3 Nisan 2025 Perşembe

Gece Bıçağın Ucunda

bir adım sonra ıhlamur çiçek açacak,
yüzümde esmerliğin.
yeni dünyalar, hanımeliler,
gülhatmiler ellerimizden tutacaklar
daha çok parlasın diye yüreklerimizdeki cevher.
daha insan olalım,
daha ağlayalım, daha gülelim diye...

çoğu kez anılar da düşler gibidir.
ha unutuldu ha unutulacak.
duvardaki çentik izleri olmasa
uzun soluklu beklemeler silinip giderdi
zaman ırmağının dağdağalı deltasında.
eteklerini sürüyerek ve yavaş yavaş
/ o kadar yavaş ki hiç gitmiyormuş gibi/
terk edişi bizi günlerin...

deniz kızları mı desem,
tek boynuzlu ve kanatları şeker pembesi atlar mı?
bir masal var dilimizde yarım kalan.
peri kızı ile babil kralının öyküsü...

gece bıçağın ucunda,
şah damarı kesilmek üzere.
bahçemizdeki incir fidanını sulayacak az sonra kar
en uzak ülkelere giden göçmen bulutlar,
tahta bacaklı korsanlara tutsak.

sen bir parşömene resim çiziyorsun,
antik kentler çağırıyor adımızı.
parmak uçlarım yorulmuş,
öykümüzü yazmaktan.

hiç kimsenin umurunda değiliz oysa.
herkes kendi karamsar öyküsünü yaşıyor.
ırmaklar yan yana ve uzak,
haritalar ölü seyyahların yalanlarıyla kirlenmiş.

Hatice Eğilmez Kaya, Üvercinka Dergisi, Mart-Nisan 2025, S.11


2 Nisan 2025 Çarşamba

Kıyamadığım

Hey bir zaman bakıp bakıp
Seyrine doyamadığım!
Şimdi gurbette bırakıp
Sesini duyamadığım!

Evde kapanıp kaldın mı?
Seyrana çıkıp güldün mü?
Başkalarının oldun mu?
"Benimsin!" diyemediğim!

Akıtıp gözüm yaşını
Hatırlarım gülüşünü;
Kıvırcık saçlı başını
Göğsüme koyamadığım!

Dik yamaçların selisin,
Sen benden daha delisin,
Şimdi kimlerin kulusun?
Başını eğemediğim!

Nasıl vurgunum bilirdin,
Niçin benden yüz çevirdin?
Kimlerin koynuna girdin?
Öpmeğe kıyamadığım!

Sabahattin Ali


31 Mart 2025 Pazartesi

Sana Ne Söylesem Ömrüm

Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Sen ki şiirler düşürürdün
Uzun uğultularla akan sulara
Toprağın tuzu, taşın izi olurdun

Ayışığı toplardın güllerden
Gecenin ürpertisinden çocukluğumuza
Kırgın kadınlarımıza yazılarda
Oradan oraya savurduğumuz
Sarılan sarılan yalnızlığa

Şimdi nasıl koysam yerine
Kırılan dalı, örselenen çiçeği
Okşasam usulca, öpsem öpsem
Bulutlarla düşlesem, kuşlarla düşünsem
Şiirle sağaltsam sayrı yüreğimi

Sana ne söylesem ömrüm sana
Sen ki gümüş pullar düşürürdün
Bulanık karanlığa hüznümüzün
Yeniden yeniden kazanırdık umudu
Unutulurdu yenilgi, susardı ölüm

Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Toparlan, kanınla katıl haydi,
Kalan ömrünle, kanayan yanınla
Bir yoğunluğa koy günlerini

Ahmet Uysal


Gökyüzü Anımsar Belki

1.
Bir köy mü Düzlüce
Göçmen kuşların geçerken düşürdüğü

Rüzgâr rahvan atıyla buğday tarlalarında
Bizi bir efsaneye sürgün eyledi

            Yağmur yüzlü çocuklar boyardı ufku
            İhtiyar Heyeti uğraşsın dursun
            Kim çimenlerin hayaline ortak?
            Fırça kimin elinde?
2.
Düzlüce bir köy mü
Göçmen kuşların göçerken gördüğü

           Boran Kızı'nın kağnısında dağların eğni
           ve türküsü Çalkan Hanife'nin, Saldır Aşa'nın
           hangi çayın damarlarında?
           Anımsar mı pıynarlar
           "ateşi ve ihaneti"?
3.
Bir köy mü Düzlüce
Göçmen kuşların geçerken yunduğu

           Bilmem ki nereye
           kanat çırpan leylak?
           Gökyüzüne düğümlenmiş raylar
           ellerim patika, bak

