26 Ocak 2024 Cuma

Hayvancasına

Hayvanca doğdu güneş bir sabah
gerindi bir kadınla erkek yataklarında hayvanca
rüzgâr hayvanca silkeledi kavakları
balyaların arkasında birbirine sarılmıştı gördüm
iki gemici hayvanca
nasıl hayvancaydı herşey bilseniz

kurşuna dizilmişti cezairli kardeşler
hayvanca esniyordu kadife koltuğunda bir babazade
ne savaş umurunda ne birleşmiş milletler anayasası ne sabah
esnemesini biliyordu yalnız hayvanca
nasıl hayvancaydı herşey bir sabah bilseniz

aklıma bir şiir geldi birden hayvanca
güllü bülbüllü
ver yansın ettim tüm küfürleri
hayvanca bakıyordu meselâ gözler boşluğa
çocukların bile hayvancaydı umudu
aklımdan ne geçiyorsa hayvancaydı
nasıl hayvancaydı ama herşey bilseniz

hayvanca doğdu güneş bir sabah
hayvanca doğduk
Hayvanoğlu hayvancasına

Tahir Pamir (Tahir Özçelik)
Şiirimizde Taşlama, Şiir Antoloji, S.67, Ümit Yaşar yayınları, 1962


Üniversite

Ben liseyi bırakıyorum müdür bey kusura bakma
Yürümeği öğreniyorum yeniden konuşmağı düşünmeği
Kırmızıdan başladım önce renkleri belliyorum bir bir
Papatya diyorlar yanına varıyorum hemen
Kırk beş gün yaşarmış arılar kelebekleri öğrenemedim daha
Sen hiç nezle oldun mu müdür bey öyle keyifli şey ki
Apansızdan apşırması sabah olur gibi bir şey

Bir saksı fesleğenim var evde
Aynı onun saçları gibi kokuyor
Bir saksı da sana alırız istersen

Can Yücel
Şiirimizde Taşlama, Şiir Antoloji, S.66, Ümit Yaşar yayınları, 1962


24 Ocak 2024 Çarşamba

Çarşı

Çarşıda bir baştan gelen fayton
Hey canım ne de geliyor ya!..
Bu güzel yaz günü
Sabah sabah
Bacak bacak üstüne
Elde cigara
Açılıp saçılmış
Kol bir yana
Gerdan bir yana
Allık sürme
Ver yansın
Kırmızılık
Değme gitsin
Kollar desen
Dizi dizi bilezik
Gerdan desen
İnciler sıra sıra
Kurulmuş faytona
Gelen kim?
Kim bohça gibi
Yayılmış yanına
Kim olacak?
Kemerden
Mamasıyla
Benli Zehra.

Çarşının ölgün bir vaktidir
Memurları işçileri arama
Çeyiz düzen, nişan düzen taşralılar
Annecikleriyle küçük hanımlar
Kaynanalarla yeni gelinler
Bir de...
Bir de bizimkiler.

Arabacı kürt Ali
Oğlum Ali
Evlâdım Ali
Mamanın dilinde
Varsa Ali
Yoksa Ali

Çek oğlum Ali
Çek Kuyumculara
Dur oğlum Ali
Bir çift bilezik
Çek oğlum Ali
Dur oğlum Ali
- Bizim paket hazır mı?
- Hazır hanım abla

Oğlum Ali çek
Oğlum Ali dur!
- Altı carse gömlek
Altı ipek külot
Sar şu pembe sabahlığı da
Allık çıkar
Pudra çıkar
Koku çıkar
Söyle kızım Zehra
Seç kızım Zehra
Gülüm kızım Zehra
Hanım kızım Zehra

- Size hanım abla
Emriniz
Bir baş örtüsü sar
Bana da
Baksana evlâdım
Bir ayağımız çukurda
Bundan sonra
Benim işim namaz niyazla

Necati Cumalı
Şiirimizde Taşlama, Şiir Antoloji, S.43,44,45, Ümit Yaşar yayınları, 1962



Mehmet Ali

Mehmet Ali’yi anası
İşe giderken doğurdu
Harbin bitmesinden üç ay önce.
Az süt emdi Mehmet Ali,
Az ışık gördü,
Az ısındı;
Duydu anasının yorgunluğunu,
Bol bol uyudu Mehmet Ali
Çocukların bedava uykusunu.

Zeytinyağı ve ekmek kadar
Kıttı hürriyet memlekette.
Büyüdüğü zaman akranları Mehmet Ali’nin
Her şey bol olur elbette.

