7 Nisan 2025 Pazartesi

66.Sone

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

William Shakespeare,   Türkçe Söyleyen: Can Yücel

Resim: Otto Dix, Sunrise (1913)


6 Nisan 2025 Pazar

Moesta Et Errabunda / Hüzün ve Serseri

De bana, kalbin uçar mı bazen, Agathe,
Bu pis şehrin kara ummanından uzak.
Başka bir ummana, sade renk ve hayat,
Ve bekaret gibi, mavi, derin, berrak?
De bana, kalbin uçar mı bazen, Agathe?
Deniz, engin deniz, dinlendirir bizi!
Kükreyen rüzgârın hudutsuz orguna
Uyan, boğuk sesli şarkıcı, denizi
Hangi şeytan, dadı yaptı bu yorguna?
Deniz, engin deniz, dinlendirir bizi!
Al götür beni, vagon! Kaçır beni gemi
Uzak! Uzak! Çamur gözyaşı bu yerde.
Sahiden Agathe’in mahzun kalbi der mi
Bazen: azaptan, cürümden, dertten öte,
Götür beni, vagon, kaçır beni, gemi?
Ne kadar uzaktasın, kokulu cennet.
Saf istek içinde kalbin boğulduğu,
Aydın bir gök altında her şeyin aşk, lezzet,
Sevilenin sevilmeye layık olduğu!
Ne kadar uzaktasın, kokulu cennet.
Lakin saf aşkların cenneti olan yer,
Titreyen kemanlar kuytu bayırlarda,
Koşuşlar, şarkılar, öpüşler, demetler,
Şarap testileriyle, gün sonu, kırlarda,
-Lakin saf aşkların cenneti olan yer,
Kaçamak hazlarla dolu masum dünya,
Daha mı uzakta şimdi Hind’den Çin’den?
Mümkün mü çağırmak geri ahüzarla,
Ve gümüş bir sesle yaşatmak yeniden.
Kaçamak hazlarla dolu masum dünya?

Charles Baudelaire

Çeviren: Ahmet Muhip Dıranas


Doğduğun Yer Gençliğindir

Bir sevdaya yakılan ağıt
Bir ölüye tutulana eştir
Ecelle yiten anıldığında
Her şey susar.
Yeniden sevgiyi istemek
Sevgiliyle bağımlı değil

Özlenen sevgidir sevgili değil.

Bitmiş sevdanın ağır hüznü,
aklın
soğuk limanına siner.
Usluluğun yosunla etlenmiş geçeneklerinde
Yetmişlerde bağrılmış bir adın
Döne döne
Yankılanışı
Dokunuş,
sırlarının
yeniden öğrenildiği
Öpüşlerin iştahla açıldığı
Ayıp sayılan
Ya da aşağılanan
Cinselliğin
hani şu
Can yakmanın iz bırakmayan benzersiz morlukları

Sevda sözcüğü
her zaman
başka

Nasıl soyunulur arzulardan sorarım
Salt kösnümüdür alışkanlığın sultasında kalmayan
Bir çocuk gibi
yoluna konmamış
bir çocuk gibi
sağanaklı,
vurgun yemiş.
Sıkılgan
üstelik yürekli ...

O çocuk geziyor kentimizi belleğiyle.
Eminönünde güvercinleri el yordamıyla gören
Kardağdan göçmen,
ortodoks kalamayan bir müslüman ...
Peygamber çiçeği yeldirmeli yengem
Beş yaşın sıska bacaklarıyla dinelen
Güzelce Kasımpaşa halk dispanserinden
Zafiyetine beslenme reçeteleri sunulmuş
Gözleri
ciğerleri
kemikleri
dirençsiz
Beş vakit namazında kadına sokuluyor;
- Ben büyüyünce
yengeciğim ...
Sana neler alacağım bilsen
-Dur öksüzüm dur hele,
sevaptır bu hu çekenleri
yemlemek,
sen büyü.
canın sağ, kafan selamet, kısmetin has olsun da
yengen kalır mı
o günlere.
Haşa estağfurullah allahım verdiğin
nimete küfran olmaz,
gözlerimin perdesi artıyor öksüzüm,
yeni cami kubbedir,
denizin
Üsküdara asılı mavi örtüsü bebeklerime inen
olmalı.
Haydi vakittir,
ikindidir./
-Yengeciğim Eyüp Sultana gittiğimizde
Tahta oyuncaklar aldığımızda.-
-Yürü garibim yürü İstanbullum yürü.

