30 Ocak 2011 Pazar

Sular Gibi


Sesin bir fesleğen olup kokardı
Ben bu yüzden hep türküler yakardım
Yakın gelip uzak uzak dururdun
Keder dolu ömür geçti bilmedin

Seni baharlara yazlara sordum
Seni yolculara yollara sordum
Kimse bilmez kimse bilmez bu aşkı
Keder dolu ömür geçti bilmedin

Bir yel esse selamın var sanırım
Turnalar göç eder bakakalırım
Hasret türkülerle büyür durmadan
Keder dolu ömür geçti bilmedin

Ahmet Telli

Yorum: Tolga Çandar & Seza Kırgız




20 Ocak 2011 Perşembe

Tahtadan Yaptığım Adam


tahtadan yaptığım adam

ne yemek yiyor
ne konuşmak biliyor
kaskatı gözlerle
görünmez yerlere bakıyor

tahtadan yaptığım adam
hatırlıyor ki
bir zaman
nefes alan
ince ince yaprakları vardı
toprağı iştiha ile yiyen
liften
ince ince ağızları vardı

tahtadan yaptığım adam
ağaçtan uzaklaştı
ve insana yaklaştı
yazık ki
ne insan oldu
ne ağaç

Asaf Halet Çelebi

16 Ocak 2011 Pazar

Leonardo’nun Kökleri İstanbul’ da Çıktı

Gelmiş geçmiş en ünlü dâhilerden biri O ! Ressam, heykeltıraş, mimar, müzisyen, mühendis, bilim adamı… Sanatı ile Rönesans’a damga vuran, hayatını konu alan yazarları milyarder yapan Leonardo Da Vinci, şimdi de annesi ile gündemde. Robin Maxwell’in geçen yıl İngilizce yayımlanan “Signora Da Vinci” kitabı Everest Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrildi. Kitap günümüzde sayıları hızla artan popüler tarih kitaplarına çarpıcı bir örnek oluşturuyor. 

Kitapta Caterina İtalya’ nın Vinci kasabasında geleneksel bir eczacı olan babasıyla birlikte yaşayan, dönemin standartlarına göre “fazla meraklı” bir kız. Kırlarda, bahçelerde geçen serbest çocukluğunun ardından sekiz yaşına geldiğinde babası Ernosto ona eczacılığı, tedavinin ve büyü yapmanın formüllerini öğretir. Özgür bir ruha sahip olan Caterina, kırlarda ot toplamak amaçlı gezintilerinden birinde komşu oğlu Piero ile tanışır. Elbette büyük bir aşk başlar, ancak imkânsız bir aşktır, çünkü Piero’ nun ailesi zengindir, Caterina ise bir köylü kızıdır neticede. Bu durum Caterina hamile kaldığında evlenmelerine de mani olur. Dönemin İtalya’sında babasız bir çocuk doğurmak, bir kadın için toplumun kıyısına itilmektir. Caterina “kocaman anne yüreği” ile tüm güçlükleri göze alır ve çocuğunu, yani Leonardo’yu doğurur. Yıl 1452, Caterina henüz 16 yaşındadır. Birkaç yıl büyütür oğlunu, yanından ayırmaz, ancak Leonardo dört yaşına geldiğinde Caterina’dan alınır ve babasının ailesine verilir.

Roman bu minvalde sürükleyici bir şekilde ilerliyor. Peki Maxwell’ in çizdiği, oğlunun dehasında büyük izi olan “dahi köylü kız Caterina” karakteri ne kadar gerçek? Tarihçilerin hemfikir olduğu noktalar var; mesela babası Ser Piero, Leonardo doğduktan kısa bir süre sonra Albiera ile evlendi, annesi de birkaç ay sonra evlenmekte gecikmedi. Annesi ile babası evlenmediği için Leonardo evlilik dışı bir çocuk olarak yaşamanın zorluklarıyla büyüdü. Üniversiteye gitmesi yasaktı. Temel eğitimini okulda aldı fakat Latince, matematik, fizik, anatomi gibi bilimleri kendi çabalarıyla öğrendi. Babasının ailesinin evinde büyümesine rağmen yasal olarak onun varisi değildi, yaygın geleneği izleyerek babasının adını dahi almadı.

