13 Nisan 2025 Pazar

"Yaram Derine Düştü" Üzerine Ek Birkaç Şey

bir kuşa kaptırdım  
kalbimin bir ucunu
kuş uçtu gitti 
uzaklara / ta uzaklara 
üstüne bomba yağan ülkelere 
                     şehirlere  
                                   kasabalara 
                                              köylere 
tuhaf şey 
kalbimin bende kalan ucuyla
  bir gökkuşağı kuruldu aramızda  
ordaki çocuklarla

Merhaba! 

Ben bu toprakların soyundanım. Dirence karışmışım gözelerde. Aşk gezer, şiir söylerim.

Bundan 5-6 ay önce Sezai Sarıoğlu ile birlikte, bir ilde bir etkinliğin konuğuyduk. Bizi dinlemeye gelen bir arkadaş, etkinlik öncesi, Sezai Sarıoğlu’nu işaret ederek “Adamın sakallarına baksana, ne güzel de aklaşmış,” dedi. Dedim ki ona, o; sakallarını, aşkın, edebiyatın, sanatın incelttiği dünya düşüyle, sözcüklerin büyüsüyle, yaşanası  dünya özlemiyle  ve şiirle aklaştırmış bir aşkıyadır. 

Yaram Derine Düştü, Sezai Sarıoğlu’nun son kitabı. Kitap  hakkında bir iki yazı kaleme aldım. Dergilerde, şurda burda yayınlandı onlar. Bu kısa konuşmamda o yazılara değinecek değilim. Ama o yazılarda eksik bıraktığım bir şey var ki onu burada, sizin huzurunuzda tamamlamasam  olmaz ve Sezai Sarıoğlu’na  da kitaba da  haksızlık yapmış olurum çünkü.

Sezai Sarıoğlu’nun, Türkiye’de yürütülen  bir döneme ilişkin devrimci  mücadelenin, Artvin - Şavşat’ta geçen kısmını ve o dönemin halk ve devlet ilişkilerini, Devrimci Öğretmen Cengiz Aksakal üzerinden görüntüye getirirken, adeta bir heykeltraş gibi davrandığını ifade etmeliyim öncelikle. Heykeltraş; eline aldığı taşı, küçük bir çekiç darbesiyle,   nasıl  şahesere dönüştürse, o da 12 Eylül Cuntası tarafından katledilen Cengiz Aksakal’ın arkasından  konuşturduğu insanların anlattıklarını, aynı şekilde bir şahesere dönüştürmüş. Üstelik kurgusal gerçekliğe kaçmadan yapmış işini. Bununla da kalmayıp, o dönemin insani ve devrimci değerleri ile günümüzde yükseltilmek istenen alçak değerleri karşılaştırma olanağı sunmuş okura. Bunu çok önemli buluyorum.

Cengiz Aksakal ve onun gibiler çok yoksul köy çocuklarıydı. Çok zor koşullarda okudular. Kendimden bilirim. Her birinin annesi, çocuğunu okuluna uğurlarken, arkasından; “okuyup adam olasın oğul, kalemden ağır yük taşımayasın,” diye dua etmiştir.

Onlar okullarını bitirip birer meslek sahibi olduklarında ayrıcalıklı olmuşlardı bir bakıma. İçinden çıktıkları topluma göre daha iyi şartlarda yaşayabileceklerdi. Ancak öğretmenlerinden öğrendikleri, kitaplardan okudukları ve kendi gözleriyle bizzat tanık oldukları şeyler, onları yeni bir gerçeklikle yüz yüze bırakmış; onlara bambaşka bir bilinç ve bambaşka bir vicdan sunmuştu.

Bu bilinç ve vicdan onları, içinden çıktıkları köylülerinin ve yoksul halkın kurtuluşu için mücadele etmeye mecbur etti… Yaşar Kemal’in ifadesiyle onlar birer “mecbur insana” dönüştüler. İnsanlığa ve devrime mecbur insanlara… Elde ettikleri ayrıcalıklı yanlarını, insanlığın yararı ve ülkelerinin geleceği için seferber ettiler. İnsanlığın oğlu ve kızı oldular. Çok ağır yüklerin altına girdiler, çok büyük bedeller ödediler.