Eyübün halk çocuklarına oyuncakçılık eden 93
savaşı gazisi tezgahına gömük
Tahtanın gevrek bükümünde,
talaşın sıcak kokusunda
Boyaların en doğulu olanını güneşe gerip
bakıyor.
Semtiyle döl bağlı oyuncaklar bunlar
Müslüman kadın
zafiyetli çocuk,
üç mor
üç eflatun
üç ebruli güvercini doyurup
Köprünün korkuluklarından denize çeviriyorlar
bakışlarını.

Cibalide fabrikalar vardiya değiştiriyor,
İçelden dört kadın daha Galatada işe başlıyor,
Bir bahriyeli Cebelitarıkı düşlüyor.
Uzaktasın
Ben oturuyorum
Huysuzum yine
beş yıldır düzenlenmeyen
kitaplarımın arasında
Kağıtlar sararıyor
mektuplar postada yitiyor
Çekmeyeceğim telgrafların en kısasını arıyorum;
Artık bitti /
bitti artık /
Bitmişti /
Artık / ...
Artık güçlendirir mi önüne geldiği sözcüğü.
Hainlik söze inince zayıflıyor mu ne.
İstanbulun yaman yürüyüşçüleri postacılar
Beklenmiyorlar benim açımdan epeydir,
Yazışmaların iç içerikli olanları
inceliklerin yaşamayan özeniyle gidip geliyor.
Ak bir dosya kağıdında değişen tarihler
İkibin yılına ondört yıl kala
Hiroşimaya bomba atan uçağın yıldönümü
gönüllü bir intiharla yeniden kutlanıyor.
Çağdaş iletişimin sonucu duyarsızlık mı,
olur mu,
oldu mu bile ...
Acı ve dehşet
sancısız
gündelik yüzlerdir
Aldırmazlığı yoldaş edinmek
ehlileştirmek midir uygarlığımızı
Yoksa çağımızın yeni adı bu mu olacak?
Teknolojik dehşeti
sarmak
uyutmak
baştacı etmek belki
Seni seviyorumun
gündelik teşekkür ederime eş kılındığı
İlkelerin sevincin üvey kardeşi olduğu
Çünkü coşku hayatın nikahsız yetimidir,
kentsoylular
ciddiyete biter
Acıysa sabrın.

İşte oturuyorum yarısı başkent olan bir Orta
Avrupa caddesinde
Yaz veremli bir zengin kızı gibi geziyor önümde;
Brandenburg kapısında Bach'ın sesleriyle
dalgalanıyor atlar
Çıkıp gelinmiş bir kentin yabancılığı
Bir balkonun denize açılışı gibi
hem umut verir
hem hüzün.
Derbederliğin beatles'la dost olduğu
Parasızlığın senin şakacı genç yüzünle bezendiği o
İstanbul'da
Aşkınlığın kitapları yakılıyordu.
Sundurmaları olmayan yapıların yoz dikilişi.
Güneşdoğulu bir işçi cebinde tarhunuyla
Ortaanadoluyu geçiyor,
Marmaraya varıp
dikiş tutturamıyor.
Hamburg'a ulaştığında
Bütün dış orospuların
nasıl da Almanca öğrendiklerine
çocuk gibi şaşıyor ...

Türküleri elektronik sazla çalan
bol paça
gariban
hemşerisiyle
Duvarla bölünen ünlü kente varıyor.
Konuk işçi çocuklarının bozparkında
İki kuzey afrikalı aynen bağdaşkurmuş
Bir alman öğrenci
yaşı kırkı geçmiş
eski Katmandu'dan
edindiği bilgelikleri toplumuna dayatarak koruyor.
Ulaşım araçlarının uluslararası her biriminde
Afrikalılar
bellidir
ikisi Yukarıvoltadan.
Doğayla kucaklaşan çok eski bir geçmişin
Yumuşaklığını özleyerek esrarlı sigaralarını
sarıyorlar.
Hep elektrik renklerini kuşanmaları
yitmiş güneşlerini unutamadıklarındandır.

Ben önümde
Berliner Weiss bardağı
İşlevselliğini doruğuna taşıyan bu kent
Taptaze bir kız
yüreğini avuçlayarak
alışkanlıkla
sunuyor.
dolara,
marka.
Göğüslerinin arasında beyoğlu taşından haçları
Öfkeli değiller,
sevinmiyorlar da
Dişleri apak porselen
Gülmek gerekir, iş giyimidir
Buradan baktığımda kentim
güzel kentim bana daha yakın
esrikleşiyorum.
Onu bağrımda unutulmuş bir çini gergefin
lalelerinden yansıyan
Îtrı'nin müziğinden duyuyorum.

