29 Aralık 2024 Pazar

Asıl Adı Gökyüzü

Bir gülün çizdiği boşlukta bakışlarım
Hız istiyorum, bir bulut aralığında o
Sağnak diyorum, gözlerimizde birden
Duraklar, pazar sabahları, uzak Marmaris'lerden
Yaprakları deli bir güneşle ıslak
Bir günde uçup dönerek güneye, terlemeye
Buğular içinde yol alıyor gül.

O var ya yıllardır sana yönelmiş
Geç kalmamış merhaba
Sisten sıyrılan uçak
İdamdan az önceki telefon
Düşün, postacıyı keyiflendiren telgraf
Bunların tadı gibi, gül
Zaten başından beri ellerimizde
Epeydir ezberlemişiz yakuttan hızını
Duymuşuz buğulu rengini
Saçlarımızda meşhur sarhoşluğu
Sana yaklaşıyor gül.

Ona bu hızı, ona rengini veren
Biliyorsun, eylülün en haylaz yeri
Hisar'ın en güneşli odası
Yıllara direnebilmiş olmak
İşte terliyor gene
Üstümüzden geçiyor hızla
Yazları koca bir güneşle yaşamış, saydam
Güz olunca sağnaklar emzirmiş onu
Biliyorsun şimdiler daha bir yoğun
Özlem koyultuyor rengini çünkü
Şimdi iyi bak, yol alıyor sana
İyi bakalım n'olur,
Daha bir yakuta kessin rengi.

Adına gül demişiz bütün zamanlar için
Oysa bin kılıkla gezdiğini biliyoruz
Çığlıklar savurtan karlı bir tren
Tel örgüleri aşıp geçen o
Kadınların sancısı onunla gülümsüyor dünyaya

Onunla alınıyor vebanın ve cüzzamın
Her bir salgının önü
İyi bak dostum, iyi bakalım,
Yaklaşıyor hızla
Kaç yıldır satır satır kurduğumuz
Geleceğimize bizim
Arkadaşlık, sevgililik vesaire onunla,
Yol alıyor gül.

Sana yaklaşıyor ki bir daha tanı
Şimdilik gül diyorum ya ona
Sümbül de olabilir özgürlük bayrağı da
Begonya, zeytin dalı, İznik çinisi
Bütün zamanların en iyi filmi o
Atletler onun hızıyla rekor yeniliyor
Ve onu kanatıyorlar Kara Afrika'da
İnsan beyninin kırbaçlarına karşı
Bütün isyanları o başlatıyor
Ele geçirilmeyen tek elebaşı o
Binlerce millik, on altı rüzgârlık ayrılıklar
Biraz olsun onunla dayanılır
Asker mektuplarını o taşıyor
Dvorak oluyor yapayalnız kalınca
Dünyaya kulak kesilince no passaran
Jazz ve türkü, pan flüt, ağır halay
Titreşim deyince İnti İllimani
Şili'de persona non grata
Söz resimden açılınca duvar ressamları
Gökkuşağı için çarpışıyor Greenpeace saflarında
Şimdi gül deyip geçtiğime bakma
Unuttuğumu sanma,
Omuz omuza bir otobüs yolculuğu da.

Uçarak yaklaşıyor gül
Okyanuslar geçtiği için tuzlu
Pasaportsuz ama kendinden emin
Bin savaş meydanıyla rüzgârlı
Ama yaklaşıyor ve gül kılığında.

Deniz onun rengiyle çılgın-mor 
Tarlalar ne istediğini hızıyla biliyor
Suların gürleyişini, ani fırtınaları düşün

Barajların su seviyesi onunla yüksek
Buğday bu hızla bereketli
Umut aynı sebeple gümrah
Borsalar onu beklerken tedirgin
O uçunca karışıyor para piyasaları
Uzak ıssız karanlıklarında uydular
Onunla saptıyor biraz da
Rotalarını
Ve şaraptan çok onunla ateşleniyor kan
Çünkü mutlaka hedefine varacak olan,
O.

Gül bu, bin yangın kalıyor geçtiği yerde
Göllerden uçarken suları çalkalıyor
Yaklaşıyor terle, dirençle, sevgiyle
Buğular içinde.

Yaklaşıyor hızını renginden almış
Biliyorsun, o en çok senin hakkın
Bırakalım yeniden solusun mevsim
Güneşli çayevlerine bulutlar değsin
Bu hız kalsın yılların sonuncusuna
Erisin rengi kanımızda
Uçarak, hızla yaklaşan gülün.

Kuzeyden güneye, kumsallardan dağlara
O ağartıyor insanlığın yüzünü,
Onunla yatışıyor yabancı şehirlerin gurbeti
Gördüğü tek yıldız varsa o.

Yaklaşıyor, hazır ol güle
Yüklenmiş bütün ferahlıkları
Toplamış bütün mavilikleri
Işığı yıldız gözü
Sarıyor aydınlığı yüzünü.

Gül deyip durduğuma bakma, kim bilir, belki...
Evet evet, orda kanat vuruyor çünkü
En çok bu yaraşır, yüzü sonsuza dönük
Asıl adı gökyüzü!

