11 Nisan 2025 Cuma

A Be Ce

Güzelliğini düşün bir
İnci gibi harflerin
Kuş tüyü, kamış, ağaç ya da divitin
Ucunda a be ce...
Kıvraklığını düşün dilin
Akarsuyun, ay ışığının
Yapraklarla oynaşan yelin
Dağılan köpüğün
Saçılan dantelin
Şiirin, öykünün, denemenin
Sıcaklığını düşün
Bir sevda öpücüğü
Dost eli
Kimi zaman kıvrak, şen
Kimi zaman kederli
Saran, sürükleyen düşüncenin
Tutkulu, candan, yürekten
Ak kağıda kara oya
Balçığa, mermere, zamana işlenen
A be ce...

Kemal Burkay

Fotoğraf: Nanne Springer, Land In Between


10 Nisan 2025 Perşembe

Köy Enstitüleri

Onlar,
Köy çocuklarıydı
Kurumuş çalılar gibiydiler bozkırda.
Kavrulmuş ekinler gibiydiler.
Geldiler,
Yalın ayakları
Ve
Yırtık mintanlarıyla geldiler,
Gönen’e, Aksu’ya, Kepirtepe’ye.
Ezilmiş, sömürülmüş, horlanmış
Ve
Unutulmuştular bin yıldır.
Ferhat oldular,
Yardılar İdris Dağını.
Gürül gürül akıttılar suyunu,
Hasanoğlan’a.
Köroğlu oldular,
Kafa tuttular Bolu Beylerine.
Yıktılar saltanatını ağaların.
Tolstoy’u Balzac’ı okudular koyun güderken.
Mozart’ı, Bethoven’i çaldılar dağ başlarında.
Moliere’i, Sophokles’i oynadılar.
Horon teptiler Beşikdüzü’nde kol kola.
Halay çektiler Yıldızeli’nde türkülerle.
Diz vurdular Ortaklar’da efece...

Siz,
Her gece,
Mehtaba çıkarken Heybeli’de,
Onlar,
Duvar ördüler,
Çatı çattılar.
Yıldızlara bakarak yaz geceleri,
Harman yerlerinde yattılar.
Kazma salladılar yorulmadan.
Kerpiç döktüler
Kerpiç.
Sızlanmadılar hiç.
Yakıştı nasırlı ellerine,
Kitap ve çekiç.
Başladı yurt harmanında imece...
Bir gece,
Karanlık inlerinden sinsice,
Brütüsler çıktı ansızın.
Çektiler zehirli hançerlerini,
Vurdular sırtlarından haince...
Çıktı mağaralarından yarasalar,
Çıktı halk düşmanları,
Üşüştü sülükler gibi üstümüze.
Emdiler kanımızı,
Doymadılar.
Yıktılar umudunu Türkiyemin.
Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma,
Kalkınmış bir Türkiye gelir,
Köy Enstitüleri denince.

Özbek İncebayraktar



9 Nisan 2025 Çarşamba

Tutuklu Gençler Arasında

Yusufla bir Gül koparıyoruz
Birinci Koğuşun havuzundan
Şakayla karışık bir hüznün Gülü
Tutuklu olmanın gülünçlüğü
Umudun yağmuru kırmızı çiçek
Devrimin rengi, uçucu ve berrak

Eşyayı ve insanı kavramış
Usta hırsızlar arasındayız

“Tecrit”te boğucu bir gece
Beygiri bağlasak ölür
Sabaha kadar güldük durduk
Sulu bir düzenin Cezaevi güldürüsü
Muammer, Metin, Ergin
Aynı yatağa sığdık

Kimi deliyse kimi sarsak
Sevimli katiller arasındayız

Ertesi sabah Koğuşlardayız
Kesmediler saçımızı, tifo iğnesini atlattık
Herkes bize can kadar yakın
Her aydın hapse girmelidir
Halkı tanımak, Devleti görmek için

