4 Ekim 2024 Cuma

Mirabeau Köprüsü

Seine akıyor Mirabeau Köprüsü’nün altından
Ve şu bizim aşkımız
Olur mu durasın şimdi anımsamadan
Sevincin geldiğini ancak acının ardından

Çalsana saat insene ey gece
Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Yüz yüze duralım böyle elin elimde kalsın
Ve aksın dursun
Sonsuz bakışlar dalgalar yorgun argın
Köprüsü altından kollarımızın

Çalsana saat insene ey gece
Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Aşklar akıp gidiyor şu akarsu gibi
Akıp gidiyor aşklar
Hayat öyle durgun öyle yavaş ki
Ve umut nasıl zorlu nasıl depdeli

Çalsana saat insene ey gece
Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Günler geçiyor günler haftalar yaman
Ve dönmüyor geri
Ne çıkıp giden aşklar ne geçen zaman
Seine akıyor Mirabeau Köprüsü’nün altından

Çalsana saat insene ey gece
Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Guillaume Apollinaire,     Çeviri: Cemal Süreya


Le Pont Mirabeau/ Guillaume Apollinaire

Sous le pont Mirabeau coule la Seine
Et nos amours
Faut-il qu’il m’en souvienne
La joie venait toujours après la peine.

Vienne la nuit sonne l’heure
Les jours s’en vont je demeure

Les mains dans les mains restons face à face
Tandis que sous
Le pont de nos bras passe
Des éternels regards l’onde si lasse

Vienne la nuit sonne l’heure
Les jours s’en vont je demeure

L’amour s’en va comme cette eau courante
L’amour s’en va
Comme la vie est lente
Et comme l’Espérance est violente

Vienne la nuit sonne l’heure
Les jours s’en vont je demeure

Passent les jours et passent les semaines
Ni temps passé
Ni les amours reviennent
Sous le pont Mirabeau coule la Seine



Ağıt

annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik bir kadın
üsküdar'la istanbul arasında

babamdı sakalıydı babamın
bir akşam göle batırdı
çıkmamak üzere bir daha
hepsi de ekmek kokardı
sayısı unutulan parmaklarının

akşam bir attır bütün ülkelerde
serin esmer bir attır
terkisine çocukların bindiği

Kemal Özer


2 Ekim 2024 Çarşamba

Siz Aşk'tan N'anlarsınız Bayım?

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım...
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmay
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!

Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!

Didem Madak

Fotoğraf: Robert Doisneau


29 Eylül 2024 Pazar

Karaağaç

                                                    Ruth Fainlight’e

Dibi bilirim, diyor. En büyük kökümden bilirim onu:
Seni korkutur.
Ben korkmam oradan: ben oraya gittim.

Deniz mi içimde işittiğin,
Onun doyumsuzlukları mı?
Yoksa hiçbirşeyin sesi mi, şu senin deliliğin hani.

Bir gölgedir aşk.
Nasıl da yalan söyler ağlarsın ardından,
Dinle: bu onun toynakları: alıp başını gitti, at gibi.

Bu yüzden, kafan bir taşa, yastığın da üstü çimenli
Toprağa dönüşene değin, yankılar, yankılar içinde,
Tırısta olacağım bütün gece, hayasızca.

Sana zehirlerin sesini mi getirsem yoksa?
Bu koca sessizlik, bu şimdi yağmur.
Bu da onun meyvesi: arsenik gibi, teneke beyazı,

Günbatımlarının eziyetinden canım öyle yandı ki,
Köklerime dek bir meşale gibi alevler içindeyim,
Bir avuç tel gibi yanar, dinelir kızıl liflerim.

İspatiler gibi havada uçuşan parçalara ayrılmışım şimdi.
Böylesi şiddetli bir rüzgar
Dayanamaz kayıtsızlığa: Haykırmalıyım.

Ay, o da zalimdir: acımasızca
Sürükler beni, çorak çünkü.
Işınları biçer beni. Belki de yakaladım onu.

Bırakıyorum. Bırakıyorum gitsin, tükenmiş ışığı,
Yamyassı olmuş, kökten bir ameliyat sonrasında olduğu gibi.
Ah nasıl da sahiplenir berbat düşlerin, nasıl da bağışlar beni.

Bir çığlık çökmüş içime.
Gece gece çırpıp kanatlarını, alır başını gider.
Kancalarıyla sevecek bir şeyler arar durur.

İçimde uyuyan bu karanlık şey dehşete düşürür beni;
Bütün gün o yumuşak, tüyümsü kıvrılışlarını
Duyumsarım, habisliğini.

Geçip gidiyor, dağılıyor bulutlar.
Aşkın yüzleri mi bunlar, bu solgun bir daha ele geçmeyecekler?
Bunlar için mi fesata saldım kalbi mi?

Daha çok bilmeye gücüm yok.
Dallarıyla boğazımı sıkan
Bu kıyıcı yüz de ne?

Öper durur yılansı acı suları.
İradeyi taşlaştırır. Tecrit edilmiş, usul kusurlardır bunlar,
Öldürür, öldürür, öldürür!