Erol Çankaya


    "Fabrikanın 'İşçi kapısı' üzerindeki yuvarlak saat öğlenin on bir buçuğunu beş geçeyi gösteriyordu. Tam on bir buçukta dokumahane paydos olmuştu. Şimdi iplikhanenin kadın işçileri, siyah önlük, beyaz başörtü kalabalığı halinde, yorgun çıkıyorlardı. 
    Fabrikanın önü, pazar yeri gibiydi: Üzüm, kuruyemiş, portakal, çeşit çeşit tatlı, kuru köfte, simit satıcılarının haykırışları birbirine karışıyor, kuvvetli güneşin altında zevkle uçuşan besili karasinekler yiyeceklere inip kalkıyorlardı. 
    On iki saatlik yorucu bir işten sonra kavuştukları hürriyetin neşesiyle güneşe karşı gerinen, birbirini kovalayan, yahut birbirlerine yaslanarak iplikhane kızlarını seyreden, laf atan delikanlı dokumacılar, fabrika meydan hamalları, yalınayak çocuklar, bütün bu gürültü, şamata ve kaynaşmayı alışmamış, yadırgı gözlerle seyreden yayla memleket uşakları... 
    Paramparça üst başlarıyla bunlar öyle çoktu ki..."

Orhan Kemal, Cemile, Epsilon Yayıncılık, S.46



"Horasandan bu yana..."

"Göç Ceyhan köprüsünü geçtiğinde gün kuşluktu. Hemite köyünün üstüne boz bir duman çökmüştü. Hemite dağı kayalık, mosmor, kıraç, ot bitmez, keskin, hüzünlü, karanlık ovanın üstüne binmiş yükseliyordu, bir top. Kayalar bir kopkoyu morarıyor, bir mavi mavi tütüyor, bir ortadan siliniyordu,boz duman. Göç Sakarcalığın top, karanlık dutlarının aşağısına vardı durdu. Çocukların bir kısmı, analarının sırtında, daha büyücekleri develerin, eşeklerin üstünde. Develer gene her zamanki gibi nakışlı kilimlerle, mavi boncuklarla, ak deve boncuklarıyla, binbir çeşit, ebemkuşağı gibi kolanlarla donatılmıştı. Göçün her şeyi, hiçbir şey olmamış, sanki bir yangından kaçıp kurtulmamışlar gibi düpdüzgündü. Develerin, erkeçlerin boğazlarındaki çanlar ağırdan ötüyordu. Bir anda sabahın alacakaranlığında, yangın hüyüğü sarmışken, böylesine düzgün bir göç yapmak, yüzlerce yılın alışkanlığıydı. Horasandan bu yana bu göç her gün çözülür yeniden bağlanırdı."

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.115

28 Aralık 2024 Cumartesi

Bir Şey

soğur birden/her sabah alacasında
şakağının çillerinden öptüğüm şehir
bir sızı siner eklemlerine
ve akşam
yaslı bir bayrak gibi çekilir
hüznünün gönderine

bir sara nöbeti gelir gibi
titrer yüreğin
ovsan bilek damarlarını
kızgın bir mühür gibi
izi kalır ellerinin

bulutlar yürür içerlerine
gümbür gümbür gümbürder
yağmurlu camlara döner gözlerin
sonra birdenbire sessizlik
dinersin
kurumuş ırmaklara dönersin

bir şeydir o balta gibi gelir
keskin bir balta gibi
saplanır kırkıncı halkasına kadar
sallanır içindeki ağaç
ağır ağır devrilir

Aydın Yalkut (1941-2014)


Hasretinden Prangalar Eskittim

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya...           
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana 
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...

Ahmed Arif






































"Hasretinden Prangalar Eskittim" şiirinin ilk hali, Diyarbakır Tanıtma Kültür ve Yardımlaşma Vakfı Yayınlarından çıkan, Şevket Beysanoğlu ve Vecihi Timuroğlu'nun hazırladığı, şairin hayatı ve eserlerini inceleyen kitaptan alınmıştır.


Gece Yarısı

Dizilir ince ince, alnına bir soğuk ter!
Gâvur mahallesidir evimin yukarısı,
Rüzgârın salladığı bir çan durmadan öter.

Bu ses aynı şekilde uzayacak yarın da!
Bazan bir ışık gezer, tamam gece yarısı,
Karşıdaki bir evin pencere camlarında...

Şimdi gözyaşlarımla karanlığı delerim;
Bana hatırlatıyor uzun uzun her akşam
Simsiyah servileri bembeyaz perdelerim!

Korkudan büzülürüm usulca bir kenara;
Yatmak için yerimden azıcık kımıldasam,
Gölgem bir hırsız gibi tırmanır duvara.

Cevdet Kudret (1907-1992)


26 Aralık 2024 Perşembe

Ne Fayda

Sen benimsin,
Ciğerpârem, sevdiğim
Gülden ağır
Söylemem sana!

Saçlarına
Kızıl güller takayım
Salın da gel,
Bir o yana
Bir bu yana!

Meğer
Müşkil işmiş hürriyet
Savunmayla yetmiyor
Bir başka sevda!

Telden
Demirden geçsen
Mapusu delsen
Ne fayda!

Enver Gökçe


24 Aralık 2024 Salı

Sinan Cemgil'li Bir Anı

Ankara, Nisan 19...

Sinan’ın öldürümüyle biten yolculuğuna çıkmadan önce, Ankara’da Bestekâr sokakta, Seyhan ve Vahap arkadaşlarımın evinde bir günlük konuğum. Ev sahipleri yok. Yalnızım. Kapı çaldı, açtım: Sinan Cemgil!.. Güzel bir raslantı! Sinan’ı gazete ve dergilerde çıkan fotoğraflarından az- çok tanıyorum. O beni tanımadı. Tedirgin olmasın diye Che şiirimin ilk dizesini okudum. Kucaklaştık. Ev sahipleri, düşün dünyamıza ortak olan arkadaşlarımız.