Yarısı suçluysa çoğu suçsuz
Köylüler işçiler arasındayız

Bıyıklıyız ve Bafra içiyoruz
Muammer söndürmeden içmekte usta
Fizikçi Metin Gençosmanımız
İçerlek gözlerinin arasına saklanıyor
Gülerken ve de öfkelenirken

Fosurtuyla esrar çeken
Neşeli dostlar arasındayız

Ali’nin uzun boyu kısalıyor voleybol oyununda
Gene de buranın şampiyonuyuz
İrfan’a sorarsan her makina yapılır
Biz istesek yaparız
Biçilir çelikten her bıçak, silah dökmek kolaydır
Hilesiz bir Köroğlu, Bolu taraflarından

Hayvanları seven, insanlara küskün
Yumuşak katırlar arasındayız

Ulaş Bardakçı, Erhan Yıldırım
İkisini ilk günler ayıramadım
Ulaş biraz daha canlı, Erhan biraz daha ufak
Tunca, bir büyük suyun durgunluğudur
Bir delik bulsa fışkırıp çıkacak
Kurtuluş savaşı günlerinde
Bu çocuğa köprü uçurtacaksın

Yarım yaka, sıfır papuç
Yüzleri eskimiş bebeler: Dördüncü Koğuş

Münir Aktolga, Münir Ramazan
Ataların Yörük ya da Çerkes
At sırtında yaylalardan indiler
Yüzünü yazdılar sana, çekik gözlerini çizdiler
Devrimcilik: artık onu da kendin ekleyeceksin

“Barış içinde birlikte yaşama”ya alışık
Uyuz kediler, saldırgan fareler arasındayız

“Bîgayrihakkına yatıyorum” diyor
“Kan dolu ciğerlerime hâkim bey” diyecek ilk
duruşmada

Almanya’dan bir mektup gelmiş yeğeninden
Suçsuz olduğunu söylüyor
Birol Ertuğrul -şaka bir yana-
Buraya en çok yakışanımız
Saçları usturalı daha ilk günden

İşlek helâ kokusuna karışan
Yemek kokuları arasındayız

İbrahim’i- ki zeki olmasa çirkin olacak
Yargıladık aramızda: öz eleştirme yapmıyor hiç
Cezası: bir tencere su getirmek koğuşun helâsından
Biz tahta kaşıklarla içerken suyu
Nasıl yakalandığını anlatıyor Mardin’de
Polis telsizinin yanlışlığı yüzünden
İzrar yerine Esrar suçundan

Şaka, şenlik, cilve, cümbüş bir yana
Demir parmaklık ve dört duvar arasındayız

Müfit, r harfini peltek söylüyor
Ve bunu ekliyor bıyıklarına
Küçük Forumunda avlumuzun
Her zaman sevimli, her gün hırçın
Devrim soluğunu tartışırken Kurtuluş Savaşının

Haftada altı gün hapiste yatan
Çileli gardiyanlar arasındayız

Yusuf’la bir Gül koparıyoruz
Birinci Koğuşun havuzundan
Gül: her zaman yerini bulan gürültülü çiçek
Umudun yağmuru sevdalı çiçek
Devrimin rengi, uçucu ve berrak
Çakıyla kessem göğsümü, akan Gül olsa gerek
Kalın, kıllı bileğimi kessem

Üstümüzde boydan boya Gökyüzü
Solarken ipek gibi bir Haziran bir Temmuz

Çocuklar sabırlı olun
Tutsaklık özgürlük arasındayız
Bağımlılık bağımsızlık arasındayız
Bugün ile Yarının arasındayız
Düzen ile Devrim arasındayız

Ovalar Dağlar arasındayız
Çiçekler, Ormanlar, Çalılar, Kuşlar, Kayalar...

