8 Şubat 2017 Çarşamba

Bir Soru İşareti

Bir kekik kokusu tüter sabahın seherinde
Denizde bir balık kayar, bir yıldız solar gökte
Ve sabah türkü gibi yayılır
Salyangozların izleri uzar toprakta
Otların arasında gider kaybolur
Bir salyangoz kadar olamadım, der şair
Ayak izlerimi tutmayan topraklarda yürüdüm
Unutmasını bilen kadınları sevdim
Trenle geceyarısı geçilen kentleri..
Şimdi bir soru işareti gibi kaldım şu dünyada.
Dokunup yaprakların üstüne düşmüş çiylere
Uzanıp gölgesine bir portakal ağacının
Kulak vererek cırcırböceklerinin sesine
Bu şiiri uyku haliyle yazdım
Akdeniz bir çaydanlık gibi fokurduyordu az ötede
Biraz sonra kalkıp yüzümü yıkarım artık
Sonra bir kitap okurum, ya da çiçekleri sularım.

Ahmet Erhan

15 Ocak 2017 Pazar

Avara

anımsıyor musun ?
bir çetemiz vardı: Vahşi Siyah Atlar
ısmarlama serserilikler yaşardık
kimselere bir şey demeden kaçıp gitmeler gibi
sokaklarda sabahlamak, parklarda yatmak
yabancıları mahalleye sokmamak gibi
Ve bir gün gideceğimiz Amerika vardı
herkesin bir Amerika'sı vardı o zamanlar
herkes gece istasyonlarında
kendi Amerika'sını arardı

kısık ışıklı arkadaş odaları
plağın bir yüzünü kaplayan uzun parçalar eşliğinde
kendi rüyalarımıza dalar, dağılırdık
okyanuslar, gemi yolculukları, kanayan ıslıklar
ve dünyanın bütün limanları
önümüzde sessizce uzardı

BİTERDİ PLAK. DİSK BOŞA DÖNERDİ.
DÜŞLERİMİZ ÇARPIP GERİ DÖNEN SULARDI ŞİMDİ
BÖYLE ZAMANLARDA İLK SÖZÜ SÖYLEMEKTEN
KAÇINIRDI HERKES
SONRA BİRİ USULCA KALKAR, HERKESE ÇAY KOYARDI
ANIMSIYOR MUSUN?

Vahşi, siyah atlardık
kentin ışıklı çöllerinde kendi izini arayan
deri ceketlerimize sığdırdığımız düşlerimiz kadar
aşık ve düşmandık
dünya acıtırdı bizi, herşey kanatır, herşey yaralardı
sevişmek çekip çıkarmazdı bizi derinliğimizden
öfkemizi dindirmezdi hiçbir şey
geceleri uyumayan çocuklardık,
otobüs garlarında uzun maceralar umar
apansız yolculuklara çıkardık
uykulu kentlere girerdik gece yarıları
ıssız ağaçlar olurdu yol kenarlarında
gökyüzünde parlak yıldızlar, her yere aynı uzaklıkta
sarhoş bindiğimiz otobüsün penceresinden
sanki bambaşka bir dünyaya bakardık
sonra saklayarak yüzümüzü birbirimizden
yumruklarımızı sıkar, sessizce ağlardık
ışığı açık kalmış pencereler, kepengi örtülü dükkanlara,
yaz bahçelerinden taşan çiçeklere,
adını bile bilmediğimiz bu kente
neye olduğunu bile bilmediğimiz bir hasretle
uzun uzun bakardık
anımsıyor musun?
ahh o gece yolculukları
bir başka kente, bir başka insan olmanın umutları
kaç yol arkadaşı kaldı şimdi geriye
gençliğin ilk acılarını birlikte keşfettiğimiz
kaç yol arkadaşı?
sürüyerek götürdüğümüz dargın beraberlikleri saymazsak
ne kalıyor elimizde?
ölenler,
terkedenler,
bir de telefonları, adresleri, kendileri değişenler

vahşi siyah atlardık; yılkıya bırakıldık
içimizden kimse gidemedi Amerika'ya
kendi Amerika'sı da olmadı hiçbirimizin
yağmur aldı
rüzgar aldı
zaman aldı
o vahşi siyah atları
herşey o eski rüyada kaldı

çarpıp geri dönen düşlerimizin üstünde
çürümüş cesetleri yüzüyor şimdi vahşi siyah atların
öldükleri sahilleri kendileri de bilmiyorlar
peki, sen anımsıyor musun ?

Murathan Mungan


9 Ocak 2017 Pazartesi

Ulmlu Terzi

Piskopos, uçabilirim, 
dedi terzi piskoposa. 
Bir uçayım da gör! 
Ve bir çift şeyle, 
kanada benzer, 
tırmandı kilisenin koca çatısına. 

Piskopos yürüdü gitti. 
Al sana bir palavra, 
insan kuş değil ki, 
uçamaz hiçbir vakit, 
dedi piskopos bu işe. 

Terzi cartayı çekti, 
dedi halk piskoposa, 
amma da gülünç iş ha, 
kırık kanatlarla saplandı yere, 
işte durur parça parça 
alanın katı toprağında. 

Çalsın kilisenin çanları! 
dedik ya, palavra, 
insan kuş değildir, 
uçamaz hiçbir vakit, 
dedi piskopos halka.

