4 Aralık 2024 Çarşamba

Uzak Kaderler İçin

Birgün, bir yağmurla garip garip 
-Çoluğu çocuğu terk edeceğim.- 
Bir sevgiyle doymayacak kalbim, anladım 
Alıp başımı gideceğim.

Asır yirminci asırdır, amenna 
Bir yanımda sevgilerim, bir yanımda sancım 
Neon lambaları büsbütün karartır gecemizi 
Uzaklar daha uzaklaşır 
Bir define çıkarır gibi kayalardan, Ademden beri 
Sımsıcak sevgilere muhtacım. 

Bir gün alıp başımı gideceğim 
-Yıldızlar ışısın, yollar üşüsün, yollar...- 
Belimi bir ılık şal sarsın, mavi 
Hüzünlü bir serencamın ardından, şarkısız 
Rüyalarım unutulmuş bir handa pes desin 
Görmüş geçirmiş bir çift duygulu dudak karşısında.

Kendi kendine çekilmez oluyor ömrüm 
Her insanın ayrı ayrı yaşayabilsem kaderinde 
Diyarı gurbette kanlı bir aşk 
Bahtsız bir çocukluk uzak köylerin birinde 
En uzak beyazlar, 
En yakın ikindilerde, duygulu 
Ve bir sahil meyhanesinde bir akşam 
İçip içip ağlasam...

Nasıl kısa kesmeli bilmiyorum? 
Herkesin derdinden pay isterken. 
Uzak kaderlerin suları çağlar simdi 
Yıldızlar dökülür sonsuza içimizden.

Birgün, bir parkta otururken, biliyorum 
Bir el yağmurla dokunacak omuzuma 
Bir çift göz, bir davet, bir kalp 
Çoluğu çocuğu terk edeceğim. 
Yapraklar dökülecek, çiçekler solacak 

Bir sonbahar, bir sabah ve bir yağmur olacak 
Toprak ve insan kokularıyla, 
Uğultulu bir sarhoşluk içinde, yıllar için 
Başımı alıp gideceğim. 

Turgut Uyar

Fotoğraf: Arzu Eygay


Gün

birtakım vehimler silindi kasaba ağzında
eylül hevenkleri
ezilmiş izmaritler
nöbet basamakları epilepsinin
kırmızısını yitiren kırık kiremitler
ölümün loş bilgisini dayatan varlığıyla
mezar taşlarının soluğunda
ihtiyarlık,
yalvacı homurdanan geçmişin
çığlıktan bir leke olup dağa yürüdü
                          hortlakmışçasına
dağa yürüdü erbane sesleri arasında
bir portredir şimdi çizilmeyi bekleyen

ay, ışığıyla besledi saklı albino çocuğunu
ve o gün bugün ölümsüzdür bakışında
 büyümeye direnenin
ve kırkında taş kırıcının
sevilmeyen babalara benzerdi

gün, karıncaları ayıklamak içindi
bir tabak bulgurdan
açlığı uyutmak için güneş altına koyulan
büyük açlığı
doğmakla bir kazınmış zavallı alınlara

somya altına gizlenildi bronşit kılığında
gözlerinde her şey paslanmaya gebe
gizlenmenin gözlerinde
 ve beklemek beklemek beklemek
gizlenmenin gözlerinde
insan soyunun yazılmamış trajedisiyle
anne sonlu bir rükuydu o zamanlar
her şeyin geçiciliği
uzanarak göğüste bir yerin zayıflığına
uyuyarak ağrısında
dualar içre
çün
  kü: "ol!" denildi olduk
telafisi imkânsız

utanınca simurg gölgeliyor harfleri
dünyalı kanatlarıyla gölgeliyor suskun
öteki dağın ardında

Erhan İksamuk, Edebiyat Nöbeti, Sayı:54, S.16

Resim: Yusuf Bilge, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 40x40 cm



Güneş

Çoğu sarkık pancurlu harap evleri ile 
Sefahat barındıran eski bir mahallede, 
Zâlim güneşin kente, damlara, tarlalara, 
Ok gibi ışınları vururken buğdaylara, 
Bir tek ben düşsel kılıç talimi için varım, 
Her köşede bir uyak rastlantısı koklarım, 
Kaldırımdaymış gibi uyup kelimelere, 
Çarparak uzun zaman düşlenmiş dizelere. 