(1969)

Ergin Günçe  (1938 - 1983)


8 Nisan 2025 Salı

Kâtipler Oturmuş Derdimi Yazar

Kâtipler oturmuş derdimi yazar
Dem bir gelir geçer devran eylenmez
Felek vurdu yıktı burç hisarını
Yel eser savurur harman eylenmez

Bu dünya dediğin bir sınık yaydır
Evveli toy düğün ahiri vaydır
Dört kapılı ulu hoş bir saraydır
Konan göçer imiş kalan eylenmez

Yüreğimde vardır aşk ile yara
Varayım tabibe bulayım çare
Fırsat elde iken gel uy katara
Senin için yolda kervan eylenmez

Abdal Pir Sultan'ım keremler kani
Nereden geliyor canımın canı
Sensin bu gönlümün şahı sultanı
Sensiz bu cesette bu can eylenmez

Pir Sultan Abdal


Şarkısı Lirik Bir Şairden!..

İlhan Kemal, yatağını gittikçe genişleten ve akışı ötelerden duyulan debisi yüksek bir şiir yazıyor.

Sanki gündelik bir tazelenme hevesi var yazdıklarında. O da derece tutkun ve âşık yaptığı işe. 2006’da Mağmum’la başlayan yazma serüveni, son kitabı Şarkısı Lirik’in* adı gibi kesintisiz ve coşkulu biçimde devam etmekte Onu bu kadar çalışkan ve soluklu kılan nedeni öncelikle arayış hâlinde olmasına bağlamak gerek. Üstelik hazır bir sözlükten beslenmiyor,  yaratıcı zihnin soğuk bir demirci edasıyla öne çıkardığı yepyeni sözcüklerle de buluşturuyor okuru.

Şiir bir yenilenmedir her şeyden önce. Bunu bilmeyene, yabancılaşmayla birlikte dilin de çürüdüğünü anlatamazsınız kolay kolay. Oysa şair, o kokuyu yakından tanır ve yeni bir dille toplumsal belleği çatlatmaya çalışır. Bir yerde insanı kendine döndürmeyi amaçlayan  kişilik savaşımıdır sözü edilen. Bizi yabancılayan dilin farkına vararak dönüşümsel bir sürece gireriz böylece. Bu anlamda sorunsalla birlikte yüklendiği tatlı bir huzursuzlukla karşı karşıyadır şair:

”En büyük huzursuz benim
Dert ediniyorum memleketi, Cumhuriyeti
Olur şeyi, olmaz şeyi, olur olmaz şeyi
Bir bahçeden koparınca birileri bir çiçeği
Ben de kırılıyorum orta yerimden çıt diye” (s:17)

Siz bakmayın "Megalomani" gibi bir başlığın görüntüsüne! İlhan Kemal’in ironisi "ince şeyler"i gözden geçirerek seslenir kulağınıza. Çağrısı oldukça yalın ve büyülüdür. Tam bu noktada ‘megalomani’, ‘adanmışlıkla yer değiştirir:

"Tutkulu bir âşığım, ışır zifirin içindeki ben sevince
Ben öpünce yeşerir duygunun solmuş yaprakları
Yeni bir duyuş başını uzatır göçükler altından
Yaşamın kökü tam da kuruyuşa ramak kalmışken
Can suyu taşar nehri, damarda dirim şeneltir" (s:40)

Göçüklerin en ağırı ve en ahrazı, hiç kuşkusuz insan göçüğüdür! Şair, sözcük sözcük kazarak iner o korkunç boşluğa. Her şey geçmişle gelecek arasındaki organik bağı yeniden kurmakla ilgilidir. Öyle ki göçüğün şiddeti büyük fotoğrafı sarsan bir yıkımı işaret eder. Gerisini şairin yakınmasından dinleyelim:

"Hiç bu kadar rüsva olmamıştı umut ülkesi
Hiç bu kadar solmamıştı kut ırmağının mavisi
Hiç bu kadar gecikmemişti yağmur, ıramamıştı su
Hiç bu kadar heba alışığı olmamıştı var olmak" (s:64)

Ne ki “Kalbim! Serserim! Günlere güneş çağanım!” (s:71) diye haykıran birinin yakınması çok uzun sürmez. Sanki bir “Güneş Ülkesi”ni (Salâh Birsel’in bir şiiridir) anlatır gibi muştular yayar ardı sıra:

"Bir gün biz geleceğiz ve müjde kuşları uçuracağız
Lâmbalar asacağız zifiri tavanına gökyüzünün
Ve ünleyeceğiz: Gözünüz aydın ışık bekleyicileri!
Uykularınızı yataklığa kaldırın, size sabah getirdik!
Yok ediciler ki yok olup gidecekler, o gün gelecek" (s:54)

Özetle Şarkısı Lirik’i okumak için pek çok nedenimiz olduğunu söylemeliyim.
Daha fazla gecikmeyin bence.