Doğduğum yer gençliğimdir
biliyorum.
Kapalı üretim değişmeyi getirmez
diyor atmışsekizlerden Wolfgang
-gözlükleri John Lennon'un eşi-
Değişiklikten ne anlıyoruz sorusu
-felsefeyi Marks'ın okuduğu yerde öğreneyim-
diye yola çıkmış Fransız Jean Paul'den
Doğanın tanrı sayıldığı tüm kültürleri yerle bir
etmekten yanıtı
İranlı öğrenci Arşedir Horabiden.
Kaç yıl geçti,
düşünün. diyor,
İstanbullu Mehmet Ali

Hala Lozan'dayız
hala Berlin'deyiz
hala Paris'teyiz
Mühürdardan aşağı koyaklarda bir kum motoru,
yönü Topkapı sarayı
Sultan nevruz,
Hızır İlyas yaseminleri
Ben hep inandım
hep ama
hep
-Öğrendikçe umut daha mı geriliyor ne-
açıklaması Bolivyalı
ressam Juan Azcoitia'dan
-Hayat kavgadır beyler-
diye kafa tutansa
Jean Paul
Gözleri bir bröton kın gibi uzak dingin.
Bu gece Wilmersdorferstrasse'de Perulular çalıyor
diyip kalkıyor
Mehmet Ali
gidelim haydi...
Söylenmemiş tutkunluğunun vurduğu kumral
bakışın
Nur-u aynim,
devletli sultanım
beyninin çeperlerini kazıyan anıların
silinmez ustalığını hep bana yorma,
omuzlarına
ürpertilerle
bir ikindide hayretle bıraktığım başımı
sağaltan ellerini unutur muyum hiç.
Var mısın
gidelim henüz kurulmamış o kasabaya
asil ve hoyrat düşümüze
tek amacımız olan o yeni yepyeni hayata,
mahrumiyet bölgesinden çıkarılmak üzre
tasarlanan
birlikte çalışacağımız
dostlarla
omuzdaşlarla.
Yüksek gerilim ünitelerinin
Kanaletlerin
konutlaşma alt yapılarının
barajların
fabrika yapan fabrikaların
Shakespeare gibi Nazım gibi ustaların kaleminden
çıkmışça
güzelliğin tacıyla donanmış bir gerçeğin yaratılması için bizleri seçmiş
O kasabaya.
Bir şantiyeydi
bizim
sarayımız
olacaktı. ..
Yüksek fırınların harında
yüreğimiz taylar gibi
hasat şarkılarımız senfoni orkestralarında
seslerini çoğaltacaktı,

Olmadı. ..
Daralıyoruz
ağır bunalıyoruz
Sıkılmak hayatımızın padişahı.
İstanbul,
düşleriyle bir yerlere sessizce çekiliyor
İç yorgunluğun sana
özetliyor
yurdunu
Geçtiğin yerleri dikenler bürümüş
Sel yataklarından çamurlar akıyor
Biz senle hiçbir semti ayrı yaşamadık
birlikte
Gitmesek de tanırız
çok konuştuk.
Yılların
yığıntıları,
senin
yoksunluğun
duyularımı
vücudumu dağıtıyor dışına dışına çekip canından,
kalanı ise
herhangi
birilerine
ikimiz de
aldırmazlıkla
cömertlikle sunuyoruz

Doğduğumuz yer gençliğimizdir.

Her yitirişi bana yorma
dayanıklığımızı,
aptallıklarla katlıyoruz.
Ağzımızda Çin muzunun ballı tadını emerken
Televizyonda vuruşanları,
açları,
güzellik ecelerini
avanak dizileri
politikacıların partal hırslarını
Çok bilmişlik ayaklarına yatarak izliyoruz.
Acı kavlayıp pörsüyünce
yaşamak
duyarsızlığın
göbeğinden salgılanıyor
Çağımızın düşmanlığı emzirmemesi için
Sevgiyi bulmalıyız
Hiçbir kadın,
hiçbir erkek
birbirine değemiyor.
Görmek için bakmıyoruz ki ...
zaten
körüz.
Ağrılar
içindeyiz
Bir gençlik mi gerçeğin mirasçısı

Yalanın baştacı edildiği tarihlerdeyiz
Öylesine alıştık ki duymamaya
Kimin ne dediği
umurumuzda değil
Bin dokuz yüz seksen beşler biterken ...