Sylvia Plath, 19 nisan 1962

Çeviren: Yusuf Eradam


28 Eylül 2024 Cumartesi

Eğitimimizin Karşıdevrimle Sınavı

    "Ordusuyla kahramanlığı, Kore'de ABD tarafından test edilen Türkiye, amaçları arasında 'dünya barışını korumak, istikrarı sağlamak' olan ancak kuruluşundan beri dünya barışının ve istikrarının bozulmasında en büyük payı olan NATO'ya Şubat 1952'de katılır. Bu üyelik, Türkiye'nin kanı ve canıyla oluşturduğu "tam bağımsızlık" kimliğinden kopuşunun resmen onayıdır. Çünkü askerî alanla sınırlı gibi gösterilen bu kandırmacayla ülkemiz, emperyalizmin ekonomik kuruluşları IMF ve Dünya Bankası eliyle sürekli borçlandırılan, tarımı, hayvancılığı, sanayisi öldürülen, yetmiş yıl sonra borcun faizini ödemekte bile güçlük çeken ve 'gelişmekte olan ülkeler' listesinde yerini alır.

    Bundan sonra Türkiye'ye bütün olarak hangi biçimin verileceğine ilişkin gizli-açık çok sayıda ABD planı yürürlükte olacaktır. İkili anlaşmalarda, raporlarda, gerek ABD gerekse Türk hükümet yetkililerinin demeçlerinde vb. Türkiye'ye biçilen giysinin niteliğini, rengini görmek olasıdır. Bunlar arasında, 1948'de yürürlüğe giren ABD'nin Marshall Planı kapsamında hazırlanan Max Thornburg Raporu'nda yer alan öneriler, daha doğrusu dayatmalar, Türkiye'ye verilecek biçimin ne olacağı, bu çerçevede oluşturulan politikaların günümüze dek gerçekleşip gerçekleşmediği yeterince açıktır. Thornburg'un 1949-1950 yıllarında Türkiye'de yaptığı incelemelere dayanan raporu, 'Türkiye Nasıl Yükselir?' ve 'Türkiye'nin Ekonomik Durumunun Tenkidi' adlı iki bölümden oluşan çalışmayı içermektedir. (341)

    Raporda Thornburg'un Türkiye için önerileri özetle şöyledir:

    'Türkiye'nin ağır sanayi kurması gerekli değildir. Karabük Demir-Çelik Fabrikası tasfiye edilmelidir. Türkiye uçak, makine, motor projelerini iptal etmeli, bu tür yatırımlara girmemelidir. Sanayi bırakılmalı, tarımla kalkınmaya yönelinmelidir. Demiryolları yerine karayolları yapılmalıdır. Tüm bunlar için gerekli sermaye ABD tarafından verilecektir.' (342)

    Türkiye'nin lokomotif fabrikası kurmak için ABD'den istediği kredi konusunda, "Türkler böyle düşündüğü sürece dolarlarımızın ABD'de kalması daha doğru olacaktır," diyen Thornburg, Türkiye'nin makine, uçak ve dizel motoru yapımına kesin bir dille karşı çıkar. Thornburg, Türkiye'yi bu tür düşüncelerden vazgeçirmek için şu sözle adeta tehdit eder: 'Amerikalılar böyle düşünenleri iyi çalışma arkadaşı saymazlar!' (343)

    Ekonomisi ve ordusu bu tür planlarla dönüştürülen ülkemizde eğitimin bunlardan bağımsız yürümesinin olanaksız olacağı açıktır. Dolayısıyla bu konuda da ipler artık ABD'nin başını çektiği Batı'nın elindedir. 

    Eğitimimizin çağdaşlaşma yüzyılları içinde hem Osmanlı hem Cumhuriyet döneminde Fransa, İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkelerinin sistemlerinden etkilendiği, dönemsel koşullara göre bu ülkelerin sistemlerinden aktarılan gerekli gereksiz tasarımlarla eğitimimizin yıllardır yapboz oyununa döndüğü de bizim acı gerçeklerimizdendir. Bütün dönemler içinde en çok etkilenilen hatta etkiden öte, Batı'dan zaman zaman neredeyse birebir kopya edilen süresi dolmuş eğitim yöntem ve tekniklerinin yalnız eğitimimize değil, bu yolla toplumsal yapımızın bütününe verdiği hasar da ortadadır."

Nazım Mutlu, Eğitimimizin Karşıdevrimle Sınavı, S.231, 232, 233

341,342,343 Nolu atıflar, kitabın ilgili sayfa dipnotlarında açıklamalarıyla yer almaktadır.