* Şarkısı Lirik – İlhan Kemal, Şey Kitap, 1.Baskı Şubat 2025

Ahmet Günbaş


Telefon

Gözlerin var ya çekik kara kara
Önce gözlerindi en güzel ışık
Beyaz dişlerindi bacakların omuzun
Damalı örtüde bir kase çorba gibi
Buğulu bir lezzetti karı kocalık
Şimdi bir çınar yeşeriyor içimde
Bir şarkı söylenir uzun uzun
Hürriyetin rüzgârlı bayrağı oldu
Bize yeten aydınlığı sevdamızın

Aman dayanamazsam ne etmeli
-Bütün pencereler üstlerine açık
Kimler soyar çocukları kimler örter
Biri on bir yaşında öteki küçük
Ya anne diye bağırırsa uykusunda
Belki korkmuş belki de susamıştır
Geceleri su içmeye alışık
Çorap öyle mi giydirilir don öylemi bağlanır
Gömleği bir tuhaf sarkıyor arkasında

Çocuklara bakma dayanırım
Gide gide çoğaldım halkım ben artık
Dağ taş kalabalık kalabalık
Satar mıyım onları onlar da çocuklarım
Ben kadınım çocuklarımla varım
Telefon nafile açmam seni
Söylemez dillerim yarınla bağlı
Tutmaz parmaklarım kocamdan belli
Telefon benimki de analık

Çocuklara bakma dayanırım
Sevgiydim önce bir çeşit incelik
Şimdi ise yarıyorum kaba saba
Tuzlu bir deniz kokusu havada
Benimle başladı bu müthiş tazelik
Benimle yaklaştı güzel günler
O günlerin eşiğinde beni hatırlayın
Hatırlayın onların vahşetini
Her telefon çalışta kesik kesik

Oktay Rifat

Fotoğraf: Sabiha Rifat, Oktay Rifat


7 Nisan 2025 Pazartesi

66.Sone

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

William Shakespeare,   Türkçe Söyleyen: Can Yücel

Resim: Otto Dix, Sunrise (1913)


6 Nisan 2025 Pazar

Moesta Et Errabunda / Hüzün ve Serseri

De bana, kalbin uçar mı bazen, Agathe,
Bu pis şehrin kara ummanından uzak.
Başka bir ummana, sade renk ve hayat,
Ve bekaret gibi, mavi, derin, berrak?
De bana, kalbin uçar mı bazen, Agathe?
Deniz, engin deniz, dinlendirir bizi!
Kükreyen rüzgârın hudutsuz orguna
Uyan, boğuk sesli şarkıcı, denizi
Hangi şeytan, dadı yaptı bu yorguna?
Deniz, engin deniz, dinlendirir bizi!
Al götür beni, vagon! Kaçır beni gemi
Uzak! Uzak! Çamur gözyaşı bu yerde.
Sahiden Agathe’in mahzun kalbi der mi
Bazen: azaptan, cürümden, dertten öte,
Götür beni, vagon, kaçır beni, gemi?
Ne kadar uzaktasın, kokulu cennet.
Saf istek içinde kalbin boğulduğu,
Aydın bir gök altında her şeyin aşk, lezzet,
Sevilenin sevilmeye layık olduğu!
Ne kadar uzaktasın, kokulu cennet.
Lakin saf aşkların cenneti olan yer,
Titreyen kemanlar kuytu bayırlarda,
Koşuşlar, şarkılar, öpüşler, demetler,
Şarap testileriyle, gün sonu, kırlarda,
-Lakin saf aşkların cenneti olan yer,
Kaçamak hazlarla dolu masum dünya,
Daha mı uzakta şimdi Hind’den Çin’den?
Mümkün mü çağırmak geri ahüzarla,
Ve gümüş bir sesle yaşatmak yeniden.
Kaçamak hazlarla dolu masum dünya?