Uzun yıllar, Leonardo doğduğunda 25 yaşında olan babası Ser Piero di Antonio’ nun noter, annesi Caterina’ nın ise bir köylü kızı olduğuna inanıldı. Oysa son araştırmalarla Caterina’ nın hayatındaki sırlar aydınlanıyor. Bir iddiaya göre Caterina Orta Doğu kökenli bir köleydi ve İtalya’ya İstanbul’dan gelmişti. Köle sahibi olmak o yıllarda Tuscany’ de çok yaygındı. Üstelik sonradan Hıristiyan olan köle kadınların yaygın olarak aldığı isimlerden biri Caterina’ydı. Bu bilgiler, 1493 yılında Milano’ya gelen ve hayatının son iki yılını oğlunun yanında geçiren Caterina ile Leonardo’nun mektuplarını inceleyince ortaya çıktı. Da Vinci Müzesi’nin 25 yıllık araştırmaları sonucunda gün ışığına çıkan mektuplarda, ilişkilerinin giderek yakınlaştığı görülüyordu. Hatta annesi öldüğünce cenaze masraflarını Leonardo ödedi. Müze Müdürü Alessandro Vezzosi’ ye göre mektuplar Caterina’nın Orta Doğu geçmişinin sanatçı, matematikçi ve felsefeci olarak Leonardo’nun üzerinde sanılandan çok daha fazla etkili olduğunu gösteriyor. Vezzosi Leonardo’nun hayatının son yıllarında Orta Doğu’ya giderek daha fazla ilgi duyduğunu belirtiyor.

Chieti Üniversitesi Antropoloji Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Luigi Capasso, bu bulgulara yenilerini ekledi. Üç yıllık bir araştırmada, sanatçının 52 eserindeki 200′e yakın parmak izi kalıntısı incelendi. Sonuç, Leonardo’nun parmak izinin yüzde 60 Arap özellikleri taşıdığı idi, ki annesinin Orta Doğulu bir köle olduğu bulgusunu kanıtlıyordu. Bu iddialara karşı çıkanlar da oldu, bazı uzmanlar parmak izlerinin Leonardo’ ya değil, zaman içinde tablolara ya da el yazmalarına dokunan kişilere ait olabileceğini ileri sürüyor. Ancak Capasso’ ya göre, Da Vinci’ ye ait olduğundan şüphe edilmeyecek izlerin varlığı göz ardı edilmemeli. 

Leonardo ve Caterina’ ya dair son bir iddia da Kanadalı araştırmacı Louis Buff Parry’den geldi. Parry’ye göre Caterina sadece Orta Doğulu değil, bir Müslüman’dı, üstelik Azeri! “İstanbul’dan gelen kölelere İtalya’da Caterina ismi verilmesi yaygındı” diyen Parry, iddiasını daha da ileri götürüyor ve Leonardo’nun annesinin izlerini aramak için Anadolu’ya ve Azerbaycan’a seyahat ettiğini söylüyor.

Sigmund Freud’a göre Leonardo’nun annesi tarafından çok küçük yaşta terk edilmesinin etkileri en çok bu tabloda görülür. Tabloda İsa’ya uzanan Meryem ve annesi Hena, Leonardo için annesi Caterina ve üvey annesi Albiera’yı sembolize ediyor Da Vinci’ nin Anchiano’da doğduğu çiftlik evi olan “Casa Natale di Leonardo”, 80′lerin ortasında restore edildi. Bugün Da Vinci’nin çalışmalarının sergilendiği bir müze.


(sanatmedya.com isimli kültür sanat sitesinden alıntılanmıştır) 

15 Ocak 2011 Cumartesi

Beni Öp Sonra Doğur Beni

Şimdi
utançtır tanelenen
sarışın çocukların başaklarında.

Ovadan
gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
çeviriyor o küçücük güneşimizi.

Taşarak evlerden taraçalardan
gelip sesime yerleşiyor.

Sesimin esnek baldıranı
sesimin alaca baldıranı.

Ve kuşlara doğru
fildişi: rüzgarın tavrı.
Dağ: güneş iskeleti.

Tahta heykeller arasında
denizin yavrusu kocaman.

Kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
- uykusuzluğun sütlü inciri -
kovanlara sızmıyor.

Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.

Cemal Süreya


9 Ocak 2011 Pazar

İllet-i Güzidedir Aşk

Freud “Yaşam belirtisinin kökenini duygulanma; duygulanmanın da temelinin aşk” olduğunu söylerken Victor Hugo “Aşk bir deniz, kadın onun kıyısıdır” der.

Bana soracak olursan aşk, Yazar Victor Hugo’nun ironisinden ziyade, cinsiyet farkı gözetmeksizin hayatımızı vakfettiğimiz illet-i güzide, dönülmez akşamın ufku, oyalarımıza dantel dantel işlediğimiz içselliğimizdir.

Aşkın nasıl yaşandığı da önemli tabi.