Öğle vakti. Karnı açmış. Ben de açtım... Mutfakta büyükçe bir kapta Alemdar paket tereyağı ile bol yumurta ve malzemeli bir menemen hazırladım. Ocağa koydum, az piştikten sonra ateşi söndürüp, üstüne kuru nane ufalayıp, bir kapak kapattım. Koştum, bakkaldan üç şişe Çubuk şarabı alıp geldim. Menemeni sıcağı sıcağına öylece masaya taşıdım. Kapağı açınca menemen buhar basıncı ile vakum yaparak kek gibi kabarmış. Üstüne biraz daha kuru nane ufaladım, incecik doğradığım maydanozdan bolca serptim. Bir lokma aldı:

"Böylesini ilk kez yiyorum" dedi. Sinan'a, "Bu menemen sana özel!" dedim. Menemene saldırdık. Beğeni sözünü yineledi. Sesi hâlâ kulağımdadır... Şişenin biri tez buhar olmuştu. İkincisi de bitmek üzere... İyice esridik... Che şiirimden söz etti. İlk dizeden sonrasını bilmiyormuş. Ben okuyorum, o da ardından her dizeyi yineliyor. Onun sesiyle kendi şiirime tutuldum. "Bu böyle olmuyor!.." dedi. Şiiri bir kağıda yazdım, verdim. Ayağa kalkıp sözcüklere hakkını vererek güzel bir vurgu ve tonlamayla, arada sol yumruğunu havaya kaldırarak ilk dörtlüğü okudu...

Ne güzel okuyordu!.. ODTÜ hipodromunda dinleyicileri coşturacak biçimde şiirler okuduğunu duyardım.

Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara (Gevara)
Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa,
Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır
Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa..
Alaçamın mor meşenin ardına silah çatıp yatmaya
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.

(.....)

Sinan o gün coşkuyla okuduğu Che şiirimin yazılı kağıdını katlayıp kot pantolonun cebine koymuştu. Ona o gün, 1966 yılında Caracas Valisinin oğlu Jose Manuel’den (Hoze Manuel) söz ettim. Henüz haberi yoktu. Ben şiirim için güncelle dirsek temasımı sıkı tutarım. Jose Manuel ve arkadaşlarının dağda topluca katlediliş haberini Cumhuriyet Gazetesi'nde görmüş, Ceyhun ağabeyime de (Ceyhun Atuf Kansu) Demir İşhanı'nda Sol Yayınları bürosunda İlhan’ın çayını içerken okumuştum. Ceyhun Ağabeyim çok duygulanmıştı. Daha sonra Jose Manuel için bir şiir yazdı. (C. Atuf Kansu’ nun 1966 tarihli bu adla bir şiiri vardır.)

Caracas Valisinin oğlu Jose Manuel, 1964 yılında 20 arkadaşıyla silahlanıp dağa çıkmıştı. (Che o günlerde bugünkü gibi ünlü değil. Yıldızlı kepiyle bilinen fotoğrafı altında 'Wanted’ (Aranıyor!) duyurularıyla Latin Amerika gazetelerinde yeni yeni görünmeğe başlamıştı. Yine Cumhuriyet gazetesinin Ekim 1966 yılındaki bir sayısında Che’nin ünlü fotoğrafı altında şöyle bir haber vardı: ”Bugünlerde Latin Amerika’ da bir devrimci aranıyor!''

Che arkadaşlarıyla 6 ekim 1967 yılında yakalandı, 9 ekim günü emperyalizm ve işbirlikçilerin kurşunlarıyla gövdesi delik deşik edildi.

Jose Manuel, yirmi devrimci arkadaşıyla 1966 yılı yazında ormanda Amerikancı ordunun askerleri tarafından öldürülmüşlerdi. Cenazeleri dağdan indirildi. Caracas’ın en büyük caddesinde tabutlarının ardından on binler yürüdü. Hugo Chavez’in ayak bastığı topraklarda bir de böylesi alçakgönüllü çağdaş destansı bir öykü vardır…

Benim, Sinan’ın hayalindeki yolculuğun zerresinden haberim yok, şarap içiyor ve ben boyuna bu konuyu ayrıntılarıyla konuşup duruyorum. Sinan’ın beni dinlerken arada dalıp gittiğini anımsıyorum. Sarhoşluk da var serde. ’Esriklik’ deyip estetize etmiyorum. İkimiz de çakır keyifliği aşan bir saadet içindeydik...

Ne hazin!.. Sinan, Kürecik’ te Amerikan Radar üssüne saldırmak için arkadaşlarıyla çıktığı yolculukta öldürülüp dağdan indirildiğinde o günün faşist zorbalık ortamında cenazesinin başında yalnızca babası (Adnan Cemgil) ve annesi vardı. Türk devrimcileri hep yalnız ve mahzundular. Hani ne derler: "Halksız şehzade gibi mahzun."

Egemenler ve emperyalizm, devrimcilerin işçi ve köylülerle kaynaşmasını ancak cinayetlerle engelleyebildiler…

Che Şiirimle İlgili Bir Anı ve Osman Arolat

2004 de Can yayınlarından toplu şiirlerim çıktı. Erdal Öz'ün ve Deniz Kavukçuoğlu’nun yakın ilgisiyle İstanbul Kitap Fuarı’nın resmi konuğuyum. Benim için bir açık oturum düzenlenmiş: ''Hazır Ol Kalbim Odağında Metin Demirtaş Şiiri''. Konuşmacılar: Mustafa Şerif Onaran, Ataol Behramoğlu, Sezai Sarıoğlu, sanat enstitüsünden sınıf arkadaşım Devlet Tiyatrosu oyuncusu Mustafa Yalçın. Bir de, bana Sinan’ın şiir okuyuşunu anımsatan, Devlet Tiyatrosu oyuncusu Haldun Özgeneç. Che şiirimi olağanüstü bir ses ve yerinde vurgulamalarla okumuştu.