Bu kansızlık düşmanı, gıda uzmanı baba, 
Uyarır dizeleri güller gibi kırlarda, 
Buharlaştırıp durur gamları göğe doğru, 
Ve bal ile doldurur kovanları ve usu. 
Koltuk değneklileri hep odur gençleştiren 
Ve genç kızlarmış gibi, onlara neşe veren, 
Buyurur her ürüne artık olgunlaşmayı, 
Bir de ölümsüz kalpte her dem çiçek açmayı! 

Odur, bir şair gibi, kente indiği zaman, 
En iğrenç olan şeyin bahtını soylu kılan, 
Güneştir, kral gibi, giren hastanelere 
Ve bütün saraylara, uşaksız ve sessizce.

Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, Adam Yayınları, S.23

Çeviri: Ahmet Necdet

Resim: Vincent Van Gogh, Güneş Batarken Çiftçi



Mürekkep Hokkası

            Öfke, hançeremdeki, mi garganta,
                                            öteki kişidir.

                       Ağzın ağzı derinlerin en derinidir.

Kin, kuyuya düşen evsiz oğlan çocuğu.

Aşağıya doğru bağır, cevap verecektir.
                                   La lengua, o dil.

Ne zamandır oradasın sen, aşağılarda?
                            Subterráneo, yeraltında.

Cortés’in mektuplarını okumak kolay değil,
                            her sayfada bir at ölmektedir.

Kentin valisi evsiz, bir kanoda kalmakta.
Yüzlerce yerli mızraklanmış yatmakta.

            Bir başka kent yanmış yakılmış
            bütün kapalı yerlerdeki canlılarıyla.

Her sayfada insanlar ölülerinin
üstünde yürürken görülür.

La tierra estercolada, verimli kılınmış toprak,
aynı giysiyi her yere yayar.

                        Her sayfada gelecek gelmektedir
                        yılan yığınlarıyla.

            Taslak yeniden ve yeniden geliştirilir.

Hiç demez ama, bu bizim aldığımız, onların yuvasıdır.

Desirée Alvarez,  Poetry dergisi, Nisan 2019.


Çeviri: Necmiye Alpay

İspanyol sömürgeci Hernán Cortés, 1519 yılında Meksika’da karaya çıktı ve sonraki birkaç yılda bütün bir Aztek İmparatorluğu’nu işgal etti. Desirée Alvarez bu şiirinde, sömürgeci Cortés’in Amerika kıtasından İspanyol kralına yolladığı mektupları konu ediniyor.
Alvarez bu mektuplarda tekrarlananları ele alırken kendisi de şu sözleri tekrarlıyor: “her sayfada bir at ölmektedir” “her sayfada gelecek gelmektedir” “her sayfada insanlar/ ölülerinin üstünde yürürken görülür”. Ancak, günümüzün yazarı Alvarez, kendi yazdıkları ile Cortés’in yazdıklarını ayırt etmek üzere, sömürgecinin görmezden geldiği şu olguyu vurguluyor: “Hiçbirinde demez bu bizim aldığımız, onların yuvasıdır."
https://necmiyealpay.blogspot.com web sayfasından alıntılanmıştır



3 Aralık 2024 Salı

İyi Davranmıyorsun Kendine

İyi davranmıyorsun kendine
Sütünü içiyorsun, tıraş oluyorsun ama
Gözlerin yaban kuşların gözleri
Kim taktıysa zabit gülümsemesini
Onla yetiniyorsun içtenlik niyetine
Çok yakından, o derin mesafeden
Kimse soramıyor neyin var diye
Işığı söndürdüğünde imlasız bir ses
İyi davranmıyorsun kendine.