27 Eylül 2024 Cuma

Ağustos Şiiri

yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
hep böyle havalar besler fırtınaları
korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek
duymazdım durgun suların bezgin türkülerini
alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim
bir yangınsonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
bir rüzgâr kulaklarımdan hiç eksilmiyor
esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım
geri dönsen bile ben artık o ben olmayacağım
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek

ben mısrâlarımı kerpiç gecelerinden çekmişim
beş numara lâmba kederi var mısrâlarımda benim
yitirmişim yıldız ışığında dost çizgileri
deli çizgi gözlerimi kör etmiş kör etmiş kör etmiş
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar dönüyor garipsi
çığlıkçığlığa kuşlar dönüyor evcil ve tedirgin
gök mavisi bir türkü dolanmış yüreciğime
selsele yolculuklar tütüyor gözlerimde - neyleyim
insan demişim kitap yüzlü insanlar demişim gidemiyorum
kaderim kaderleri demişim allı'nın kızı
sen olmasan ben böyle uysal değildim
böyle uysal ve kırılmış değildi şiirlerim
bir yangınsonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek

yılandere ölüler yatağı helâlim ölüler
katran mazot bidonları paslı putreller
kargalar üşüşmüş ahmedom'un ellerine kargalar
ahmedom'un düşlerine yılan çiyan doluşmuş
garipler mezarlığı, doymamışlar dünyası
yıkılası karakuşak, kurudere sırtları
ahmedo'm bir yaz bulutu, bir varmış bur yokmuş
fenerler titreşiyor bıçaklanmış türkülerin gözbebeklerinde
vinçler beni balçık gibi akşamlara bindiriyorlar
sen olmasan şu sabahlar olmasa
şu benim büyük büyük susamışlığım
bu mızmız takvimi bir solukta susturacağım
yılandere ölüler yatağı helâlim ölüler

rüzgâr gibi bir ağustos geçti ellerimizden
meyvalar bizi balrengi günahlara çağırıyorlar
biryanda yaşanmamış günlerin hırsı
biryanda boşa geçen gecelerin acısı
malûm o dramın en güzel perdesindeydik
ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik
duracak vaktimiz yoktu bitmiştik
her gören didik didik bizi denetliyordu
biz kendi derdimize düşmüştük

orda da akşamlar olacak allı'nın kızı
kanlı mendil gibi ağustos akşamları
şu benim çektiklerimi görmeyeceksin
belki yanında başkaları olacak
belki düşlerine bile girmeyeceğim
gün oldu acıların şiirini yaşadım
gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım
bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı
ne diye gurbet gibi mısrâlarıma sindin
dokunsan parmaklarıma tutuşacağım

yine ağustos gelse elele versek
sen anandan kaçsan ben yalnızlığımdan
yeni yoldan sazanlı çaydan geçsek
güneşin bahçeleri emzirdiği saatte
susamışlar aşkına, kandım diyesi
uzun uzun öpüşsek
yine ağustos gelse kovulsak cennetimize
şantiye hiç durmadan ötse bağırsa
lâzoğlu büyük harflerle sövse işçilerine
damlarda kaysı yarsalar rumeli göçmenleri
dillerini sevdiğim kıvırcık dillerini,
ıssız bahçelerden geçsek, unutulmuş sokaklardan
çocuklar mavi mavi gülüşüp kaçışsalar
bir masal dinler gibi sessizliği dinlesek
kendimizi dinlesek köklerin çığlığını
seni kollarıma alsam, yine yumsan gözlerini
yine kapışılsa yavrum, batan şehrin hazineleri
biz yine kendi derdimize düşsek

yere batan şehrin tek yalnızıyım
yüzyılın ağrısını anlayarak çekiyorum
ekmeğime barut sinmiş, bulanık özgürlükler
tepmişim rahatımı boynu bükük mutluluğumu
yaşıyorsam erkekçe yaşıyorum
istemem, sarmasın yumuşak duygular susuzluğumu
geceler bıcak bıçak böğrümde yatsın uyusun
kaderim kaderleri demişim allı'nın kızı
ellerimi kemirmekten memnunum
düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz
en güzel günlerinde gençliğimizin
ölümden ötesini aklım almıyor
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
istesek cenneti kurtarabiliriz
ben bir ışık için tepmişim rahatımı
ellerimi kemirmekten memnunum
bu güleç yüzlülerin bu acı türkülerini
bu yoksul yerleri anlayarak seviyorum
delice anlayarak allı'nın kızı

Hasan Hüseyin Korkmazgil, Oğlak, Bilgi Yayınevi, S.167-172



26 Eylül 2024 Perşembe

Metris

Ben hep 17 yaşındayım 
Demir kapının her açılışında 
Her ayak sesinde içime sığmaz yüreğim 
Her türlüsünü tattım acının ve ızdırabın 
Yalnız seni özlerken kendimi yenemedim 
Çünkü; senden gayrısı haram 
Şu Metris'in önü bir uzun alan 
Bir tek seni sevdim gerisi yalan

Cigara çekmedi canım hiç 
Çıkarken havalandırmaya 
Olmadı avluda atılmış voltam hiç 
Hele masmavi bir denize atılmış oltam 
Hiç mi hiç... 
İçerde bıraktım dünyayı 
Parmaklıklarla bölünmüş olarak 
Görmeye alışık gözleri 
Ve senin için yazdığım şiirleri, sözleri. 
Sana olan aşkımı 
Defterlere değil 
Metris'in duvarlarına yazdım 
Uykusuz geçen geceler akıllara zarar 
Kıramazdı beni duruşmada kırılan kalem 
Senin görüşlere gelmediğin kadar 
Şu Metris'in önü bir uzun alan 
Bir tek seni sevdim gerisi yalan 
Senin hasretindi hücreme dolan 
Yalnız seni sevdim gerisi yalan.