Ara verildi. Nihat Behram'a rastladım. Az ötede Osman Arolat’ı birkaç arkadaşıyla gördüm. ‘Merhaba’ dedim. Tanıyamadı. Kimsin? der gibi bir şaşkınlık gösterdi.

Arolat’ı Ankara’da katıldığımız yürüyüşlerden tanırım, arkadaşları ona 'Oralet Osman' diye takılırlardı. Oturup bir çay içimi görüşmüşlüğümüz yoktur..

Ben, kendimi tanıtmak için “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara” der demez, yanındaki arkadaşlara, ''İşte yakaladım; bakın!.. Bu arkadaş bizi CHE şiiriyle dağlara özendirdi, tava getirdi, kendi düzde kaldı...” gibi bir şeyler söyledi, hep beraber gülüştük...

1967 de, “Bizim de delikanlılarımız vardır” demiştim. O günlerde de, bugünkü gibi yiğit kızlarımız vardı. Bu beni hep tedirgin etti. İngilizce’ye bu biçimiyle çevrildi. Bugün dizeyi hem oğullarımızı hem kızlarımıza seslenir biçimde :

"Bizim de gençlerimiz vardır Che Guevara" diye okuyor ve düzeltiyorum.

Bizim de gençlerimiz vardır Che Guevara
Yokluklardan bi yol kopup gelmiş
Üç zeytin az ekmek üniversitelerde
Düzen çarpar önce, yoksulluk vurur
Öfkeli dolanırlar caddelerde.
Ve başkaldırırlar akılları suya erende.

Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ı
Kongo hepimizin Kongosu
Bir kere özsu yürümüştür dallara
Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar
Varmak için o güzel yarınlara
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.

Menemenimize eşlik eden üçüncü şişe de bitti. Şarap getirmek için davrandım. Sinan hemen kalktı, Vahap’ ın gömleklerinden birini sırtına geçirdi ve benden önce bakkala koştu. Menemenin, şarabın ve şiirin büyüsü ile mutluluktan uçuyoruz...

Konuşmalarından Kürecik yolculuğuna ilişkin en ufak bir izlenim edinmedim. Yalnız bir iki saat önce Münir Ramazan Aktolga geldi, kapıdan Vahap’ı sordu, gitti. Garip bir telaşı vardı.

Sinan'ı dinlerken bir kulağım kapıda: Seyhan ve Vahap geliverirler ümidi içindeyim.

Şaraplı, şiirli yarenliğimizi onlarla sürdürmek istiyoruz.

Vahapların geleceği yok. Yeniden sofraya oturduk. Ben bir espri yaptım: ''Kısmetsiz hav hav kurban bayramında Hıristiyan mahallesinde gezinirmiş...'' Gülüştük.

Bugün ne zaman böyle bir menemen hazırlığına girişsem, Sinan'ı hatırlarım ve sesi kulağımda çınlar...

Sevim Abla da (Belli) cacığa maydanoz doğrarken İlhan'ın (Erdost) sesi kulağında çınlarmış. İlhan’ın, “Kürt Cacığı” diye adlandırdığı bol maydanozlu özel bir cacık hazırlama usulü vardı. Cacığı hazırlarken olayı törensel bir havaya büründürür, kimseyi işine karıştırmazdı...

Bu satırların yazıldığı tarih 18 Mart 2013. Nihat Behram İsviçre’den on günlüğüne İstanbul’a gelmiş. Nihat’a, "Bir- iki gün için Antalya’ya gelebilirsen Hem Yusuf Aslan’ın annesini ziyaret hem de onlara yakın Hasan Hüseyin'in alçakgönüllü aşevinde aynı tertip, menemen ve şarapla dedim.

Umutsuzluk Yasak ve Sinanlar'a şiirlerimin Yazılış Sürecinin Tanığı Bir Arkadaş

Ankara'daki menemen ve şarap yarenliğimizden 1 yıl sonra, 31 Mayıs 1972’ de Sinanlar'ın öldürüm haberleri geldi. O an Antalya’da yağmurlu havalarda omzu ipli hamalların sığınağı olan, adını benim uydurduğum hızar talaşı, reçine, kızarmış balık, soğan ve şarap kokan 'Eşek Semeri Meyhanesi’ndeydim. Meyhanenin avluya çıkış kapısında semeri andıran antik bir kemer vardı... Ataol ile de bu meyhanede rakı içip, söyleşmiştik. Eve koştum. Karımın şaşkın bakışları arasında Sinan için uzun süre ağladım...

Sonra, bisikletime atlayıp, Şarampol semtinde oturan Zeytinköy İmam Hatip Lisesinde edebiyat öğretmeni sosyalist bir arkadaşıma (T.Ü) gittim ve yasımı orada sürdürdüm.

Umutsuzluk Yasak şiirimi göz yaşlarımla orada tamamladım. Elimdeki defter yaprağına şiiri geçirdim ve arkadaşıma verdim. Gelirken şiiri zaten zihnimde iyice yoğurmuş ve ezberlemiştim. Zaten Ulaş’ın bir evin bodrumunda kıstırılıp öldürüldüğü günlerde ilk dize yüreğimden havalanmıştı! Şiiri ağlayarak yazdığımın tanığı olan arkadaşım, 1969 Temmuz'unda, Kayseri’ de eli meşaleli gerici yobazlara karşı Fakir Baykurt ve öğretmen arkadaşlarıyla kavga vermiştir. O gün Kayseri’de TÖS’lü öğretmenleri toplu halde yakacaklardı. Başaramadılar. İştahlarını Sivas'a saklamışlar…

Yukarıdaki öğretmen arkadaşım bugün Almanya’da taksicilik yapıyor. “Yetmez ama evetçiler” taifesine katılmasını içime sindiremedim. Kaçak kuran kursları konusundaki duruşunu da bu kırgınlığa eklemeliyim. Yıllarca aydınlanma ilkeleriyle öğrenci yetiştiren bir öğretmen, merdiven altı kaçak kuran kurslarında başları örttürülen küçücük kız çocuklarının, hiçbir pedagojik eğitimi olmayan zır cahil insanlara teslim edilmesinden nasıl isyan etmez, normal sayabilirdi!?..

