30 Ekim 2024 Çarşamba

Benim Şarkım Küçük

bu akşam nasıl da şarkılıydım
nasıl tekinsiz bir kıyıdaydım
nasıl duruyordum bir sağanakla
sağanak sonu arasında
nasıl susmuştum susmadan
konuşmadan nasıl konuşmuştum
kuşlar kalkıp konuyordu
susmamla konuşmam arasında
adını çoktan unutmuştum

boyunun en yaşlı ve en
kimsesiz yerinden başlamıştım
nasıl doğrulanmıştı dünya
nasıl doğrulanmıştı zaman
bir çocuk haykırınca
kimseler duymayınca
ben nasıl şarkılıydım
şarkımda bir ölü ha

nasıl susmuştum ki suskumda
bir kâğıt bir kalem
nasıl konuşmuştum

benim şarkım küçük
bir ölüyle doğrulandı bu akşam

Adnan Azar


Basit Bir Yalnızlık da Yeterdi

Basit bir kareli defter de yeterdi
Samatya istasyonunu anlatmak için
akşamı beklerken
beklerken parçalanmış umutları
biraz önce yağmur yağmış o istasyon
hüzün dağıtırken
uzaktan bakanlara bile
kıyı yolundan geçenlere
ve yolculara ki hüznün kendisidir
biraz şairdir akşama doğru
anlayışla bakar istasyon şefi
hafif gülümseyerek
ve aldırmaz bile
ve birden gün geçer
aldırmaz
tirenlerle yolcularla yüklerle
biletlerle pasolarla geçer gün
ve Egemen Berköz evine döner
Kupkuru yüreği hüzünden
hat boyu kırık dökük ev içlerinden akşama doğru
bir gün bir kadın çamaşır asarken memelerini görmüştür
bir gün don fanle bir adamı sabah sabah pilav yerken
bir gün her gün çocuklar görmüştür kirli ve arsız
bir gün her gün insanlar biletler istasyon memurları
ve bir gün Egemen Berköz evine döner
Sabah midesi bozuk
öğlen fasulya kılçıklı
bir parti satranç oynamış
iki metin yazmış
Pavese'den birkaç sayfa okumuş
birkaç çıplak kadın resmi bakmış
pencerede birkaç dal ağaç
ve birkaç ondört onbeşinci kat uzaklarda
rüzgârda perde uçuşmuş durmuş
sonra aklında kaktüsleri
sonra Ben Shahn'nın ve Amerika'nın insanları
sonra Töbder'in ve Türkiye'nin insanları
sonra çantasında bir ufak yeni
sonra elinde bir küçük kavun
sonra içinde kıpırdanan bir şeyler
Egemen Berköz evine döner
Tirenden inip istasyondan çıkıp
istavritlere kolyozlara bir göz atıp
tırmanır Mütesellim yokuşunu
tırmanır Ünal apartmanının merdivenlerini
düşünür ta beşinci kat onaltı numaranın kapısına kadar
düşünür basit bir kareli defter de yeterdi

basit bir kareli defter de.

Egemen Berköz


28 Ekim 2024 Pazartesi

Loriya'ya Çaresiz Bir Rica

Ne olur şiir yazmayalım artık Loriya
Mezar kazalım, tabut taşıyalım, ansiklopedi karıştıralım.
Kaybolan küpelerini arayalım güzel kızların
Olmazsa mülteci taşıyalım uzak kıyılara
Şiir yazmayalım.
Demin yaramaz bir düş ıslattım uykumda
Mürekkep lekesi aranıyorum öpmek için seni, yoktu
Bir ceylan yanımdan geçti -karda- iz bırakarak
Yün kazaklar ör bana Loriya
Uzun kışlardan edindiğimiz arsız bir rivayettir imge
Kırağı çalmış da unuttuğumuz hatıra.
Neyi istiyorum Loriya, biliyor musun?
Şiir yazmayalım.
Kefenin cebi yok diyenlere inanmıyorum
İnanmıyorum masal satıcılarına
Herkes dünyayla selfi çektiriyor kederleri boyunlarına asılı
Titreşime alınmış hüzünlüler geçiyor çarşılardan
Ömürler gökdelenlerden kısa.
Dilek ağaçlarına çaput bağlayalım Loriya
Ve dilek tutalım sınır boylarında teneffüse çıkan çocukları
İp atlayalım ayaklarımız dünyaya değmeden.
Çul olalım, pul olalım, kır olalım, sır olalım
Neyi istiyorum Loriya biliyor musun?
Şair olmayalım.