Cengiz Aksakal, bana okumayı yazmayı öğreten, beni aklımın ve yeteneklerimin sınırlarına doğru yola çıkaran ilkokul öğretmenimin kardeşi! Ali öğretmenimin! Kitapta da rastlayacaksınız Enver Karagöz adına…  O da bana, başka türlü bir dünyanın mümkün olduğunu ilk sezdiren, yolumu aşka, edebiyata, şiire ve  devrime çeviren köylüm., ağabeyim... Beni kitapların dünyasına çeken o… İlk onun gür sesinden duydum Nazım şiirlerini. Yılmaz Güney posterlerini, Ruhi Su kasetlerini ilk onun evinde gördüm.  Kitapta adı geçenlerin  hemen hemen hepsini şu veya bu şekilde tanıyorum. Onlarla aramızda  kan bağı olmasa da düş bağı var.

Sezai Sarıoğlu, Devlet ve Devrim Dersleri niteliğindeki   kitabıyla   Cengiz Aksakal üstünden devrimcilerdeki fedakarlığı, bilinci, vicdanı ve  insanı değerleri  günümüze ve duyarlıklarımıza taşıyor. Ayrıca  hatırlamanın  büyük bir isyan olduğunu duyumsatıyor bize. Çok başarılı biçimde yapıyor bunu.

Evet! Her biri Che Guevara idi onların, her biri birer Don Kişot... Mümkün hayatlara inandılar, mümkün insan ilişkilerine aşık oldular. Onlar asla masum değildi. Çünkü çölü yeşertecek kuyunun yerini biliyordu onlar. Aslolan dünyayı yorumlamak değildi onlar için. Aslolan dünyayı değiştirmekti.  Bu yüzden Deniz oldular!
Her yerdendi onlar… Her düşünceden, her kültürden,  her renkten…  “Yaşanası bir dünya” dediler hep bir ağızdan…Bir devrim kadar ya vardı ya yoktu  sonsuzla aralarındaki mesafe… Ki biliyorsunuz!
Adil, eşit, özgürlükçü bir dünya sanki dalda elmaydı onlar için. Koparıp almak için ellerini uzattılar, fakat kolları yetişmedi.
Aşktan ve ateştendi gözleri. Sözleri aşktan ve ateşten… Onlar için gençlik dağlara karşı sevişmekti… İnsanın kendisine, insanın başkalarına ve insanın doğaya karşı yabancılaşmasını kırmak içindi seferleri…Kafa sayısı kadar düşünce, yürek sayısı kadar sevgiyle özgürlüğe doğru öyle bir yürüyüşleri vardı ki…

Doğa kıyımları yaşanmayacaktı onların istediği olsaydı. İnsan kırımları olmayacaktı bir daha. Savaş suç sayılacaktı örneğin. Silahlar dünyanın dışında bir yere gömülecek, "kısa çöp uzun çöpten hakkını alacaktı."

Avuçlarımıza bir sürü devrim düşü bırakarak gittiler. Yaşanmamış aşklara,  kurulmamış dünyalara doğru yürüdüler.   Aşk olsun onlara. Sana da aşk olsun Sezai Sarıoğlu…Sana da…

bakma sen
bir gün başka döner dünya
aş kazanır 
insan kazanır

yer çok kuşlara da
böceklere de

onarır yarasını kıyılar
şarkılar yedi dağın çiçeğine bürünür
diz boyu masallar üstünde top koşturur çocuklar

bakma sen
betonları basar çiçek 
hayat kazanır

Hayrettin Geçkin, 12 Nisan 2025, Burhaniye


                         

12 Nisan 2025 Cumartesi

Yitik Bir Ömür Hikâyesi: Özet

Ne sihirli bir sözcüktür bakakalmak
Hasrete doğru giden bir trenin ardından
Ahşap panjurlu o evin köşesindesiniz diyelim
Elektrik direğinin yanında duruyorsunuz siz de
Elinizde bir demet çiçek
Cebinizde de Park'ta kitabı Marguerite Duras'ın
Karşıda bakkal Ömer Amca
Size bakakalıyor saklandığınız utangaç kuytuda