Charles Baudelaire

Çeviren: Ahmet Muhip Dıranas


Doğduğun Yer Gençliğindir

Bir sevdaya yakılan ağıt
Bir ölüye tutulana eştir
Ecelle yiten anıldığında
Her şey susar.
Yeniden sevgiyi istemek
Sevgiliyle bağımlı değil

Özlenen sevgidir sevgili değil.

Bitmiş sevdanın ağır hüznü,
aklın
soğuk limanına siner.
Usluluğun yosunla etlenmiş geçeneklerinde
Yetmişlerde bağrılmış bir adın
Döne döne
Yankılanışı
Dokunuş,
sırlarının
yeniden öğrenildiği
Öpüşlerin iştahla açıldığı
Ayıp sayılan
Ya da aşağılanan
Cinselliğin
hani şu
Can yakmanın iz bırakmayan benzersiz morlukları

Sevda sözcüğü
her zaman
başka

Nasıl soyunulur arzulardan sorarım
Salt kösnümüdür alışkanlığın sultasında kalmayan
Bir çocuk gibi
yoluna konmamış
bir çocuk gibi
sağanaklı,
vurgun yemiş.
Sıkılgan
üstelik yürekli ...

O çocuk geziyor kentimizi belleğiyle.
Eminönünde güvercinleri el yordamıyla gören
Kardağdan göçmen,
ortodoks kalamayan bir müslüman ...
Peygamber çiçeği yeldirmeli yengem
Beş yaşın sıska bacaklarıyla dinelen
Güzelce Kasımpaşa halk dispanserinden
Zafiyetine beslenme reçeteleri sunulmuş
Gözleri
ciğerleri
kemikleri
dirençsiz
Beş vakit namazında kadına sokuluyor;
- Ben büyüyünce
yengeciğim ...
Sana neler alacağım bilsen
-Dur öksüzüm dur hele,
sevaptır bu hu çekenleri
yemlemek,
sen büyü.
canın sağ, kafan selamet, kısmetin has olsun da
yengen kalır mı
o günlere.
Haşa estağfurullah allahım verdiğin
nimete küfran olmaz,
gözlerimin perdesi artıyor öksüzüm,
yeni cami kubbedir,
denizin
Üsküdara asılı mavi örtüsü bebeklerime inen
olmalı.
Haydi vakittir,
ikindidir./
-Yengeciğim Eyüp Sultana gittiğimizde
Tahta oyuncaklar aldığımızda.-
-Yürü garibim yürü İstanbullum yürü.

Eyübün halk çocuklarına oyuncakçılık eden 93
savaşı gazisi tezgahına gömük
Tahtanın gevrek bükümünde,
talaşın sıcak kokusunda
Boyaların en doğulu olanını güneşe gerip
bakıyor.
Semtiyle döl bağlı oyuncaklar bunlar
Müslüman kadın
zafiyetli çocuk,
üç mor
üç eflatun
üç ebruli güvercini doyurup
Köprünün korkuluklarından denize çeviriyorlar
bakışlarını.