Parmaklıkların elime bulaşan pası 
Havalandırmadan gelen hela kokusu 
Işık ve ufuksuz hücremde 
Gözlerim kuvvet kaybındaydı. 
Bir şişin ucundaydı ölüm korkusu 
Ve özgürlük kravatlıların avucundaydı

Bir kazaydı gelişin 
Ya seni sevişim? 
Bir masaldı. 
17 yıl 15 gece 
Bir ranzaydı yattığım 
Bir de oturduğum masaydı

Ben gençliğimin en tutkulu aşkını 
Kağıtlara değil 
Gönlümün en derin nağralarını 
Kalemle değil 
Tırnaklarımla 
Metris'in duvarlarına yazdım 
Ve kanayan ellerime tuz bastım

Çok mektup yazdım sana 
Ama hiç yollamadım 
Ben sana olan mektuplarımı 
Metris'in duvarlarına yazdım 
Ve üzerine zarf değil 
Mapushane kapılarını kapattım

Şimdi bir şey yok yanımda senden kalan 
Şu Metris'in önü bir uzun alan 
Benim sevdam gerçek 
Senin aşkın yalan 
Hücrem değil hasretinle yanarım 
Senin için hergün hergün ağlarım 
Kanım hep içime akar kanarım 
Beni anlamadın ona yanarım...

Enver Karagöz

Doğum tarihi: 2 Mayıs 1948 Şavşat 
Ölüm tarihi ve yeri: 29 Mart 2007  Almanya

Elveda bile diyemeden...

Enver Karagöz'ü tanır mıydınız? Bileniniz, göreniniz, tanıyanınız vardır elbet! Biz 12 Eylül siyasi göçmenleri onu "Enver Hoca" olarak bağrımıza basmıştık. O da dostlarını, arkadaşlarını, yol arkadaşlarını, can yoldaşlarını, insanları, hepimizi kucaklamıştı. Ansızın acı acı çaldı telefon. Gözyaşlarıyla yıkanmış haber sadece üç kelimeydi:

"Enver Hoca'yı kaybettik!" Donup kaldım! Kulaklarıma inanamadım! Vay Enver Hoca vay! Vay benim can yoldaşım, vay benim Artvinlim, Savsadım vay!

Daha iki ay önce, Hrant Dink'in katledilmesini protesto mitinginde, Köln'de birlikte yürümüştük. Sessiz sesiyle haykırıyordu nefes nefese: "Hepimiz Hrant'ız hepimiz Ermeniyiz!" diye... Dom Kilisesi'nin önünde resimlerini çekmiştim. Sırtında yeşil parkası, kalbinin üstünde Hrant'ın resmi vardı. Çok resimlerini çekmiştim daha önceki yıllarda. Fotoğraf makinamda, kalbinin üstünde madalya gibi Hrant'ı taşıyan son resmi kaldı. Şimdi bu satırları yazarken bana bakıyor gülümseyerek! (...)

Türkiye, başka bir Türkiye idi o zaman. Gençler okuyor, araştırıyor, düşünüyor, yazıyor, örgütleniyordu. Enver Karagöz de o gençlerden biriydi. Hem okuyor, hem yazıyor, hem haykırıyordu gür sesiyle! İyi bir örgütçüydü. Özü sözü bir devrimci gençti. Kendinden çok seviyordu yurdunu, toprağını, insanlarını...

Öğrencilik yıllarında olsun, öğretmenlik yıllarında olsun toplantılarda, mitinglerde, gösterilerde şiirler okurdu. En sevdiği şairlerden biri Nazım Hikmet'ti. Nazım Hikmet'in şiirlerini sadece okumaz, yaşardı, yaşatırdı...

Enver'in sesi, dinleyenlerin damarlarına girer, akar giderdi ta akla kadar!

(...) 12 Eylül 1980 günü, tankların paletleri, silahların dipçikleriyle kesildi barışa, özgürlüğe, kardeşliğe giden yollar. Sınırsız bir kinle saldırıyorlardı devrimcilere, ilericilere, yeni bir düzen için mücadele edenlere.

12 Eylül sonrası altı yüz bin kadar insan gözaltına alındı, işkenceden geçirildi, sorgulandı, hesap soruldu... Enver Hoca da, esir alınmıştı. Ama teslim olmuyordu. Konuşmuyor, kimseyi ele vermiyordu. Ağır işkencelerle onu kana buladılar.