Sedat İpek
(Artık Sizinle Konuşabilirim, Şey Kitap, 1. basım, Ağustos 2024)


Susmalar Güzeli

geldin yine
"otlar gibi sararıyor insan" dedin,
sevilmeyince
"çok sevilince yanıyorlar" dedim
yüzüne gölgeler tünedi
sabah. kuşlarını toplayıp gitti sesinden
bir üzüm bağında şarap olmaktı hayalim
insan oldum, kimse sormadı bana, niye doğdum
geldin yine,
gözlerin ufukla birleşmiş bir isyan dizesi
belki nil'de kendini boğmaya yeltenen gamlı sayfa
ya da dağlardan apansız aşağıya koşan sel yeşili
toplayıp bütün kırgınlıkları, her yerin söz çiziği
geldin, yüzün ürkek bir gökyüzü, güldün
sen gülünce yoluna girdi sanki her şey
radyolar cızırdamadı, bebekler ağlamadı
anneler hiç yitirmedi evlatlarını
özlenen ölüler silkeleyip tozu toprağı
güle oynaya döndüler evlerine
boş kalmadı hiçbir koltuk
hiçbir yatak, hiçbir balkon
geldin yine
terliydi ellerin, utanırdın
hiç gidilmemiş sokaklar gibi
büküverirdin içine
severdim seni çözmeyi, susmalar güzelim
yağmur sıcağım, utangaç fırtınam
bir bilseydin içimdeki kederi
az severim sanmazdın hiçbir dönmeyeni
bana sorsalar,
bir yengecin, etini acıta acıta
denize bağıra çağıra
kırıp çıktığı kabuk olurdum
acı o kabukta, keder orda, hayat o sızlayan yuvada
sormadılar insan doğdum
geldin yine
tedirginsin, sevginin iki kere iki dört olduğunu kim öğretti sana
sağlam temelli evler, köklü ağaçlar, yeri belli yıldızlar
neyi ne zaman yapacağını ezberlermiş, salınıp duran kalabalık
her adımı bildik yığında, el ele tutuşan iki nokta
kırılıyorsun sana aşkın özgürlük olduğunu fısıldadıkça
geldin yine, korkuyorsun
rahatlayacaksın bir çerçeveye sığdırsan imgemizi
bulununca yıldız ışığını yitirir
bilinince sokak sihrini
görülünce önü sevdanın, yitirir hükmünü
bilmiyorsun, biliyorum
sorsalar üç nokta olurdum sonu belirsiz cümlede
sormadılar, insan oldum
geldin yine....

Özge Sönmez
(Kıyısı İnsan, Şey Kitap, 1. basım, Ağustos 2023)




Hırsız Hasan

Bir kere düşündü Hasan
İki kere düşündü Hasan
Sonra Develi'nin Künye köyünden kalktı
Kayısı ağaçlarının çiçek açtığı bir günde
Yolun üstüne dikildi

Yolun üstünde Hasan
Şehre doğru yürüyordu
Saati sordu kendi kendine
Cevap veremedi Hasan

Meselâ beş olmalıydı saat
Saat beş olunca
Sabahın uyanma vaktiydi
Sabahın uyanma vaktinde
Yaşama elle tutulur gibiydi
Eh dedi Hasan
Demek elimi uzatsam
Yaşamak
Bizim  sarı öküz gibi geliverecek

Elini uzattı Hasan
Yaşamak biraz öteye gitti
Biraz daha biraz daha
Derken
Yaşamak şehre indi
Durur muydu ya Hasan
O da şehre girdi
Yaşamak bir şehrin kapısını çaldı
Kapı açıldı
Hasan da kapıyı çaldı
Kapı duvar kesildi
Yaşamak yaşamak diye bağırdı Hasan
Yirmisinde bir kadın pencereden baktı
Yaşamak nerde dedi Hasan
Kadın dudağını büktü

