28 Temmuz 2024 Pazar

Solak Keçi

(...)

Kapın aralıktı. Ayakkabıların ters duruyordu. Henüz eşikte birkaç günün gazeteleri birikmişti. En üsttekini alıp öylesine sayfaları çevirdim. Senin kesinlikle dikkatini çekebilecek bir haber vardı içinde:

"69 yıl sonra kütüphaneye dönen kitap!"

Estonyalı bir adam, tam 69 yıl sonra kütüphaneden almış olduğu kitabı geri götürür ve "2. Dünya Savaşı sırasında kütüphaneyi bombalamışlardı, o nedenle geç getirebildim," der. Evet, yanlış okumadınız.

Talin Merkez Kütüphanesi'nden Ivika Turkson'un anlattığına göre, geçtiğimiz hafta seksen yaşlarında bir adam, 7 Mart 1944 tarihinde ödünç aldığı kitabı, özür dileyerek ve geç getirme cezasını ödemeyi teklif ederek getirmiş. Kitabın, orijinal amblem ve seri numarasından, o kütüphaneye ait olduğu da doğrulanmış. Kitabı neden bu kadar geç getirdiği sorulduğunda 2. Dünya Savaşı'nı sebep gösteren adamın, Estonyalı yazar Eduard Vilde'a ait bir romanı götürdüğü öğrenildi.

Odandan içeriye girdim. En son girdiğimden çok farklıydı. Elimde o zaman şık pastane paketi vardı.

"Bak, sana Solothurn turtası aldım."

Her zamankinden daha sessiz, daha soğuktu. Sevmezsin böyle sessizliği. Hemen radyoyu açtım. Yatağına doğru ilerledim, kulaklarımı okşayıp çarçabuk uyuttuğun yatağın. Sarılıp birlikte Nosferatu filmini izlediğimiz yatağın. Her zamanki gibi dağınıktı. Karyolanın hemen yanındaki komodininde başucu kitabın duruyordu. Uzun zaman önce de baktığım gibi 74. sayfadaydın. Her gece kara kara düşünmekten belki de ilerleyemedin kitabında. Ya da keçeli kalemle çizdiğin yer durdurmuştu seni: "...herkesin bir yeri olmalı ve her yerin bir kimsesi." Ama biliyorum, sen de merak ediyorsun devamını. Meraktan dayanamasan. Çıldırsan. Olduğun yerden çıkıp gelsen. Korkma! Ben sana mesajlarıma cevap vermiyorsun diye kızmam! Merak etme.

Kitabının yanında fincanında yarım içilmiş çayın duruyordu. Çayın içinde uzunca bir çöp yüzüyordu. Bunun sizin inanışınızda misafir olduğunu söylediğini hatırladım. Elime alıp dakikalarca fincanına baktım. Senin nefesinin üzerine düştüğünü hissettim. Ben de soğumuş çayından bir yudum aldım. Sonra yastığına sarıldım. O kadar sıkı sarıldım ki... Kokunu içime çektim. Derin bir nefes aldım ve nefesimi son saniyesine kadar tuttum. İçimde tutmak istiyordum kokunu. Sen gelsen, bana sarılsan. Üstüm başım sen koksa. Ama sonra bir ânda hıçkıra hıçkıra ağlamaya koyuldum.

Perdelerin sıkı sıkıya kapalıydı. Oysa hep açık olurdu. Birlikte bütün gece karşıdaki sokak lambasını izler, karşılıklı öylece hiçbir şey yapmadan otururduk.

"Pencereyi aç, Schiller gelecek!"

Hayatımın baharında,
Çıkıp yollara düştüm.
Gençliğimin neşeli danslarını,
Baba evinde unuttum.

Pencereni ardına kadar açtım, ayaz odana doldu. Soğuk içeride çınladı. Nefesimin buğusu pencerede minicik kaldı. Parmaklarım soğuğa aldırmadan pencerenin pervazında gezindi. Karşı apartmandaki Slovak sevgililerin gölgeleri cama düştü. Parmaklar gezindi gölgelerde. Kara soğuk, sıcak iniltileri yuttu.

Sokağın tanınmaz halde. Daha çürümüş, daha sessiz. Sokak lambalarının marifetli pırıltıları bile bu ürkütücü sessizliği örtemiyordu. Küçücük pencerene bütün bir kentin siyahı sığmıştı.

Hiç açmadığın eski bir ahşap sandığı fark ettim. Daha yakından bakınca zeytin kutusu olduğunu anladım. Kapağını kaldırdığımda gördüğüm envanter: Mavi kuşlu araba. Küçük tahtadan bir dönme dolap, kırmızı bir el arabası, topaç, metal kumbara, birkaç kiremit parçası, bir avuç renkli bilye ve bir düzine çizgi roman serisi. Neredeyse tastamam bir çocukluk!

Cem Akgül, Solak Keçi, Agora Kitaplığı, Nisan 2017, S.49-52




Hiç yorum yok:

İzleyiciler