Enver Hoca, kana bulandı, ama alnına kara bir leke sürdürmedi. İşkenceciler onun onurlu tutumundan çılgına dönmüştü. Yapabilecekleri en büyük kötülüğü yaptılar:

Haydi bakalım bir daha oku o şiirleri! Haydi bir daha haykır bakalım o komünistin, o vatan hainin şiirlerini! diyerek boğazına kaynar su döktüler! Ses tellerini kaynar suyla yaktılar! Enver Hoca, boğazının yakılmasından sonra gırtlak kanseri oldu. Hapisten çıktı. Tedavi için Almanya'ya geldi. Almanya'ya iltica etti. İlticası kabul edildi. Tedavileri aralıksız devam ediyordu. Bazen bir lokma ekmek, bir damla su bile geçemedi boğazından. Ama Enver Hoca direndi. Sesi, sesini kaybetmişti. Fısıltı halinde zorlanarak konuşabiliyordu.

Gene şiirler yazdı. Gene şiirler okudu. Susmadı!

(...) Elveda! bile diyemeden ayrılmıştı kendini hem var eden, hem de kahreden topraklardan.

Uzun yıllar sürdü yurduna giden yolları açabilme uğraşı. Avukatlar, dosyalar, araştırmalar, incelemeler derken yıllar geçti!

Nihayet 2004 yılında Türkiye'ye gidebilme imkânı doğdu. 18 yıl aradan sonra İstanbul Atatürk Havaalanı'nda ayaklarını kendi toprağına basmıştı. Pasaport kontrolündeki polis: "Siz biraz bizimle geliniz!" dedi. Terörle Mücadele Şubesi'ne götürdüler. Elini, gözünü bağladılar. "Açın gözünü!" dedi kirli bir ses: "Beni tanıdın mı?" dedi pis pis sırıtarak. Enver tanıdı... Erzurum'da boğazına kaynar su döken işte bu adamdı! İşkenceciler hala işbaşındaydı...

(...)Dün baş sağlığına gittim. Enver Hoca'nın evi dostlarıyla doluydu. Kemal Uzun, Hacı Mehmet, Azim Yalçın, Adnan... Enver Hoca'yı son yolculuğuna uğurlamanın hazırlığını yapıyorlardı.

(...) Ren nehri akıyordu okyanuslara doğru. Enver Hoca bir vardı, bir yok oldu! Toprağın bol olsun sevgili arkadaşım!

Kemal Yalçın - Bochum, 1 Nisan 2007 (Birgün Gazetesi'nden alıntılanmıştır)


25 Eylül 2024 Çarşamba

Troya Önünde Atlar

I. Koşu

Kör bir ozan anlattı bunları,
Atların da ruhu vardı Troya önünde,
Ta Hades'ten duyulurdu kişnemeleri,
Atsız bu bu kişneme ölüleri ürpertir,
Köpeği deliye çevirirdi.
Kimi de Troya önünde nal sesleri gezinirdi,
Gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan.

O gün Akhalar başka biri için yarışsalardı
İlk ödülü Akhileus götürürdü barakasına.
Çünkü ölümsüz atları vardı,
Onları Poseidon vermişti babası Peleus'a,
Peleus da oğluna armağan etmişti.
Şimdi atlar  yas tutuyorlar Patroklos'a,
Yürekleri burkuk, toprağa değiyor yeleleri.

Diomedes Tros atlarını koştu arabasına
O atları savaşta Aineas' tan almıştı.
Bir tanrı kurtarmıştı Aineas'ı.
Sarı Menelaos kalktı sonra, Atreusoğlu,
Tanrısal yiğit koştu arabasına iki at,
Agamemnon'un kısrağı Aithe'yi, kendi atı  Podargos'u.
Antilokhos koşum taktı  Pyloslu atlarına.
Sonra Köroğlu kalktı, koştu Kır At'ı.
Her yanında çifte kanat
                              Bilmez yakını ırağı.
Kendini beğenmiş Tahta At'ı çıkardılar sonra,
Yayıldı ortalığa yanık sedre kokusu.
Huylandı öbür atlar bu büyülü kokudan.
Sonra göründü Muhammed'in damadı Ali'ye
Benzer iyi huylu Düldül, edep yeri kapalı,
Dolandı çok tanrılı atlar arasında ağır ağır,

Gözleri iyi görmüyordu.
Başını yana eğen İskender'in Bukephalus'u
Geldi sonra, Hint kızları gibi derin bakışlı
Güneyden yana bakayordu ikide bir,
Sezmiş gibi Granikos suyunun yakınlığını.
Elcid'in Babeica'sı, derken Rocinante çıktı
Ağlayarak.
                            Anlatma bana atları!
Bilirim, ana rahminden gelir, gece, karanlık
Bir ahırda lamba tutar biri, ışık titrer
Samanların üztünde, hayvanın öksürüğü ve soluğu...
Başını döndürür bakar, "Bana benziyor mu?"
"Sekili mi ayakları?"
                            Anlatma bana atları!
Sabahın yerden kesilmiş tarlaları ve çığlık
Çığlığa suları gibi gök yarığından atlayan
Kanatlı Pegassos! Gençliğim benim, oğlum!
Delirmiş bir zamandı, yas, ölünün öcü, gövdesiz kuş,
Kırılan yıldız, unutulmuş bir günün yarısı.
Tohumsuz küçük göller ölüm anıtı gibi yükselen,
Ve giysisiz boşluk, yılgın uzay, o bitmeyen
Koşu...Atlar, atlar.Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
                         Anlatma bana atları!
Yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup
Vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma,
Anlatma bana, görmedim Troya savaşını.