Bertolt Brecht

8 Ocak 2017 Pazar

Motorcu İbrahim’in Bahçeli Evleri

İstanbul'un Şirinevler semtini oldum olası hiç sevmem. İbrahim'i de ilk kez burada gördüm. Ucuz alınmış otomobilin motoruna bakıyordu. Dinçti, saçları siyahtı, konuşkan bir hali yoktu.
Zaten onu nişandan sonra herkes övdü.
– Ağır başlı bir bey, dediler.
– Ama kadın, kadın kimseyi konuşturmuyor ve tıkıyor her sözü İbrahim'in ağzına.
Çocuk otomobilin çevresinde çimen üzerinde zıplıyor.
– Babamın otomobili, baba baba.
İbrahim motorun başında uzun süre çalıştı.
O sıcak yaz günü ben niçin Şirinevler'e gitmeye kalkışmıştım. İbrahim'i mi görmek istemiştim.
Yoksa yapacak hiçbir işim yoktu da gidenlerin peşlerine mi takılmıştım.
Cumartesiydi.
Yanında biraz olsun gerçekçi olmayı başarabildiğim sümden o gün de uzak kalmamak içindi bu gidişim.
İbrahim'in elinde bir baston vardı.
Boyu uzamış, biraz zayıflamıştı.
Tutmayan bacağını sürükleyerek evin içinde dolaşabiliyordu. Saçları bir yaz önceki kadar siyah değildi.
O sessiz adam yitmiş.
Korku içinde,
– Hö hö hö, diye ağlamaya başladı bizi görünce.
– Sus sus, dedi süm.
– Oğlun yanına aldıracak seni.
– Beni beni, bu bastonla dövüyor kadın, dedi İbrahim.
– Aaa dövüyormuşum, yıkıyorum seni, bakıyorum sana nankör, nankör.
– Dövüyor, istemiyor, gidiyorlar, geziyorlar.
– Çoktan boşandık, dedi, kadın.
– Çocuğun için sen geldin gidemedin ki.
– Ooohh takımlarınız da var dolaplar, tuvalet masaları, koltuklar, halılar, her şeyler var, bunları, bu evi kim yaptı, kimin parası diye soruyor süm evi gezerek:
– Ben aldım ama şimdi hiçbir şeysiz atılıyorum, demeye çaşılıyordu İbrahim.
– Hö hö hö…
Ağlayarak kesik kesik.
Çok geçmedi çocuğun çığlıkları doldurdu bütün evi.
Onbir yaşlarında vardı.
– Babasına mı ağlıyordu?
– Oğlunuz gelecek, dedi gene süm.
Öylece bıraktık onları bastonlar kafasına insin diye bıraktık. Belki de son güzel günleriydi çocuğu yanındaydı, kavga da etse kadın yanındaydı.
Onların İbrahim'e hiç mi hiç bağlılıkları yoktu.
Güzel bir yol kenarında ev.
İki katın üzerinde bir de çatı katı var.
Bahçe içinde.
Merdivenler çıkılıp da ihtiyarlar bakım yurduna girildiğinde bu görünümle tüm bağlantı kopuyor.
Sinekleri süm kovaladı.
Oda çok pisti, camlar, yerler her köşe pisti, iki karyoladan başka hiçbir eşya yoktu. İbrahim'in yanıbaşında bir de küçük dolap üzerinde kurumuş duran yiyecekler, sigara.
Yatağın üstünde, sağında ve solunda İbrahim'in, birer oturak duruyor, iki oturak arasında yatıyor İbrahim, çarşafı pislikten kararmış, pijaması da.
Çökmüştü yüzü, saçları bembeyaz olmuş, sakalları uzamıştı. Ayakları incecikti, tırnakları karga gagası gibi uzamıştı. İki yılda böylesine çökeceğini düşünmemiştim, tanıyamadım onu.
– Hö hö hö… diye ağlamaya başladı.
– Sus ağlarsan gideriz, diye azarladı süm onu.
– He he he… diye ağlarcasına güldü…
Aslında onun yanıbaşına birkaç liralık yiyecek koyuverip sıvışarak kaçıyorduk.
Bu duvar köşesinde yatan.
Karşısında bir gün boyu ölen hastanın cesedi duran.
Arkasını dönemeyen, ölüyü görmemek için.
Ve duvarda yalnız pislik gören ve durmamacasına yiyecekleri karıştırarak bir şeyler yapmak isteyen,
ve sürekli olarak yaşamını gözünün önünden geçiren İbrahim'di…
Kokunun içinde kokuyu duyamaz hale gelen.
Bir kat daha çıktık.
– Çatı katı belki de sevimlidir diye geçiriyordu aklından.
Süm önden gidiyordu.
Baktım, doğruca camları açtı ve hepimiz gerisin geriye bir anda kaçtık odadan yatağın başına yiyecekleri atıverip.
Küçücük bir izbeydi hiçbir şey görünmüyordu camdan.
İbrahim tek başınaydı.
Bulunduğu katı kokuttuğu için yukarı atılmıştı.
Karşısında yataksız bir demir karyola duruyordu.
Üzerinde bir ceset bile yoktu.
Burada yalnız pis duvarlar, böcekler, sinekler, ısıtmayan radyatörler ve ağır bir koku vardı.
Açık cam kenarında ondan uzakta oturduk.
Kıştı.
Üzerinde ince bir pike örtülüydü.
– Hö hö hö… diye hönkürdü.
– Her an güvercinler uçuşuyor ve geceleri hiç uyuyamıyorum, bu nasıl sürecek, böyle nasıl dayanacağım on beş yıl daha, fareler üzerimden üzerimden sıçrıyorlar, geceleri onları kuyruklarından yakalıyorum.
–Uyduruyor, dedi süm sessizce.
Ama bir insan gece kuyruğundan fare yakalıyorsa, elbette yakalıyor demektir.
Gözleri yusyuvarlak olmuş, fıldır fıldır dönüyorlardı.
Sigarasını yakmak için yanına bile yanaşamadık.
– Hö hö hö… derken yüzü uzuyor, dudakları titriyor.
– He he he, hı hı hı… derken dudakları yana kayıyordu.
O ağlıyor anlatıyor anlatıyor ağlar gibi gülüyordu… 


Tezer Özlü (1971)
Eski Bahçe – Eski Sevgi, YKY, 5. baskı; Haziran 1998, İstanbul. 

Yaşanmaz


"Kalk, kalk" diyordu biri, duyuyordum. Sol yanağım yanıyordu. Adamın vurduğu yanağımdı bu. Kolumdan tuttu kaldırdı. Gücün doğruldum. Beş altı kişi durmuş, bana bakıyorlardı. Bir de çocuk vardı. Tümünü gördüm bir bakışta. Gözleri şakıyordu. Geçen gün sucuk aldığım bakkalın gözleri geldi aklıma. Dayanamayacaktım; kahderici bir sıkıntı vardı içimde. Birden hatırladım. Eve varınca kendimi öldürecektim. Rahatladım. Dikilenlerden biri:
- Sulanır mısın herifin karısına!.. dedi.
- Yalan ! dedim, kaygısızca.
- Susun be! dedi. Ne var gülecek? Dağılsanıza siz.
Üstümdeki tozları silkiyordu eliyle. Tanımadığım biriydi. Önce çocuk yürüdü; sonra ötekiler. İkimiz kaldık yalnız. Üstümdeki tozları silkiyordu boyuna. Yüzüm yanıyordu.
- Ben Ali'yim, dedi. "Ali'ymiş."
- Bir Ali vardı Manisa' da…
- Buralıyım ben, dedi.
Şimdi sokaktan geçenler bana bakmıyorlardı. Yediğim yumruğu görmemişlerdi.
- Eyvallah, dedim.
Gidecektim. Kolumdan tuttu.
- Olmaz. Kan var yüzünde. Şuracıkta odam, gel de silelim, dedi.
Yürüdük. Tahta basamaklardan çıktık. İkinci kattaydı odası. Yalnız yaşadığı belliydi. Duvarda bir genç kadın resmi vardı. Sarı saçlıdır diye düşündüm. Yüzümü ispirto ile silerken sordu:
- Niye vurdu sana?
Anlattım. İşten dönüyordum. (Orada olanları anlatmadım. Her günkü gibiydi. Bir özelliği yoktu bugünkülerin. Ama ben bugün vermiştim kararımı. Eve gidince kendimi öldürecektim. Bunları söylemedim.) Karşıdan geliyordu kadın; eski bir tanıdık gibiydi. Oysa hiçbir kadınla tanışmışlığım yoktur benim. Yol ortasında durakladım. Yanındaki adamı görmemiştim. Sol yanıma vurdu. İşte bu.
- Hergele, dedi. Karı oldu mu yanlarında aslan kesilirler. Dişine göre bulmuş seni.
Kısa boyluyum ben. Bücürüm. “Bacaksız” derdi babam, kızardım. Ama ona kızmadım. Kalktım.
- Aldırma, dedi.
Aldırdığım yoktu. Çıktım. Manavların önünde domatesler, dolmalık biberler yığılıydı; sonra kocaman ak benekli, donuk yeşil karpuzlar. Bunlar ötekiler içindi ben başkaydım. “Sen başkasın” derdi öğretmen; başı benim söylemeyeceğimi bildiği bir sözü kaçırmaktan korkuyormuş gibi öne eğik, sağ eli kulağında, gözleri kısılmış, yüzünde belli belirsiz pis bir gülüş “Değil mi filozof ?” Ötekiler gülerlerdi; çın çın öterdi sınıf. Utanırdım.
Yine utanıyordum. Kira isteyen bu yıpranmış kadın elinin arsızlığına –yüzüne bakmazdım– yıllardır alışmam gerekirdi, ama olmuyordu. Her ayın birinci günü madam ‘salon' dediği bu kara tahtalı, loş, isli, pişmiş soğan kokulu yerde, kapıya yakın bir koltuğa oturmuş, kiracılarından para toplardı. Üç onluk bıraktım eline. “Al bakalım; hakkınmış gibi ye !” demişti mutemet, aylığımı verirken. Tam o zaman mı istemiştim ölmeyi yoksa ? Ağustos böceğinin sözü kafamın diline o zaman mı takılmıştı. “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” Ötekiler bana tuzlu kahve içirdikleri zaman bir mutemet kalırdı gülmeyen. Gözlüğünün üstünden bakardı.
Odam alacakaranlıktı. Işığı yaktım. Perdeler inik, bir de kapı sürgülü oldu mu kendi ülkemdeyim burda. Yeğindim, sivrisinek gibi. Tavana baktım. Büyük eksiklikti bu; ustalık üstüste kocaman yapılar dikmekte değil, odaların tavanına sağlam halkalar çıkmaktaydı. Birden çocukluğumun asılmışını gördüm. Dili, gözleri dışarıda, sümüklü korkak. “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” En iyisi ağu içmekti ama aramak için yeniden ötekilerin arasına çıkmak gerekti. “Ulan sağ ayağın altı parmaklıymış senin be” “yalan” derdim. Ayakkabımın bağına uzanırdım. Katıla katıla gülerlerdi. Şaşırır kalırdım. Mutemet gözlüğünün üstünden bakardı. “Sen başkasın” derdi öğretmen. Sınıf çın çın öterdi. “Hey bücür, temize çek şunu.” Bücür bendim. “Bu suratla mı be? Vazgeç, korkar kadınlar.” Çağımızın öncüsüydüm ben; ama beni yerden kaldıran adam üstümü başımı silkmişti. “Yirmi liraya bu gömlek ha ! Kazıklamışlar seni. Benimkine bak, onüç liraya.” Sonra o bakkal, yarım kilo sucuğa beş lira alanı: “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” İstemiyordum alacağımı. Bilek damarımı kesecektim. Ötekiler kapımı kırınca ne yapacaklardı acaba ? Madam kızardı belki. Önce karşı duvara kara boyayla kocaman bir YAŞANMAZ yazacaktım.
Doğrulurken kalçama bir sancı saplandı. Bugün üstüne düştüğüm kalçamdı bu. Birden beni yerden kaldıran adam geldi aklıma. “Ben Ali'yim” demişti. Kolumu tutmuş, üstümü başımı silkiyordu. Ötekilerden biri değildi. Yüzümü silerkenki bakışı vardı. İçimde bir eziklik, kudurgan bir sevgi büyüdü birden. Kafamda her şey yerli yerine oturdu. Köşedeki sepetten havanelini alıp iç cebime koydum. Ağırdı. Sokağa çıktım.
Odasında yoktu; kilitliydi kapısı. Üst kata çıkan merdivenin kuytusuna oturup bekledim. Çok beklemedim. Bir ara sokağa yağmur yağdı. Sonunda geldi. Kalkarken gördü beni.
- Sen miydin? İyi ettin de geldin. Gel içeri girelim, dedi.
Odanın aydınlığında yürürken sendelediğini gördüm. Gözleri ışıldıyordu, sevinçli.
- Biliyor musun, seviyor beni.
- Kim, bu mu ?
Duvardaki resmi gösterdim.
- O.
- Saçları sarı mı?
- Evet.
Anlattı. Önce bir gazinoya gitmişlerdi. Ben artık dinlemiyordum. Sol kolum havanelini bastırıyordu. Sarhoş olduğu belliydi. Duvardaki kadın onu sevmezdi. Yazılı ödevini yaptırıncaya değin adamın gözüne gözüne bakan, sonra ötekilerle birlik gülen, benim tanıdığım sarı saçlıdan bambaşka biri miydi bu ? Değildi. Sevmiyordu onu, aldatıyordu. Aldandığını anladığı zaman nasıl üzüleceğini biliyordum. "Konuş bakalım, konuş" diyordum içimden, "Sen hiç olmazsa mutlu gideceksin." Her şey benim kafamda oturgun düzene uygun geçecekti. Değişmezdi bu. Üstümü silkmişti. Pisliğin içinde işi yoktu onun.
- Neyin var senin, hasta mısın ? dedi birden.
- Yoo, çok iyiyim, dedim.
Gerçekten de öyleydim.
- Şarap var dolapta; birer bardak içeriz ha?
Dolaba doğru yürüdü. Ben de yürüdüm. Önce dönecek sandım; oysa sendeliyormuş. Havanelini sağ elime aldım; bütün gücümle vurdum başına. Yüzükoyun düştü. Odayı korkunç bir gürültü kapladı. Nice sonra döşemeye kan aktı. Öylesine yeğindim ki hop desem uçacaktım; sivrisinek gibi. Şimdi kendimi öldürebilirdim.