Cahit Külebi
Şiirimizde Taşlama, Şiir Antoloji, S.30, Ümit Yaşar yayınları, 1962

23 Ocak 2024 Salı

Fotoğraf

Durakta üç kişi
Adam kadın ve çocuk

Adamın elleri ceplerinde
Kadın çocuğun elini tutmuş

Adam hüzünlü
Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü

Kadın güzel
Güzel anılar gibi güzel

Çocuk
Güzel anılar gibi hüzünlü
Hüzünlü şarkılar gibi güzel

Cemal Süreya
Resim: Marc Cuypers, 56x60 Soyut Çalışma, 2004



Anlatarak Anlıyorum


"İlk bakışta dünyayı birbirinden kopuk diyarlardan oluşan uçsuz bucaksız bir yer gibi görüyoruz. Buna bedenimizle gezegenimizin ölçüleri arasındaki fark neden oluyor sanırım.

Bu nedenle filanca milletle olan akrabalığımız, öte diyarlarda konuşulan dilde gördüğümüz benzerlikler, yaşayış biçimlerimizdeki ortaklık, aynıymış gibi görünen alışkanlıklar bizi hep şaşırtıyor.

Oysa tek bir insan ırkı var ve bir yerde iki ayağı üzerine dikelip gezegenin her yanına doğru yürüyüşe geçmiş.

Yeryüzü koca bir köy ve herkes herkesin akrabası. Tarih boyunca geliştirilen medeniyet, üretilen bilgi ve sahip olduğumuz her şey kolektif bir bilincin tarihsel bir ürünü.

Tüm eşitsiz gelişim süreçlerine rağmen bilgi üst üste eklenerek birikmiş, kendine egemenlik alanları yaratmış.

Tarihten günümüze bilginin ve bilmenin serüvenini 'anlatarak anladığım' bu kitapta, etimolojinin eğlenceli dünyasından pozitif bilime, tarihten iktisada, sanattan siyasete pek çok konuya birbiriyle ilişkili olarak kısaca bakacağız."

Özgür Atak Öztürk, Anlatarak Anlıyorum, Dakam Kültür Yayınları, Ocak 2024

https://www.instagram.com/anlatarak_anliyorum/

www.shopier.com/ShowProductNew/products.php?id=23179287



5 Ocak 2024 Cuma

Kaç çaba eder ki yaşam?


Canlı türü olarak insan, yaşamsal hareket yeteneğine kavuştuğu andan itibaren, diğer hareketlerine itki gücü oluşturan "çaba" ile karakterize olur. 

"Çaba" iradi hareketlerimizin başlangıç nedenidir. Çaba, bir amaca yönelik kurgudur ve önce doğal tatmine yönelir; arzu ve korunma. Arzu, canlı varlıklarda fiziksel bir iştah ile kendini açığa vurur ki; açlık, susuzluk, cinsellik, uyku bu tür iştahlardır. Diğer tür çaba ise, sakınma, kaçınma vb. korunma halleridir ve doğal tatmin gibi yaşamı devamlı kılmaya, tutunmaya, hayatta kalmaya yöneliktir. Buradan hareketle, canlı organizmayı çabaları anlatır diyebiliriz. Yeni doğan bebeğin annesini emme gayreti bir çabadır. Yerde, kucakta, beşikte çabaları vardır. İki nokta arası devinir önce, emekler sonra, oturumuna gelip o halde durabilir zamanla. Başını omuzları üzerinde, vücudunu ayakları üzerinde dengede tutması çabalayarak olur. Oyun oynar zamanla, sizin ona öğrettiğiniz veya gördüklerinden esinlendiği oyunları olur. Mahallesindeki, varsa oyun alanlarında, boş sahalarda, kırlarda, parklarda, bahçelerde buluşarak edinir ilk deneyimlerini. Okula gitmesi gerektiği söylenir, okumanın başarılı olmanın, diplomanın önem ve erdeminden bahsedilir. Okursa adam(!) okumazsa odun olacağından örnekler verilir. İş bulup çalışması gerektiği anlatılır. Para kazanmalı ve ailesine iyi bir gelecek sunabilmelidir. Kariyer yapmalıdır mutlak! Lider olmalı, başa güreşmelidir. Rakipleri olacaktır. Yırtıcı olması, herkesi geçip geride bırakması öğretilir. Yaşam bir yarış kulvarıdır! Ama her oyunun da kendine göre kuralları vardır. Oyunu kuralına göre oynamalıdır. Kural varsa uymalıdır. İyi çocuk olmak iyidir. Haylazlığın lüzumu yoktur. Evlenip çoluk çocuğa karışmalıdır mesela... Çocuk gelecektir! Aynı zamanda toplumun da geleceği sağlam nesiller ister! Vatana millete hayırlı olmalıdır! Mümkünse en az üçlemelidir ki, bir yalnızlık, iki de her an denge bozulabilirse de, üçte karar vermek ve yönetimi belirlemek daha kolaydır. Bir elin nesi var, iki elin sesi vardır. O mu? Bu mu? Diye taraf belirlemek gerektiğinde ikiye bir verilir kararlar ne de olsa. Azınlığa hâkim çoğunluktur değil mi?