Bazıları aşkı uzaktan yaşar, aşk aurada var olmamalıdır, çünkü beş metreden daha yakın mesafede ya enfarktüs geçirilir ya da su etkisi yaşanır ve aşk ateşi söner. Kimileri ise meydan okur aşka.. Korkar, istemez, ancak bir gün aşkın kıskacına öyle bir kapılır ki eli ayağı dolaşır ve bu etki yıllarca devam eder. Diğerleri de, daha önce anlattığım gibi aşkı bir marka değeri olarak görerek, o markayı yakasında “elegant” bir rozet olarak taşımak ister.

Halbuki aşk; aktris ve aktörleri belli olamayan, hesabı yapılamayan bir içselliktir. Bir bakışa, tavra, düşünceye kısaca O’nu bütünleyen herhangi bir olguya atfedilir.

Birkaç hafta önce bir arkadaş toplantısında “hangimiz artık karımıza aşığız ki !” lafına irkilerek şahit oldum ve yine kendimi tutamayarak “e demek ki sen aşık olmamışsın” deyiverdim.

Bu örnekte, belli ki kadın adamı mevki, para, araba gibi maddelerle; adamsa kadını yanında gururla taşıyabileceği “sarı gacı” olarak kabullenmişti. Birçok insanın yaşadığına benzeyen bu açmazı görmeye gönlüm el vermese de, “aşk” ın herkesçe yaşanamayacağı gerçeğini kabul ederek hadiseyi atlatıyorum.

Yukarıda küçük bir örneğini ilettiğim ve duyguların çıkarlara ezeli rakip olduğu günümüzde aşkı dillendirmek zor zanaat. Çünkü, insanın temel olduğu her zemin kaygandır ve bu kayganlık kimi zaman mantık, kimi zaman akıl, kimi zamansa duyguyla atılır. Aşk, bu zeminin mantığa en ters düşen tabakasıdır, çünkü sebebi olmadan bir bağlılık içerir ve mantıkla aşk hep çatışır, çatıştırılır.

Bu çatışmanın galibi kimdir bilinmez, çünkü aşkı besleyen kaynağın sebebi mantık ve aklı besleyeninki kadar gözle görülüp elle tutulmaz, çevresel etkilere maruz kalmaz, kördür.

Bir başka ifadeyle aşk; emek ve zamanla beslenir, zaman aralarını doldurarak değil; aşk, cennetin kapılarını sonuna kadar açtığın, cehennemi yaşamayı göze aldığındır ve aşk, ne gözünü alabildiğin ne de göze alabildiğindir; en önemlisi aşk bitmez, sonsuzluktur.

Demem o ki; aşkı yaşamış ya da yaşayan şanslı azınlıktansan; O’ nu bigudilerle ya da traş olurken görme pahasına da olsa değerini bil. Aksi takdirde, mantık kümesine hapsolmuş ve her anını banknotlarla mutlu etmeye çalışan çoğunluktan olabilirsin.

Ve siz, hala aşkı arayan kronik çekingenler! Aşk denizi kıyısında sizi bekleyen kadını ya da adamı göremiyor olabilirsiniz; unutmayın ki, aşk gözlerin içinde saklı engin bir ışıktır. Bulursanız, ne pahasına olursa olsun, bırakmayın!

Evrim Gözener
http://www.hayatadokun.net/?p=954

8 Ocak 2011 Cumartesi

Kar

Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.

Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram...

Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın

Ahmet Muhip Dıranas

6 Ocak 2011 Perşembe

Ayrılık Sevdaya Dahil


1.

açılmış sarmaşık gülleri
                    kokularıyla baygın
en görkemli saatinde yıldız alacasının
gizli bir yılan gibi yuvalanmış
                    içimde keder
uzak bir telefonda ağlayan
                    yağmurlu genç kadın

2.

rüzgâr
uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
mor kıvılcımlar geçiyor
                    dağınık yalnızlığımdan
onu çok arıyorum onu çok arıyorum
heryerinde vücudumun
                    ağır yanık sızıları
bir yerlere yıldırım düşüyorum
        ayrılığımızı hissettiğim an
                    demirler eriyor hırsımdan

3.

ay ışığına batmış
        karabiber ağaçları
                    gümüş tozu
gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar
yaseminler unutulmuş
                    tedirgin gülümser
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
        çünkü ayrılık da sevdâya dahil
                    çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
hiç bir anı tek başına yaşayamazlar
                    her an ötekisiyle birlikte
                                herşey onunla ilgili

telaşlı karanlıkta yumuşak yarasalar
gittikçe genişleyen
            yakılmış ot kokusu
                    yıldızlar inanılmayacak bir irilikte
                    yansımalar tutmuş bütün sâhili
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil
            çünkü ayrılık da sevdâya dahil
                    çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili

4.