Cibalide fabrikalar vardiya değiştiriyor,
İçelden dört kadın daha Galatada işe başlıyor,
Bir bahriyeli Cebelitarıkı düşlüyor.
Uzaktasın
Ben oturuyorum
Huysuzum yine
beş yıldır düzenlenmeyen
kitaplarımın arasında
Kağıtlar sararıyor
mektuplar postada yitiyor
Çekmeyeceğim telgrafların en kısasını arıyorum;
Artık bitti /
bitti artık /
Bitmişti /
Artık / ...
Artık güçlendirir mi önüne geldiği sözcüğü.
Hainlik söze inince zayıflıyor mu ne.
İstanbulun yaman yürüyüşçüleri postacılar
Beklenmiyorlar benim açımdan epeydir,
Yazışmaların iç içerikli olanları
inceliklerin yaşamayan özeniyle gidip geliyor.
Ak bir dosya kağıdında değişen tarihler
İkibin yılına ondört yıl kala
Hiroşimaya bomba atan uçağın yıldönümü
gönüllü bir intiharla yeniden kutlanıyor.
Çağdaş iletişimin sonucu duyarsızlık mı,
olur mu,
oldu mu bile ...
Acı ve dehşet
sancısız
gündelik yüzlerdir
Aldırmazlığı yoldaş edinmek
ehlileştirmek midir uygarlığımızı
Yoksa çağımızın yeni adı bu mu olacak?
Teknolojik dehşeti
sarmak
uyutmak
baştacı etmek belki
Seni seviyorumun
gündelik teşekkür ederime eş kılındığı
İlkelerin sevincin üvey kardeşi olduğu
Çünkü coşku hayatın nikahsız yetimidir,
kentsoylular
ciddiyete biter
Acıysa sabrın.

İşte oturuyorum yarısı başkent olan bir Orta
Avrupa caddesinde
Yaz veremli bir zengin kızı gibi geziyor önümde;
Brandenburg kapısında Bach'ın sesleriyle
dalgalanıyor atlar
Çıkıp gelinmiş bir kentin yabancılığı
Bir balkonun denize açılışı gibi
hem umut verir
hem hüzün.
Derbederliğin beatles'la dost olduğu
Parasızlığın senin şakacı genç yüzünle bezendiği o
İstanbul'da
Aşkınlığın kitapları yakılıyordu.
Sundurmaları olmayan yapıların yoz dikilişi.
Güneşdoğulu bir işçi cebinde tarhunuyla
Ortaanadoluyu geçiyor,
Marmaraya varıp
dikiş tutturamıyor.
Hamburg'a ulaştığında
Bütün dış orospuların
nasıl da Almanca öğrendiklerine
çocuk gibi şaşıyor ...

Türküleri elektronik sazla çalan
bol paça
gariban
hemşerisiyle
Duvarla bölünen ünlü kente varıyor.
Konuk işçi çocuklarının bozparkında
İki kuzey afrikalı aynen bağdaşkurmuş
Bir alman öğrenci
yaşı kırkı geçmiş
eski Katmandu'dan
edindiği bilgelikleri toplumuna dayatarak koruyor.
Ulaşım araçlarının uluslararası her biriminde
Afrikalılar
bellidir
ikisi Yukarıvoltadan.
Doğayla kucaklaşan çok eski bir geçmişin
Yumuşaklığını özleyerek esrarlı sigaralarını
sarıyorlar.
Hep elektrik renklerini kuşanmaları
yitmiş güneşlerini unutamadıklarındandır.

Ben önümde
Berliner Weiss bardağı
İşlevselliğini doruğuna taşıyan bu kent
Taptaze bir kız
yüreğini avuçlayarak
alışkanlıkla
sunuyor.
dolara,
marka.
Göğüslerinin arasında beyoğlu taşından haçları
Öfkeli değiller,
sevinmiyorlar da
Dişleri apak porselen
Gülmek gerekir, iş giyimidir
Buradan baktığımda kentim
güzel kentim bana daha yakın
esrikleşiyorum.
Onu bağrımda unutulmuş bir çini gergefin
lalelerinden yansıyan
Îtrı'nin müziğinden duyuyorum.

