13 Ekim 2024 Pazar

Savaş Üzerine

 "İnsanlar savaşın ne olduğunu ancak bittiği zaman anlar."

Henry Noel Brailsford 

"Şiddet, ahlak dışıdır. Çünkü sevgi yerine nefret üzerinde yol alır, toplumu yıkar ve kardeşliği olanaksızlaştırır."

Martin Luther King

"Savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir."

Bertrand Russell

"İhtiyar adamlar, savaş ilan ederler; fakat savaşan ve ölen gençlerdir ve her türlü meşakkat ve sıkıntıyı çeken de gençlerdir."

Herbert Clark Hoover

"Savaş, teklerin hayatında olduğu gibi toplumun hayatında da kötülüklerin kaynağı olan şeyden, başkalarından çok mal edinmek hırsından doğuyor."

Platon

"Propagandayla zehirlenmedikleri sürece, kitleler asla savaş düşkünü değildir." 

Albert Einstein

"Bir savaşı kaybetmekten sonraki en kötü şey o savaşı kazanmaktır."

Arthur Wellesley

"Tek masumun dahi öldüğü yerde hiçbir haklı gerekçeden söz edilemezdi."

Nazan Bekiroğlu

  "Şu kadarını biliyorum ki şimdi savaş sırasında kurşun gibi içimize gömülen bu anılar, savaştan sonra tekrar uyanıp canlanacak. Hayat ve ölüm hesaplaşması asıl o zaman başlayacak."

Erich Maria Remarque

Fotoğraf: Gazete Oksijen


Acıya Şiirle Direnebilir İnsan

         
                                                        Enver Karagöz Anısına

Şafağı seviyorum en çok, tan vaktini karşılamayı
Ağaçlara karışıyorum, kuşlara… Denize ve yele…
Sözcüklerimle dikiliyorum güne

Zamanla direnmeyi öğreniyor insan
Şiirle kazıyorum içimdeki acıyı, kıymık kıymık…
Sayfalar, kitaplar dolduruyorum söktüğüm ağulardan

Bir de içimde 'alıp başını gitme' duygusu
                          umudu çağrıştıran
Acımı bilmediğim kentlerin caddelerinde yitirmek istiyorum
Yaşamadığım iklimlerin toprağına gömmek

Duymadığım, söylemediğim şarkılarda unutmak istiyorum 
Başka yurtların aryalarında, liedlerinde
Acıya sevdiği ezgilerde direnemiyor insan

İstanbul’da solduramam acımı bu yüzden
Ol şehir ki yangın yeri… Acının kendi evi…
Acıyı evinde kaybedemem ki ben

Benim olmayan gökyüzünü istiyorum 
Hiç görmediğim bahçeleri, gölleri, ırmakları…
Trenleri, sokaklarında kederle devinen insanları

Acının orta yerinde yüreğine dolanıyor insan
Şiir ki acının direnç gülü:  Ancak, 
O'nunla direnebilir insan 

Tufan Akgül
 


12 Ekim 2024 Cumartesi

Savaş

Kinden garazdan bir elle, ey canım İspanya
-Denizler arası, denize inen, enli lir-
Çizildi üstüne savaş bölgeleri bir bir,
En yığılı dağlar ovalar, siper her kaya.

Garaz bir fırtına, alçaklık bir toz bir duman
Dalmış öz meşeliklerine elinde balta
Senin altın salkımlarından şarap sıkmakta
Toprağının tohumudur kaldırdığı harman

Bir kez daha – bir kez daha! – Ey gamlı İspanya,
Nen varsa rüzgâr taşan, denizle yıkanır ya
Hıyanete kurban, tüm kırdı geçirdi fesat

Nen varsa kutsal kirletildi unutularak
Tüm ne kaldıysa arıtmış bağrında toprak
Sunuldu bir yağmaya, satıldı haraç mezat!