Bir düşündü Hasan,
İki düşündü Hasan,
Sonra kalktı kahveye gitti
Akşama kadar kâğıt oynadı
Sabahın uyuma vakti geldi
Ortalık karardı
Ortalık kararınca
Hasan o eve gitti
Yaşamak dedi yavaşça
Yaşamak
Sesi açıkta kaldı Hasan'ın
Üşüdü
Hasan sesini aldı boşluktan
Hohladı ısıttı
Sonra koynuna koydu
Usulca duvara tırmandı
Damın kapısını açtı

Üçüncü kat
İkinci kat
Birinci kat derken
Yaşamanın olduğu yere vardı
Elini uzattı Hasan
Yaşamak biraz öteye gitti
Biraz daha biraz daha derken
Ayağı bir halıya takıldı
Ondan sonrasını bilmiyor Hasan
Vurdular eline kelepçeyi
Candarmalarda insaf ne gezer
Koydular Hasan'ı mapusaneye
Hasan dışarı baktı
Yaşamak duvarın dibindeydi
Elini uzattı Hasan
Yaşamak biraz öteye gitti

Nevzat Üstün (1924 - 8 Kasım 1979)


27 Ekim 2024 Pazar

Hayat Gül Kokulu Bir Sağanak Yine

gözlerimin önünde ıslak dağların kabaran yalnızlığı
ne varsa uçurumlar eşiğinde
hüzünlerle yalpalayan ne varsa
gözlerimin önünde

ve hayat gül kokulu bir sağanak yine
birşeyler anlatmak istiyor hayat
ve alıp götürmek bir şeyleri kurt sofralarına
gün batıyor
gün batıyor bukağısı paslı bir sevinç oluyor yalnızlığım

unutuyorum sevgilim suretini
durgunluğun “niçin”di unutuyorum

gün batıyor ürkek yıldızlar dolanıyor yalnızlığıma
umurumda değil ne yağmur ne ayaz
ne de kerpiç kokusu havada
unutuyorum/sabaha/kadar/ gün batıyor
sonra bir akasyayı okşuyor gözlerim
geciken sabahlara koşuyor kuşlar
gözlerimin önünde
ve hayat gül kokulu bir sağanak yine

Yılmaz Odabaşı

Resim: Ercan Paya, Suluboya Çalışma


25 Ekim 2024 Cuma

James Baldwin: ABD'li yazarın Türkiye'deki 10 yılının hikâyesi

ABD'de ırkçılık karşıtı mücadelenin sembol isimlerinden yazar James Baldwin, 1961-1971 arası uzun süre İstanbul'da yaşadı, kitap ve oyunlarından oluşan 6 eserini Türkiye'de yazdı.

Baldwin'in İstanbul yıllarına ait fotoğraflar arasında, Engin Cezzar ve Gülriz Sururi ile bir arada olduğu bir kare öne çıkıyor.

Bu fotoğraf, 1970 yılının Mart ayında, Afrika kökenli Amerikalılara yönelik bir dergi olan Ebony'de yayınlandı.

Dergi için İstanbul'da Baldwin'in yaşamını izleyen gazeteci Charles Edelsen, Galata Köprüsü üzerinde, Amerikalı yazarın ve kentteki "en iyi arkadaşlarının" fotoğrafını çekti.

"Galata Köprüsü'ndeki fotoğrafa baktığımızda; Engin Cezzar, Gülriz Sururi ile el ele yürüyen Baldwin'in kurmak istediği koalisyonu görüyoruz. Bu fotoğraf, ırksal farklılıkların yanında, ulusal ve uluslararası farklılıkları ortadan kaldırmak için çaba göstermek gerektiğinin mükemmel bir göstergesi."

Magdalena Zaborowska, "James Baldwin: Türkiye'de 10 Yıl" adlı kitabında Baldwin'in Türkiye yıllarını kaleme aldı.

'En üretken yıllarıydı'

Zaborowska, Baldwin'in Türkiye'de geçirdiği yılları öğrenmesi sonrası bu konuda kaynak aramaya başladığını ama bulamaması karşısında afalladığını anlatıyor:

"Üstelik en üretken olduğu 60'lı yıllarda, 10 yıla yakın süreyi Türkiye'de geçirmişti."

Baldwin 1961 yılında, New York yıllarından tanıdığı tiyatro oyuncusu Engin Cezzar'ın daveti üzerine İstanbul'a geldi. Gülriz Sururi ile Cezzar henüz evlenmişti ve evlerinde bir parti veriyorlardı.