Füruzan, Aralık 1985, İstanbul

Lodoslar Kenti, Yapı Kredi yayınları, S.63-75


5 Nisan 2025 Cumartesi

Sur ve Sır

düzlüğe çıkar dipteki kendini
ve sarkıt o boşluğa
anlatmak için biriktirdiklerini,
çökecek bir gün işte
ayaklarınla birlikte o toprak
söylediğin bütün sözler gömecek seni

kurşundan yaralar taşı bana
büyüsün bir iklimin uğultusuyla
dökülecek ağırlık üstümüze,
kalsın tortusu bütün gelgitlerinin
bütün uykulardan bir uykuda
büyüsün dağılışı kaç bin yıllık teninin

surların dilinde katılık
yıkıntılar içinde bir demir parçası
duvarını arayan paslı bir akrep
geçmiyor ki ırmaklar aksın
ellerinin serinliğinde
düşündüm ve köreldim dışa doğru
içime karşı hep keskin

ellerinle kuşlar getirdiğin
bir yük taşıyorum
ayın ışığından biriken
eskiden kalma bir gül bahçesinden
göğsümden iliklerime doğru
bir kaktüs yol alıyor
susadım el uzat bana

surların dilinde katılık diyorum
geçit vermiyor koşusuna ağıtçıların
ölüm yok lakin ölen çok
akmıyor diyorum ırmaklarımız
sesini dinle koşusu engellenen ağıtçıların
ama yüzlerine bakma sakın diyorum
susadım kuruyan ırmaklarımızda
yatağımız denizden çok uzak
keskinim içime karşı diyorum
büyüttüğüm kaktüs bundan

Gökhan Reyhanoğulları, Üvercinka Dergisi, Mart-Nisan 2024, S.5

Fotoğraf: Orhan Köksalan


3 Nisan 2025 Perşembe

Penceresi Önünde

Penceresi önünde karanfil saksı
Oturmuş yazar yârim, birine yazı
Kimi sever bilinmez, dumanlı başı
Zalim olma sevdiğim, kalpsiz değilim
Batmam elin üstüne, diken değilim

Penceresi üstünde, üzümlü asma
Benden başka birini, aklına takma
Benimki de yürek canım, üstüne basma
Zalim olma sevdiğim, taştan değilim
Döndür başını bir bak, haram değilim

Bora Ayanoğlu

Gece Bıçağın Ucunda

bir adım sonra ıhlamur çiçek açacak,
yüzümde esmerliğin.
yeni dünyalar, hanımeliler,
gülhatmiler ellerimizden tutacaklar
daha çok parlasın diye yüreklerimizdeki cevher.
daha insan olalım,
daha ağlayalım, daha gülelim diye...

çoğu kez anılar da düşler gibidir.
ha unutuldu ha unutulacak.
duvardaki çentik izleri olmasa
uzun soluklu beklemeler silinip giderdi
zaman ırmağının dağdağalı deltasında.
eteklerini sürüyerek ve yavaş yavaş
/ o kadar yavaş ki hiç gitmiyormuş gibi/
terk edişi bizi günlerin...

deniz kızları mı desem,
tek boynuzlu ve kanatları şeker pembesi atlar mı?
bir masal var dilimizde yarım kalan.
peri kızı ile babil kralının öyküsü...

gece bıçağın ucunda,
şah damarı kesilmek üzere.
bahçemizdeki incir fidanını sulayacak az sonra kar
en uzak ülkelere giden göçmen bulutlar,
tahta bacaklı korsanlara tutsak.

sen bir parşömene resim çiziyorsun,
antik kentler çağırıyor adımızı.
parmak uçlarım yorulmuş,
öykümüzü yazmaktan.

hiç kimsenin umurunda değiliz oysa.
herkes kendi karamsar öyküsünü yaşıyor.
ırmaklar yan yana ve uzak,
haritalar ölü seyyahların yalanlarıyla kirlenmiş.

Hatice Eğilmez Kaya, Üvercinka Dergisi, Mart-Nisan 2025, S.11


2 Nisan 2025 Çarşamba

Kıyamadığım

Hey bir zaman bakıp bakıp
Seyrine doyamadığım!
Şimdi gurbette bırakıp
Sesini duyamadığım!

Evde kapanıp kaldın mı?
Seyrana çıkıp güldün mü?
Başkalarının oldun mu?
"Benimsin!" diyemediğim!