Yusuf Atılgan

Bütün Öyküleri, Yusuf Atılgan, YKY, 5. baskı: İstanbul, Şubat 2008

Perili Bir Ev


Kalktığınız saatte, kapı kapandı sessizce. Odadan odaya gittiler, el ele, orayı kaldıran, burayı açan, kolaçan eden… hayalet bir çift.
“İşte burada bırakmışız,” dedi kadın. Adam da ekledi: “Ah, ama burada da!” “Üst katta,” diye mırıldandı kadın. “Bahçede de,” diye fısıldadı adam. “Sessiz,” dediler, “yoksa onları uyandıracağız.”
Ama bizi uyandıran siz değildiniz. Ah, hayır. “Onu arıyorlar; perdeyi çekiyorlar,” diyebilirdi biri, o yüzden bir iki sayfa daha okuyabilirdi. “Şimdi buldular onu,” diye emin olup kalemi kenar boşluğunda durdururdu. Sonra da, okumaktan yorulup, ayağa kalkarak kendine bakabilirdi, ev bomboş, kapılar açık, memnuniyetle kabaran tahta güvercinlerden ibaret ve çiftlikten işitilen harman makinesi gürültüsü. “Buraya niçin geldim ? Ne bulmak istiyordum ?” Ellerim boştu. “Belki de üst kattadır ?” Elmalar tavan arasındaydı. O yüzden yine indi, bahçe her zamanki gibi durgundu, kitabı çimene sokulmuştu yalnızca.
Fakat onu misafir odasında buldular. Biri onları görecek değildi. Pencere camları elmaları yansıtıyordu, gülleri yansıtıyordu; camdaki bütün yapraklar yeşildi. Eğer misafir odasına girdiyseler elma sarı tarafını dönmekle yetindi. Ancak, bir an sonra, kapı açıldıysa, yere yayıldıysa, duvarlara asıldıysa, duvarlardan sarkan… ne? Ellerim boştu. Halıdan bir çöpün gölgesi geçti; sessizliğin en derin kuyularından, tahta güvercin kabarma sesini çıkardı. “Güvenli, güvenli, güvenli,” diye attı evin nabzı. “Hazine gömüldü; oda…” diye durdu nabız aniden. Ah, gömülü hazine miydi o?
Bir an sonra ışık sönmüştü. Öyleyse, bahçeye mi çıkmıştı? Fakat ağaçlar, güneşin gezgin bir ışınını karanlığa çeviriyordu. O kadar güzel, o kadar nadirdi ki, ışık yüzeyinin altına serin serin gömülerek camın arkasında yanmayı istedim hep. Ölüm camdı; ölüm aramızdaydı; önce kadına geldi, yüzlerce yıl önce, evi terk edip, bütün camları mühürleyip; odalar kararmış. Adam hazineyi terk etti, kadını terk etti, Kuzey'e gitti, Doğu'ya gitti, Güney göğünde yıldızların teslim olduğunu gördü; evi aradı, onu Downs'ın aşağısında buldu. “Güvenli, güvenli, güvenli,” diye attı evin nabzı sevinçle. “Hazine senin.”
Rüzgâr caddede uğulduyor. Ağaçlar bir o yana bir bu yana eğilip bükülüyor. Ay ışığı, yağmurda çılgınca sıçrayıp yağıyor. Ama lambanın ışığı dosdoğru pencereden vuruyor. Gergin ve kıpırtısız yanıyor mum. Evde gezinen, pencereleri açan, bizi uyandırmamak için fısıldayan hayalet çift neşe arıyor.
“İşte burada uyuduk,” diyor kadın. Adam da ekliyor: “Sayısız öpücükler.” “Sabah uyanırken…” “Ağaçların arasında gümüş gümüş…” “Üst katta…” “Bahçede…” “Yaz geldiğinde…” “Kışın, kar vakti…” Uzaklarda kapılar kapanıp duruyor, bir kalbin atışı gibi hafifçe vurarak.
Daha yakına geldiler, eşikte durdular. Rüzgâr esiyor, yağmur cama gümüş gümüş yağıyor. Gözlerimiz kararıyor; ardımızdan ayak sesi işitmiyoruz; hayalet pelerinini örtünmüş bir kadın görmüyoruz. Adamın elleri fenere siper oluyor. “Bak,” diye fısıldıyor. “Mışıl mışıl uyuyorlar. Dudaklarında aşk.”
Eğilip, gümüş lambalarını üstümüzde tutarak, uzun uzun ve derin derin bakıyorlar. Uzun uzun duralıyorlar. Rüzgâr dosdoğru esiyor; alev çok az bükülüyor. Ayın vahşi ışıkları hem yeri hem duvarı geçiyor, ve karşılarına çıkıp, çarpık yüzleri lekeliyor; düşünüp taşınan yüzleri; uyuyanları gözleyen ve gizli neşelerine talip olan yüzler.
“Güvenli, güvenli, güvenli,” diye atıyor evin kalbi gururla. “Uzun yıllar…” diye iç geçiriyor adam. “Yine buldun beni.” “İşte,” diye mırıldanıyor kadın, “uyuyor; bahçede kitap okuyor; gülüyor, tavan arasına elma yuvarlıyor. İşte burada bıraktık hazinemizi…” Işıkları, eğilip, gözlerimdeki kapakları kaldırıyor. “Güvenli, güvenli, güvenli,” diye atıyor evin kalbi çılgınca. Uyanarak haykırıyorum: “Ah, bu mu sizin gömülü hazineniz ? Yürekteki ışık.”