Ne ışıltılı bir sözcüktür bakakalmak
Kalkan bir geminin ardından
Kollarınızı açmışsınız iki yana diyelim
Rüzgârda saçlarınız uçuşmuş dalga dalga
Çok uzaklarda gözleriniz
O çocuk da tutuyor sıcak ellerinizden
Titanik'tesiniz, mutluluk tavan
Güvertedeki alkışlar arasında
Nazarın eşiğindesiniz
Batmak üzere lüks kamaralar
Dans ediyor etekleriniz

Ne anlamlı bir bakıştır bakakalmak
Belirsiz bir yolculuğun ardından
Dağlar, ovalar geçeceksiniz diyelim
Yara bere içinde kalacak elleriniz
Çocuklarınız
Bir oğlan bir kız kollarınızda
Nefesiniz kesilecek çıkarken yokuşu
Yorgun, sarhoş ve huzurlu görünüyorsunuz
İmrenerek bakıyor komşular
Artık en harlı ateşte bile ısınamazsınız
Buz gibi de donmuş kalbiniz

Bakakalmak nereden baktığınıza bağlı
Bütün kuruyan çiçeklerin ardından
Kollarınız da bahardan çıkar, ürperir diyelim
Ve art arda yıkılır fildişi kuleleriniz
Kimse kalmamıştır geminin güvertesinde
Alkışlar ağıtlaşır, saçlarınız uçmaz olur dalga dalga
Anılar romanlaşır, her cebinizde bir Attila İlhan

Bakakalmak kadardır yarım yüzyıl
Bakakalmak bir kartal gibi donmuştur diyelim uzaklara
Gemiler geçer, trenler de ardından
Bacasından kara isi çöker gözlerinize
Bitmek bilmez dağlar ovalar
Geminin de batar güvertesi derin denize
Siz denizin içinde yosun tutarken
Bir çift göz buğulanır, acıtır içinizi
Ansızın yakalandığınız suyun girdabında

Ne sihirli bir sözcüktür bakakalmak
Yaralı bir rüzgârın ardından
Kokusu da siner diyelim avuçlarınıza
Dudaklarınızsa titrer ağlarken
Kafe Teras'ta beklersiniz umudu
Bir sandalye karşınızda siz konuşurken
Tutar sıcak dokunuşuyla elinizden
'Gözleri, dişleri ve ak pak gerdanıyla
Ne güzel komşunuz olur Fahriye Abla'
Saçaklarından akar hayatın pişmanlıkları
Ayaklarınıza dolanır masanın altından
Birikmiş tortusunu bulursunuz
Gözlerinizden akan yaşların
Bakakaldığınız akşamın hüznü dolar bir yandan

Dibi görmektir bakakalmak
Güneş de bırakır diyelim sizi ardından
Karanlık deliktesiniz el yordamıyla
Şaşkın, endişeli, ürkek
Anılar da çıkar kış uykusundan
Fiyakası da bozulunca iskalanmış günlerin
Acıtmak için içinizi
Kalbinizin en derinine batırır iğnelerini
Bakakalırsınız, anılar dökülür kitap sayfalarından
Geride bölük pörçük, çalakalem tutulmuş notlar
Işıkla parlatırım hayallerimi
Ölümü bir başka dizede bırakır giderim
Bu tesbih böceği yeşil dallar arasında
Bir boyalı kuş olarak doğdu

Tuncer Gönen, Üvercinka Dergisi, Mart-Nisan 2024, S.2


Barak Tarzında Keder

                Sıcak bir kış getir bana
                    uykumda sarılmam için
                                        Ülkü Tamer

Sen Agamennon de Ülkü abim
ben Nurdağı diyeceğim
bir dağ yüreğinin inleyişiyle
Arapoğlu barağı söyleyeceğim
Allah vergisi Antepli sesimle

Rakı içmek seninle Alleben'de
bir kumrunun kanadına güzellik çizmek
sonra o güzelliği aşk avazıyla bağırmak
dağın değil de bir gölün dibindeki sıcaklığı duymak
gerçek deprem bu olsa gerek: şiir gibi ağlamak

Ah! Bir dağı bir dağa çarpmak baraktır Antep'te
sahi, mecnun derler Antep'te çakılıp kalana
Onat abiden duymuştum her Antepli biraz delidir
hele söyle Ülkü abim bizden biri miydi Nakıp Ali
göğün mor pelerinini Paris'e ilk kim götürdü

Aşkta ne usta ne çırak olabildim sizler sayesinde
Antep'i gördüm göreli iki gözümde aynı yalan
belki bir barak daha söyler de
bir ırmağın yasına uyar ölürüm
Yeşilçam jönü bir Antepli gibi!