Çabalarımız çıplak karakterlerimizdir. 

Çabalarımıza neden olan ereksel durumlarımızın bir tarafı güdüsel, diğer bir tarafı ise kazanımsaldır. Yani elimizde doğuştan gelen varlıksal amaçlarımız ile kurgusal, öğretim/eğitim ile edimsel ve deneyim yolu ile edinilmiş sonuçlar vardır. Elimizdeki bu verili kazanımlarla yol almaktayız. 

İnsan birey olarak, yolculukta kullanmak üzere heybemize koyacağımız değerlere gerek duyarız. Değerlerimizi, ihtiyaçlarımız belirlerken; ihtiyaçları mızı arzularımız tetikler. Bir insanın arzularının yöneldiği şeyler hoş, yararlı, iyi; kaçındığı, korunduğu şeyler nahoş, zararlı, kötüyken; tepkisiz ve kayıtsız kalacağı tüm şeyler ise onca değersizdir. 

İnsan, var olduğu andan itibaren tekil hali olan vücudu ve dışarısı arasında tanımsız, belirsiz, renksiz, kokusuz, karanlık ve sessiz vb. durumlardan başlayan ama hissetmeye, anlamaya, tanımlamaya ve yönelmeye doğru bir hareketler silsilesinin içine girer. İlk andan, olmaya doğru adımlarımıza, öncelikli güdülerimiz rehberlik eder. Güdüler, bir zaman sonra yok olmadan, varlığını devam ettirmekle birlikte, yerini algı mekanizmasına bırakır.

Yaşamsal ilişkilerimiz algısal gerçekliğimizle, hakikatin gerçekliği arasında bir ömürlük salınımlardan ibarettir.

İkili açmazlarımızı görünür hale getirebilmek, onları sadeleştirmek yolu ile anlaşılır kılmak, sorunlu yanların çözümlerine erişmek; toplumsal yaşamların özgün esaretinde her birey için mümkün olamamaktadır. Ne yazık ki bu durum başlı başına bir farkındalık sorunudur.

Toplumsal yaşam bütünü ile algı karmaşası üzerinden kurulu labirentte yol almak gibi gelir. Bu girift süreç insan bedenlerinin biri birleri ile bilinçli/bilinçsiz karşılaşmaları, paylaşımları, zıtlıkları, çarpışmaları, yan yana gelmeleri sosyo-psikolojik kaosu oluşturur. Bu durum kaçınılmaz olduğu kadar, çözümsüz de değildir tabii... 

Algı, birtakım nedenlere bağlı gelişen, dışsal olandan zihinsel olana yönelen ve doğrudan ya da dolaylı yollarla zihinde sonuçlanan görsel veya duyusal oluşlardır. Işık, renk, şekil, ses, koku, lezzet, ısı, sertlik, yumuşaklık vb. durumlar ile diğer, duygu dediğimiz durumlar algısaldır; nedenleriyse dışsal ve nesnel hareketlerdir. Özünde algı; nesnelerin, zihnimizde oluşan imgeleri, hayalleridir. 

Algısal olanın, gerçeklik üzerindeki payı ile hakikatin kendi gerçekliği arasındaki farkı bir örnek üzerinden açıklamaya çalışayım.