Virginia Woolf

Çeviri: Tuğçe Ayteş

7 Ocak 2017 Cumartesi

Biraz da Ağla Descartes

Kırk yıl öncesinin İstanbul'unda yürüyorum. İstiklal Caddesi ola ki, bu da o yatır, al çaputlarla donanmış, kısır adakçıların gözlerinde birer elif çekili titrek mum ışıklarından, ama ortalık aydınlık daha? O sokağa bakmadan geçmeli, adı değiştirilmiş bile olsa, sen bakma o sokağa; o sokak yok, hiç olmamış değil, beton yığınlarının altına gömük, ölü belki, ama var, dönüp bakma, kork, korkuyorsun zaten. Bak tramvaylar sökün etti. Çan sesleri kısık vurgulu, hüzne sarılı, aralıklı, yumuşak. Işıltılı raylar üstünde demir tekerleklerin kırık tıkırtısını duyuyor musun? Ulan ihtiyar! Çağımın uyarısıdır, öfkelenme, unut çabuk, aksayan ayağını sürükleyerek uzaklaş, ezileceksin. Aylardan Mayıs. Havaya atılı bir tembel bulut kıpırtısız, doğal ak oluşu, bir uçmaz martı kanatları açık, çerçevesinde. Leylak kokulu rüzgârını çek sörpük ciğerlerine bari. Vatmanın şapkası yuvarlak, şeridi sarı, kocaman siperliği, ne güzel ! Güzelin nesi güzel? Bir gün yanıt arayacaksan sinirlenmeden sor. Danielle Darrieux - Charles Boyer ikilisinin arkasında alt dudağı sarkık, soğuk bir Jean Gabin. Kurşuna Dizilecek Sabah. Bakıyorlar eğreti geleceklerine, pembeye boğulmuş dev afişlerinden. Maginot Geçilmez, Niçevo mu yoksa ? Bilmem, ne önemi var, tüm İstanbul Emmanuelle altıncı hafta şimdi. Vatmanın arkasındaydın, kendini anımsat, yaşamıyorsan bile, giysilerini değiştirme, kamburunu düzelt, on yedi'lerin ince boynunu dikleştir, kemikliğine bürün, gördün beni hadi el salla, istersen ben sallayayım alınsızlığına, trampet şapkanı geriye iterek üç numara tıraşlı söbü kafanı kaşı, prina sabunuyla yıkanmış, Cogito Ergo Sum de bir daha unutmadıysan, kokusuz ince terini sil, poker-play' dir yumuşak tüylü yanaklarımızda gezinen, Ay' a gidilemeyeceği kesindir.
        Neden gülüyorsun çocuk? Sana da gülünür elbet bir gün. Hangisi mi Descartes? Şu, arkadaki çatık kaşlı, seçebiliyor musun sımsıkı ağzını? Bu da ben, ay suratlı, beğenisi biçimli parmaklarına dönük. Klik ! Atlarken durdur havada, klik ! atlayacak, bırak atlasın, atlat, atladı, bak yanyana yürüyoruz ağır çekim uzayda, bilincin boşluğunu adımlayarak, özü değişmiyor adımlamaların, anlamıyorsun. Klik ! duralım, durduk.
        “Yahu palaskasız, sokakta, amma tuhaf. Çıplakmışım gibi. Belimi yoklayıp duruyorum. Dağıtsalardı şunları bir an önce.”
        “İki defa çevrildim.”
        “Bana kimse sormadı.”
        “Saçma. Açıklayarak mı dolaşacağız adımbaşı. Zor bıraktılar.”
        “Aldırma. Sinemaya gidelim. Sever misin Darrieux'yü” -Duy, çizgi kaşlarını kaldır, en sevilgen cilveni kullanarak. Yoksa ölü müsün artık, niye öldürüldün ölmedinse?-
        “Boş ver. Kart biriktirmem ben. Çocuk işi. Görürdüm mütalaada. Ağzı açık bakar dururdunuz. Pilot olacakmış adaşın ha? Bir kere boyu tutmaz.”
        “Ölçtün mü?”
        “O karının beli de bir dairedir, çapı değişikmiş ne olacak?”
        Yatır'ın köşesinden sapılan o sokaktan geçmedim hiç. -Cumbalı evlerin kararmış tahta kapılarında dikdörtgen, demir çubuklu birer küçük pencere. İçten mandallı. Kapı sekilerinde sövgü. Teneke leğen. İlaçlı su, ibrik, çatlak ayna, marsık kokulu mangal, bulantı, ter, pişmanlık. Bu odalardan kaçtım çok.- Oysa, soylu bir kara kısrak yelesi, oluklu bir kasap bıçağının parlak kabzası direkte. Okundu, bakışıldı, meraklı. Lacivert giysileri boydan boya düğmeli. Anladık, ilgilendirmiyor seni, boşalt şu suskun kalabalığı torbasından. Kurguları bitene dek bel kırıp doğrulsunlar, ama biliyorum sen şu duyarlı deniz anasını da rıhtıma alacaksın, üstüne tuz dökeceksin, öldüreceksin.
        “Demek buradaymış. Bilerek geldiğimi sanmıyorsun ya? Sen?”
        “Beni ilgilendirmiyor. Rastlantı.”
        “Yahu sen... çok safsın galiba.”
        “Hadi sor sor kızmam.” -Esmerliği renk değiştirmeyecek mi bakalım?-
        “Eminim birini düzmemişsindir sen hiç. Düzdün mü?”
        Kıpırdamadı, düz baktı:
        “Düzmedim. Bizim oralarda böyle kibarca da söylemezler. Ana avrat. Benimki başka merak. Düşünürüm. Bu işi de düşündüm elbet.”
        “Tasarladın.”
        “Hayır, düşündüm. Çoğalttım. Geometrik bir mesele. Kolay. Olasılıkları az. Biraz mekanik de gerekti sonra.”
        “Ne tuhaf adamsın sen be! Hep güldürürdün bizi. Çaldıran Savaşı'nı kuramsal hesapla çözmeye kalkışman hadi neyse de... fırıldaklara bak, alalım mı, birer tane?”
        “Çözdüm, ama anlamadım.”
        “Gördün mü? Baban neci senin. Üç yıl bir okulda okuduk da sormadık birbirimize.”
        “Manav.”
        “Benimki doktor. Hekim değil. Dar'ül fünun ulûm-u tabiiye doktoruymuş. Sevmez bilim milim ama. Biraz kimya deneylerinde eğlenirmiş. Ufağından dinamit patlatmışmış bir gün, ödü patlamış öğrencilerin.”
        “Sonra?”
        “Alfred Nobel dedenizin eşşek şakası, korkmayın evlatlarım demiş.”
        “Pek beğenmedim. Sonra?”
        “Sonra sıkılırdı, çok sıkılırdı, kapkara sıkılırdı, çok içerdi, bol bol tabanca sıkardı beynine! Tatlı bir deli olmalı. İleride kimbilir, belki ben de deli olurum.”
        “Zor. Delirebilirsen iyi. Benimki elmaları dizer. Ben bakardım. Elmalar yükselir, kule olur, bıraksan göğe dek. El ustalığıyla, yordamıyla değil. Denge yasalarını biliyordu o. En büyük rakamları kafasında çarpar, böler, sonucunu sana söylerdi. Öyle bir kafa işte.”
        “Öldü mü?”
        “Belki.”
        “Ölür. Bak bu kesindir bana göre. Çözemezsin de. Onun için mi, belki dedin?”
        “Galiba. Ama her şeyi çözüyorum.”
        “Çözüyorsun da anlayamıyorsun.”
        “Doğru.”
        “Denemeli. Denemedikçe olmaz. Deneyelim. Deneyelim mi?”
        “Bilmem. Denersem anlar mıyım?”
        “Neyi anlayacaksın? Duyarsın be! Düşazdığın olmadı mı hiç? Ya da düş kurup kendi kendine? Benim üst ranzadaki Ahmet'le kapışmıştık sonunda. Sallanır durur her gece. Uyuyabilirsen uyu. Pis, pis. Tek başına pis. Utandırıcı. Ben ikilisini merak ediyorum. Güldüğüme bakma, sinirden.”
        “Denerken düşünebilir miyim? Ya da düşünürken deneyebilir miyim?”
        