II. Ağu
                                     Duydun mu?
Bursalı oto tamircisi Mehmet'in duyduğunu?
Katran, balık ve çam tahtası kokulu,
Yatışmamış çayırsı kadın kokulu kentin
Önceden bildi diye yakılacağını,
Ağulu yılan sokmuş Laokoon'u.
Kıvranıp duruyorlarmış çoluk çocuk
Rüzgarlı İlion kıyısında.
Kıyılarda birikir ölümün artıkları,
Düşüncede yitirilen ve bulunan sözcük,
Sonsuzluk, aranan kırık bir yontu gibi
Kıyılarda birikir ün, yücelik ve düşman.
Çünkü deniz daha bitmemiştir, uykusuz
Ve yarı yarıyadır, çöker delikli fıçısında
Tortulanarak eski ölülerden.
             "İzmir fuarından otobüle dönerken
               Gördüm, bir bulut sarmıştı İlion'u."
Bütün kitapları gaz odalarına atmışlar,
Dresden'de, Köln'de, Münich'de.
Über allen Gipfeln ist Ruh
             "Gökte uçaklarla kuşlar çarpışıyor,
             Kanatlar, tüyler, gagalar yağıyormuş kente."
                      Duydun mu?
Hep yabancı kızlar çalışır bizim genelevlerde
Adları La, Li Lu...
                    "Pkei,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?
Şimdi herkesin ağzında bu konu.
Kurda kuşa yem mi oldu dersin ormanda?
Parçalarını olsun bulamaz mıyız?
Parçalardan bir insan çıkmaz mı ortaya?
Hem ne olur, olmaz mı, gövdesiz olsa?
Olur, olmaz, olsa?"

III. Düş

                                     "Sabaha karşı, 
Gecenin kırıntılarını bir anda toplayıveren
Güvercin gibi aç bir saatta,
Doğmamış çocuklar kurar düşlerin yayını,
Kadın düşünde gördü çocuğu ve yangını."
"Demek çocuğu dağa bıraktılar, düş ve yangın
Kaldı. Keşke düşü bıraksalardı."

"Evet korktuk düşten, gereği buydu,
Elimizde değildi düşü yorumlamamak,
Yorumun gereğini yapmamak da öyle.
Çocuk büyüyünceye dek bekler yangın,
Beklesin gelecek günün kötürüm yazıtı,
Beklesin kuş gagalarının yaraladığı ayna,
Şarap her zaman içilir ve bekletilir,
Çünkü kırmızıdır sıçrayan kanın rengi,
Gidip gelen günün ve uzayan şarkının rengi.
Bölmedik mi günü yediye geceyi beşe?
Bu uykusuz direncin suyunu mühürlemedik mi?
Biz  atmadık mı ayı bunca uzağa doğumdan?
Biz uzatmadık mı uykunun ağır bacasını?
Beklesin gizemli suda bekleyen kamış,
Ve ayın kuru eteğinden bakan göz kuşu,
Kent kurulmadan taşı kör eden kar bıçak,
Ah beklesin bekleyecek olan alın bekler,
Tut gelgitin ucundan derim tutar ve bekler,
Sürer gider su, toprak, usun arsız otu,
Atlı karınca, örtüler, tapınak ve merdiven,
Sürer ölümsüz mutluluk , iç sıkıntısı,
Bekleriz bize verilmiş olanı yaşayarak."

                                "Ah çok çekmiş yorumcu!
Taşıyabilecek miyiz dersin birlikte
Kim bilir kaç yıl sürecek kaygımızı?
Yarınımızın ne olacağını bilmiyorduk
Gene de bilmiyoruz, ama bir umut bu çocuk,
Umutsuzluğumuzun umudu.
                        Git bul ormanda onu."
IV. Dönü

Orman, çıplak yerlilerin attığı büyülü
Bir ağdır ve sanki avlanmış, şaşkın
Bir at gibi dağ, kurtarmak ister başını,
Tırmandıkça tırmanır çukur sulara
Göklerin.
                    Aşağıda,
Surlarla deniz arasında, dokuz kez yıkılmış
Surlarla, yedi kez ıssız kalmış deniz arasında,
Düşle yangının iki kanadı arasında,
Hiçliğin tek kurşunu zamanı uzatan
Ve acele söğütleri ölümün dilinden
Konuşturan dayanıklı ırmak horonu ile
Bitişin komşu duvarı Boğaz arasında
Dönüyordu atlar...Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
Bir yanda armağanlar bekliyordu : Bir kadın,
Kulplu bir üçayak, altı yaşında bir kısrak,
Ateşe değmemiş bir kazan, iki kulplu bir kap.
Bağırmalar, nal sesleri, toz duman...
Über allen Gipfeln ist Ruh
                                    "Peki,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?"