Hüseyin Alemdar, Yeşilçam, 2 Şubat 2024


11 Nisan 2025 Cuma

Anam Çaput Bağlar Gül Dalına

bir ardıç bir sedir bir sıra
                              Karaağa'da
ve üstü nehirler örtülü okul duvarları
yıkık dökük hatıralarıyla karşımda
el yazılarının izi kalmış
    alfabe sökemeyen çocukların kara tahtada
hiçbir şeyin sonu gelmemişti oysa daha
derin derin dağları soluyan babamın
sureti düşüyor sulara
ne de çok benziyor bana oysa

Karaağa'da bir ardıç bir sedir bir sıra
Üstü nehirler örtülü okul duvarları
yıkık dökük hatıralarıyla karşımda
Ötelerde helva karıyor bir ana
Yoksul ocağının başında
Evladının yüzündeki ölü kuşlara
Kuru dallar atıyor yanan ocağın altına
Salınıyor ince çayırlar son defa
boşlukta

Karaağa'da bir ardıç bir sedir sıra
    Kış denizlerini sağıyor yoksulluk
    bir daha bir daha
    karatahtada ölü kuşlar
    yağıyor kanlı çarşaflara
    ve düşlerini yuğuyor bir çocuk
    kara sularda
    gerdek kanıyla
    Çocukluğunu bozan muhtar imam baba
    ve ilk gecenin acısıyla
    yuğuyor düşlerini çığlık çığlığa
    Analar ağıt düzüyor yazmanın karasına

    Karaağa'da
    Bir ardıç bir sedir sıra
Sararan kuru bir yaprak gibi salınıyor
Çocukluğum ardıç dalında
-Ak mintan
Kirli yaşmak
Yırtık urba-

Karağa'da
ilk gecenin acısıyla
    Ve boynuna doladığı gerdek çarşafıyla
    Salınıyor kız çocukları yurdumda
ölü kuş sesleri çığlık çığlığa
    kara tahtada
    bir ana çaput bağlar gül dalına
    uzaklarda

    analar çaput bağlar gül dalına
                                    yurdumda

Gülden Mahmud

Resim: Martiros Saryan (1880-1972)


Güzdeyiş

arka bahçede o gece yarısı
rüzgârın ince nemli şarkısı
yüreğe yerleşirken kırık eğri
düşen yaprakta gizliydi çehremiz
aşkın kırkyamasıyız biz

mahcup bir eylül duruyor karşıda
mahcup bir eylül öylece orada
güneşi biriktiren çiçeğin su bilgisi
yazdan kalma anılar sarısında kimsesiz
aşkın kör kamasıyız biz

tam da bu zamanlarda bu zamanlarda işte
sınandı ipek çelik’ten bir eşikte
izmir’in ayrı duran iki yakası gibi
birleşemeyeceğini bildiğimiz ellerimiz

küskün son yaz sonrası gölgeli ve dilsiz
aşkın yüz karasıyız biz

aşkın güz yarası ...

Emel Nişlioğlu

Fotoğraf: Ann Cutting


Helin ve Mavi Şehir...

                  anısına taşkın sevgiyle...

kim söylüyor ki büyüdüğümüzü
uyuyan gül uyuyan gül
yarın kaldıracağım seni
hisset!..
açmak kırmızıyı dünyaya, farz bize!

açtıkça sen bir asrın insanlaşması 
ovaya çözüyorum gülüşünden yayılan sırları
inanılır bir maviye
imkânlı bir sevgiye
doğmuşsun! su ve çayır nasılsa öyle
bolluğu bereketi saçmışsın her yaklaşana her soluyana...

bir kepenk çekildi yukarıya
sonsuzluğa...
arda kalmış yolu soruyorsun
bir suya çarpıyor aranıyor yine çarpıyor çölde balık
bir kuş uçuyor denizi düşünüp elinden kaçıyor
o menekşe gözler yine 
dupduru 
o güneşli gülüş
ıpışık...

ey üstümüzdeki hüzün bulutu
ey sabırda saklı yağmur 
artık biliyorum 
eller erişemeyecek eşikte bekleşen dünyaya...