Öğretmen arkadaşım daha sonraki günlerde de, aile boyu döneklerden birinin "Atatürk niye demokrasiyi getirmedi; bir diktatördü." diyerek, Atatürk’e her yazısında saldıran tombul köşe yazarının yazılarını çevresine “Okuyun!” diye salık verdiğini duydum, iyice soğudum...

Bugün bu anlayıştaki dönek ve liboşların safına geçmiş öyle çok “solcu eskisi” arkadaş var ki, ülkemizin üstüne faşizm bir karabasan gibi çökmüşken, saldıracak başka biri yokmuş gibi, Mustafa Kemal Atatürk’e, CHP ve orduya saldırmayı bir marifet sayıyorlar.

Her şeye karşın, andığım öğretmen arkadaşın, Sinanların öldürüldüğü günlerde acımı paylaştığını ve beni teselli etme inceliğini gösterdiğini unutmamışımdır.

"Arkadaşlık ağaca benzer/ Kurudu mu yeşermez bir daha artık."

Nazım’ın söylediği gerçekleşmesin diye yüreğimin bir köşeciğinde ortak anıları hep ısınık tutmaya çalışmışımdır.

Ülkemizin En Yiğit, En Güzel Çocukları Emperyalizmin Sivil - Asker İşbirlikçileri Eliyle Acımasızca Katledildiler.

Ve Böyle Böyle Yurdumuz Bu Hallere Düştü, Düşürüldü!...

Evet, Sinanlar’ın öldürüm haberiyle o akşam şiirimin ilk dizesi, ilk tohumu yüreğime düşmüştü. Dizeler, Kızıldere’dekilerin ve İstanbul’ da bir evin bodrumunda kıstırılıp kurşunlarla delik deşik edilen Ulaş’ın ve katledilen tüm yurtsever devrimcilerin acısına bulanmış, birikmiş acıların şiirime yansımasıydı...

Sevgili arkadaşım Ataol’un yeni bir kavram olarak sözlüğümüze kazandırdığı ve Melih Cevdet Anday’ın da severek kullandığı 'Organik şiir'e örnek şiirlerdir; Umutsuzluk Yasak ve Sinanlara başlıklı şiirlerim. Her iki şiirin imge ve sözcükleri yüreğimin ve gövdemin büyük kan dolaşımında dolaşmıştır. “Kavruldu en yamanı çiçeklerin” derken son kırk yılda yitirdiğimiz tüm değerlerimizin adları zihnimden geçit yaptılar.

Deniz, Yusuf, Hüseyin, Ulaş, Cihan, Taylan, Doğan Öz...

Ve diğer tüm "Ölmez ölülerimiz" gibi yurtsever aydınlar, gençler bu dünyaya bir daha zor gelir...

Hepsi de ülkemizin en nitelikli insanlarıydı. Baskılar, sömürü ve zulüm hükmünü dünden ziyade sürdürüyor.

26 Mayıs 2013

Bekir Yıldız'ın Küçük Kızının Anlattığı

Bekir Yıldız’ın küçük kızı 1983 yılında Antalya'da konuğumuzdu. Bir akşam şöyle dedi:

"Metin Amca biliyor musun, Adnan Amca, (Adnan Cemgil) oğlu Sinan için yazdığın şiiri hep cebinde taşıyor ve gittiği her yerde duygulanarak okuyor."

Bunu duyduğumda onur duymuştum. Adnan ağabeyi az- çok tanırdım: TİP Bursa mitinginde faşistlerin sopalı saldırısından hayatını kurtarması bir mucize idi.

Adnan Ağabeyin adıma imzalı kimi çeviri kitapları kitaplığımda durur. Saygı ve sevgi duyduğum 'Eski Tüfek' saygın sosyalistlerdendir.

Adanmış Şiirlerim

Şiirime ad olan, "Umutsuzluk Yasak" söylemi anonim bir söylem sanılır. Bu söylem sevgili şairimiz Ahmed Arif’indir. Kendisinden şiirime ad olarak iznini istediğimde bana, "Onur duyarım" demişti.

Sinanlara adadığım şiirim de, Umutsuzluk Yasak şiirimin tohumundan çiçeklenmiştir.


Metin Demirtaş, Gerçek Edebiyat, 26 Mayıs 2013 

Fotoğraf: Sinan, Şirin ve Taylan Cemgil

Sinanlar'a

Şarkıları susmuş,
Yarım kalmış yolculukları.
Papatyalar
Boyun kırıp düşmüşler yere.
Ufaktan esen seher yeli
Okşar şimdi bir günlüğün yapraklarını,
Okşar gelincikleri.

Yusufçuklar ötmez,
Turnalar geçmez olmuş.
Bir türküde gezer olmuş  adları.

Ötelerde,
Derviş ağırlığıyla tanıktır Alişükran Dağı.
Ekmek peynir  sunan göçer obaları
Eğin Geçidi, Nurhak!
Ve zulmün
Ve yoksulluğun boyunduruğundan boğulmuş
Güzelim halk!
Meşeler bin yıllık türküsünde.