Ay, ışık kaynağı değildir. Güneşten kaynaklı ışığın ay yüzeyinden yansımasının sonucu onun nesnel varlığı zihnimizde nasıl görüntüye dönüşüyorsa; ay, nesne toplamı olarak görüntüsü başka şeydir. Ay'ın görünen yönü onun imgesidir; ayın kendisi değil. Şöyle ki; Ay'ın her hareketinden bize ulaşan imgeler toplamı zihnimizde bir ay hayali oluşturur, bize yansımayan yönlerinin varlığından dolayı algısal durumumuz eksik hakikatten ibarettir. Ay'ın nesnel varlığı algılarımız kadardır ve görelidir; salt gerçek değildir. Gerçek, bilinçten bağımsız, somut ve yapısal olarak var olan (Ay'ın görmediğimiz yanları da dâhil, orada, yerinde olması durumu); hakikat ise gerçeğin zihinde yansımasıdır. Hakikat ancak birebir şeye uyduğu zaman gerçek olur. Zihnimizin birtakım hakikatleri algılamış olması ve bellekte tutması gerçeğin bilgisine yol almak demektir; gerçeği bulmak değil! Gerçeğin bilgisine ulaşmak mümkün olup, ona, gelişkin ve diyalektik düşünen akıl ile bilim ve bilimsel yöntemlerin kullanılması halinde varılabilir. "Algıda ve bellekte olan, olmuş bitmiş ve geri döndürülemez bir olgunun bilgisi olduğu halde; bilim, sonuçların ve bir olgunun bir başka olguya bağımlılığının bilgisidir." (2)Akıl, düşünme yeteneği olarak bu bilgi süreçlerini kullanır ve kendisi de bir bilgi olan dil yeteneği olmaksızın bunu başaramaz.

Dil, bilginin işaretleridir. 

Çok uzun soluklu süreçler sonrası bir an gelmiş ve işte o an insan konuşmaya başlamıştır! Tarihin hangi dönemidir? İnsanlık hallerinden hangisindedir? Teorileri olsa da nedenleri kesin olmayan ne tür zorunluluk ve süreç sonrası oluşmuştur tam olarak bilmiyoruz.

Varlık olarak insan bedeni denilen tekil dünya, beden dışı dünya ve iki dünya arası yegâne köprü olan dil; anlamlar ve değerler dünyasıdır. 

İnsanlığın bugüne uzanan asıl yolculuğu dil yeteneği ile başlar ve devam eder. Dil yeteneğinden önce ve konuşmaya başladıktan sonra...

Dil, kendimize, başkalarına, nesnelere ve ilişkilere bakış açılarımızı oluşturmada; anlamada ve anlatmada kullandığımız araçtır. Herkes dışarıya kendi kabuğunun penceresinden bakar; yine de bakışlarımızın ortaklaşmasına neden olan, canlı varlığımızın temel karakteristiğinin belirlediği, kendi olmamızdan kaynaklanan durumlarımız vardır. Bu durumlar aynı zamanda insanlığın temel gerçekliğiyken, diğer yandan hem sorunsalı hem çözümüdür. Nedir bunlar?  

(2) Thomas Hobbes. Leviathan. 2016. Yky. S.46.

Mehmet Ali Canikli, Volkanik Sancılar 1, Bir İpek Böceğiydim Ben de, Denemeler, S.43-47

İkaros Kimin Umurunda!

 


Yunan mitolojisinde bir İkaros söylencesi vardır: «Labirent» sözü sık sık kullanılır ya, doğrusu «labyrinthos» tur onun, Girit adasında, içine girenin kolay kolay çıkış yolunu bulamadığı büyük bir yapıydı. İşte bu yapının özelliğinden ötürü, içinden çıkılamaz sorunlar için de kullanılır o sözcük, Girit kralı Minos yaptırmıştı labyrinthos'u. Bir gün oraya Daidalos ile oğlu İkaros'u hapseder kral Minos. Daidalos yontucu ve mimardı, labyrinthos'u da o yapmıştı. Yontuları canlı idi. Yaptığı inek yontusunun içine kralın karısı Pasiphae girmiş de kendini kutsal boğaya vermiş. Ondan kızmış kral Minos, onu oğlu ile kapatmış Labyrinthos'a. Baba oğul ne yapacaklarını şaşırırlar, odalar koridorlar, gir çık gir, başlarını döndürür. Fakat kralın eşi Pasiphae onları kurtarır labyrinthos'tan. Baba ile oğul omuzlarına balmumu ile tutturulan kanatlarla uçarlar. Babası, İkaros'a çok yükselmemesini öğütlemişti, fakat İkaros meraklı bir çocuktu, babasının bu öğüdünü dinlemedi, daha yükseklere çıkmak tutkusu bürümüştü içini. Böyledir insanoğlu, yerinde, sırasında durmasını bilmez çoğun. Timur ölürken, Tanrıların göklerini fethetmek istediğini söylemiş derler ya, onun gibi işte. Derken ikaros güneşe çok yaklaşınca balmumu erir, kanatsız kalan genç, Sisam adasının orada denize düşer, boğulur.