Sonrasını Gülriz Sururi, anılarını yazdığı kitabında o geceyi ve sonrasını anlatıyor:

"Engin'in Amerika'dan en yakın arkadaşı ünlü yazar James Baldwin davetimize biraz geç olarak yetişiyor. Ama bu ilk Türkiye'ye gelişinde ünlü değil pek o kadar ve cebinde de beş parası yok. Bir davet veriyoruz evde, evliliğimizi kutluyoruz.

"İlk görüşte çok çirkin bulduğum Jimmy'ye alışınca onu gü­zel bile buluyorum. İçinin güzelliği dışına vuran insanlardan. Ta­nıdığım, dost olduğum ilk zenci. Engin'in Actor's Studio'dan ar­kadaşı. Orada Jimmy'nin bir oyununda oynamış Engin ve öyle baş­lamış dostlukları.

"Her zaman çok içki içiyordu. En sonunda ona içki dayandıramayınca Aliye Berger'in reçetesi ile sarı votka yapmaya başlamıştım."

'İstanbul onun için güvenli bir limandı'

"James Baldwin: Türkiye'de 10 Yıl" kitabının yazarı Magdalena Zaborowska, ünlü yazarın İstanbul'da bulduğu huzurlu yazım ortamı ile yeniden üretmeye başlayabildiğini söylüyor:

"İstanbul onun için güvenli bir limandı. Açlığını çektiği huzurlu bir yazın atmosferi sağladı. Another Country kitabını düşünün. 10 yıl boyunca kitap müsvedde olarak durmuştu. Kafasını bir türlü toplayamadığından bahsediyordu mektuplarında kitapla ilgili olarak. Ama Türkiye'ye ulaşmasından birkaç ay sonra kitabı bitirebildi. Çünkü yeni bir ortamdaydı, insanlar onu seviyorlardı ve yardım ediyorlardı. Burası bir yazar olarak güçlerini yeniden keşfettiği bir sığınak oldu onun için. Evet Türkiye onun için bir sürgündü ama her şeyden çok yazarlık anlamında çok üretken bir duraktı. Aynı zamanda buradaki kültürden de çok beslendi."

"İstanbul'da hem cinsler arasındaki ilişkiler çok farklıydı. Erkekler el ele dolaşıyordu ki bu o dönemki "Mesafeni koru" diyen Amerikan homofobik kültürü için görülmemiş bir şeydi. Kültürel olarak bu kadar farklı bir yerde olması ,benim görüşüme, göre onu özgürleştirdi.

Baldwin 1963 yılında BBC'ye verdiği bir röportajda, Amerika'dan uzaklaşmasının "hayatında verdiği en doğru karar" olduğunu söylüyordu. Artık toplum tarafından düşmanlaştırılmadığını, ölüm tehlikesi yaşamadığını, içindeki acıları kusabildiğini anlatıyordu.

Bu yıllarda ABD'de sivil haklar hareketi için mücadele eden birçok Afrikalı-Amerikalı suikast sonucu öldürülmüştü.

Prof. Dr. Zaborowska, Baldwin'in "beyazların üstünlüğü kavramını bu denli açıklıkla yargılaması karşısında" kendisine öfke duyulduğunu söylüyor:

"Baldwin ailesel bağlar söz konusu olduğunda, ABD'de insanların kökenlerinin ne kadar karışık olduğunun altını çizer. Köle kadınların tecavüze uğramasından, çocukların satılıp alınmasına kadar birçok kişinin kabul etmek istemediği ailevi bağları bulunuyor. Çünkü hakim konumda olan beyaz maskülen sınıf, bu amaçla oluşturuldu. Kölelik bu amaçla vardı, Amerikan yerlilerinin soykırımı bu hiyerarşiyi oluşturmak için yapıldı. Beyaz erkek üstünlüğünün yayılması için kalan her şeyin ikincil olması gerekiyordu. Düşündüğünüz zaman Amerika'da son 4 yılda olan da buydu; ülke sekiz yıl Barack Obama iktidarından sonra adeta Donald Trump'ı kustu.

Magdalena Zaborowska, Baldwin'in umudunu kaybedip kaybetmediği sorusuna, "Hayır" yanıtını veriyor. Buna gerekçe olarak da "eli artık kalkmayıncaya kadar yazmasını" gösteriyor.