Bir köy mü Düzlüce?
Kuşların geçerken unuttuğu

Mehmet Mahzun Doğan, (8-11 Ekim 2021, Düzlüce Köyü / Banaz)

İnsan Bu Kadar Yaşamamalı, Artemis Dergisi, Hermos Şiir Dizisi, 1.basım, Ağustos 2024


29 Mart 2025 Cumartesi

Kuş ve Aşk

bu bir ayrılık valsiydi ama etmedi dans
kazakörümü bu avcı yine çıktı karşına
camküreye alev saçan batık bir kuştu o
yersiz yeminlere sığındı, yenilen sonsuzluğa

dili bale oldu dölündeki yas bir çocuk
büyüdü içindeki sis, adını yalnızlık koyduk

yeryüzü dokunaklı bir arsa, susuz oluk
yüzü ateşleyen harmanı, o bakımsız süs
ne yağmur söndürdü ne fırtına ne okyanus
asil bir periydi kucakladı tutkumu

dölü hâle oldu, dilindeki oyuk bir vaha
duruldu anılar akıntısı, kokunu bitimsiz kıldık

dolunay o usulsüz damla, aşımı kanırttı
kimi arayıp bulsam karşımda kırık bir pus
daldı avluma hızla pelerinle zırh
'kuş ve aşk' adı: içimden kaçan uçurumlar ordusu

kili kale oldu, külündeki meşale bir soluk
afaroz ediliyor arzumdan melekle şeytanın tacı

Orhan Kahyaoğlu

Hoyrat Bir Ruhun Eksilme Tabloları, Korsan Yayınları, S.43-44



Kemal Tahir'e Mektup

"Malatya" diyorum,
        senin çatık kaşlarından başka bir şey gelmiyor aklıma.
Bursa'da kaplıcalar
                   Amasya'da elma
                        Diyarbakır'da karpuz ve akrep.
fakat senin oranın,
                      Malatya'nın
                              nesi meşhurdur,
yemişlerinden ve böceklerinden hangisi,
                              suyu mu, havası mı?
Düşün ki hapisanesi hakkında bile fikrim yok.
Yalnız :
bir oda,
bir tek penceresi var:
                         çok yüksek olan tavana yakın.
Sen ordasın
dar ve uzun bir kavanozda
                              küçük bir balık gibi...
Teşbihim hoşuna gitmeyebilir.
Hele bu günlerde
              kendini kafeste arslana benzetiyorsundur.
Haklısın Kemal Tahir,
emin ol ben de öyle,
muhakkak ki arslanız,
şaka etmiyorum
                     hattâ daha dehşetli bir şey:
                                                          insanız...
Hem de hangi tarihte, hangi sınıftan,
                                                 malum...
Lâkin demir kafesle kavanoz bahsinde iş değişmiyor,
                                                       ikisi de bir,
                                                       hele bu günlerde...
— Bunu içerde rahat ve masun
                                            yatan bilir — ...

Hele bu günlerde,
Sarıyerli Emin Beyin fıkralarına gülmek,
sevgili kitapların ve domatesin lezzeti,
tahtakurularına rağmen uyku
                               — günde üç tatlı kaşığı Adonille de olsa —
ve Tahir'in oğlu Kemal
hattâ mektup gelmesi senden
ve hattâ ses duymak, dokunmak, görebilmek havanın ışığını,
karıma olan aşkımdan başka
                          nefsimin herhangi bir rahatlığını
                                                               affedemiyorum...

Fartı-hassasiyet?
Değil.
Döğüşememek,
bir mavzer kurşunu kadar olsun
                                         bilfiil
                                            doğrudan doğruya...
Ancak kavgada vurulan acı duymaz
ve kavga edebilmek hürriyetidir
                                       en mühimi hürriyetlerin.
İçerim yanıyor, Kemal,
                       dışarım serin...

Anlıyorsun ya,
zaten ettiğim lâf
                 bizim lâflarımızın herhangi biri:
                                           çok konuşulmuş,
                                                  ve konuşulmakta olan...
Şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan,
dizlerinde âtıl ve çaresiz yatan ellerine küfredip acıyarak
                                                                            bu lâfları ediyor...

Anlıyorsun ya,
zarar yok,
ben anlatacağım yine!...
Elden hiçbir şey gelmediği zaman
                                   konuşup anlatmanın alçak tesellisi?

Belki evet,
belki hayır...
Hayır öyle değil.
Hangi teselli bırak be dinini seversen bırak...
Bu, düpedüz,
başın önde, olduğun yerde dolanarak
kükremek, böğürüp bağırmak, Kemal...

                                                                         1941, Sonbahar..