Antonio Machado

Resim: https://www.murselcavus.com/ispanya-ic-savasi/


11 Ekim 2024 Cuma

Yunus Emre, Şiirler - XIII

Miskinlik ile gelsin
Kimde erlik var ise
Merdivenlerden iterler
Yüksekten bakar ise

Gönül yüksekte gezer
Daima yolda azar
Dış yüzüne o sızar
İçinde ne var ise

Aksakallı bir koca
Hiç bilmez ki hal nice
Emek yemesin hacca
Bir gönül yıkar ise

Gönül Çalapın tahtı
Çalap gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise

Sağır işitmez sözü
Gece sanır gündüzü
Kördür münkirin gözü
Alem münevver ise

Az söz erin yüküdür
Çok söz hayvan yüküdür
Bilene bu söz yeter
Sende güher var ise

Sen sana ne sanırsan
Ayruğa da anı san
Dört kitabın manası
Budur eğer var ise

Bildin gelenler geçmiş
Konanlar geri göçmüş
Aşk şarabından içmiş
Kim mana duyar ise

Yunus yoldan ırmasın
Yüksek yerde durmasın
Sinle sırat görmesin
Sevdiği didar ise

Yunus Emre

Sabahattin Eyüboğlu, Yunus Emre, S.89-90


Ankara Garı

düş zamanıydı
Ankara - Zonguldak treninde
şiir dolandı kirpiklerime
güneş götürdüm kömür getirdim 
bir zaman

düş zamanıydı
Ankara - Zonguldak treninde
keder bulaştı sesime
Türkçe götürdüm şiir getirdim 
bir zaman

düş zamanıydı
Ankara - Zonguldak treninde
kırık bir kalple selam uçurdum
hayal götürdüm hasret getirdim
bir zaman

düş zamanıydı
Ankara - Zonguldak treninde
yalnız bir kalple indir Kurşunlu'da
bozkır götürdüm kar getirdim
bir zaman

düş zamanıydı
Ankara - Zonguldak treninde
stran sindi her canıma
yanık bir sesle, buruk bir kalple
havar götürdüm türkü getirdim
bir zaman

hakikat demiydi
Zonguldak - Ankara treninden
indim bir zaman, hazandı, kan zamanıydı
barış götürdüm, ağıt getirdim
kaç zaman

Nusret Gürgöz


10 Ekim 2024 Perşembe

Çatıdaki Adamlar

çatıda dengeye durmaya çalışan o adamlar ne casus
     ne de ellerinde silah var. Ne papa, ne bir kral
     ne bir devlet adamı bu kente konuk olup onur verecek
Bugün

ara sıra aktarılması gerekir kiremitlerin, saçaklarla
     çatallı televizyon-boynuzlarının onarılması gerekir

yoksa o adamlar senin güzelliğin gibi bir güzelliği,
     fısıldaştığımız sözcükler gibi sözcükleri
     düşte görüp dans ederek bulutlardan çıkıp gelen
                          göksel uyurgezerler midir?

Erik Stinus

Çeviren : Murat Alpar


Ozan'ın Aşkı

Bir ozan seviyor sizi
dişi bir meşe olmak
hakkı tanıyor size
yüz tapınaklı bir ırmak
gezgin bir kuyrukluyıldız
bir ozan seviyor sizi
alıştırmak için sizi
kenar mahallelerine
siz olacak evrenin
bir ozan seviyor sizi
ve sorumlu tutuyor sizi
çok uzun bir sonsuzluktan
uysal tanlardan
uçan balıklı göllerden
bir ozan seviyor sizi
ve her şey izinli size
mutlu böcek
kutsalın kutsalı günah
bir ozan öldürüyor sizi
daha çok sevmek için
sizinle besleyeceği sözcükleri

Alain Bosquet

Çeviri: Özdemir İnce


Gitmek

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara..
Hayatından memnun olan yok.

Kiminle konuşsam aynı şey..
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi.

Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani her şeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira..

İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu..
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.

Kalıyoruz..
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler..
Bir çocuk daha doğurmalar..
Borçlara girmeler..
İşi büyütmeler..
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben..
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki..

Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.

Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.

Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek..
Bütçe, zaman, keyif.. Denk olsa.
Gün içinde mesela..
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.

Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma..
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun.. İstemek de güzel.

Can Yücel

Resim: Nazan Özer, Kadıköy İskelesi, Suluboya, 27x37 cm


"İnsan sevmediği şeyi korumaz."