Ne zaman görsem seni, senle ilgili
Bir hışımla geçiyorsun kuşların yemlendiği meydandan
Ardında kanat izleri, tüy döküntüleri
Bir gece yarısı gitmiştin, kilit dilinin usulca dönüşünü
O gün galiba, üstünden düşen düğmenin sesini
Parmağına doladığın saçlarının iniltisini bıraktın
Ve şehre gizledin kendini
Şimdi şehrin burçları ürkütüyor
Balkonlar ürkütüyor
Sokak lambaları gözüne batıyor
Sessizliğin uçurum kıyısı
Rüzgârın titriyor
Ne çok isterdim sesimle dokunabilmeyi.

İyi bakmıyorsun kendine
Gözlerin çırağan yangını, kulağın bulvar
Sigaran cayır cayır her nefesinde
Sesin Kerbela kavruğu
Ellerin Kız Kulesi'nin sandalı sanki
Masum, titrek, kederli
Bir yaprak düşse, ezer geçer üstüne
Kalbini okşamaya gücü kalmaz
Kalp, yalnızca kalp kibardır, söylemez ama
İlk toza karışan o olabilir.

İyi davranmıyorsun kendine
Yalana da alıştın, kekeme
Uğultun yeraltından geliyor
Üstünde paslı rayların izi
Kimse duymaz ki silah sesini.

Mahmut Temizyürek, İz ve Rüya, Öteki Yayınevi, S.45-46

2 Aralık 2024 Pazartesi

İki Ayrılık

Evimin önünden bir gök geçiyor
Gök dediysem günlük şarabım, misafir odam
Harfsiz yüzler hatırlar mı beni bilmem
Ne biçtiysem ömrüm, öyle kurşun hızıyla 

Başka kimsem bir güvercindi senden
Anlamaya gelirdi duvarları kanat sesiyle
Yalnız su gibiydi, seçilmiş bir şehirdi
Kalbe bağlı kederden ölmedi, öldürmedi

O şehre girip hatırla bedelini
Afyon kokuları, deniz feneri, içsiz kadınlar
Kaçak bir tabanca ve kayıkla
İki ayrılık bir yolculuk etmedi

Can Adalı


Güvercin Kayaları

                                                        Cemal Süreya'ya
Şimdi birçok yıldız doğdu
Kekik kokulu okaliptus tepelerinde
Uyanabilirsen uyan bir bak
Silahın parmaklarının biraz yakınında duruyor
Parmaklarının biraz yakınında sen duruyorsun
Uyanabilirsen uyan bir bak
Kirli ayaklarının altında
Yeşeren bu diken biraz Afrikaysa
Sen de biraz Afrikasın

Yavru güvercinler gidiyor dağlarından
Senin kan kokulu ellerine
Bazı kurşunlardan sonra bir parça kan akıyor
Ne olacak bir parça kan işte
İşte bir parça kan
Afrika önünde

Şimdi birçok yıldız doğdu
Uyanabilirsen uyan bir bak
Kopmuş bir dağ gibi ölü yalnızlığına düşüyor
Şehirlerin pis kokusuna
Etinin daha pis kokusuna
Uyan bir bak
Sol yanında yusufçuk kuşları
Umulmadık şiirler söyleniyor
Bir Afrika haritasına yakın
Denizin sabah aydınlığıyla dolduğu yerde
Güvercinlerin gelip gittiği yerde

Muzaffer İlhan Erdost


rüya ve buğday

bir derin tarla sürüyorum, pulluk
bıçağı sanki rüyamsı bir gümüş varak...
topraktan fışkırıyor, iri, sapsarı güneş:
som altından koca bir tepsi olarak...

tepsi boş, istiyorum, buğdayım olsun,
himmet verelim mi? diyor, pîrim;
kalbimse buğdaydan hiç vazgeçmiyor,
o ısrarcı, ben oralı değilim..

dönüşte, yolda torbadan düşüyor güneş;
bakıyorum, hayret! erik dalında üzüm!
şaşkın, diyorum, pîrimin bir bildiği var,
ama himmet istemeye yok artık yüzüm...