sendin pes etmeyen bu siyahî demde
inatla varıp suya derin derin nefesleyen
ağıtı. bir hekim büyüsüyle iyileştiren zamanı...

bu düş’ün bir uykuda geçtiğini anladım ve uyandıramadım 
kendimi
acının oltasında asılı vedanın ağır güllesi
nefesim kesilir ve çekemem
bedenim salınır ve gidemem
sezildi suyun yanıtı akıntıya ters
bir hakiki kıvrım seninki
kimsede olmayan
bir duru sevinç
biz ise buradayız yenişemeyen çokluk!

kar altında sürgün veriyor ağaçlar 
 Stockholm’ün baharında
çiçek açıyorlar özlerini ama gizleyerek becerilerini
ve ayaza karşı bir sevgiden diğerine cesaretle 
 çoğalmakta «sen» suretleri.
kıvrılan akan kıvrılan
tüm sıfatların kuş yuvası 
bezenmiş şair çiçeği
ve hercai bir menekşelik
yolunda sarıçiğdem yorgunu uzun kalabalık

ve işte 
güneş kar boran
hepsi Nisan’da bahar 
karışığız bugün hercailiğin kadar…
yürüdük
yürüdük bugün Yarva’da
kucağımızda sahici bir mevsim
vardık biz, açamamıştık gülümüzü henüz 
 oluşun sancısına
şimdinin anlam deneyi
öteki için yalınlaşmanın sevinci...
ağırla beni menekşe gözlüm
ağırla beni kuş yuvam
kıvrılan akan kıvrılan
tüm suretlerinle ağırla...

derleniş izleri uğrakların bedensiz bir saflıkta 
not düştüğün 
taç yapraklarımı, üstelik bezenmişlerken 
en verimli kırmızıya 
beklentisiz ve usulca bırakmam için
uzak durdun onlardan kusura kalmasınlar
alengirli oyuncular
isimlerinden söz ettirmiş pek mühim maskeliler
tanrıların hayalleri için kahramanlaşanlar
kibrin yıkıcılığı
ve sahtenin saltanatı

bil ki Helin’im
bil ki kuş yuvam
mavi şehre
sana gelmek için onca bedensizlik...
gülüşündeki anlam düşüyor aklıma direnişteki 
 Aşk’a mazhar her adımda
yarınlara, hepsi bu
ve tek kulaçla
herkes saflaşıyor mavi kıvrımlarında
sen tözleşirken derin sulara

herkes biliyor insan nasıl insan kalır 
bir içtenlikte bin diriliş vardır kan nasıl da 
 kardeş kalır
sana kalansa
bir kelebek ömrü
yediveren
ve hiç susmayan 
o titreşimli koza

Berivan Burkay Kaya, 20 Nisan 2017






A Be Ce

Güzelliğini düşün bir
İnci gibi harflerin
Kuş tüyü, kamış, ağaç ya da divitin
Ucunda a be ce...
Kıvraklığını düşün dilin
Akarsuyun, ay ışığının
Yapraklarla oynaşan yelin
Dağılan köpüğün
Saçılan dantelin
Şiirin, öykünün, denemenin
Sıcaklığını düşün
Bir sevda öpücüğü
Dost eli
Kimi zaman kıvrak, şen
Kimi zaman kederli
Saran, sürükleyen düşüncenin
Tutkulu, candan, yürekten
Ak kağıda kara oya
Balçığa, mermere, zamana işlenen
A be ce...

Kemal Burkay

Fotoğraf: Nanne Springer, Land In Between


10 Nisan 2025 Perşembe

Köy Enstitüleri

Onlar,
Köy çocuklarıydı
Kurumuş çalılar gibiydiler bozkırda.
Kavrulmuş ekinler gibiydiler.
Geldiler,
Yalın ayakları
Ve
Yırtık mintanlarıyla geldiler,
Gönen’e, Aksu’ya, Kepirtepe’ye.
Ezilmiş, sömürülmüş, horlanmış
Ve
Unutulmuştular bin yıldır.
Ferhat oldular,
Yardılar İdris Dağını.
Gürül gürül akıttılar suyunu,
Hasanoğlan’a.
Köroğlu oldular,
Kafa tuttular Bolu Beylerine.
Yıktılar saltanatını ağaların.
Tolstoy’u Balzac’ı okudular koyun güderken.
Mozart’ı, Bethoven’i çaldılar dağ başlarında.
Moliere’i, Sophokles’i oynadılar.
Horon teptiler Beşikdüzü’nde kol kola.
Halay çektiler Yıldızeli’nde türkülerle.
Diz vurdular Ortaklar’da efece...