Eski ozanların bütün işleri söylenceleri (mitosları) dillendirmek olduğu için, bu öykü de onların gözünden kaçmamıştır. Ünlü Lâtin ozanı Ovidius «Değişmeler» adlı yapıtında İkaros'un şiirini de yazdı. Denebilir ki bu öykü Ovidius'un yapıtından yayıldı en çok. Herkes ona çeşitli anlamlar yükledi. Takma kanatlarla havalarda yükselen İkaros, uçak buluşunun ilk deneyimi sayılır bugün.

Çünkü bütün mitoslar gibi, labyrinthos söylencesi de çok yanlı yorumlara elverişli bir yapıdadır. Ama İkaros'un başından geçenler, nedense en çok ressamların ilgisini çekmiştir. Eski çağ sanatından beri bu konuyu işleyen, birçok yapıt kalmıştır günümüze. Albani'nin Roma'da bulunan Helenistik kabartmasından tutun da, Donatello gibi büyük yontucular, Tinteretto gibi, Rubens gibi büyük ressamlar bu konuyu işleyen yapıtlar bırakmışlardır. Ama bunların içinde en ünlüsü, Bruegel'in yaptığı, şimdi Brüksel’de bulunan «İkaros'un Düşüşü ve Peyizaj» adlı tablodur. Resimlerinde ayrıntılara çok büyük önem veren bu büyük, eşsiz usta, İkaros'un düşüşünü de yine o biçemle (üslûpla) işlemiştir. Onun resimlerine bakmak, bilindiği gibi, kişinin çok vaktini alır; bir izlenimle, bir duygulanma, bir düşünce ile yetinemezseniz. Merakla bir köşeden öbür köşeye nerdeyse santim santim gözden geçireceksiniz tabloyu. Neler bulur insan, neler! Bu resimde de öyle işte, İkaros bir limanda denize düşmüş, yeni düşmüş daha, bacakları suyun üstünde... O sırada bir gemi kalkıyor limandan; kıyıda, bir tepede, bir çoban, sopasına dayanmış, koyunlarını otlatıyor, arkası dönük İkaros'a, daha beride bir köylü tarlasını sürüyor... Saymakla bitmez derler a, kısacası, bildiğimiz dünya, herkes kendi işinde gücünde, İkaros kimsenin umurunda değil...

Derken konu, modern bir İngiliz ozanında yepyeni bir yorumla kendini gösteriveriyor. W.H. Auden (öleli birkaç yıl oldu) çağdaş İngiliz şiirinin en büyük temsilcilerinden biri sayılır. İngilizler, Eliot'tan sonra genellikle onun adını ileri sürerler, öylesine severler onu. Amerikan ve İngiliz ozanlarından derlenme şiirlerle oluşturulmuş «Modern Verse» adlı antolojide. Auden'in «Musée des Baux Arts» adlı şiirini görünce çok ilgilendim. Geçen yıl sinemalarda gösterilen «Dünyaya Düşen Adam» adlı filmde de sözü geçmişti bu şiirin. Düşündüm, demek dedim kendi kendime, eski çağdan beri bu konu elden ele geçiyor. Auden, şiirini Bruegel'in resminden çıkarmıştı, resimde görünenleri anlatıyordu ve düşündüklerini başka örneklerle veriyordu. Bu şiirin üstünkörü bir çevirisini vereyim:

“Hiç yanılmadı acı konusunda / Eski ustalar: Ne iyi anladılar / Acının insandaki yerini; nasıl oluşur /Biri yemek yerken, açarken pencereyi, ya da dolaşırken dalgın; / Nasıl yaşlılar saygı ile, tutku ile beklerken / Şaşırtan doğumu, hep bulunur bunu umursamayan / Çocuklar, kayarlar ormanın kıyısındaki buz tutmuş gölde, / Hiç unutmadı eski ustalar / Bir yanda korkunç işkenceler sürüp gider / Bir köşede karmakarışık bir yerde / Köpekler köpekliğini sürdürür ve işkencecinin atı / Vurur saflığının çiftesini bir ağaca.”