Hilmi Yavuz, Rüya Şiirleri, Everest Yayınları, S.33


30 Kasım 2024 Cumartesi

Av Sonu Kuşları

Güzelliği çarmıha gerdik kaz kanatlarında
Kuğu boyunlarında kaskatı

Kurşun yarası gözlere
Bölük-pörçük bir cam örttük

Göl kıyıları serin ve ıslak 
Islak gagalı ördekler ve çirkin ayakları
Güzelliği dinletir kanat-kanat
Kanar duvarlarda ördek sorguçları
Serinledik

Av sonu kuşları  salon salon
Ki belki bir lokma et bir aça
Aça aça kanatlarını bir kuğu çirkin
Çirkine adanmış milyonla mumya

Sonra
Ölü kuşlara kanat

Sennur Sezer

Varlık Şiirleri Antolojisi 1933-1993, Hazırlayan: Enver Ercan


24 Kasım 2024 Pazar

Otuz Beş Kuruş Verip Susturamazsın

Alaçam'ın dağ köylüleri, alış veriş için kendi ilçelerinden çok Vezirköprü'ye gelirlerdi. O sıralar ilçeleri, daha çok büyücek bir köyü andırıyordu. Vezirköprü ise alabildiğine gelişmişti. Pazarında dükkânlarında ne ararsan bulunuyordu.

Zeytinlik köyünden yola çıkan atlı, eşekli, yaya köylüler sıcakta çok yorulmuşlar, ulu bir çınar ağacının altında hepsi dinlenme gereğini duymuşlardı. Acıkmışlardı da. Herkes çıkınından pıt pıt ekmeklerini, soğan ve haşlanmış patateslerini, yanında sularını çıkardılar. Tam yemeğe başlamışlardı ki, biri başlarına dikilip:

"Yarasın" dedi. Köylüler,

"Sağolasın buyur" diyerek karşılık verdiler.

Ayaktaki hiç nazlanmadan oturdu, kendi azık torbasını açtı, içinden pıt pıt ekmeğiyle taze peynir çıkardı. Su matarasını da kenara koydu. Torbanın dibinden iki baş soğanı çıkarmayı da unutmadı.

Tanıyan çevre köylüler "Deli Çoban" diyorlardı ona. Fazlabir deliliği de yoktu aslında. Kimseye zararı dokunmazdı. Kimsenin usuna gelmeyecek şeyler yapardı. Güzel kaval çalardı. Hiç yanından ayırmazdı. Canı çektiği zaman dağ, taş, bayır demez nerde isterse orda çalardı. İlçeye indiğinde de kahvede, yolda, dükkânda nerde olursa... İlçeye indiğinde çocuklar peşine takılır çalmasını isterlerdi. Ama o yine de canı çekmedikçe çalmazdı.

Sonradan Zurnaya heves etmişti. İlçede pazar yerinde kaval, düdük, zurna satan satıcıdan bir zurna almıştı. Kısa zamanda bildiği bütün ezgileri çalar olmuştu. Zurnası yanındaydı. Yemekten sonra canı çalmak istedi. Yolcular toparlanıncaya kadar usuna gelen ezgileri çaldı. Yolcular zevkle dinlediler. Herkesin toparlandığını gören çoban, zurnasını torbasına yerleştirdi çarçabuk. Hep birlikte yola düzüldüler.