Akıtıp gözüm yaşını
Hatırlarım gülüşünü;
Kıvırcık saçlı başını
Göğsüme koyamadığım!

Dik yamaçların selisin,
Sen benden daha delisin,
Şimdi kimlerin kulusun?
Başını eğemediğim!

Nasıl vurgunum bilirdin,
Niçin benden yüz çevirdin?
Kimlerin koynuna girdin?
Öpmeğe kıyamadığım!

Sabahattin Ali


31 Mart 2025 Pazartesi

Sana Ne Söylesem Ömrüm

Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Sen ki şiirler düşürürdün
Uzun uğultularla akan sulara
Toprağın tuzu, taşın izi olurdun

Ayışığı toplardın güllerden
Gecenin ürpertisinden çocukluğumuza
Kırgın kadınlarımıza yazılarda
Oradan oraya savurduğumuz
Sarılan sarılan yalnızlığa

Şimdi nasıl koysam yerine
Kırılan dalı, örselenen çiçeği
Okşasam usulca, öpsem öpsem
Bulutlarla düşlesem, kuşlarla düşünsem
Şiirle sağaltsam sayrı yüreğimi

Sana ne söylesem ömrüm sana
Sen ki gümüş pullar düşürürdün
Bulanık karanlığa hüznümüzün
Yeniden yeniden kazanırdık umudu
Unutulurdu yenilgi, susardı ölüm

Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Toparlan, kanınla katıl haydi,
Kalan ömrünle, kanayan yanınla
Bir yoğunluğa koy günlerini

Ahmet Uysal


Gökyüzü Anımsar Belki

1.
Bir köy mü Düzlüce
Göçmen kuşların geçerken düşürdüğü

Rüzgâr rahvan atıyla buğday tarlalarında
Bizi bir efsaneye sürgün eyledi

            Yağmur yüzlü çocuklar boyardı ufku
            İhtiyar Heyeti uğraşsın dursun
            Kim çimenlerin hayaline ortak?
            Fırça kimin elinde?
2.
Düzlüce bir köy mü
Göçmen kuşların göçerken gördüğü

           Boran Kızı'nın kağnısında dağların eğni
           ve türküsü Çalkan Hanife'nin, Saldır Aşa'nın
           hangi çayın damarlarında?
           Anımsar mı pıynarlar
           "ateşi ve ihaneti"?
3.
Bir köy mü Düzlüce
Göçmen kuşların geçerken yunduğu

           Bilmem ki nereye
           kanat çırpan leylak?
           Gökyüzüne düğümlenmiş raylar
           ellerim patika, bak

Bir köy mü Düzlüce?
Kuşların geçerken unuttuğu

Mehmet Mahzun Doğan, (8-11 Ekim 2021, Düzlüce Köyü / Banaz)

İnsan Bu Kadar Yaşamamalı, Artemis Dergisi, Hermos Şiir Dizisi, 1.basım, Ağustos 2024


29 Mart 2025 Cumartesi

Kuş ve Aşk

bu bir ayrılık valsiydi ama etmedi dans
kazakörümü bu avcı yine çıktı karşına
camküreye alev saçan batık bir kuştu o
yersiz yeminlere sığındı, yenilen sonsuzluğa

dili bale oldu dölündeki yas bir çocuk
büyüdü içindeki sis, adını yalnızlık koyduk

yeryüzü dokunaklı bir arsa, susuz oluk
yüzü ateşleyen harmanı, o bakımsız süs
ne yağmur söndürdü ne fırtına ne okyanus
asil bir periydi kucakladı tutkumu

dölü hâle oldu, dilindeki oyuk bir vaha
duruldu anılar akıntısı, kokunu bitimsiz kıldık

dolunay o usulsüz damla, aşımı kanırttı
kimi arayıp bulsam karşımda kırık bir pus
daldı avluma hızla pelerinle zırh
'kuş ve aşk' adı: içimden kaçan uçurumlar ordusu

kili kale oldu, külündeki meşale bir soluk
afaroz ediliyor arzumdan melekle şeytanın tacı