Nâzım Hikmet Ran

Kuvâyi Milliye, Şiirler 3, Adam Yayınları, S.187-189



Öylesine Bir Masal ki

Benim bahçem yoksuldu;
İki dala bir yaprak düşerdi ağaçlarımdan.
Kuşlarım ödünç alırdı kanatlarını
İşlerinden yorgun dönen arkadaşlarından.

Zeytin, peynir, reçel, bal
Konserleri verilirdi her gece
Sofralardaki yapayalnız ekmeklere
Ve yokluklar yarına bırakılırdı böylece.

Soğuk sular akardı çeşmelerden,
Doktorlar saklambaç oynardı hastalarla.
Her akşamki sazlı-sözlü eğlencelerden
Çocuklar hasta olurdu pastalarla.

Aylı-yıldızlı-mehtaplı gecelerdi tüm
Sokaklar, evler ışıl-ışıl parlardı.
Çözümlemesi zor bilmecelerdi, kördüğüm;
Ve bakar bakmaz çözüm bulan adamlar vardı.

Öyle okullarımız vardı ki orada
Öğretmenler Hoca’larının öğrencisi değil.
Ner’deyse kulu-kölesiydi, kıran-kırana.
Derslere bile girilirdi arada.

Nasıl anlatsam, bizim ora’lar
Öyle sıradan bir semt, bakımsız bir mahalle değil,
Sanki Cennet’ten bir köşe,
Bağımsız bir masal ülkesiydi.

Ah! Sizler görmediniz çocuklar, çünkü
- Dilerim görmeyiniz - o günler geride kaldı.
Dinlemediniz böylesine bir öykü.
Şairine gülmeyiniz, bir masaldı.

Özdemir Asaf, Benden Sonra Mutluluk, Adam Yayınları, S.133-134


Beyaz Atlar Surlara

Benim yüzümde her şeyler var
Üç dilim ekmek bunlardan biri
Annem bir taşa oturmuş bunlardan biri
Sur dışlarında hafif bir eskici olur
Olur ya, bir kendi olur biraz da elleri
İnsan yalnız mı buna bir çare düşünmeli.

Dün biraz ağlamıştım bunlardan biridir şimdi
Çok gülünç bir şekilde kahveye giriyorum
Sorsam ya kapıdayken gözyaşı girilir mi
Girilmez, girilmez, bunu her mahmut biraz anlatır
Korkuyla anlatır, yüzünü baygın tutar anlatır
Kahveci, seni sevmiyorum bunlardan biri.

Bir deniz yandı gene, yansın ne çıkar sanki
İşte horoz öttü yüzümün yarısında
Yüzümde bir horoz var dünyanın biri
Seni sevmek neden mi, acı ve güzel
Geldikçe geliyorlar ellerinin elleri
Odalar! çıplak masalar! buna bir çare düşünmeli.

Bu da bir şarap olmalı şimdi boşluğu dolduracak
İçince bir korsan ağzıyla içmeli
Eskidir, yorgundur, kayıptır diye yüzler
Bir sinek bir sinek mi vurunca öldürmeli
Ve sinek oldu muydu hafif bir uzaklık olur
Olur ya, hem biraz dargındır hem biraz evli
İnsan sevdi miydi buna bir çare düşünmeli.

Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil, Toplu Şiirler, Adam yayınları, S.82



27 Mart 2025 Perşembe

Korku Mimarlığı

    Bazı binalar size kucak açmaz, sizi kontrol eder, sizden üsttedirler. Yüksek. Erişilemez. Dokunulamaz. Bu binalara girilmez. Sadece yaklaşılır. Dikkatlice... Yavaşça... Padişahın tahtına yaklaşan bir kul gibi. O binaların yanında küçük görünürsün. Orada bir vatandaş değilsin. Merdivenlerin üzerinde salınan bir toz tanesisin. Mermer. Simetri. Sessizlik. Onlar hizmet etmek için değil, emretmek için inşa edilirler. Yönetenlerin ölümsüz, seninse geçici olduğunu hissettirmek için tasarlanmışlardır. Bunlar bina değildir. Bunlar mimarlık tiyatrosunda oynanan oyunlardır. Gücün başrolü, seninse itaatkâr figüranı oynadığın oyunlar. Bu kontrol mimarisidir. Parlak cepheler, dev boyutlar... Yumuşaklık yoktur. Oturulacak yer yoktur. Gölge yoktur. Amaç konfor sağlamak değildir. İtaat ettirmektir. Kimsenin toplanmadığı meydanlar yapılır. Görkemli ve kontrollü şölenler için sahnelerdir bunlar. Ağaçsız, soğuk, düz, boş... Ama rahatça kontrol edilebilir ve gözlenebilir. Bunlar kamunun parasıyla yapılır ama kamusal alan değildir. Gerçek kamusal alan davetkârdır. "Kal, konuş, nefes al, dinlen" der. Bunlar "Eğil! itaat et! Sonra da defol!" der. Yani saygı için gösteriş ve abartıya ihtiyaç duyan güç, güç değil taşa bürünmüş bir korkudur. Korku mimarlığı işte böyledir."