Mahur bir sabah başlamıyor, kurşuni, kalın örtüsünün altında kireçlenmiş kıkırdaklarını oynatmaya zorlanan şehir. Apartman yükseltilerinin deliklerinde ağaran tek tük cılız ışık. Titrek ellerim, damarlı, lekeli. Dönüp o sokağa, saplantılarına gelecekler. Ben şimdiyim, lanetli - dumanların bozkır göğüne savrulacağı bacalarda umutsuzluğu bekleyen. Düşlerin son kemirdiği, iskelet antenlerin artıklarıdır. Kokuşmuş çöp bidonlarının ardından gerinerek çıkan ak dişli, o hep aynı alaca köpek. Ölüm karası önlükleri içinde okullarına giden çocukların ardında. Çantalarında dinamit.
        İstersen, hatırın için, buruşuk bulut, esmez rüzgâr, uçmaz martı zamanları yerine yüz binlerce mavi kırlangıç masalı çizelim defterimize, yağmuru getireceklerse bardaktan boşanırcasına, susamışlığımıza. Hadi beni avut, soluğunu ağzıma daya, canlandır, gülümset.
        “Şu sokağa girelim gel! Çok heyecanlanıyorum ne dersin?”
        Duraksıyor Descartes. Bana göre tedirgin. Yüreğinin düzenli vuruşu kendiliğinden bozuldu gibi. Birkaç kez yumruğunu sıktı, avcu terli.
        “Ne o ter mi bastı? Amma büyüttün sen de şu işi ha! Hiç değilse iki adım atalım canım ne çıkar? İki adımcık. Adamı yemezler a! Hem bakalım dedikleri gibi mi, kolundan tutup çeki veriyorlar mı içeri? Paran var mı?”
        “Var. Ama üniformalıyız olmaz.”
        “Ortalıkta kimsecikler yok. Ne olacak, öyle geçiyormuşuz gibi yaparız yoldan. Bakarsın... bizim dönek Süleyman anlatır dururdu ballandıra ballandıra. Sivil gitmezsen daha iyi demez miydi? İtibar gırlaymış.”
        “Orası Bursa, burası İstanbul. Nemize gerek.”
        “Senin asker olmana gülünür, korkak!”
        “Aklım yatmıyor anladın mı, işte o kadar.”
        “Ben korkmuyorum demiyorum ki! Korkuyorum.”
        “Bilmiyorsun ondan.”
        “Sen de bilmiyorsun. Yoksa biliyor musun? Hadi hadi gizleme.”
        “Bu iş başka. Kafam rahat, yenilmeye alışkın değil. Yenilmedim hiç. Yenilmeyi sevmem.”
        “İyi ya sevme bana ne.”
        Susuluyor. Köşe başında duraklamışlar.
        “Senin bu kadar inatçı olduğunu sanmazdım. Hadi bir boy daha gidelim bari. Akşam simitleri çıkmış bile.”
        Ağzımın kenarında tango kırıntıları, Manon Lescaut'mu gömerek Güney Amerika çöllerinde yeniden, o gün alamadığım simit gırtlağımda yumruk, ayrılamıyorum arkalarından. Baylan'da durdular, -Baylan mıydı?- bana baktılar kuşkulu, cebi yırtık kirli pardösüm, gözlerime inik yağlı şapkam bir oğlancıyı ya da pezevengi simgeliyor galiba, sırtımı döndüm, kuyumcu vitrinine yansıdım.
        “Ruhiyatçı ne demişti hatırlıyor musun?”
        “Hayır.”
        “Ben de. Üstelik hep on verirdi bana.”
        “Haklıydı bence.”
        “O değil de, bilmem söylesem mi ? Ata'mızın öldüğü gün, sınıfta mıydın sen ?”
        “Evet.”
        “Ağlamış mıydın ?”
        “Hayır.”
        “E, peki ne yapmıştın?”
        “Ağlamamıştım.”
        “Ben gülmemek için zor tutmuştum kendimi. Baş parmağıma dişlerimi geçirmiştim, kan oturtmuştum. Bak ilk defa sana söylüyorum. Sana ısındım birdenbire. Arkadaş olduk. Farkına varsalardı kemiklerimi kırardı çocuklar. Sence neden gülünür ?”
        “Ben gülmeyi pek bilmem.”
        “Ondan ağlamadın öyleyse.”
        “Herhalde.”
        “Kolayını bulmuşsun, düşünmek için düşünüyorsun sen arkadaş. Kızmadın ya? Bunun da yasası vardır herhalde. Sen düşünedur. Ruhiyatçı koca gövdesiyle 'Atamız öldü. O, artık kalbimizde yaşayacak', deyip devrilmişti kürsüye. Komut verilmişçesine bütün sınıf sıralara kapanıp ağlaşmaya başlayınca... Demek bir sen, bir de ben... Ama hâlâ çok utanıyorum, üzülüyorum.”
        “Üzülme. Düşün. Varlığını kanıtla kendine.
        “Öf be! Düşünüyorum, öyleyse yokum tamam mı ! Amma içim sıkılıyor. Şu sokağa bir girebilseydik.”
        Birden sinirlendim, bıktırdılar beni, kırk yıl sonrasına gö­türüp yalnız bıraktılar. Yağız bir inzibat çavuşu diktim karşılarına. O sokağa adım atılmamıştı, açıklamalarıma yalvarmalarıma -Descartes susuyor- kulak asılmadı. Ünlü Beyoğlu İnzibat Karakol Komutanı'nın karşısına çıkmamız gerek. Kaldırıma serilmiş ruhuma basıp geçin, Blue-Jeans'li kalçalarınızı sallayın siz daha.
        Yüzbaşı Hasan Gürler kamçısını şaklattı işte. Palandöken bıyıklarını burdu. Parlak üç yıldız dizili apoletlerini yan gözle okşadı. Yanağındaki tiki hızlandırdı, öfke talimine çıngırdak mahmuzlu rugan çizmeler geçirilmiş ayaklarını ak mermere vurdurarak başladı. “Getirin şu hergeleleri!”
        Sağ elleri pantolon yan dikişine yapışık, sol ellerinde şapkaları öğretildiğince. Benim dizlerim sarsılıyor yalnızca.
        “Anlat bir daha çavuş, nedir bunların suçları.”
        “Efendim bunları o sokakta yakaladım. Palaskaları da yok.”
        “Adı ne o sokağın?”
        “Abanoz.”        “Peki sence işleri neydi o sokakta ?”
        “Bence... Dürdane' nin evinden çıktılar. Mutlaka. Güya yabancıymışlar İstanbul' a.”
        “Ulan kim bilmez Abanoz'u bu memlekette! Demek mutlaka. Doğru mu? Konuş, sen konuş hayvan oğlu hayvan! Bacakların zangırdıyor, neden? Suçlusun ondan. Bak arkadaşına titriyor mu hiç. Asker adam korkmaz, titremez, yalan söylemez, erkekçe 'evet yüzbaşım yaptık bir hata, suçumuz neyse ver cezasını' der.” Yanaklarındaki seyrimenin yumuşama belirtisini sezdi. Sesi algılanamayacak tizliğe yükseldi. “Ata'mızın, en büyük Harbiyeli' nin eserini emanet ettiği gençliğe bak! Ne çabuk zekerinizin derdine düştünüz ulan! Sen söyle kabak suratlı, sen kandırdın şu Kemahlıyı değil mi? Kemahlı mısın oğlum? Kapkara kaşlım, yiğidim, ne bok yemeye düştün bunun peşine ha! Bak ben sevdim senin dimdik duruşunu, bakışını. Dosdoğru amirinin gözünün elifine bakacaksın, öyle değil mi? Her hâl-ü kârda. Çavuş iyi bak, bak bu Kemahlı ölmesini bilir, bu zıngıldak kaçarken topuğundan vurulur. Yahu savaş kapımızda. Hitler denen pis bıyık eli kulağında sokacak başımızı derde. Niye sizi erken mezun ettiler, Harbiyeli ettiler düşünmediniz mi? Yarın gene Edirne'de, Çanakkale'de, Kars'ta, Kafkas'ta vuruşulacak belki de. Dedelerimiz, babalarımız gibi Mehmetçiklerin başına geçip kıran kırana. Şunlarla mı? Yeter be! At nezarethaneye şu soysuzları. Bildireceğim okullarınıza da. Harbiyeli'ye vurulmaz artık, yoksa dağıtırdım suratlarınızı. Kemahlı sen dur!”
        Laleli son tramvayında hıçkırığı tutmuş bir karaltı, “Gecenin matemi” ni dolamış peltek diline. Üşüyorum, altı saat önce demir parmaklıkların gerisine bıraktım coşkumu, sıcaklığımı.
        “Kemahlı. Arkadaşım. Susma konuş. Ben sandım ki seni bırakacak. Niye attırdı içeri ikimizi de?”
        “Çavuş yalan söylüyor dedim, Kemahlı değilim dedim. Doğru söylediğimi anladı.”
        Gözümde domuran tuzlu suyu gördü. Kuru elleriyle sildi.
        “Aldırma. Yüzbaşı gene de haklı...”
        “Hangi konuda.”
        “Pis bıyık konusunda.”
        Hep böyle kal aklımda Descartes ne olur, hoşçakal, ama istersen biraz da ağla.