Orhan Kahyaoğlu

Hoyrat Bir Ruhun Eksilme Tabloları, Korsan Yayınları, S.43-44



Kemal Tahir'e Mektup

"Malatya" diyorum,
        senin çatık kaşlarından başka bir şey gelmiyor aklıma.
Bursa'da kaplıcalar
                   Amasya'da elma
                        Diyarbakır'da karpuz ve akrep.
fakat senin oranın,
                      Malatya'nın
                              nesi meşhurdur,
yemişlerinden ve böceklerinden hangisi,
                              suyu mu, havası mı?
Düşün ki hapisanesi hakkında bile fikrim yok.
Yalnız :
bir oda,
bir tek penceresi var:
                         çok yüksek olan tavana yakın.
Sen ordasın
dar ve uzun bir kavanozda
                              küçük bir balık gibi...
Teşbihim hoşuna gitmeyebilir.
Hele bu günlerde
              kendini kafeste arslana benzetiyorsundur.
Haklısın Kemal Tahir,
emin ol ben de öyle,
muhakkak ki arslanız,
şaka etmiyorum
                     hattâ daha dehşetli bir şey:
                                                          insanız...
Hem de hangi tarihte, hangi sınıftan,
                                                 malum...
Lâkin demir kafesle kavanoz bahsinde iş değişmiyor,
                                                       ikisi de bir,
                                                       hele bu günlerde...
— Bunu içerde rahat ve masun
                                            yatan bilir — ...

Hele bu günlerde,
Sarıyerli Emin Beyin fıkralarına gülmek,
sevgili kitapların ve domatesin lezzeti,
tahtakurularına rağmen uyku
                               — günde üç tatlı kaşığı Adonille de olsa —
ve Tahir'in oğlu Kemal
hattâ mektup gelmesi senden
ve hattâ ses duymak, dokunmak, görebilmek havanın ışığını,
karıma olan aşkımdan başka
                          nefsimin herhangi bir rahatlığını
                                                               affedemiyorum...

Fartı-hassasiyet?
Değil.
Döğüşememek,
bir mavzer kurşunu kadar olsun
                                         bilfiil
                                            doğrudan doğruya...
Ancak kavgada vurulan acı duymaz
ve kavga edebilmek hürriyetidir
                                       en mühimi hürriyetlerin.
İçerim yanıyor, Kemal,
                       dışarım serin...

Anlıyorsun ya,
zaten ettiğim lâf
                 bizim lâflarımızın herhangi biri:
                                           çok konuşulmuş,
                                                  ve konuşulmakta olan...
Şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan,
dizlerinde âtıl ve çaresiz yatan ellerine küfredip acıyarak
                                                                            bu lâfları ediyor...

Anlıyorsun ya,
zarar yok,
ben anlatacağım yine!...
Elden hiçbir şey gelmediği zaman
                                   konuşup anlatmanın alçak tesellisi?

Belki evet,
belki hayır...
Hayır öyle değil.
Hangi teselli bırak be dinini seversen bırak...
Bu, düpedüz,
başın önde, olduğun yerde dolanarak
kükremek, böğürüp bağırmak, Kemal...

                                                                         1941, Sonbahar..

Nâzım Hikmet Ran

Kuvâyi Milliye, Şiirler 3, Adam Yayınları, S.187-189



Öylesine Bir Masal ki

Benim bahçem yoksuldu;
İki dala bir yaprak düşerdi ağaçlarımdan.
Kuşlarım ödünç alırdı kanatlarını
İşlerinden yorgun dönen arkadaşlarından.

Zeytin, peynir, reçel, bal
Konserleri verilirdi her gece
Sofralardaki yapayalnız ekmeklere
Ve yokluklar yarına bırakılırdı böylece.

Soğuk sular akardı çeşmelerden,
Doktorlar saklambaç oynardı hastalarla.
Her akşamki sazlı-sözlü eğlencelerden
Çocuklar hasta olurdu pastalarla.

Aylı-yıldızlı-mehtaplı gecelerdi tüm
Sokaklar, evler ışıl-ışıl parlardı.
Çözümlemesi zor bilmecelerdi, kördüğüm;
Ve bakar bakmaz çözüm bulan adamlar vardı.

Öyle okullarımız vardı ki orada
Öğretmenler Hoca’larının öğrencisi değil.
Ner’deyse kulu-kölesiydi, kıran-kırana.
Derslere bile girilirdi arada.

Nasıl anlatsam, bizim ora’lar
Öyle sıradan bir semt, bakımsız bir mahalle değil,
Sanki Cennet’ten bir köşe,
Bağımsız bir masal ülkesiydi.

Ah! Sizler görmediniz çocuklar, çünkü
- Dilerim görmeyiniz - o günler geride kaldı.
Dinlemediniz böylesine bir öykü.
Şairine gülmeyiniz, bir masaldı.

Özdemir Asaf, Benden Sonra Mutluluk, Adam Yayınları, S.133-134


İzleyiciler