Kurşunlara gelmişler
Göyneksiz yatarlar yerde.
Ekinler başağa gelemeden sararmış.
Türküde göğeren meşeler,
Burada kararıp kalmış.

Az önce kıran geçmiş buradan.

Metin Demirtaş (1938 - 2014), Şiirin Kanadında Mektuplar, S.470




Eski Hevesler Güzeldir

Eski hevesler güzeldir.
Deniz resimleriyle girer odana
Durup kendini seyredersin yapayalnız
Kim bilir neden sonra
Rüzgârlı bir akarsuyun tam ortasında.

Eski hevesler ıssızdır.
Sen inansan da inanmasan da
Sana benzer biri bakar fotoğraflardan
Birdenbire ta uzaklara
Kapı eşiklerinde uğultulu hatıralar.

Eski hevesler hüzünlüdür.
Güneşin beşiğinde sallanır gözbebeklerin
Ağaçların içinden gürültülerle geçen
Dalgın sonbahar siluetleri
Sanki karanlıkta tanımadığın biri ağlar.

Eski hevesler kimsesizdir.
Uykularını kaçıran bir şarkı duyarsın
Göç yollarında vahşî çiçeklerin
Eski hevesler Aşk gibidir.
Her defasında unuttuğunu sanırsın.

Eski hevesler sessizdir.
Korsan gemileri demir atar rıhtıma
Hangi savaşı anlatıyordu duvardaki harita
Bir türlü gelmez aklına
Düşüncelerin deniz feneri ufukta bir başına.

Volkan Hacıoğlu

Fotoğraf: Orhan Köksalan, Yalnız Ağaçlar, Yalnız İnsanlar




22 Aralık 2024 Pazar

Memleketim

Usandım artık hazin mısralar okumaktan
Neyleyim akşam yaklaşıyor dostum
Kuşların cıvıltısı dinecek birazdan
Yitecek yeşil yapraklar taze güller
Ağır bir makamla başlayacak şarkısına
Afyon çekmiş zavallı mısır radyosu

Sen Kütahya sen Samsun sen İstanbul
Sırtını dayayıp o bereketli toprağa
Dinliyorum Çukurova'nın sesini
Sürüyor tarlaları traktör kardeşim
Avuçlar serpmeyecek artık tohumu
Kaç yıldır özlüyor bu topraklar bilir misin
Ağır uykusundan uyanmış kalkıyor
Bafralı tütüncüler Haliç kıyıları ve Toroslar

Benim insanlarım öğrenmişlerdir yeryüzünü
İlk kurşunu atan Antepli Şahin'e kadar
Dağlarda bellerde onları tek tek tanımışım
Yamalı mintanları ve ağızlarını örten bıyıkları
Öfkeyi cesareti bilen gözleriyle
Taş taşımışlar ekmeği bölerek yemişler
Yıllar var ki hüznü kederi sevmiyorum
Yalnız insanlar için şiir yazdığımı bilirler

Sen Kütahya sen Samsun sen İstanbul
Asfalt yollara çıkan dar sokakları
Köprüleri ambarları ve akarsularıyla
Düşünmüşümdür on sekiz saat yol boyunca
Bir sabah erken yola çıktım
Gâvur dağlarında bıraktım türkümü
Avuçlarım delik deşik dudaklarım çatlak
Yağmurda ıslanmış saçlarım

Yıllardır görmediğim ak saçlı anam
Özlem türkülerini ezberler olmuş
Bilirim çamaşırdan delinmiş parmakları
Saçlarımı okşar her gece uykumda
"Gurbet gurbet" diye dizlerini dövme
Onu çoktandır kardeş bilmişim ben
Mektuplarımda adı torbamda ekmeği var.

Ömer Faruk Toprak (1920 - 1979)

Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi 2, S. 538-539


Buğdayın Türküsü

Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle.

Pablo Neruda,  Çeviri: Hilmi Yavuz

Yorum: Yeni Türkü

Seninle

Söz yenisine dönüşüyor seninle
Sesinin tezgâhında türkülenirken
Ansızın bir gerçeği yaşar gibi
Denize vuran kıyıların güzelliğinde
Kuyulardan gökyüzüne egemen.

Seninle coşkuyu ve korkulanı
Bir giz gibi sorularda yanıtlarda
Nasıl sevgiye boyardık bilsen
Mavinin kendine en yakın olanı
Ölümü yansıtmayan bulutlarda.

Su taşır gibi akşam çeşmelerinden
Yoksunluğu yorgunluğu bölüşen
On yedi yaş gerçeği masalında
Seninle Orhan Kemal'in sokaklarında
El ele tutuşan, göz göze gelen.

Seninle, ey beraberliğin güzeli
Oralarda, parmaklığın ardında
İhtiyar damarlarında çağın
Düşünceye sığmayan saniyeleri
Biz değil miyiz sırtımızda götüren.

Şükran Kurdakul, Bir Yürekten Bir Yaşamdan, S. 208

Şairin kendi sesinden:


20 Aralık 2024 Cuma

Her Gidenden Bir Şeyler Kalır

okul dönüşlerinden hatırlarım,
dış kapı eşiklerinde
kucağına çöreklenmiş yetim bir ikindiyi
okşardı bakışların

biraz
bakışlarından kaldı bana
biraz da
ikindi kaldım senden sonra

külüstür bir minibüsle
Bafra Ovası'ndan geçtiğimiz o akşam
(sen yanımda uyuyordun,
mintanın, mayıstan kalma yağmur kokuyordu)
traktör kasalarına doluşan
tütün işçilerine gülümsemiştik uyandığında

biraz
gülüşlerinden kaldı bana
biraz da
mayıs kaldım senden sonra

Orhan Köksalan

Fotoğraf: Orhan Köksalan, Yalnız Ağaçlar Yalnız İnsanlar


19 Aralık 2024 Perşembe

Gittin

Gittin/camlar kırıldı
Gökyüzünde çarmıha gerildi yıldızlar
Sözcükler mahzundu.
Bu yük çok ağır hayatın kollarında
Ve çok küçük anlarda
Saklı, yenik, ezik ve kırgın
Nasıl taşınır bu yük
Ağır ve kötü bir ur
Her gün tıkarken hayatın atardamarını
Sensiz/nasıl bulunur izi kaybolmuş bir yol.