“Bruegel'in İkaros'unda da örneğin; Nasıl her şey sırt çevirir / Kayıtsızca kedere; çiftçi duymuş olmalı / Sudan çıkan sesi, acı çığlığı / Ama bu önemli bir başarısızlık değildi ona göre, güneş parlıyordu / Yeşil suda yiten beyaz bacaklarda; / Ve pahalı zarif gemi görmüş olmalı / Çok şaşırtıcı bir şey, gökten düşen bir çocuk, ama gideceği bir yer vardı geminin, sessizce çekip gitti.”

Önce şunu belirteyim, bir mitosun yontucudan ozana, ozandan ressama, ressamdan yine yontucuya, ondan yine ressama, ressamdan yine ozana yeni yorumlara uğrayarak geçişi bana çok ilginç gelmektedir. Yeni bir konu yaratmak sanatçı için ille de gerekli sayılmamalı. Masal, ona bakışımıza göre, bize istediğimizi verir. Göklere yükselme mitosunun Bruegel'deki ayrıntıları, bakın, bir İngiliz ozanına neler esinlemiştir. Auden, gökten düşen çocuğa o görüntü içinde kimsenin aldırmamasından ürkmüş gibi; bunca önemli bir olay vız geliyor oradaki çobana, köylüye ve kalkan güzel gemidekilere. Ama burada durmuyor ozan, yine resimlere bakarak (ama hangi resimler olduğunu söylemiyor onların), bir işkenceci, işkencesi başında işini görürken, atının, köpeğinin nasıl kendi dünyalarında olduğunu söylemek zorunluluğunu duyuyor. İşte insanlar da çoğu zaman o atla, köpek gibidirler. Burunlarının dibindeki işkenceyi, zulmü, baskıyı görmezler, görmek istemezler, başlarını çevirirler, kendi işlerine dalarlar. Alanı daha genişletirsek, daha büyük karşıtlar bulup şaşırırız; Bir yanda savaş, kıyım, kırım; öte yanda düğün dernek. Yaşam, kuşbakışı, bakılınca, Bruegel'in resimlerinde gösterdiği gibidir. Bu yüzden değil midir onun kalabalıkları resme sokması? Ve bunu, bu inceliği yakalamakla İngiliz ozanı Auden ne büyük bir acıya parmak basmıştır! “Hiç yanılmadı acı konusunda eski ustalar!”

Resme bir daha, bir daha bakıyorum; zavallı İkaros'un yalnızca bacakları görünüyor. Gökten bir çocuk düşmüş, değil mi? Kimse umursamıyor. “Bencillik” mi diyeceksiniz? Yoksa onun yerine, “İnsanlık işte budur” sözlerini mi koyacaksınız? Benim asıl merak ettiğim şu: Baba Bruegel'in ve ondan esinlenerek acıyı olağanüstü bir ustalıkla ortaya çıkaran Auden'in bu sorulara verecekleri yanıt ne olurdu? Onlar bize gerçeği göstermekle mi yetindiler? Başka bir deyişle, yaşamın gerçek panoramasını?

Cahit Sıtkı Tarancı, bir şiirinde, “Tek şikâyet ölümden olsun” demişti. Öyle bir toplum düşlüyordu ki, orada kimsenin yaşamdan bir yakındığı olmayacaktı. Ama ölümü niçin bir yana ayıralım? İkaros boğulurken umursamamayı olağan mı göreceğiz? Yalnız başımıza öldüğümüz doğrudur, biz ölürken en sevdiklerimiz bile yanımızda bulunmak istemezler. Peki, yaşarken de öyle değil mi? Acılara da tek başımıza katlanmıyor muyuz? İş böyle iken “insanın insana ilgisini beklemek düş olmaz mı? Resimdeki çoban düşüp ölseydi, gemi yolundan kalmayacaktı. Herkesin işi var, gücü var.

Ama biz yine de iyimserliği elden bırakmayalım; bencilliği anlayalım, ama onu insancıllaştırmayı onaylamayalım.

Melih Cevdet Anday, 20 Mayıs 1977, Yasak (Mayıs 1978) S.198-203

Resim: Bruegel, İkaros'un Düşüşü ve Peyizaj

(...)


İkaros'un Ölümü


Doğum çoğuldur, ölüm tekil
Mumdandı aç tutkumun kanatları
Uçuyordum sevinç içinde.

Herkes işinde gücündeydi
Yok olmuş damlar ki unuttum.

 

Ve güneşin basamağından döndüm geri
Üfür üfürü uçardı yalnızlık
Zamansızlığın kanadı yalnızlık.