"Dil, kulaktan beslenir, hepimiz duya duya öğrendik dilimizi. Kötü kullanım çok kullanılınca yadırganmaz oluyor. Ekonominin çok bilinen kuralı dilde de işliyor: Kötü Türkçe, iyi Türkçeyi kovuyor. Kulak alışıyor, zihin alışıyor; çarpık sözler bile doğal bir kullanım gibi geliyor insana. Dizinin, Türkçe “Off” adını taşıyan ve en çok ses getiren ilk kitabı 1997 yılında yayımlandı. Oradaki yanlış kullanım örnekleri çok garibine gidiyor, çok güldürüyordu okurları. Aradan çok değil, beş-altı yıl geçtikten sonra aynı örnekler yadırganmaz oldu. Derslerinde kitabı okutan öğretmen arkadaşlarım, öğrencilerin 'E, ne var bunda?' tepkisiyle karşılaştıklarını söylemeye başlamışlardı bile. 'Kendine iyi bak' sözü bunun iyi bir örneği. Başlangıçta yadırgadığımız, hatta dalga geçtiğimiz bir kalıptı. 'Niye? Hasta olsam sen bakmaz mısın bana?' diye sorduğumuzu anımsıyorum. Geçen zaman içinde insanlar alıştı bu kullanıma. Önce kulaklar alıştı, sonra zihinler, nazik bir vedalaşma sözü yerine geçti ve hiç mi hiç yadırganmaz oldu. O kadar ki dilimden döküldüğünü fark etsem ben bile şaşırmayacağım. 

 

Yalnız çeviri yoluyla gelenler değil, İngilizceden gelen pek çok sözcük, pek çok kalıp başta biraz tepki uyandırsa da bir süre sonra kullanım alanına giriyor. Son yıllarda Dil Devrimi’nin kazanımlarından da ödün verilmeye, geri adımlar atılmaya başlandı. Gençler bizim kuşağın yıllar önce kullanımdan çıkardığı Osmanlıca sözcüklere özenir, onları kullanır oldu. Özetle Türkçenin kötü kullanımında herhangi bir gerileme yok; ne yazık ki durum 20-30 yıl öncesinden çok daha kötü."


"Kendimi biraz geriye çekip baktığımda dilimizle ilgili bir çeşit aşağılık kompleksimiz olduğunu görüyorum. Sanıyorum biz, tarihin hiçbir döneminde kendisiyle barışık, kendisinden memnun insanlar olmadık. Her dönemde kendimizden güçlü gördüklerimizin etkisinde kalmışız, onların dilinden sözcükler almakla yetinmemiş, adlarımızı bile onlarınkine benzetmeye çalışmışız. Ta 8’inci yüzyılda Türklerin ilk yazılı eseri Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan, 'Türk beğleri Türk adını attı. Çinli beğlercesine Çin adını tutarak, Çin kağanına görmüş (bağlanmış)' diyerek Türk beylerinin Türk adını atıp Çinli adı aldığını belirtmiş. Anadolu’ya gelindikten sonra güçlü olan komşu değişmiş. İran kültürüyle Farsçaya, Kuran’ın diliyle Arapçaya bağlanmışız. Tanzimat’tan sonra yüzümüzü Batı’ya dönünce Fransızca rüzgârı esmeye başlamış. Giyim kuşamımızdan ev eşyamıza kadar yaşamımıza yeni kattığımız ne varsa Fransızca adlarıyla gelmiş. Eskiden halk, anadilini sever ve korurdu. Arapçayı, Farsçayı zaten bilmiyordu. Öğrenme olanağı da bulunmadığı için dilini o dillerden uzak tuttu. Fransızca öğrenme, Osmanlı münevverlerinin ulaştığı bir şanstı. Halkın böyle bir olanağı zaten yoktu. Dolayısıyla Fransızca öğrenip konuştuğu dile ekleme aymazlığından doğal olarak uzak durdu. Şimdi durum öyle değil. Rüzgâr epey uzaklardan, ta ABD’den esiyor. Bu rüzgârdan yalnız gençler, yalnız Netflix izleyenler etkilenmiyor; görsel ve işitsel ve de sanal medyanın rüzgârı yaşı kaç olursa olsun, herkesi etkiliyor. “Buzlu çay” istediğim garson, 'Ha, ice tea istiyorsunuz!' diye beni düzeltiyorsa; almak istediğim aleti, 'Hani bitki çayı yapmak için kullanılan' diye anlatmaya çalışırken satıcı hafifçe ayıplayarak 'French press' diye öğretiyorsa yalnızca gençleri suçlamak büyük haksızlık olur. Yine bir uygarlık değişimi, kültürel dönüşüm geçiriyoruz. Giyimimizden yeme içmemize kadar bütün alışkanlıklarımız etkileniyorken dilimizin aynı kalması söz konusu değildi; o da etkilendi. Benim önerim, köklü bir çare olarak kendimizle barışmamız. Biz dilimizi sevmediğimiz sürece her dönemde etki altına gireriz. Gençlerin önce kendilerini, sonra içine doğdukları dili ve o dilin kültürünü sevmeleri gerekir. Sevdiklerimizin üstüne titreriz; insan sevmediği şeyi korumaz."