Vüs'at Orhan Bener 

5 Ocak 2017 Perşembe

"Çünkü neyin sevildiği önemli değil, önemli olan sevgidir."


"Ah ! Tatlı umutsuzlukları dışında kendilerini anlayacak ve gökyüzünden başka kendilerini ısıtacak bir şeyleri olmayanların çalkantılı hayatlarıyla alay etmek ve hatta bunları şiddetle yargılamak, birazcık mal mülk sahibi olanlara ne kadar kolay geliyor !

Sabahları, yataktan fırladığımızda, eğer hava günlük güneşlikse, bize bütün gün yüzde doksan ihtimalle bundan başka hiçbir şeyin mutluluk vermeyeceğini biliriz, ne mutlu bize ki midemiz boşken ve akşama kadar bir kez olsun onu doldurma olanağı bulacağımızdan emin olamadığımız halde, havanın güzelliğine bu denli önem verebiliyoruz. Şimdi bir de havanın kapalı olduğunu ve sabahtan akşama kadar bütün günü, başımızın üzerinde kurşuni bir gökyüzüyle, ezercesine üzerimize yağan şiddetli bir sağanakla ve ayakkabılarımız su içinde, bir parça ekmek bulabilmek için yolları arşınlayarak geçirmek zorunda kaldığımızı bir düşünün.

Ey Tanrım ! Kucaklayacak güzel bir karısı ve sevimli çocukları, idare edecek küçük bir işi, koruyacak güzel malları mülkleri olan bir adam için, her sabah kalktığında, havanın günlük güneşlik ya da kapalı olmasının ne önemi olabilir ki ?

Bu nedenle insan, başkaları hakkında doğru yargıya varmak istiyorsa, kendisini onların yerine koyma iyi niyetini göstermelidir. Buzu anlamak isteyen, ne yaptığımızı görmeli. Etrafımızı ışıklarıyla sarıp sarmalayan sabah güneşine doğru iki buzağı gibi atılarak, düşüncesizce bir hareketle güne başlıyoruz: Dosdoğru bir kahvehaneye gidip son meteliklerimizi iki kahve iki nargileye harcıyor, terasta oturup acıyla buruşmuş yüzlerimizi cömert güneşe dönüyoruz. O da bizi okşayıp, 'Evet, beni çok sevin, nasılsa bugün sevecek başka bir şeyiniz yok !' diyor sanki.

Doğru. Şu başlayan günde, ne evde, ne evin dışında sevecek başka bir şeyimiz yok; bununla birlikte ölmek istemiyoruz ve nefret ederek yaşayamayız. Dolayısıyla, bir şeyi sevmek zorundayız; bu isterse bir yıldız olsun ! Çünkü neyin sevildiği önemli değil, önemli olan sevgidir. İşte bunun verimliliğine bir kanıt: peşimizi bırakmayan sefaletten hiç korkmadan taraçadan ayrıldık; fakirlere 'Neden siz de zengin değilsiniz ?' diye sormayan gökyüzünün altında, aç da olsak, kir pas içinde de olsak yaşama arzusuyla dopdolu olarak yola çıktık."

Panait İstrati  / Akdeniz, S.150,151,152

4 Ocak 2017 Çarşamba

İki Arkadaş


İlk gençlik çağında iki arkadaş, kentin en büyük caddesi olan caddede dolaşırken, başları öne eğik yürüyorlar. Cumartesi kalabalığı var caddede. Büyük, kurşun rengi yapıların gölgeleri vurduğu için, cadde alacakaranlıkmış gibi görünüyor. Sonbahar bitiyor. Ama kış bir türlü yaklaşmıyor. Hava serinler gibi oluyor, sonra gene ılınıyor.
Birinin okuduğu kitap var elinde. Deriden bir kılıf içine konulmuş. Parmakları kolayca terliyor çünkü. Öteki, kalabalığın daha da arttığı postanenin giriş kapısı önüne varmadan önce, Tünel alanına yakın olan bir kitabevine girdi. Orada “Maldoror'un Şarkıları”nın yeni bir baskısı var. Pahalı bir kitap. Kitabı tezgâhın üzerine koyarak sayfalarını araladı: “Susun ! Bir cenaze alayı geçiyor yanınızdan... Gideceği yolu bilir tabut ve ağıtçının savrulan harmanisinin ardı sıra yürür,” diyor şair. Dışarıda sonbahar güneşi var. Adaya uzanma zamanı değil. İngiliz Sarayı'nın duvarının karşısındaki köşede küçük bir şaraphane var. Akşam yaklaştığında oraya uğrayacaklar.