Doğduğum yer gençliğimdir
biliyorum.
Kapalı üretim değişmeyi getirmez
diyor atmışsekizlerden Wolfgang
-gözlükleri John Lennon'un eşi-
Değişiklikten ne anlıyoruz sorusu
-felsefeyi Marks'ın okuduğu yerde öğreneyim-
diye yola çıkmış Fransız Jean Paul'den
Doğanın tanrı sayıldığı tüm kültürleri yerle bir
etmekten yanıtı
İranlı öğrenci Arşedir Horabiden.
Kaç yıl geçti,
düşünün. diyor,
İstanbullu Mehmet Ali

Hala Lozan'dayız
hala Berlin'deyiz
hala Paris'teyiz
Mühürdardan aşağı koyaklarda bir kum motoru,
yönü Topkapı sarayı
Sultan nevruz,
Hızır İlyas yaseminleri
Ben hep inandım
hep ama
hep
-Öğrendikçe umut daha mı geriliyor ne-
açıklaması Bolivyalı
ressam Juan Azcoitia'dan
-Hayat kavgadır beyler-
diye kafa tutansa
Jean Paul
Gözleri bir bröton kın gibi uzak dingin.
Bu gece Wilmersdorferstrasse'de Perulular çalıyor
diyip kalkıyor
Mehmet Ali
gidelim haydi...
Söylenmemiş tutkunluğunun vurduğu kumral
bakışın
Nur-u aynim,
devletli sultanım
beyninin çeperlerini kazıyan anıların
silinmez ustalığını hep bana yorma,
omuzlarına
ürpertilerle
bir ikindide hayretle bıraktığım başımı
sağaltan ellerini unutur muyum hiç.
Var mısın
gidelim henüz kurulmamış o kasabaya
asil ve hoyrat düşümüze
tek amacımız olan o yeni yepyeni hayata,
mahrumiyet bölgesinden çıkarılmak üzre
tasarlanan
birlikte çalışacağımız
dostlarla
omuzdaşlarla.
Yüksek gerilim ünitelerinin
Kanaletlerin
konutlaşma alt yapılarının
barajların
fabrika yapan fabrikaların
Shakespeare gibi Nazım gibi ustaların kaleminden
çıkmışça
güzelliğin tacıyla donanmış bir gerçeğin yaratılması için bizleri seçmiş
O kasabaya.
Bir şantiyeydi
bizim
sarayımız
olacaktı. ..
Yüksek fırınların harında
yüreğimiz taylar gibi
hasat şarkılarımız senfoni orkestralarında
seslerini çoğaltacaktı,

Olmadı. ..
Daralıyoruz
ağır bunalıyoruz
Sıkılmak hayatımızın padişahı.
İstanbul,
düşleriyle bir yerlere sessizce çekiliyor
İç yorgunluğun sana
özetliyor
yurdunu
Geçtiğin yerleri dikenler bürümüş
Sel yataklarından çamurlar akıyor
Biz senle hiçbir semti ayrı yaşamadık
birlikte
Gitmesek de tanırız
çok konuştuk.
Yılların
yığıntıları,
senin
yoksunluğun
duyularımı
vücudumu dağıtıyor dışına dışına çekip canından,
kalanı ise
herhangi
birilerine
ikimiz de
aldırmazlıkla
cömertlikle sunuyoruz

Doğduğumuz yer gençliğimizdir.

Her yitirişi bana yorma
dayanıklığımızı,
aptallıklarla katlıyoruz.
Ağzımızda Çin muzunun ballı tadını emerken
Televizyonda vuruşanları,
açları,
güzellik ecelerini
avanak dizileri
politikacıların partal hırslarını
Çok bilmişlik ayaklarına yatarak izliyoruz.
Acı kavlayıp pörsüyünce
yaşamak
duyarsızlığın
göbeğinden salgılanıyor
Çağımızın düşmanlığı emzirmemesi için
Sevgiyi bulmalıyız
Hiçbir kadın,
hiçbir erkek
birbirine değemiyor.
Görmek için bakmıyoruz ki ...
zaten
körüz.
Ağrılar
içindeyiz
Bir gençlik mi gerçeğin mirasçısı

Yalanın baştacı edildiği tarihlerdeyiz
Öylesine alıştık ki duymamaya
Kimin ne dediği
umurumuzda değil
Bin dokuz yüz seksen beşler biterken ...