James Baldwin, Amerika'da o dönem homofobi ve ırkçılıktan kaçarak geldiği Türkiye'de altı eser kaleme aldı.

Zaborowska, "Bu dönemde ürettiği eserlerin, hem burada hem de Fransa'daki arkadaşlıklarından beslendiğini düşünüyorum. Özelikle de Türkiye'deki özgürlüğünün, tam bir insan olabilmenin ne demek olduğunu yeniden değerlendirmesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum." değerlendirmesini yapıyor.

Baldwin, 1987 yılında Fransa'da hayatını kaybetti. Öldüğünde, 63 yaşındaydı.

Efe Öç, 18 Eylül 2020

24 Ekim 2024 Perşembe

Yengeç Uçamaz

Yükseldi doğan göğe
Etrafında birkaç yengeçle.
Toz dumana karışınca
Bıraktı yengeçler kendilerini aşağıya,
Yürekte korkuyla ve yakınmayla.
Dönerek yalpalaya yalpalaya
Bu ahmak yengeçler
Bir bataklığa düştüler.
Kıskanıp haset ettiler
O güçlü doğana,
Tükürmek için ona
Kaldırdılar başlarını.
Doğan yücelerde uçardı,
Geri döndü tükürükleri kendilerine.
Sonra bu beceriksiz yengeçler
Aslanın yanına gittiler.
“Ey yüce aslan” dediler
“Doğanı şikayete geldik sana.
Sensin karaların ve suların şahı
Ama senden önce almış o bu şanı.
Her yere ulaşabiliyor o doğan.
Sen neden uçmuyorsun ki”
O bunamış yaşlı aslan sordu:
“Deyin: var mıdır bunun bir önlemi? ”
Yengeçler dedi ki: “Dağlara çıkalım
Biz de güçlü olalım”
Çıktılar yassı kayalara ve doruklara.
Vardılar doğan kuşunun yuvasına.
Aslan dedi ki: “ey sivri kuyruklu doğan
Nasıl uçarım ben? ”
Doğan dedi ki: “Efendim, üç taklayla
Bırakacaksınız kendinizi aşağı.
Ardınızda duran bu yengeçleri de
Geçirin pençelerinize,
Aşağıya indiğinizde
Tarumar olmayasınız.
O kafasız yengeçler
Başladılar ağlamaya:
”Uçamayız bizler,”
Koca kafalı yaşlı aslan
Dedi ki: “niçin ağlaşırsınız?
Bu yassı kayalar ve taşlar nedir ki
Hemencecik ineriz aşağıya”.
“Adam gibi tutunun” diyen aslanın
pençelerine düştü yengeçler.
Yaralı ve dertli gönülleriyle
Yukardan düştüler boşluğa.
Çark gibi dönerek sonra,
Düştüler yere, oldular mevta.
Leş yiyen kuşlar yedi cesetlerini,
Gagalarıyla çullandılar üzerlerine.
Bu zavallı yengeçler
Doğan olabilir mi hiç?
İçerler halkın kanını,
Ölüme giderken sürüklerler yanlarında aslanları.
Ey kara yürekli kıskanç
Doğan kuşunun gücü ve yüreği yoksa sende,
Alnın açık olamaz senin,
O cılız ve kör gönülle
Çıkamazsın yücelere.
Ey kötü yürekli! Tükürmeye çalışırsan doğana
Döner tükürüğün sana,
Düşer gözünün çatısına.
Budur Cegerxwîn’in doğru sözleri
Demeyin olmuş bu adam deli.

Cegerxwin (1903, Batman - 22 Ekim 1984, Stockholm)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy


22 Ekim 2024 Salı

Anaforun Tarihi

I.

İlkin her şeye çocuklar
rüzgârı taşlamakla başladılar
sonra
kardan adama âşık oldular
sıcak
aşkı tavlayan ve tohumlayandı
tohumları karıştıran deli rüzgâr

II.

Hayatın beş mevsimi olsaydı
buzları kırmakla bitmezdi her şey
ama deriyi yüzmekle biterdi
insan yalnızca deriden olsaydı

III.

bu bir gizdi, önce Nesimî bildi
karşı koyanlarsa tırtıllardı.

IV.

Bir tırtıl
kuyruğuna dokun yürür
antenine dokun yön değiştirir
Kuzgundur bazen, herkes her zaman
karatavuk değildir.