Mimar Mine Kavasoğulları



25 Mart 2025 Salı

İstanbul

Bir cümle kuruyorum sade acı
Bir cümle kuruyor zenginleri hep şeker
Göğü yüktür bizim sırtımızda
Göğü ki sadece onları taşır üstünde

Yokmuş içinden deniz geçen başka bir kent
Böyle diyor kimyanı bozanlar
Peki var mıdır ki dünyada
Sırtını bir dağa yaslamayan
Veya içinden bir nehir geçmeyen
Ya çiçek polenlerinin baharda şehvetle dağıldığı
Ama çimlenecek toprak bulamadıkları
Her yolu motor homurtuları ile dolu
İnsanın ise bu kadar sessize alındığı bir kent!

Arzularımıza çevrilmiş surlar
Kesilmiş aşkların tüm nakil hatları
Her ortamı neon ışıkları
Tüm taşları mezar taşı
Kaplamış metal martılar her tarafını
Ve kültür musluklarından içilebilen
Tarihin zehirli pası

Pazarlarında, avm’lerinde alışverişi yapılan biziz
Bir yel gibi bir tık ile borsalarda
İşlem görüyor alın terimiz
Buharlaşıveriyor bir anda tüm biriktirdiklerimiz
Bir tık ile işsiz işlevsiz
Tokluğu getiremez olur hiçbir sipariş

Fiber optik kablolarından sayısız veri akar
Bakışlarımız, fikirlerimiz, beğenilerimiz
Her gün dolaşır sayısız emlak ilanı gibi
Ama nasıl olur da kimsenin fazlası
Bir başkasının eksiğine denk gelmez
Nasıl uzanamaz hiçbir tasarı geleceğe
Paranın o merceğinden geçmeden.

Fatih’in ve Siluetinle değil
Mimarın Sinan’la anılacaksın İstanbul
Çelik ve betondan kulelerinle değil
Harcına karışan işçi cesetleriyle
Devasa bir dert fabrikasısın
Çözemiyor dünyaca büyük adalet sarayların
İşte her gün adaletiniz batsın diyen
O sayısız insanla anılacaksın
Ne zaman toplu olsak kovulduğumuz meydanlarınla
Kadınların kahkahasına bıçak saplanan parklarınla
Kıtalar yerine yoksulluk ve yalnızlığı birleştiren
Köprülerinden intihar edenlerinle
Sokaklarda Polislerce vurulan Berkin’lerinle anılacaksın

Her türlü yabancıdır parasız olan bu kentte
El üstündedir paralı her kimse
Bizim için fethedilmedin İstanbul
Devam ediyor o talan ve sömürü düzeni
Ve hapishanesisin on beş milyonun şimdi
Seni ancak biz işçiler fethettiğinde
Çağ, asıl o zaman değişecek
O zaman güzelleşecek 
Ayasofya’n Süleymaniye’n Sultanahmet’in
Sokakların Boğazın göğün denizlerin
ve Cümle tarihin

Ali Eşki, Çağın Duygusu, Kafe Kültür Yayınları


24 Mart 2025 Pazartesi

Çağ Yılgını

O çağ ki hiç bilinmeyen
Gizi kutsal - Yaban güzel
Merakımı çeker ve beni daha
Bırakırım da görüntümü burada
Alır başımı giderim yalın-kat
O bilinmezliğe
O ilkel güzelliğe...

Atom, beton, kömür, demir, petrol
Büyürler yerlerinde - siz onlarla
Antenler radarlar size bayram
Size bayram bonolar, çekler -ne denir-
Oysa saatin sarkacı
Dişliye tutsak.
Bir sağa bir sola - istemese de.
Bunalırım elbet, elbet duramam
Babasını hiç bilmemiş
Anası çoktan toprak
O savaş öksüzünün yaşını kurutacak
Bir mendil bulunmazsa
Bir meltem esmezse.

Gelişim müjdelenir boynuz borularla
Ateşler yakılır - ava koşarlar
Çizerler resmimi kuma göğe ve suya
Giyimleri post, yaşamaları ilkel
Ama yürekleri, yürekleri uygar
Günü gelen doğar, günü yiten gider
Yetki vermez orada atoma - ecel.

Güneşi bölüşürler avuçlarıyla şavk şavk
Ve
Orda Tanrıdır aşk.

Türkan İldeniz, Buz Altında Yanardağ, Everest Yayınları


23 Mart 2025 Pazar

Telgrafhane

Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki...
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.

Melih Cevdet Anday, 1952


İzleyiciler