Hiç yıldız doğmadı ben gökte iken
Ne düşlediğimi unuttum.

 

Çift sürüyordu bir köylü iki büklüm
Kalkmak üzereydi ak bir gemi limandan
Denize düşeni kimse görmedi.

 

Herkes işinde gücündeydi
Ve acı çekmeği unuttum.

 

Belleğimde hâlâ gökyüzü dünya
Yüreğin yaban arısı yalnızlık
Yaşantısız daldı yalnızlık.

 

Tükenmiş tutkumun neşeli ağırlığı
Göksel erincimi unuttum.

 

Ölmeden bütün sabahlarımı unuttum
Denize düşeni kimse görmedi
Gökten indiğimi kimse görmedi.

 

Ak bir gemi kalkıyordu limandan
Görmediklerini unuttum.

 

Bölünmemişti tarihsiz gün
Varlığın kanatsız adı yalnızlık
Sudan dışarda kalmış ayaktı yalnızlık.

 

Soyağacına tırmanmıştım putsuz tanrının
Ölümün dilini unuttum.

 

Düşüncem yavaş yavaş giriyordu varolana
Tam bir uygunluk yoktu aramızda
Saydam yağmur gibiydi canlandıran ölüm.

 

Herkes işinde gücündeydi
Olanı biteni unuttum.

 

Yaşadığıma inanılmaz benim
Masal kahramanı gibiyim
Kimse görmeden yittim gittim.


Melih Cevdet Anday, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Adam Yayınları 


 


4 Ocak 2024 Perşembe

Beyaza Dönsün Diye Devran

Yanlış susuyorsun - gözlerin ağıt -
maviye bak.
Bir bugün mü, başında bunca bela.

Hatırla ,
bulut değildi, umut hiç değil
üstümüze abanan - isli duman.
Biz ki milattan önce , milattan sonra
acı kara yıllar devşirdik sabırla
beyaza dönsün diye devran.
Kimi zaman bir çığlıkla çıktık, çığ altından
bir çığlıkla yıktık surları kimi zaman.
Biz ki nice tuzaklardan, sunaklardan
korlardan, korsanlardan kurtulan
kurban.

Yanlış susuyorsun - gözlerin ağıt - 
maviye bak.

Sesin gökyüzüne akan ulu bir çavlan
susma, zamanın durağı yok.
yok tarihin molası.
Bırak sesin gökyüzüne aksın, yıkasın yıldızları.
Kapama şarkını, şarkını kapama
durma öyle kendine uzak.

Yanlış susuyorsun - gözlerin ağıt - 
maviye bak.

Değer kıyımlarına en soylu yanıt
şarkıyla
güneşe köprü kurmak.

Türkân İldeniz

Resim: Rukiye Garip, Balıkçı, Suluboya





"Ülkesini Sabahattin Ali ölçüsünde sevmiş çok az öykücümüz var."


 “Sabahattin Ali daha ilk yapıtı Değirmen’de Kanal öyküsüyle tutumunu belirler: Ülkeyi, ekonomik yapısı içinde kavrama ve yansıtma tutkusu. Giderek hırçınlaşan, coşan bir anlatımla tutumunu sürdürür Sabahattin Ali. Yapıtlarına dönüp baktığımızda, yazarın ülke gerçeklerini, ne pahasına olursa olsun, korkusuzca haykırdığını görürüz. Bir yanda savaş vurguncusu zenginler ve kişisel çıkarlarını her şeyden üstün gören ahlaksız aydınlar, beri yanda "namus", "kara sevda" gibi töresel değerlere bağlı köy, kasaba insanı... Sabahattin Ali kimden yana çıkacağını, neyi değerli kılacağını bilinç yordamıyla duyumsar. Anadolu insanını tözüyle saptar. Acımasız, yüreksiz, insanlık dışı yöneticilerin karşısına toplumun dört bir yanından kopup gelmiş kumpanya tiyatrolarını, şarkıcı kadınları, değerleri horlanmış erkek oyuncuları, hatta ezilmiş fahişeleri çıkartır. Bütün bu insanlar, toplumun genel yargılarını altüst edercesine namuslu, erdemli kişilerdir. Toplumun maddî yaşamına koşut gelişen ahlâk değerleri, Sabahattin Ali'nin toplumcu dünya görüşünde, başka bir yaşama biçiminin çağrılarını taşır. Sabahattin Ali öykücülüğünde slogana, kuru gürültüye yer yoktur. Her şey acıdan, toplumsal çıkmazlardan, yürek sesinden kaynaklanmıştır. Öyküler toplamını göz önünde tutarsak, yazarın horlanmış, ezilmiş, sömürülen kadınlara nasıl saygıyla, nasıl sevecenlikle yaklaştığını kavrarız. Bu açıdan da büyük bir ahlâkçıdır Sabahattin Ali. Aydınların çoğuna karşı güvensizdir yazar. Hastanelerdeki doktorları, kasabalara iş için giden mühendisleri, avukatları, küçük kentlerin dedikoducu yaşamasına kapılmış öğretmenleri kuşkucu bir gözle imler. Bilgisiz köylüler, yoksul işçiler, sömürülen emekçiler, Sabahattin Ali'nin öykülerinde erdemsel doruğu oluştururlar. Ülkesini Sabahattin Ali ölçüsünde sevmiş çok az öykücümüz var."