V.

Ben kendimi başkaldırıp kazanırsam benimdir
Buysa kül rengi bir ırmakta sûretini aramaktır.

VI.

Arayış süvarisini soran bir yağız attır.

VII.

İnsan yoğunlaşır huyunun akışına,
Nergis duru durgun su arar.

VIII.

Her aşk bir öncekinin tamamlanmış resmidir
bir sonrakinin parçalanmış tablosu
Mabedimsin, mabudumsun, putumsun
putların taşlanmaya yakın ismidir.

IX.

Anaforun tarihi öyle yazar/ki insan
attığı taşlardan yeni put yapar
Her cennet kovulmak kapısıyla kapanır/ve insan
yeni bir cennet arayan tek hayvandır.

Mahmut Temizyürek, İz ve Rüya, Öteki Yayınevi, S.7-9


19 Ekim 2024 Cumartesi

"Kemal Tahir / Yorgun Savaşçı"

 (...) Ben debelenirken, Karlos Çorbacı piposunu temizleyip doldurdu, "Bak n'apacağız her doktor, dedi, eski bildiklerini bir yana bırakacağız, Dekart hesabı, dedi, yeniden aramaya başlayacağız ön yargıları atıp... Bakalım bu davranış bizi nerelere götürecek? Başlıyoruz! Anadolu toprakları nasıl topraklardır sence?

- Nasıl mı? Yamandır Anadolu'muzun toprağı, dedim. Dünyanın ekin ambarı olacak topraklardır. Biz tembelliğe vurduğumuzdan bu cennet vatanın üstünde sürünmekteyiz. İş bilir ellere geçse bak neler olur...

- Bunları nerden çıkarıyorsun? Kendin çiftçilik edip denemedin. Babanın çiftçi olduğunu da sanmam. Sizde böyle kitapların daha yazılmadığını da biliyorum! Bunlar gerçeği aranmamış palavralar... Salt Anadolu toprağı değil, Akdeniz'i, Ege Denizi'ni çevreleyen bütün topraklar, cenabet topraklardır. Çünkü, bu bölge toprakları dünyanın yüzünde, gayet ince, pek yalınkat bir kabuk gibidir. Tarım derin derin aktarılmaz, kara sapanın ucuyla az biraz karıştırılır. Bu bölgenin hava durumu da tarıma uygun değildir doktor, ya kurak gelir, ya taşkın... Kurakta sizin toprak, hiç saban görmemiş gibi taş kesilir. Taşkınlar, tarlaların yarısını alır denize götürür, yarısını dar vâdilere indirip bataklık yapar. Bataklıklarda insan barınamaz. Bu yüzden, Adana, Küçük, Büyük Menderes ovaları gibi verimli ovalarınız ancak on dokuzuncu yüzyıl ortalarında tarıma açılabilmiştir. Daha önceleri buralarda göçebeler hayvan otlatıyorlardı. Bu özellikteki topraklarda, Batıda olduğu gibi, özel mülkiyet yerleşip gelişemez, zenginlikler sayılı ellerde toplanamaz. Sizde batı anlamında FEODALİTE'nin bulunmaması bundandır. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, hiçbir FEODAL, böyle topraklarda serflerini doyurup kendisini zengin edecek tarımı, yalnız kendi gücüyle sürdüremez! Türkçesi, toprakları tarımda tutmak için gerekli bayındırlık işlerini sizde ancak devlet yapabilir. İşte bu sebepten, sizin topraklar haklı olarak devletin mülkiyetindedir. Gene bu sebepten batıda devlet, sırasında bir sınıfın öteki sınıfı ezmek için kullandığı araç haline geldiği halde, sizin devlet, ana ödeviyle toplumu İHYA EDİCİ'dir. Yani, batıda devletin olmadığı zamanlar, toplumlar var olmuşlardır ama, doğuda devletsiz toplum görülmemiştir. Sizde devlet toplumun var olma yok olma şartıdır. Siz, farkına varın varmayın her şeyi devletten beklersiniz. Bizde ağalık almakla olduğu halde, sizde elbette vermekle olacaktır. Siz devletinizi TALANCILIK'la suçlarken, batı kültürünüzle, batılı devletmiş gibi yargılıyorsunuz. Batıda, ilkçağların kölelik sisteminden bu yana özel mülkiyet kutsal olduğu halde, sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde devletten başka kutsal hiçbir şey yoktur. Bu açıdan bakınca, Melek Ahmet Paşa'nın ağası devlet işine giderken Bolu Paşasının atını çekip alırsa bu talan sayılmaz. Çünkü sizde her iş devlete yararlılığıyla değerlendirilir. Sizde devlet tehlikeye düştüğü zaman devletten sorumlu olanlar, bir dakika önce, en korkunç suçlamalarla geri ittikleri en akıl almaz sistemi kabullenmekte bir an duraklamazlar. Batıda bütün monarklar geriliği tuttukları halde, sizin padişahların apansız ilerici kesilmeleri bundandır. Burdaki ilericilik, bilinçle, imanla kazanılmış bir şey değildir, beyin ameliyatı gibi ister istemez katlanılan, bir çaresiz durumdur. Sizde padişahlar, baba, kardeş, evlat demeyip öldürmüşlerdir. Bir gecede on dokuz kardeşini, sonra da öz oğlunu öldüren üçüncü Mehmet'in, para denilen bakır, gümüş, altun parçalarını bulduğu yerde almasına yalnızca talan deyip geçemeyiz. Kaldı ki, ikinci padişah Sultan Orhan'dan bu yana, modern anlamıyla devletçidir de sizin devlet... Tersanelerini, baruthanelerini, dökümhanelerini, madenlerini işleten, tarım topraklarının mülkiyetini elinde tutan, bayındırlık işlerini, yol şebekesini, postayı, kervansaraylar sistemini, okulları, üniversiteleri, merkezden idare edilen bütün imparatorluğa yaygın yargılama örgütlerini, loncaları, hatta dini bile devletleştirip devletçilikle yürüten, ana tüketim maddeleriyle besin maddelerini tekele alan, iç ticareti, dış ticareti aralıksız denetleyen, pazarda fiyatları belli bir çizgide tutan bir ekonomik sosyal örgütün ana özelliği talancılıkla belirlenmez. Bütün bu işleri başarabilmek, kısacası toplumun var olabilmesini savunmak için sizin devletiniz, sırasında, despot da olmak zorundadır. Sizin devlet merkezcilikten, bürokratlıktan, hatta despotluktan vazgeçtim dese, siz bunalınca ayaklanır, bunları geri getirmesini ister, hatta bunun için onu zorlarsınız...» dedi. (...)

Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, Tekin Yayınevi, S.146-148




17 Ekim 2024 Perşembe

Karla Gelen

geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
gökyüzünden sorular düşüyordu hiç durmadan.
nasıl da kalabalıktın sen; bütün kollarımla
sarılıyordum da vücuduna, kapıda kalıyordu
yine de bir yarın... ilk o zaman anlamıştım
bu eve fazla gelen bir yanı vardı bu buluşmanın
ve daha o geceden belliydi, aşkımızın
boyumuzu aşan yüzlerce ayak izinden
ve kar sıcağı sorulardan yapıldığı.

alıştığımız bir şey değildi oysa, karda tipide
sulara düşmek bir ateşin ağzından,
yeni bir ejderha oluvermek buzul çağında
ve ansızın çatlatabilmek zamanı
en ağır yerinden.

yüreğini düşürmüş binlerce sevgiliden
kopuşa kopuşa mı buluşmuştuk seninle,
beynindeki canavarı mı öpmüştük
kentin bütün "kitap yüklü merkepler"inin?"1
ne çok avcı yağmıştı gözlerinin peşinden
ve ne çok çığ dayanmıştı kapımıza.
görmüşlerdi seni saksofon çalar gibi öptüğümü
ve yıllarca düş kırıklığı toplayan şairin
yerin altında artık bir aziz
kent maketi kurduğunu.

o gece ilk defa, aşkın bu kente
yenilmediği bir yerdi sokağımız.
ahlak masasına yatırılmış ömürlerden
çılgın saatler çalıyorduk çünkü hiç çekinmeden
ve bir gecede kimbilir kaç bin yıl yaşamıştık
unutulmuş bir uçurumu emzirirken.