Feyza Hepçilingirler, “Kötü Türkçe, İyi Türkçeyi Kovuyor” Başlıklı Yaşar Akgün'ün Röportajından, perspektif.online sitesinden alıntılanmıştır

9 Ekim 2024 Çarşamba

Adımdan Sana Ne?

Adımdan sana ne?
O da ölecek,
Kasvetli bir uğultu gibi.
Uzak kıyılara çarpan dalgaların,
Sağır ormanlıkta yankılanan,
Gece sesleri gibi.

Bir hatıra defterinde, 
Ölmüş izler kalacak acımdan, 
Bir mezar taşına kazınmış, 
Bilinmez dildeki yazılar gibi.

Nesi kaldı,
Taze ve gergin telaşlarda, 
Çoktan unutulmuş adımın? 
Temiz ve körpe anılar 
Sunamaz artık senin ruhuna.

Ama üzüntülü gününde,
Sessizlikte,
Söyle onu özlemle.
De ki benim de bir hatıram var,
Bir kalp var dünyada,
İçinde yaşadığım...

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Seçme Şiirler, 1830

Çeviri: Haluk Madencioğlu

Resim: Erik Ludvig Henningsen, 1897


Hikâye

Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!

Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!

Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!

Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!

Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!

Cahit Külebi

Resim: Mehmet Najafzadeh, Suluboya


Zeytinlik

Kurşunî yapraklar altında çıktı yukarlara
kurşunî hep ve zeytinliklere karışırcasına;
toza belenmiş alnını gömdü sonra
kızgın elinin tozluğuna.

Hepsinden sonra bu. İşte buydu sonu.
Gözlerin körleşirken gitmeliyim ben;
neden istiyorsun bunu, var olduğunu
neden söyleyeyim, seni artık bulamazken.

Artık bulamıyorum seni bende, hayır.
Başkalarında da. Bu taşta da yoksun sen.
Artık bulamıyorum seni. Yalnızım ben.

Bütün insanlığın acısıyla yalnızım,
onu seninle hafifletmek için omuzlamıştım;
oysa yoksun, adsız utanç, sen ...

Sonradan anlatıldı: "Bir melek geldi derken ..."

Ne meleği? Ah geceydi gelen
ağaçlarda yaprakları ilgisizce kımıldatarak.
Havarilerse düşlerinde sıçradılar ancak.
Ne meleği? Ah geceydi gelen.

Görülmemiş bir gece değildi gelen gece;
onun gibi yüzlercesi gelip gider.
Sonra köpekler uyur, taşlar durur öylece.
Ah yaslı bir gece, ah herhangi bir gece
tekrar sabahın olmasını bekleyen.

Melekler böyle yakaranlara gelmez çünkü,
geceler genişlemez bunların çevresinde.
Kendini kaybedenleri her şey bırakır yüzüstü;
babalar onları terk ederler,
kapanır onlara analar rahmi de.

Rainer Maria Rilke

Çeviren: Ahmet Turan Oflazoğlu



İzleyiciler