Gittin/bu şehir şimdi
Terkedilmiş bir köy, harabe
Bir mumun son alevinde.
Dağınık yataklara benzeyen odalarda
Ölüm kokuyor ajanslar, açlık, çığlık, cinnet
İz düşümü bir deli gözün
Ki o tutmuş ucundan, küfre dönük her sözün
Zaman, dönüp dolaşıp
Aynı yerde biriktiriyorken kirli kanını
Sensiz/ışığı firar geceler nasıl biter

Gittin/yabanıl bir hasret takvimlerde
Yaralı gözlerin düşer yollarıma
Alır basarım dudaklarıma
Ne zaman ölümü düşünsem
Ellerin ateş olup düşüyor ellerime
Sesim bir yenilgiden dönüyor
Saçımın her telinde
Yanlış bir işgal
– gözlerimde sızı-
Sensiz/depremlerde dünya. Nasıl döner.

Gittin/bütün asmalar bağ bozumunda şimdi
Tek bir gül diktim toprağa
Gülü boyuyoruz çocuklarla
Sen giderken de yanıyordu yıldızlar
Bir bardak çay avuçlarımızda
Bölüşüyorduk cinneti. Dağlanırken
Gözpınarlarımızdaki yaş
Bu yük çok ağır kollarımda.
Yüzümü camlara dayıyorum
Yüzüm yitiyor. Yüzümü bulamıyorum
Sensiz/nasıl çıkılır hayatın çukurundan

Gittin/Ankara yağmur ışıdı
Kil rengi bir ay gözlerinden çatırdadı
Hecenin bütün tonları ağladı.
Kitaplarıma da yasak koydum artık
İçli bir rapsodi gibi hayat anlatmayın
Suskuya inat bir eylem yapacağım
Yenilgilerini diyorum yaşanmışlığın
Kızılay meydanında yakacağım
Çoğalacağım… çoğalacağım… çoğalacağım
Tabansız bir dünyayı yok ederken
Sensiz/bu zafer nasıl kutsanır…

Gittin/ıssız duvarları okşadım usulca
Bir kuş geçti içimden bozkıra
Kefilim şimdi gecenin bütün suçlarına
Bir haritalara gökkuşağı çizerdik
Maskelerdik buza kesmiş her bir sabahı
Kırağılar çiçeklenirdi dağ başlarında
Renklerinden hasret armağandı analara
Ki o çocuklar:
Ömürsüz hayata dönük yüreklerin deseniydi
Gülüşlerini öper
Arındırırdık onlarla gövdelerimizi
Sensiz/nasıl takılır saçlarım bulutlara

Gittin/biliyorum dönüşünden tanıyacağım
Yaşanmamış düşler benim yanılgım olsun
Çığlık, deprem; cinnet: biraz durun
Ah çarpan bir yüreğin gezgin acıları
Usta alıcı-toy satıcı
Koşturuyor şimdi atını kavuşmalara
Bıçağın ucunda bilenirken hayat
Dedindi "Hezaren çiçeğini tanır mısın?
Güzeliğinde zehir yazgılı"
Her güzellik bedeliyle (mi) gelir?
Ödenir aşkın da bedeli…

Selma Ağabeyoğlu (1952 - 18 Aralık 2009)


Gölge

Sarı bir sabıra bakar insan bazen
Sarı bir sabır ne kadar insansa.
 
İnsan bazen zeytinlere gider
Atları doyurur, perdeyi eller.
 
Bazen olur bir dilin de öldüğü
Karıncanın güldüğü bazen olur.
 
Bir sözcük diğerini gider bulur
Kabuğuna çekilir ceviz
Bir böcek sesini birden unutur.
 
Akşam gizliden arka bahçede
Arka bahçede gizliden
Bir sonsuz büyür durur.
 
Bizim değil gölgelerindir dünya..

Gonca Özmen, Bile İsteye, Kırmızı Kedi Yayınevi


Kimim Ben

Başım yıldızlarla çarpışır
Ayaklarım dağların doruklarındadır
Evrensel yaşamın kıyılarında,
Derin vadilerinde gezinir parmak uçlarım
Derinlere, yaşamın asli özüne iskandil eder ellerim
Mukadderatın çakıl taşlarıyla oynarım.
Binlerce kez cehennemlere gidip döndüm
Cennetin her köşesini tanırım,
        Tanrıyla düşüp kalktığımdan.
Kanla su gibi oynar, dehşete şapka çıkarttırırım.
Aşinayım çoktan güzelliği yakalamanın tutkusuna
Dahası "uzak dur" diye yasaklanan her şeyin tümüne
İnsanoğlunun müthiş isyanına.

Benim adım gerçek’tir;
Ben evrenin ele geçirilmez tek esiriyim.

Carl Sandburg (1878 - 1967)

Çeviri: Bülent Kumral


18 Aralık 2024 Çarşamba

Fal

1/
Öyle ucuz bir kahve fincanı mı dünya
telvesinde hep uzun yolculukların okunduğu
ya da
kısmeti karanlığa demirlenmiş söz?