V. Fal

"Şu mavi boncuğu gördün mü? Bir deveci
Tuttu onu geçende. Tuhaf adamdı doğrusu,
Hem fal baktırır, hem dövüşürdü yılmadan
Falına karşı. Anlamam ben. Boğulmuş
Geçerken Fırat'ı. Aç bir köpektir fal,
Kovalarsın, döner gelir, bulur seni.
Şu önümdeki kurşun ne bileyim kimin falı?
Macbeth'e kral olcağını söyledim,
Ama öldüreceğini söylemedim kralı.
Zamanı uzatmak da elimde değil,
Kısaltnak da. Yat sat tat ksanikam.
Bak, gözümü kırptım, her şey geçti gitti,
Yarın dündür, dünse daha gelmed,.
Şu bakla, tuttuğun çocuk olsun, itiyorum,
İniyor dağdan aşağı...Ne kadar zaman geçti?
Bilemem. O mu, değil mi bilemem gene.
Bir lamba yak, akşam başkadır ışığı,
Gece yarısı başka, bambaşka sabaha karşı.
Ama lamba aynı lamba.
Santana ksana dbarmas. İnan, inanma."

VI. Sevi

Orman sen elimi tutunca başlardı,
Yarılırdı bir incir gibi ortasından.
Koşardıkyukarı iki büklüm, soluk soluğa.
Alabalıklarla düşe kalka, çam pürleri
Keserdi hızımız, Elimi Bırakma, Elimi 
Bırakma...
                   Sonra kayardık ta aşağılara.
Ve alçalırdı sessizlik bir ağaç gibi
Kök salardı sende ve bende, arayarak
Toprağın sıraya dizilmiş suyunu.
Ayçiçeğinden göğüslerin döner ışığa,
Yürürdüm göğsünde öğle saatleri gibi,
Yürürdüm bir anıt kemeri gibi iki yanında.
             Sonra gene başlardık koşmağa,
Yukarı, daha yukarı, çukur sularına
Göklerin. Öperdim seni, titrerdin, parçalanmış
Anları birleştiren sevi düş görmez. Ey orman,
Ey avlanmış atın falı, ey yeniden başlamanın
Aç güvercini! Falımız yok bizim.

Yaktık onu göçmen kuşların gözlerindeki
Benek, gagalarındaki tekçil dane gibi
Daha gün doğarken. Falımız yok bizim. 

Melih Cevdet Anday

Resim: Peter Paul Rubens, The Fall of Phaeton (National Gallery of Art)



Bu Aşk Burada Biter

Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider

Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
Solarken albümlerde çocuklar ve askerler
Yüzün bir kır çeçeği gibi usulca söner
Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir

Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler

Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider

Ataol Behramoğlu, Bir Gün Mutlaka, 1965


Düzenbozan'a

Güneş biterse elbet ertesi kalır
Ya perşembe kalır ya pazar kalır

İncelir bir zincirin bir halkası
Bir tutam su kalır azar azar kalır

Bir mavi yaz gömleği azar azar incelir
Bir adam mavi yaz gömleksiz gezer kalır

Birden bir ormana çıkılır sanki gökyüzü
Bir terliye, bir ağustos sızar kalır

Ve okuyan ve güldüren ve savaşan
Ey okuyan ey güldüren ey savaşan

Çözülür sağlam sanılan simyası bir duruşun
Sesini yitirmeyen bir güçlü hızar kalır

Bir akşam bir bulgu gibi sunulur bize
Oysa bir yanlışlık birini ezer kalır

Oysa kimi su kemerlerine kimi bir iç denize
On bin dirim taşıyan bir kanal

Ve eski tulumlar ve kötü şaraplar vurunca size
Bir adam otelleri ve yanlışlığı sezer kalır

Ey eşim ey sevişim ey bende yaşayan
Ey bütün kitaplar ki bizi yazar kalır

Eskitir bayramları ve törenleri
Bir adam gelir bir düzeni bozar kalır

Turgut Uyar

Fotoğraf: Nurcan Azaz


24 Eylül 2024 Salı

"Suçlu yalnızca suç üretmez..."

Bir filozof fikir üretir, bir şair şiir, bir rahip vaaz üretir, bir profesör uzmanlık kitabı vb.. Bir suçlu suç üretir. Bu sonuncu üretimle bir bütün olarak toplum arasındaki bağlantıya biraz daha yakından bakarsak, kendimizi birçok önyargıdan kurtarabiliriz. Suçlu yalnızca suç üretmez, aynı zamanda ceza hukuku üretir ve bununla birlikte ceza hukuku dersleri veren profesörü üretir; buna ek olarak aynı profesör, kaçınılmaz olarak derslerini içeren yapıtını genel piyasaya "meta" olarak sürer. Elyazması yapıt — işinin ehli bir tanık olarak bay profesör Roscher'in bize [dediği gibi]— yalnızca yaratıcısına kişisel keyif vermekle kalmaz, ulusal zenginliği de artırır.