Akşama Semerci köyüne varmalıydılar. Yolda yine çalmasını istediler. Nasılsa nazlanmadan çaldı bir süre. Yolcular yeter demeden çalmayı kesti. Neden kesti? Biraz daha çalsaydın diyen de olmadı. Kendi aralarında konuşmaya dalmışlardı.

Akşam, gün batarken köye vardılar. Recep Ağa'nın evinde konakladılar. Recep ağa onlara güzel bir sofra hazırladı. Yediler içtiler serilen döşeklere oturup yastıklara dayandılar. Semaverde çay hazırlanırken Recep ağa tek tek yolcuların hal ve hatırını sordu. Bazılarıyla tanışıyordu zaten.

Çaylar içilirken herkesin neşesi yerindeydi. Köyden gelenler de olmuştu. Yolcular yolda dinledikleri havaları yeniden dinlemek için çobandan biraz çalmasını istediler.

"Canım çekmiyor" diyerek nazlandı.

Ağa merak etmişti. Düğünlerdeki çalgıcıları geceleri herkes çekildikten sonra çağırır, evinde çaldırırdı. Yanında kafa dengi kimseler bulunursa büyük zevk alırdı.

"Hele bir çal da dinleyelim. Güzel çalarsan yeniden bir sofra da düzeriz." Yolcular ağanın ne demek istediğini anlamışlardı. Yolculardan biri.

"Haydi be çoban! Nazlanma! Biraz kulağımızın pası gitsin.

"Cık!" dedi çoban.

"Bizim deli çobanın inadı tuttu yine" dedi, biri. Köylülerden bir genç,

"Aramızda beşer kuruş toplayalım çalman için."

"Olmaz" dedi kısaca.

Genç yine üsteledi.

"Neden olmasın, bak burda kaç kişiyiz. Harçlığın çıkmış olur." Herkes keselerine davranmaya başlamıştı bile.

"Olmaz" dedi.

Bir sessizlik oldu. Sessizliği kendisi bozdu.

"Onar kuruş verirseniz çalarım."

Bazıları çok bulduysa da sonunda herkes onayladı. Recep Ağa çobanın çalmaya davranmadığını görünce,

"Ne o? Herkes onar kuruş verecek neden çalmıyorsun" dedi.

Çoban,

"Parayı toplayıp verin ondan sonra çalayım" dedi.

Çobanı yeni tanıyanlar, bunun neresi deliymiş dediler, kendi kendilerine. Ağa parayı toplayıp uzattı. Çoban paraları ve içerdekileri tek tek sayıp parayı kesesine koydu. Zurnayı çıkarıp çalmaya başladı. Yolculardan köylülerden istekler oldu nazlanmadan çaldı istediklerini. Recep Ağa da çaldırdı bildiği ezgileri. Herkes neşe içindeydi. Bazı ezgilerin sözlerinin birlikte söylüyorlardı. Çaylar içiliyordu. Recep Ağa sofra kurdurdu. Yaşlılardan içki kullananlar atıştırmaya başladılar. Kadehlerini tokuşturdular. Bir iki saat sonra köyden gelenler evlerine gittiler. Sofra kalktı. Semaver de kaldırıldı.

Recep ağa,

"İsteyen var mı? yeniden semaveri kurdurayım." Dediğinde, hep bir ağızdan:

"Yorgunuz, yarın erkenden yola düzüleceğiz" dediler.

Benden söylemesi dedi ev sahibi. Herkes çobanın çalmayı bırakmasını bekler olmuştu, yatmak için. Çok dinlemek bıktırıyordu demek. Zurnanın sesi kulaklarının içinde çınlamaya başlamıştı.

Yolculardan Osman emmi dedikleri:

"Yeter gayrı deli çoban! Yorgunuz yarın erkenden yola çıkacağız."

Çoban hiç oralı değildi. Durmadan çalıyordu. Yolculardan biri, "Biz buna parayla çaldırdık, ancak parayla susturabiliriz." diye düşündü.