yalnızlık
hızla alçalan bulutlar
            karanlık bir ağırlık
hava ağır toprak ağır yaprak ağır
su tozları yağıyor üstümüze
özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır
            eflatuna çalar puslu lacivert
                        bir sis kuşattı ormanı
            karanlık çöktü denize

yalnızlık
çakmak taşı gibi sert
            elmas gibi keskin
ne yanına dönsen bir yerin kesilir
            fena kan kaybedersin
kapını bir çalan olmadı mı hele
elini bir tutan
bilekleri bembeyaz kuğu boynu
            parmakları uzun ve ince
sımsıcak bakışları suç ortağı
            kaçamak gülüşleri gizlice

yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
            ölü bir gezegenin
                    soğuk tenhalığına
                                benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
                            suç ortağı bir sevgiliyle

5.

sanmıştık ki ikimiz
            yeryüzünde ancak
                            birbirimiz için varız
ikimiz sanmıştık ki
            tek kişilik bir yalnızlığa bile
                            rahatça sığarız
hiç yanılmamışız
            her an düşüp düşüp
                            kristal bir bardak gibi
                                        tuz parça kırılsak da
hâlâ içimizde o yanardağ ağzı
            hâlâ kıpkızıl gülümseyen
                            -sanki ateşten bir tebessüm -
                                        zehir zemberek aşkımız

Attilâ İlhan

Bahar Gelsin Şu Dağlara Gideyim

Bahar gelsin şu dağlara gideyim
Belki derdimize çare bir çiçek
Toplayıp devşirip harman edeyim
Açılan yaramı sara bir çiçek

Çünkü o da bir çiçeğin delisi
Kelebektir böceklerin alisi
Yeşil yamaç tabiatın halısı
Nakış dökmüş ara ara bir çiçek

Kara taşta ala geyik sesi var
O geyiğin ıssız taşta nesi var
Kavalın bir acı inlemesi var
Çobanı düşürmüş zara bir çiçek

Ben de bir aşığım Reyhani adım
Sorun çiçeklere az mı yalvardım
Benim tabiattan bir tek muradım
Götüreyim nazlı yara bir çiçek

Aşık Reyhani

4 Ocak 2011 Salı

İyi bir yaşamı, her sabah ayakkabılarımızı boyayarak kazanacağımız olumlu hislere indirgeyen seminerler, eğitimler ve benzer tüm süreçler yeni yüzyılın karşı (lıksız) mutluluk argümanlarıdır..

Hüseyin Murat Çinkılıç

3 Ocak 2011 Pazartesi

dal ve kuş

her kuşun soluklandığı bir dal vardır 
dal kuşun kalbine dokunmak ister 
kuş göğün kalbine... 
her dalın uzadığı bir boşluk vardır...

hüseyin murat çinkılıç
 

30 Aralık 2010 Perşembe

giderken söylenmiştir

I
bakın ne diyorum, dünya
sekerek yürüyor, gözümden düştü ya

seviyorum aklımın almadığı şeyleri
titriyorum emin olduğum zaman
evlerin ev halkının ve devletlerin
gidiyorum bıraktığı boşluktan

nefes alıp emek veren, insan görünce kaçan
gereksiz harcamalar gibi herkesin
canını sıkan ve sonra bakan
gidiyorum, bu kesin.

II
toprağım ben, dünyanın kök saldığı
ancak uyurken Rabbime nazım geçer

dünyayı, o görkemli hastayı
belki bir rüzgar eser beni görmeye
diyerek bekledim ve düşündüm ki
gözlerim kalacak benden geriye

suyu görünce susan bir anneyle bir baba
gibi yaşadım bir kabuğun altında,
dedim bir şey gösterin isim koyacak
bir şey gösterin, şaşırsın bana

III
bu kadar mezarın arasında ne büyür
ey ölüm, gel otur şuraya ve düşün

sözcük yapımında kullanılan
bir şeydir senin gülüşün
herkes güzeldir sustuğu kadar
sen de güzelsin, bu mümkün

ne kaldı geriye aslına uygun olan,
tutumlu güneş, girişken gün
gibi sen kaldın, eli ekmek tutan
bir bahçe kadar düzgün

İbrahim Tenekeci


27 Aralık 2010 Pazartesi

Bir Sabah Sevgiyle Uyandır Beni


Acımın alnından öperek uyandır bir sabah beni
dışarıda güneşi ve baharı yağarken yağmur.
Yüreğimde bir müzikle uyandır beni
tüy parmaklarını ağrıyan yerlerimde gezdir.
Saçlarımdan zamanı geçirerek uyandır bir sabah.
Sen günün şiiri ol, ben şarkını besteleyeyim.
Sen narin bir nar fidanı gibi salın rüzgârda
ben yanında yaralı bir dize gibi durayım.

Aşk ve Şiirle barışan bir dünyaya uyandır bir sabah beni


Fikret Demirağ

İzleyiciler