Arkadaşlardan biri kalkıp Paris' e gidiyor. Orada, Montmartre' a tırmanan sokaklardan birinde küçük bir evi var. Tahta merdivenlerle tırmanırken evine, İstanbul' da kalan ötekine ne yazacağını düşünüyor. Kırmızımtırak bir çini mürekkebi aldı. Onla mı yazsa mektubunu?

Öteki iki yıl sonra gidebiliyor Paris' e. Grenelle' e yakın bir otelin, iç avluya bakan odasında kalıyor. O odada, küçücük masasının başında oturup da iç avluya bakarken, öteki çini mürekkeple salonunda bir şeyler çiziktiriyor. Hayır, oda değil orası. Evin her şey için kullanılan genişçe bir bölümü. Bir kapı mutfağa açılıyor. Öbürü odasında “İyinin ve Kötünün Ötesinde” den birkaç paragraf okuyor. Arkadaşını düşünüyor. Çoktan beri iyinin ve kötünün ötesinde değil mi onlar ? Bu düşünür onlara zaten yaşadıklarını söylüyor. Zaten sert değil mi bu yaşam denen şey? Yalnızlığın baş döndürücü kıyısında değil mi onlar ? Ya deliliğin ? Öteki küçük dairesinin salonunda “gerçek” denilen şeye, imge yaratmayan satırlarla yaklaşılabileceğini düşünüyor. Resim çizmeyen sözcükleri yan yana getiriyor. Sonra bakıp düşünüyor: sözcükler söyledikleri şeyi anlatıyorlar mı, diye. Bundan da kuşkusu var onun. Bu “dil” kaygan bir şey. Anlamlandırdığı şeyleri bütün bütüne anlamlandırmıyor. Yazıyı daha az sözcüklere indiriyor. “Belki, daha az sözcük, daha iyi anlatır,” diye düşünüyor.

Gençlik yılları böyle geçiyor. İki arkadaş birbirlerini arayarak –görüşmedikleri zaman mektuplarla– hiç de mutlu bir gelecek imgelemeksizin, ama mutluluğu –kimbilir ?– bu küçük uğraşlarla araştırarak, gene de yollarına eksiksiz bir karanlığın basmadığını düşünerek, biri orada, öteki öte yanda yaşamadılar mı? Gene de öyle yaşıyorlar işte. Düşüncelerinde bir o yana, bir bu yana sallanarak. Ama gençliklerinde rastladıkları düşüncelerin yörüngesinden çıkmayarak. Dolaştıkları belirsiz yollarda birbirlerine rastlayarak ya da –birbirlerine rastlamadıkları vakit– bunun eksikliğini duyarak. Böylece biri ötekine, öteki ötekine bir şeyler yazarak. Biri işyerinin, biri evinin penceresi önüne oturup birkaç satır yazdıktan sonra, bir posta kartını da doldurarak. Masalarının başında otururken gene başları eğik değil mi onların? Klee' nin koyu kahverengi renklerle yaptığı bir suluboya resimdeki gibi. Varlık sallanıyor onda, ardından Tanrısal bir can sıkıntısıyla dolu düşsel bir dünyaya açılıyor. Somut varlığını göstermeyen bir dünya. Bazen bir karabasana dönüşen. Ardından toparlanan, gene gölgeli caddeye çıkan. Susun! Kendi izlerinin ardında onlar. Sırtlarında kendi diktikleri harmanileri. Başları öne eğik dolaşıyorlar. Biri o yanda, Pera' da, Markiz Pastanesi' nin ölü camları önünden geçerek, öteki kuzeyde bir kentte, taş döşeli bir sokakta yürürken, elle tutulamaz bir yalnızlığın Robinsonları olduklarını düşünmüyor bile.

Demir Özlü, Stockholm Öyküleri, Can Yayınları, İstanbul, Genişletilmiş 2. basım: Mayıs 2007.

3 Ocak 2017 Salı

'Gömmeden önce biraz gezdirin beni'


Cemal Süreya’nın naaşının Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin morgunda olduğunu duyunca hemen soluğu orada aldım. Hatay Lokantası’nın sahibi Mehmet Ali Işık, Cemal Süreya’nın amcasının iki çocuğu ve oğlu Memo’dan başka kimse yoktu. Oysa bir gün önce gece evinde telefonlara hep ben bakmıştım. Herkes Hoca’nın nerede olduğunu, paraya ihtiyacımız olup olmadığını sorup, mutlaka geleceğini söylemişti. Ben Numune Hastanesi’nin morguna gittiğimde bir kalabalıkla karşılaşacağımı umut ediyordum. En azından bir 25-30 kişi oluruz diyordum ama saydığım insanlar dışında kimse yoktu. Hatay Lokantası’nın sahibi Mehmet Ali Işık, maddi olarak gereken her şeyi üstlendi. 
Cenaze arabası geldi. Cenaze arabasına Cemal Süreya’yı koyacağız. Çünkü cenaze bir gün sonra Şişli Camii’nden kaldırılacak. Cenaze arabasına bindik. Ben önde, Cemal Süreya’nın oğlu Memo ve Mehmet Ali Işık arkada oturuyordu. Şoförün Numune Hastanesi’nden çıktıktan sonra güzergahı belli: Birinci köprüden, Ankara asfaltından karşıya geçecek, bizi Şişli’ye bırakacak. Yol güzergahına girmeden önce, bir anda aklıma Cemal Süreya’ nın bir dizesi geldi. O da şu; Gömmeden önce biraz gezdirin beni… Şoföre dedim ki:
- Köprüye asfalttan gitmeyeceğiz,
- Nerden gidelim abi, başka hangi yol var?
- Harem’e gideceksin ama sahil yolundan gideceğiz!
- Abi, işimiz var. Daha başka cenazeler var, onları taşıyacağım.
Adamı zar zor razı ettik. Ve Harem’e doğru yola çıktık. Kız Kulesi’nin önünden geçtik. Cemal Süreya demişti ya hani bir şiirinde;
“Kız kulesinin düş getiren pay senetleri,
kısa günde kapış kapış gitti…”
Cemal Süreya’ ya tarihi yarımadayı gösteriyorum. Martıları, vapurları, Kız Kulesi’ ni… Üsküdar’ a geldik. Ve Kuzguncuk’ a doğru giderken dedim ki içimden; Kuzguncuk’tan geçerken hemen orada bir kahve var. Ve Can Yücel hep orada oturur. İster misin Can Yücel orada olsun… Eğer Can Yücel oradaysa arabayı durdurtacağım ve diyeceğim ki:
Hocam bak Cemal Süreya’ yı gezdiriyoruz.
Kuzguncuk’ a geldik, kahveye baktım. Can Yücel yok ! Hemen içeriye doğru giren sokağa baktım, 70-80 metre ilerde Can Yücel elleri arkada yürüyordu. “Hocaam! Hocaam!” diye bağırdım. Şoföre “Dur!” dedim. “Duramam abi, cenazelere yetişeceğim” dedi. Durmadı… içimde uktedir. Demek ki biz birkaç saniye önce gelsek, Cemal Süreya’yı taşıyan cenaze arabasının önünden Can Yücel geçecekti. Hiç unutamam o anı…
Sonrası ertesi gün, namaz için Şişli Camii’ne gittik. Hocayı son yolculuğuna uğurlayacağız. Çok enteresan bir şey oldu: Hiç kimse bilmez bunu… Bir kadın geldi; siyah şapkalı, siyah paltolu… Çok şık ve çok güzel bir kadın… Filmlerden çıkmış gelmiş gibi… Cemal Süreya’nın kız kardeşi Perihan Hanım gidip onunla bir şeyler konuştu. Tanıyordu, dedim demek ki… Acaba akrabası mıydı? Gittim, sordum Perihan hanıma… Perihan hanım cevap verdi:
“Suna o…” dedi.
Suna, Cemal Süreya’nın ilk aşkı! Ve hatta belki de ‘Üvercinka’…
Cemal Süreya Üvercinka’nın kim olduğunu hiç söylemedi ya da bana söylemedi. Ama onun Suna’yı nasıl sevdiğini, Suna’nın hayatındaki yerini çok iyi biliyorum. Yıllardır hiç görüşmemişlerdi. Ama Suna kalktı, Cemal Süreya’nın son yolculuğunda onu yalnız bırakmadı, geldi… Cemal Süreya’nın naaşını aldık, Şişli Camii’nin önünden cenaze arabasına koyduk. Hani o arabalarda cenaze kime aitse, ismi yazılı olan bir tabela vardır. Bir baktım orada ‘Cemal Süreyya’ yazıyor, iki Y’yle… Tashih var!!! Ya hoca gidiyor ve son tabelada tashih var! Araba trafiğe çıktı, trafik sıkışık… Ben gerideyim ama görüyorum bir kadın koşuyor tabelaya doğru… Anladım durumu.. Yetiş, yetiş, dedim… Koştu, koştu… Ve son anda bir kadın parmak uçlarıyla ikinci Y’yi sildi… Ve araba trafiğe öyle çıktı, Cemal Süreya uzaklaştı… Cemal Süreya, “Öyle çirkin isim mi olur?” dediği, hiç sevmediği Kulaksız’daki, Kulaksız Mezarlığı’na gömüldü. Hocam derdim ona önceden, sohbetlerimizde; “Van Gogh’u da oraya gömmek lazım.”
Gülerdik…
Cemal Süreya’nın bugüne kadar hiç kimseye anlatmadığım son yolculuğu Kulaksız’da işte böyle bitti…
 Sunay Akın
(Kafa Dergis, Ocak 2015)

