilebilecekken, savaşın kaçınılmazlığı masalımız gene ağır basıyor. Hele şu aşırı zararlı olduğumuz emekleme dönemimizi bir atlatalım, ama bunun için önce yavaşlayalım.  

Bilimle masal arasında gri noktalar

Peşinden sürüklendiğimiz icatlarımızı hayata geçirmeden, aceleye getirip yola koyulmadan topa basalım. Merakımıza, aklımıza teslim olmadan yaşam ahlâkı oluşturalım. “Ne yapabilirim?” sorusunu “yapacaklarımla zararlı olacak mıyım” endişesiyle birlikte düşünelim. Fransa’da bir ara Provence’da oturan arkadaşım Mehmet Hikmet’le “Acaba en zararsız meslek hangisi olabilir” diye sohbet ederken ona “İtfaiyeci” dediğimde gülmüş, yangın söndürüp kahraman olmak için kundakçılıktan yeni yakalanmış bir itfaiyeciden söz etmişti.

Yerimizde duramıyoruz. Geçenlerde, Londra Hayvanat Bahçesi’nde sakin sakin duran deveye (mahkûmiyetine rağmen) gıptayla bakmıştım, eve dönünce neleri yazacağımı trenin vagonları gibi aklımda sıralarken. Rahatlasana! Her ne kadar ampulün mucidi Edison’un insanın günde iki saat uykuyla yetinerek daha verimli olabileceğini söylemesi şehir efsanesiyse de, özellikle gençlerin bir anda birçok şey yapabilmesini marifet sayan, şuna buna yetişememekten ruh sağlığı bozulan insanların yaşadığı bir uygarlığın peşinde nereye kadar?

Yaklaşık yarım asırdır dünyamıza yayılan post-modernizm masalına da kısaca değinmek iyi olur. Fransalı entelektüellerden yayılan bu masal neredeyse her konuda iktidar çözümlemesi yapıp sonunda kendisi de, özellikle üniversitelerde, bir tür düşünce iktidarına dönüşürken, onu savunanlar bile kendi dillerini anlayamıyor. Benim masalımda da onlara yer yok.  Bilimle masal arası gri noktaya Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Kırmızı Yayınları, 2017) kitabında dikkatimizi çeken Thoman Kuhn’dan bu noktada söz etmemek olmaz. Kuhn’un katkısı bilimde de masallarımızın nasıl değiştiği, birinin yerini çok kısa zamanda bir başkasının nasıl aldığını anlatmasıdır. Örnek: Ptolemy’nin güneşin dünyanın etrafında döndüğü tezi 1600 yıl boyunca kabul görmüşken, 17. yüzyılda Galileo’nun da desteklediği Kopernik Devrimi’yle tersini hemen kabullenip neredeyse ânında gözlüklerimizi değiştirmemiz.

Sen meraklı insan!

Konu evrenken en büyük masalımız da başlangıcımız: Büyük Patlama! Önce ne vardı? Ona ve paralel evrenlere girmeyelim. Zaten evrenin toplamda yüzde 95’ini oluşturduğunu söylediğimiz karanlık enerji (yüzde 68) ve karanlık maddenin (yüzde 27) ne oldukları bilinmiyor, kalan yüzde 5’le evrene düzen verme masalımızı yaşatıyoruz. Orada duralım biraz. T24’te her yazısını heyecanla beklediğim fizikçi Güneç Kıyak da başka bir büyük masalın peşinde: “Bu kayıp anti-madde gizemi çözülürse, belki de o zaman evren hikâyemizin sil baştan yazılması gerekebilecek.”

Delidolu merakımızı dizginleyemiyoruz. Şimdi de neyi aradığımızı, neyle karşılaşacağımızı bilemeden, sonuçlarından belki pişman olacağımız uzayın sonsuzluğuna doğru yola çıkardığımız James Webb teleskopu!

Yavaş!

Sen, meraklı insan,
Aklın mucizesine
Benzemez evren.
Düzene düzen
Vere vere
Anlamlı mı kıldın
Sence dünyanı?

Zorlama yaşamı,
Rahat bırak Kaos’u!

Ama kime konuşuyorum?
İnsanım işte,
Merakımdan çatlayacağım
Evrene saldığım James Webb’le
Meçhulün beklentisinde.

Gündüz Vassaf, 8 Haziran 2023

https://birartibir.org/turumuzun-masallari/

Birartıbir Express web sayfasından alıntılanmıştır

İzleyiciler