Suçlu ayrıca bütün bir polis örgütünü ve hukuk yargılama kurumunu, polis komiserini, yargıçları, cellatları, jürileri, vb. üretir; ve birçok toplumsal iş bölümü kategorileri yaratan tüm bu farklı iş kolları, farklı insan ruhu kapasiteleri geliştirir, onları tatmin edecek yeni yollar, yeni gereksinimler yaratır. Yalnızca işkence, dahiyane mekanik icatlara neden olmuş ve işkence aletlerinin yapımında birçok saygın usta çalıştırılmıştır.

Suçlu duruma göre, bir ölçüde moral, bir ölçüde trajik bir izlenim üretir ve kamunun moral ve estetik duygularını harekete geçirerek bu yolda bir "hizmet" görür. Suçlu yalnızca ceza hukuku yapıtları, yalnızca ceza yasaları ve onlarla birlikte bu alandaki yasa yapıcıları üretmekle kalmaz, ama sanat yapıtları, yazınsal ürünler, öyküler ve yalnızca Müllner'in Schuld'u, Schiller'in Rauber'i değil, ama [Sofokles'in] Oedipus'unun ve [Shakespeare'in] Üçüncü Richard'ının gösterdiği gibi trajediler de üretir. Suçlu, burjuva yaşamın alışılmış güvenliğini ve tekdüzeliğini de bozar. Böylece o yaşamı durağanlıktan uzak tutar ve onsuz, rekabet mahmuzlarının bile köreleceği huzursuz bir gerginliğe ve hep tetikte olma çevikliğine neden olur. Böylece üretken güçleri de teşvik eder. Suç gerçi fazla nüfusun bir bölümünü emek piyasasından çekip alarak emekçiler arasındaki rekabeti azaltırsa —ve belli bir noktaya kadar, ücretlerin taban ücretin altına düşmesini önlerse de— suçla savaşım, bu nüfusun bir başka bölümünü emer. Böylece suçlu, doğal "denge sağlayıcı ağırlıklar"dan biri olarak belirir; doğru bir denge sağlar ve "yararlı" bir sürü mesleğin yolunu açmış olur.

Suçlunun üretken gücün gelişimi üzerindeki etkileri ayrıntılı olarak gösterilebilir. Hırsızlar olmasaydı, kilitler bugünkü yetkin düzeyine ulaşır mıydı? Kalpazanlar olmasaydı banknotlar şimdiki yetkinliğine varır mıydı? Ticaret sahtekârlıkları olmasaydı, mikroskop alelade ticaret dünyasına gelir miydi (Bkz: Babbage)? Pratik kimya, dürüst üretim çabalarına olduğu kadar, metalara hile karıştırılmasına da borçlu değil mi? Suç, mülke sürekli yeni saldırı yöntemleri nedeniyle, sürekli yeni savunma yöntemlerine vücut veriyor; bu yüzden yeni makineler icadedilmesinde, grevler kadar üretken oluyor. Ve özel suç alanını bir yana bırakırsanız, ulusal suç olmasaydı, dünya pazarı acaba varlık kazanır mıydı? İşin aslında acaba uluslar doğar mıydı? Ve Adem'den bu yana Günah Ağacı aynı zamanda Bilgi Ağacı değil mi?

Fable of the Bees [Arıların Öyküsü] (1705) adlı yapıtında Mandeville olası her tür mesleğin üretken oluğunu göstermiş ve bu savın ifade çizgisini ortaya koymuştu:

"Moral ve doğal açıdan, şu dünyada şer dediğimiz şey, bizi toplumsal yaratıklar yapan büyük bir ilkedir, sağlam bir temeldir, istisnasız her türlü iş alanının ve istihdam edilmenin yaşamı ve desteğidir (...) tüm sanatların ve bilimlerin gerçek kaynağını orada aramalıyız; ve (...) şer'in sona erdiği anda, toplum eğer tümden dağılmazsa* bile bozulmak zorunda kalır" [2. Baskı, Londra 1723, s. 428).

Kuşkusuz Mandeville, burjuva toplumun darkafalı savunucularının yanında sınırsızca cesur ve daha dürüsttü.

Karl Marx, Artı Değer Teorileri, Birinci Kitap, Sol Yayınları, 1998, S.363-364


9 Eylül 2024 Pazartesi

Fesleğen

şimdi orda buzlar eriyordur
yürümek istiyordur donmuş sular
sen bir odun atıyorsundur ateşe
bir odun daha
derken kış uyanıyor
bir akarsuda.

burada neler olduğunu kestirmek zor
elinde kitap olan bir adam
terkedilmiş bir bahçeye bakıyor
savaş haberleriyle uyanıyoruz
ihanete mi uğradık dağlarda
bir halk kendini mi tanımaya çalışıyor?

seni orda sanıyordum
güneşli pencerelerden mi çıkıp geldin
ellerin hâlâ fesleğen kokuyor?

Salih Bolat

Fotoğraf: Salih Bolat Annesiyle birlikte,1972


İzleyiciler