2/
İyi de
araya mı gitti bunca söz
onca şiir
ve kılıç
sallaması yorgun atlının?

3/
Nabzı atıyor inceden hâlâ
ucuz fincanda kuruyan telvenin.

4/
Birden
kısmetimde yeşeriyor uçurtmam.

Nazım Mutlu, Ağustos 1994

(Yaşadığım, Öğretmen Dünyası Yayınları, S.65)

Resim: Ali Avni Çelebi (1904-1993),  Uçurtma Uçuran Çocuk


17 Aralık 2024 Salı

Kaldırım Felsefesi

Ruhumu satıyordum
Kimliksizler bulvarında
Kayıp aşkları yazıyordu şair
Ve yağmur yağıyordu teneke mahallesinde
Akşamüstü, vakitlerden bir vakit;
Felsefesi pas akıtıyordu sokakların.
Ocakta dumanı sönmekte iki köz
Kanayan bir tek söz
Yalazında sarılı gölgesi yalanların.
Anın dilini sordum
İki ucundayız askıda salınmanın
Diğer yanda yalnızlığım.
Çarelerden çare kayıp,
Üşüyordu duvarlarım...
Daha sabaha çok!
"Neyin var?" Dedi kadın!
Üç kız bir vale dedi ruhum;
"Ben de sordum, cevaplayamadım" dedim.
Elini açtı kadın;
Yine kaybedendim...

Mehmet Ali Canikli, 21.11.2015

Gece Yarası, İzan Yayınları, S.26


Somali Mardin

en son yağmurdan ve sünnet düğünlerimizden bu yana
kabilemizin üzerinden, çocuklarımızın ölümüne inanmak türü
                                      kayıtsız ve doğaçlama bir sürgün geçti
alize esiyordu...

ömrüm
yine kara ırkların cumaya dönük yüzlerinde
               seni yadsıyan bir gerçek gibi kol geziyor ölüm
ve bir ihaneti kanıtlarcasına kuma karışıyor
                                                    yerli kılavuzun talihsiz kanı
"gergefe gelirken bütün hayat bilimlerimiz
biz bir köleyi bile doyuramıyoruz, o sabrediyor
                                          sabredecek insanı doğuracak ruhu
şeytanı çöle gömecek ve ormanlaştıracak buraları"
tarihi yazıdan eskidir, yazıyı bilmez ve denizi asla törelerimizin
                                                                   buyurduğu en büyük zûl
katliamdan sonra kadına konuşmama kefareti
katliamı ve sürgünü kim emretmiş
                           ve bunların üzerinden zaman nice geçmiştir

tanrım sen konuş
bir tüfek harbisi gibi namluda gidip gelen
ve bilgece
           ve bir hayli utangaç geçen
                                       şu genç ömrümüzün
denizi göreceği nereden bellidir
oysa bugün bir tek söz
                            siyahi bir hikmet söylemenin yeridir
ömrüm.

Oktay Taftalı, 1961

(Sombahar Dergisi Sayı:15, Ocak-Şubat 1993)


Otopsi

                Orhan Veli'ye ağıt

Morgda açılınca kafatası
Doktor beyler beyin gördüler
İndirince tenkafesine neşteri
Doktor beyler yürek gördüler
Yürekte ne gördüler dersiniz
Yürekte memleket gördüler
Dünya gördüler
Bir de dost gördüler
Ama bu işte doktor beyler
Doğrusu geç kaldılar
Çok geç kaldılar

Halim Şefik Güzelson


13 Aralık 2024 Cuma

Yırtık Harita

anne sökelim bu kazağı
dalında kurumuş erikler gibi üstümde
gelgit büyütüyor saksılarım yeter!
anne,
beni çığlık kurslarına gönder

dışarı çıkınca pencereden
ancak kendisine bıçak çeken ben,
kırmak istiyorum
otuz kupona alınmış porselenleri
ve yollara sermek,
balkonları tekmeleyen kibirli halıları
ama en çok,
taramak, uzun bahar şarkılarıyla
saçlarını töreye kaptıran kadınları

içeri bakınca,
uyku/bölen, sağa sola çekiştiren
iki küçük kız çıkıyor ceplerimden
biri topluyor eteğini
biri koşuyor denize girmeye,
anne,
aşktan daha çok uğraştım
aşkımı gizlemeye

sandığı devirdim şimdi, kumbaramı dağıttım
değdirdim sözcükleri
çekinerek ateşe
elime verdiğiniz harita paramparça
bardakları kırdım anne,
artık korkma!..

Özlem Tezcan Dertsiz

Üç Nar Ağacı, Meşe Kitaplığı, 1.basım, Mayıs 2024

12 Aralık 2024 Perşembe

Recep

Aylardan temmuz muydu ağustos mu bilmiyorum
Babalar harlı bir akşam taşıyordu evlere
Aylardan temmuz muydu ağustos mu bilmiyorum
Dediler faytoncu Recep'i duydunuz mu

Herkes bahçede sokakta damda
Adana dediğin bir büyük uğultu
Her gece aynı karabasanı sayıklamada
Her gece aynı urba içinde gerinir
Ne geleni ne gideni umursamada

Artık kim parlatırsa parlatsın koşumları
Kim ünlerse ünlesin kırbacı şaklatıp
Deh bre şahinlerim
Bre burcuna sürttüğümün gurbeti

Ne veraset ilamı telaşı
Ne iri puntolu ilanlar basında
Şimdi avluda bir çift öksüz beygir
Ve ceylan bakışlı bir oğlan
Mahşerin kapısında

Ruhi Göktekin, Sobe, Barış Gazetesi Yayınları, S.72-73


İzleyiciler