"Ey deli çoban sana on beşer kuruş toplayalım aramızda, bırak şu zurnayı."

Kaşlarıyla olmaz işareti yaptı. Yirmi, yirmi beş, otuz dediler olmadı. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Deli çobanın deliliği tutmuştu. İlk para öneren,

"Otuz beşer kuruş verelim" dedi kızgın bir biçimde.

Çoban zurnayı çıkardı ağzından. Herkes razı oldu diye sevinirken,

"Olmaz" dedi, yine.

Kızgınlıktan ne diyeceklerini bilemediler. Recep Ağa karışmıyordu. Kendisine kalsa sabaha dek dinlerdi. Çoban tek tek hepsini süzdü,

"Ellişer kuruş verirseniz çalmayı bırakırım" dedi ve yine çalmaya başladı. Çarnacar odadakiler ellişer kuruşu toplayıp önüne koydular. Çoban çalmayı bıraktı önündeki paraları bir bir saydı. Kesesine yerleştirdi. Zurnasını da torbasına koydu. Kendisinden çalması için para veren genç, öfkeyle söylendi yatağına uzanırken,

"Çattık belaya be! Beş kuruş verir çaldıramazsın. Otuz beş kuruş verir susturamazsın" dedi.

Yolcuların tümü gencin öfkesine ve söylediklerine güldüler. Sinirleri birden boşaldı hepsinin. Osman emmi,

"Doğru söyledin delikanlı, bizim deli çoban böyle işte "Beş kuruş verip çaldıramazsın otuz beş kuruş verip susturamazsın."

O günden bugüne Alaçam ve Vezirköprü köylüklerinde söylenir oldu, bu söz.

Yılmaz Elmas, Samsun Öyküleri, Gerçek Sanat Yayınları, S.82-85



23 Kasım 2024 Cumartesi

Tablo

Sonra bir bulut yerleştirdi
kulpundan tutup
Dağları yerleştirdi
En zifiri tonundan yeşilin
Uzakta ağaçlar görünüyordu
Kara görünüyordu uzakta
Belirli belirsiz dalları serpiştirdi
Sonra ay'ı boylu boyunca 
Bir kılınç gibi yatırdı suya

Derken efendim adacıklar
Kıyılarına ak çaldı biraz

Sonra umutlarını koydu fırçanın ucuna
Kederlerini
Sabırlarını serpti üç rengi karıştırıp
Tam imzasını atacaktı
Bir daha daldırdı fırçasını
Sunturlu bir küfür oturttu
Denizin ortasına
Dümeni gümüşten
Atlastan yelkenleri

Bir gitti bir gitti
Değme keyfine

Ruhi Göktekin (20 Ağustos 1938 - 25 Aralık 2008), Sobe, Barış Gazetesi Yayınları, S.16-17

Eserleri:
1. Hayattan İlhamlar - Şiir kitapçığı (1955)
2. Sağnak - Şiir kitapçığı (1958)
3. Deniz Fenerleri - Şiir (1960)
4. Amisos Fenerleri - Şiir (1970)
5. Bir Ak Atlısı Özlemin - Şiir (2001)
6. Bakış - Düzyazı, Makaleler (2003)
7. Sobe - Şiir (2005)


22 Kasım 2024 Cuma

Elsa'nın Gözleri

Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde

Uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde
Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer
Yaz meleklerin eteklerinden bulutlar biçer
Göklerin en mavisi buğdaylar üzerinde

Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgâr
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın kırılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar

Ben bu radyumu bir pekbilent taşından çıkarttım
Benim de yandı parmaklarım memnu ateşinde
Bulup yeniden kaybettiğim cennet ülke
Gözlerin Peru'mdur benim Golkond'um, Hindistan'ım

Kâinat paramparça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa'nın
Gözleri Elsa'nın gözleri Elsa'nın gözleri.

Louis Aragon

Çeviri: Orhan Veli Kanık


İzleyiciler