Selim İleri, Türk Dili Dergisi Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Temmuz 1975


Yaz

Çingene çocukları hususi arabada
Bitleniyorlar.
Ön oturakta lüks köpekleri.
Hepsi kendi bayramında.
Uykuda düşünenin dili tutulmuş.
Bu ne sıcaktır?
Nasıl şofördür maça üçlüsü
Yemediğin yemeklerden miden mi bozuldu?
Geçmediğin yollardan dizin tutulmuş,
Sıcaktan eriyorsun.
Kulaklarında ekzos boruları patlar
Böyle giderse,
Dükkan kepenkleri gibi gözlerin açılır gıcırdıyarak
Ütülü kadınlar,
hırpani erkekler
ortaya çıkmış,
Bir gözü başka bir gözü başka,
yarı siyah yarı beyaz,
Şaka mı yapıyorlar
Yaz geldi diye?

Fikret Ürgüp, 1969

“Fikret Ürgüp der demez de, onu hemen ünlü hikâyeci ve aynı zamanda düzenlenen her Türk şiiri antolojisine bir şair olarak da mutlaka alınması gerektiğini düşündüğüm Sait Faik’le bitiştiririm.”    Ece Ayhan


3 Ocak 2024 Çarşamba

Sürgünler

Döşer sayısız ateşleri dört bir yana
batan güneşle aydınlanan deniz;
zincirden boşanmış öfkeleri içinde
tükenir gürültücü dalgalar ve dinlenirler...
Kayar sularda hafif gemimiz,
yol alır yumuşak rüzgârlarla,
ve kayıp giderken gemi, siz silinirsiniz
ey, sisli anavatan kıyıları.

Bilmem bir gün dalgalarla çalacak mı
o dönüş saati, o tek umudumuz?
Sonsuz yollarında dalgaların - toprak ve su
kalacaklar herdaim bizim düşümüz.
Ama siz - Vardar, Tuna, Marica,
ve siz - Istranca, Pirin ve sen, Balkan:
Aydınlatacak anılarımızı son saate dek
hiç durmaksızın, sizin ışığınız.

Sarsmak istedik zulmü temelinden,
bir aşağılık hain sattı bizi;
oğula düşen göreve boyun eğiyorduk -
ve işte şimdi her şey yitti gitti...
Ey vatan, sevgili alınyazısı, gene de
biz savaşı sürdürebiliyorduk
coşku içinde, dur durak bilmeden
kutsal tapınağın önünde senin. -

Ne yazık, almış başını gider vapurumuz,
uçar bizimle birlikte uzaklara...
Gece, sönen geniş dünyanın üzerine
serer, enginliği içinde gölgesini.
ve biz görürüz ufukta şimdiden
dağların düşünceli karaltılarını,
mavi gökyüzü altındaki dağların,
o güzelim Athos'un taçlandıran.

Gözlerimiz yaşlı, döner bakarız
arkamıza son kez,
o sınırlara, canımız kadar sevdiğimiz:
Herdaim görmekte onları bulanık bakışlarımız-
Ve zincirlere bağlı kollarımızı uzatırız
gözden ırak cennetimize doğru...
İçer zehirli acılarımızı yudum yudum yüreklerimiz. -
Elveda vatan, elveda kaygılarımızın kaynağı

Peyo Yavorov

Çeviri: A.Kadir (Abdulkadir Meriçboyu)- Eray Canberk
Fotoğraf: Ricardo Espinosa

İzleyiciler