Siz,
Her gece,
Mehtaba çıkarken Heybeli’de,
Onlar,
Duvar ördüler,
Çatı çattılar.
Yıldızlara bakarak yaz geceleri,
Harman yerlerinde yattılar.
Kazma salladılar yorulmadan.
Kerpiç döktüler
Kerpiç.
Sızlanmadılar hiç.
Yakıştı nasırlı ellerine,
Kitap ve çekiç.
Başladı yurt harmanında imece...
Bir gece,
Karanlık inlerinden sinsice,
Brütüsler çıktı ansızın.
Çektiler zehirli hançerlerini,
Vurdular sırtlarından haince...
Çıktı mağaralarından yarasalar,
Çıktı halk düşmanları,
Üşüştü sülükler gibi üstümüze.
Emdiler kanımızı,
Doymadılar.
Yıktılar umudunu Türkiyemin.
Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma,
Kalkınmış bir Türkiye gelir,
Köy Enstitüleri denince.

Özbek İncebayraktar



9 Nisan 2025 Çarşamba

Tutuklu Gençler Arasında

Yusufla bir Gül koparıyoruz
Birinci Koğuşun havuzundan
Şakayla karışık bir hüznün Gülü
Tutuklu olmanın gülünçlüğü
Umudun yağmuru kırmızı çiçek
Devrimin rengi, uçucu ve berrak

Eşyayı ve insanı kavramış
Usta hırsızlar arasındayız

“Tecrit”te boğucu bir gece
Beygiri bağlasak ölür
Sabaha kadar güldük durduk
Sulu bir düzenin Cezaevi güldürüsü
Muammer, Metin, Ergin
Aynı yatağa sığdık

Kimi deliyse kimi sarsak
Sevimli katiller arasındayız

Ertesi sabah Koğuşlardayız
Kesmediler saçımızı, tifo iğnesini atlattık
Herkes bize can kadar yakın
Her aydın hapse girmelidir
Halkı tanımak, Devleti görmek için

Yarısı suçluysa çoğu suçsuz
Köylüler işçiler arasındayız

Bıyıklıyız ve Bafra içiyoruz
Muammer söndürmeden içmekte usta
Fizikçi Metin Gençosmanımız
İçerlek gözlerinin arasına saklanıyor
Gülerken ve de öfkelenirken

Fosurtuyla esrar çeken
Neşeli dostlar arasındayız

Ali’nin uzun boyu kısalıyor voleybol oyununda
Gene de buranın şampiyonuyuz
İrfan’a sorarsan her makina yapılır
Biz istesek yaparız
Biçilir çelikten her bıçak, silah dökmek kolaydır
Hilesiz bir Köroğlu, Bolu taraflarından

Hayvanları seven, insanlara küskün
Yumuşak katırlar arasındayız

Ulaş Bardakçı, Erhan Yıldırım
İkisini ilk günler ayıramadım
Ulaş biraz daha canlı, Erhan biraz daha ufak
Tunca, bir büyük suyun durgunluğudur
Bir delik bulsa fışkırıp çıkacak
Kurtuluş savaşı günlerinde
Bu çocuğa köprü uçurtacaksın

Yarım yaka, sıfır papuç
Yüzleri eskimiş bebeler: Dördüncü Koğuş

Münir Aktolga, Münir Ramazan
Ataların Yörük ya da Çerkes
At sırtında yaylalardan indiler
Yüzünü yazdılar sana, çekik gözlerini çizdiler
Devrimcilik: artık onu da kendin ekleyeceksin

“Barış içinde birlikte yaşama”ya alışık
Uyuz kediler, saldırgan fareler arasındayız

“Bîgayrihakkına yatıyorum” diyor
“Kan dolu ciğerlerime hâkim bey” diyecek ilk
duruşmada

Almanya’dan bir mektup gelmiş yeğeninden
Suçsuz olduğunu söylüyor
Birol Ertuğrul -şaka bir yana-
Buraya en çok yakışanımız
Saçları usturalı daha ilk günden