Füruzan, Aralık 1985, İstanbul

Lodoslar Kenti, Yapı Kredi yayınları, S.63-75


5 Nisan 2025 Cumartesi

Sur ve Sır

düzlüğe çıkar dipteki kendini
ve sarkıt o boşluğa
anlatmak için biriktirdiklerini,
çökecek bir gün işte
ayaklarınla birlikte o toprak
söylediğin bütün sözler gömecek seni

kurşundan yaralar taşı bana
büyüsün bir iklimin uğultusuyla
dökülecek ağırlık üstümüze,
kalsın tortusu bütün gelgitlerinin
bütün uykulardan bir uykuda
büyüsün dağılışı kaç bin yıllık teninin

surların dilinde katılık
yıkıntılar içinde bir demir parçası
duvarını arayan paslı bir akrep
geçmiyor ki ırmaklar aksın
ellerinin serinliğinde
düşündüm ve köreldim dışa doğru
içime karşı hep keskin

ellerinle kuşlar getirdiğin
bir yük taşıyorum
ayın ışığından biriken
eskiden kalma bir gül bahçesinden
göğsümden iliklerime doğru
bir kaktüs yol alıyor
susadım el uzat bana

surların dilinde katılık diyorum
geçit vermiyor koşusuna ağıtçıların
ölüm yok lakin ölen çok
akmıyor diyorum ırmaklarımız
sesini dinle koşusu engellenen ağıtçıların
ama yüzlerine bakma sakın diyorum
susadım kuruyan ırmaklarımızda
yatağımız denizden çok uzak
keskinim içime karşı diyorum
büyüttüğüm kaktüs bundan

Gökhan Reyhanoğulları, Üvercinka Dergisi, Mart-Nisan 2024, S.5

Fotoğraf: Orhan Köksalan


3 Nisan 2025 Perşembe

Penceresi Önünde

Penceresi önünde karanfil saksı
Oturmuş yazar yârim, birine yazı
Kimi sever bilinmez, dumanlı başı
Zalim olma sevdiğim, kalpsiz değilim
Batmam elin üstüne, diken değilim

Penceresi üstünde, üzümlü asma
Benden başka birini, aklına takma
Benimki de yürek canım, üstüne basma
Zalim olma sevdiğim, taştan değilim
Döndür başını bir bak, haram değilim

Bora Ayanoğlu

Gece Bıçağın Ucunda

bir adım sonra ıhlamur çiçek açacak,
yüzümde esmerliğin.
yeni dünyalar, hanımeliler,
gülhatmiler ellerimizden tutacaklar
daha çok parlasın diye yüreklerimizdeki cevher.
daha insan olalım,
daha ağlayalım, daha gülelim diye...

çoğu kez anılar da düşler gibidir.
ha unutuldu ha unutulacak.
duvardaki çentik izleri olmasa
uzun soluklu beklemeler silinip giderdi
zaman ırmağının dağdağalı deltasında.
eteklerini sürüyerek ve yavaş yavaş
/ o kadar yavaş ki hiç gitmiyormuş gibi/
terk edişi bizi günlerin...

deniz kızları mı desem,
tek boynuzlu ve kanatları şeker pembesi atlar mı?
bir masal var dilimizde yarım kalan.
peri kızı ile babil kralının öyküsü...

gece bıçağın ucunda,
şah damarı kesilmek üzere.
bahçemizdeki incir fidanını sulayacak az sonra kar
en uzak ülkelere giden göçmen bulutlar,
tahta bacaklı korsanlara tutsak.

sen bir parşömene resim çiziyorsun,
antik kentler çağırıyor adımızı.
parmak uçlarım yorulmuş,
öykümüzü yazmaktan.

hiç kimsenin umurunda değiliz oysa.
herkes kendi karamsar öyküsünü yaşıyor.
ırmaklar yan yana ve uzak,
haritalar ölü seyyahların yalanlarıyla kirlenmiş.

Hatice Eğilmez Kaya, Üvercinka Dergisi, Mart-Nisan 2025, S.11


İzleyiciler