Sizin hiç babanız öldü mü ?


Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum.
Yıkadılar, aldılar, götürdüler.
Babamdan ummazdım bunu kör oldum.

Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum.
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum

Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?

Cemal Süreya

31 Aralık 2016 Cumartesi

‘Bir yangının külünden…’

Babam Özdemir Asaf’ın bizlerden ayrılışının üzerinden 31 yıl geçti, halam Özgönül’ün ise 15 gün. Babam 11 Haziran, halam 12 Haziran 1923’te Ankara’da doğmuşlar. Ayrı gün ikizleri. 
Şûrayı Devlet’in (Danıştay) kurulmasında büyük emeği olan dedem Mehmet Asaf’a 1922 yılında Atatürk’ten bir haber gelir: “Asaf’a söyleyin, Ankara’ya gelsin.” Aile, İstanbul’dan Ankara’ya taşınır. İkizlerin doğumunu, Ankara’daki bir hastanede Operatör Dr. Mim Kemal Öke yapar. 
Mehmet Asaf, kısa süren hastalığının ardından 1930 yılında vefat eder. Aile tekrar İstanbul’a taşınır. İkizler okul çağındadır. Atatürk, İsmet İnönü’ye “Asaf’ın çocuklarını bir okula yerleştirin” talimatını verir. O dönemde soyadı olmadığı için babam ilkokula Özdemir Asaf olarak kaydolur. 1934’te çıkan Soyadı Kanunu ile babaannem Arun soyadını alır.
Üniversite eğitimini yarım bırakan babam, annemle evlenir. Şakacı yönü az bilinen babamın, benim doğumumla ilgili hoş bir anısı var:
İstanbul, Acıbadem’deki köşkün büyük bir bahçesi, bahçede de meyve ağaçları vardır. 26 Haziran 1947 günü bahçeden toplanan armutlar büyük bir iştahla yenir. Annem hamile olduğu için biraz daha fazla yer. Akşam herkes odasına çekilince annem, “Özdemir, çok sancım var” der.
Babam da “Haklısın Sabahat, benim de çok sancım var. O kadar armut yememeliydik” diye cevap verir. Babam uyur, ama annem uyuyamaz. Tekrar seslenir: “Özdemir, dayanamıyorum, çok sancım var.” Babam “Uyuduğuma bakma, benim de çok sancım var, ben de dayanamıyorum” der.
Sabah olduğunda annem hâlâ sancılıdır. Babaannem, babateyzem, halam, annemi Zeynep Kâmil Hastanesi’ne götürürler. Sancının armuttan değil, doğumdan olduğu anlaşılır.
Babam, şiirlerinde babasının Asaf ismini kullanır, oysa asıl ismi Halit Özdemir Arun’dur. 1950 yılında Cağaloğlu’nda bir matbaa açar. Açılış işlemleri için gittiği vergi dairesindeki memur adını sorar. R’leri “ğ” olarak söyleyen babam “Halit Özdemiğ Ağun” der. Özdemir, bilinen bir isim olduğu için memur belgelere “Halit Özdemir Ağun” yazar.
Babam, bankonun üzerinden eğilerek bakar. Yanlış yazıldığını görünce “Soyadımı yanlış yazdınız. Doğğusu Ağun” der. Memur yüzüne bakar. “Evet, Ağun” der. “Hayığ, hayığ Ağğun.” “Beyefendi anladım. Ağun.” Babam sinirlenir. Cebinden kalemini kâğıdını çıkarır, kocaman harflerle ARUN yazar, R’lere basa basa yüksek sesle okur. “AĞĞĞĞĞUN.”
Bir gün de matbaadan çıkıp Karaköy’e gitmek için bindiği taksinin şoförü sorar:
“Neğeye biğadeğ?” Babam utancından “Kağaköy” diyemez, “Eminönü” der. İner. Oradan Karaköy’e kadar yürür.
Can Yücel, 28 Ocak 1981 günü Bebek Camisi’nden Aşiyan’a kadar geldikten sonra “Cenaze Dönüşü” adlı bir şiir yazar: “Anlaşıldı bu / R’lerin intikamı / Onlar yuttu Özdemir Asaf’ı.”
Babamın en sevdiği şarkı, sözlerini Şemsi Belli’nin yazdığı “Aşiyan Yolları”dır: “Gönül penceresinden / Ansızın bakıp geçtin / Bir yangının külünü / Yeniden yakıp geçtin.”
Kelimelere başka anlamlar yüklemesini sevdiğinden, “Gönül penceresinden / Ansızın bakıp geçtin / Bir yangının külünden / Yeniden yanıp geçtin” diye okurdu şarkının sözlerini. Son iki dizede değiştirdiği kelimeler bana, Anka Kuşu’nu hatırlatır.
Röntgenlerin korunduğu sarı kâğıda hastanede yazdığı son şiir isimsizdir: “Hastanede / Veya / Hapishanede / Hayatını yazma! / Sonunu bir merak eden çıkabilir // Hastanede her gece insan / Birkaç yaşam yitirebilir ya da yaşayabilir / Hapishanede ise her sabah.”
Halam Özgönül ise edebiyatın okuyucu tarafındaydı. Türk müziğini çok severdi. En sevdiği şarkı, sözlerini Selahattin İçli’nin yazdığı “Bir Tanem”dir: “Bir sabah, bakacaksın ki bir tanem, / Ben yokum…”
Şarkı “Ben yokum” diye bitiyor ama onlar hep var olacaklar. Babam zaten “Ölü yaşayanlar yaşayan ölüleri çekemezler” diye yazmış.
Özdemir ile ikizi Özgönül 15 Ocak 2012 günü buluştular sanıyorum.
31 yıl önce yitirdiğimiz Özdemir Asaf’ı, “Yaşam” şiiriyle hatırlayalım:
“Sanırım görmediniz; / Şimdi şuradan geçti. / Yazık görmediyseniz, / Böcek gibi güzeldi.”
Nasılsın Özdemir Asaf. Hoşça kal Özgönül Arun.

Seda Arun
(Cumhuriyet - 30 Ocak 2012)

İzleyiciler