İşlek helâ kokusuna karışan
Yemek kokuları arasındayız

İbrahim’i- ki zeki olmasa çirkin olacak
Yargıladık aramızda: öz eleştirme yapmıyor hiç
Cezası: bir tencere su getirmek koğuşun helâsından
Biz tahta kaşıklarla içerken suyu
Nasıl yakalandığını anlatıyor Mardin’de
Polis telsizinin yanlışlığı yüzünden
İzrar yerine Esrar suçundan

Şaka, şenlik, cilve, cümbüş bir yana
Demir parmaklık ve dört duvar arasındayız

Müfit, r harfini peltek söylüyor
Ve bunu ekliyor bıyıklarına
Küçük Forumunda avlumuzun
Her zaman sevimli, her gün hırçın
Devrim soluğunu tartışırken Kurtuluş Savaşının

Haftada altı gün hapiste yatan
Çileli gardiyanlar arasındayız

Yusuf’la bir Gül koparıyoruz
Birinci Koğuşun havuzundan
Gül: her zaman yerini bulan gürültülü çiçek
Umudun yağmuru sevdalı çiçek
Devrimin rengi, uçucu ve berrak
Çakıyla kessem göğsümü, akan Gül olsa gerek
Kalın, kıllı bileğimi kessem

Üstümüzde boydan boya Gökyüzü
Solarken ipek gibi bir Haziran bir Temmuz

Çocuklar sabırlı olun
Tutsaklık özgürlük arasındayız
Bağımlılık bağımsızlık arasındayız
Bugün ile Yarının arasındayız
Düzen ile Devrim arasındayız

Ovalar Dağlar arasındayız
Çiçekler, Ormanlar, Çalılar, Kuşlar, Kayalar...

(1969)

Ergin Günçe  (1938 - 1983)


8 Nisan 2025 Salı

Kâtipler Oturmuş Derdimi Yazar

Kâtipler oturmuş derdimi yazar
Dem bir gelir geçer devran eylenmez
Felek vurdu yıktı burç hisarını
Yel eser savurur harman eylenmez

Bu dünya dediğin bir sınık yaydır
Evveli toy düğün ahiri vaydır
Dört kapılı ulu hoş bir saraydır
Konan göçer imiş kalan eylenmez

Yüreğimde vardır aşk ile yara
Varayım tabibe bulayım çare
Fırsat elde iken gel uy katara
Senin için yolda kervan eylenmez

Abdal Pir Sultan'ım keremler kani
Nereden geliyor canımın canı
Sensin bu gönlümün şahı sultanı
Sensiz bu cesette bu can eylenmez

Pir Sultan Abdal


Şarkısı Lirik Bir Şairden!..

İlhan Kemal, yatağını gittikçe genişleten ve akışı ötelerden duyulan debisi yüksek bir şiir yazıyor.

Sanki gündelik bir tazelenme hevesi var yazdıklarında. O da derece tutkun ve âşık yaptığı işe. 2006’da Mağmum’la başlayan yazma serüveni, son kitabı Şarkısı Lirik’in* adı gibi kesintisiz ve coşkulu biçimde devam etmekte Onu bu kadar çalışkan ve soluklu kılan nedeni öncelikle arayış hâlinde olmasına bağlamak gerek. Üstelik hazır bir sözlükten beslenmiyor,  yaratıcı zihnin soğuk bir demirci edasıyla öne çıkardığı yepyeni sözcüklerle de buluşturuyor okuru.

Şiir bir yenilenmedir her şeyden önce. Bunu bilmeyene, yabancılaşmayla birlikte dilin de çürüdüğünü anlatamazsınız kolay kolay. Oysa şair, o kokuyu yakından tanır ve yeni bir dille toplumsal belleği çatlatmaya çalışır. Bir yerde insanı kendine döndürmeyi amaçlayan  kişilik savaşımıdır sözü edilen. Bizi yabancılayan dilin farkına vararak dönüşümsel bir sürece gireriz böylece. Bu anlamda sorunsalla birlikte yüklendiği tatlı bir huzursuzlukla karşı karşıyadır şair:

”En büyük huzursuz benim
Dert ediniyorum memleketi, Cumhuriyeti
Olur şeyi, olmaz şeyi, olur olmaz şeyi
Bir bahçeden koparınca birileri bir çiçeği
Ben de kırılıyorum orta yerimden çıt diye” (s:17)

Siz bakmayın "Megalomani" gibi bir başlığın görüntüsüne! İlhan Kemal’in ironisi "ince şeyler"i gözden geçirerek seslenir kulağınıza. Çağrısı oldukça yalın ve büyülüdür. Tam bu noktada ‘megalomani’, ‘adanmışlıkla yer değiştirir:

"Tutkulu bir âşığım, ışır zifirin içindeki ben sevince
Ben öpünce yeşerir duygunun solmuş yaprakları
Yeni bir duyuş başını uzatır göçükler altından
Yaşamın kökü tam da kuruyuşa ramak kalmışken
Can suyu taşar nehri, damarda dirim şeneltir" (s:40)

Göçüklerin en ağırı ve en ahrazı, hiç kuşkusuz insan göçüğüdür! Şair, sözcük sözcük kazarak iner o korkunç boşluğa. Her şey geçmişle gelecek arasındaki organik bağı yeniden kurmakla ilgilidir. Öyle ki göçüğün şiddeti büyük fotoğrafı sarsan bir yıkımı işaret eder. Gerisini şairin yakınmasından dinleyelim:

"Hiç bu kadar rüsva olmamıştı umut ülkesi
Hiç bu kadar solmamıştı kut ırmağının mavisi
Hiç bu kadar gecikmemişti yağmur, ıramamıştı su
Hiç bu kadar heba alışığı olmamıştı var olmak" (s:64)

Ne ki “Kalbim! Serserim! Günlere güneş çağanım!” (s:71) diye haykıran birinin yakınması çok uzun sürmez. Sanki bir “Güneş Ülkesi”ni (Salâh Birsel’in bir şiiridir) anlatır gibi muştular yayar ardı sıra:

"Bir gün biz geleceğiz ve müjde kuşları uçuracağız
Lâmbalar asacağız zifiri tavanına gökyüzünün
Ve ünleyeceğiz: Gözünüz aydın ışık bekleyicileri!
Uykularınızı yataklığa kaldırın, size sabah getirdik!
Yok ediciler ki yok olup gidecekler, o gün gelecek" (s:54)

Özetle Şarkısı Lirik’i okumak için pek çok nedenimiz olduğunu söylemeliyim.
Daha fazla gecikmeyin bence.

* Şarkısı Lirik – İlhan Kemal, Şey Kitap, 1.Baskı Şubat 2025

Ahmet Günbaş


Telefon

Gözlerin var ya çekik kara kara
Önce gözlerindi en güzel ışık
Beyaz dişlerindi bacakların omuzun
Damalı örtüde bir kase çorba gibi
Buğulu bir lezzetti karı kocalık
Şimdi bir çınar yeşeriyor içimde
Bir şarkı söylenir uzun uzun
Hürriyetin rüzgârlı bayrağı oldu
Bize yeten aydınlığı sevdamızın

Aman dayanamazsam ne etmeli
-Bütün pencereler üstlerine açık
Kimler soyar çocukları kimler örter
Biri on bir yaşında öteki küçük
Ya anne diye bağırırsa uykusunda
Belki korkmuş belki de susamıştır
Geceleri su içmeye alışık
Çorap öyle mi giydirilir don öylemi bağlanır
Gömleği bir tuhaf sarkıyor arkasında

Çocuklara bakma dayanırım
Gide gide çoğaldım halkım ben artık
Dağ taş kalabalık kalabalık
Satar mıyım onları onlar da çocuklarım
Ben kadınım çocuklarımla varım
Telefon nafile açmam seni
Söylemez dillerim yarınla bağlı
Tutmaz parmaklarım kocamdan belli
Telefon benimki de analık

Çocuklara bakma dayanırım
Sevgiydim önce bir çeşit incelik
Şimdi ise yarıyorum kaba saba
Tuzlu bir deniz kokusu havada
Benimle başladı bu müthiş tazelik
Benimle yaklaştı güzel günler
O günlerin eşiğinde beni hatırlayın
Hatırlayın onların vahşetini
Her telefon çalışta kesik kesik

Oktay Rifat

Fotoğraf: Sabiha Rifat, Oktay Rifat


İzleyiciler