lanetlenmiş yüksek tansiyon vakitlerinde
kalbimiz ancak bu kadar hızlı koşabilirdi
ve az kalsın yanıt verecekti durgun sulardan:
nedir çocuk ölmek her şey yaşlanıyorken.
gelişin çünkü kutsal bir okyanusu
yutmak istemesiydi iki küçük balığın;
kapı kolu, ip ve korkudan ibaret bir öyküyü
yere çalmasıydı çürük diş şövalyelerinin.

sen beni tuzlar kadar sevmiştin,
ben seni karlar kadar, sevgim sevginde erimiş
sevişmiştik, erimiştik kaynar sulara.
oysa bilirsin nicedir
bir yağmur bedduasıydı aşklar
ve her şey ne kadar da aşağılıktı.

geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
gökyüzünden gözlerin düşüyordu hiç durmadan,
kar sıcağı sorular kadar tehlikeli gözlerin.
ne kadar güzeldin, bütün resimlerin ve eşyaların
sözünü kesiyordu yüzün. bedenin dolusu
karadeniz kokuyordun... sendin elbet hayatın
altımdaki iskemleye vurması yakın bir ânında
kirpikleriyle ipimi kesen peri; soluğunu
tehlikeyle sıvayan kadın.

gözlerin her şeyi değiştirebilir miydi?
salıncağa  binmiş bir zerre gibi kimbilir
kaç kez esrimiştim inanabilmek için buna.
ve yalnızca kellemi değil, bütün bir
bedenimi almıştım koltuğumun altına.
donmuş kan damardan kovulmalıydı çünkü
"böyle olmalıydı ve oldu işte." 2 

tabulardan koleksiyon kurmuş bir kent için
elbette ki toplumsal bir sorundu kalbin.
bütün avcıları peşine takacak kadar
çok sevmiştin çünkü uçmayı, yasaklı
serüvenler getirmiştin. ve nasıl da kalabalıktın
bu eve fazla gelen bir yanın vardı senin,
bütün kollarımla sarılıyordum da vücuduna
kapıda kalıyordu yine de bir yarın.

belli ki toplamadan gelmiştin ayak izlerini,
kilitlenmiş adımlarla örtülü bir kente
yalnızca kabına sıkışmış bir kıpırtı
kalmasın diye eyleminden...

o gece anlamıştım: her yerinden yüreği
taşan bir kadındır bir şaire gereken;
bir karla gelendir, bir kardelen.

1. Bir hadiste, öğrendiklerini yaşama geçirmeyenler için kullanılan benzetme.
2. Ahmet Telli'nin bir dizesi.

Devrim Dirlikyapan


16 Ekim 2024 Çarşamba

borç bohçası

annem kızdığında mana kızardı
babam hep duaydı ve amin kızardı
şarkılara kuş eki maocu kardeşim uzun sessizlikti
ben kesintisiz şiir kızar, şiir sevinir
alıntı bakışlı kızlara devrim borçlanırdım rüyalarımda
ödeme kolaylığı göstersin diye hayat 
her anlama selam verir selam alırdım
samimi itiraf, hep devrim borçlanırdım hayata
görmezlikten gelse de alacaklı tarih
şimdiki gibiydim o zamanlarda da
kızınca siyasi kızardım, siyasi tansiyonum yükselirdi
manalı annem devrim çırağı bizlere kızdığında
tembihini bir cümleye sığdırırdı:
“devletin manası yok devrimin manası çok”

herkesin pratikten çok teori olduğu şu günlerde
zamanlı zamansız bunları neden hatırladığım sorarsanız
bana devlet gibi davrananlara neden devrim gibi davrandığımı
merak ederseniz, bir çift laf edebilirim size: 
dünyalıların başına devlet yağıyordu, 
olay mahallinde malum şahıs olmak dışında şansım yoktu
tayinim devrime çıkmıştı

annem kızdığında şarkı kızardı
annemin devrime selamı vardı.

Sezai Sarıoğlu


"Yaralı Bilinç"

Yıllarca ülkesinden uzak kalmış genç adam, İran’a geri döndüğünde Tahran Havaalanı’ndan çıkınca evine gitmek için bir taksiye biner. Yarı yolda şoföre, ilk tütüncüde durmasını söyler. 'Tütüncüde ne yapacaksınız beyim?' diye sorar şoför. 'Ne mi yapacağım? Sigara alacağım.' 'Sigara mı? Sigarayı camide satıyorlar.' 'Camide mi? Yahu cami Allah’ın evidir, oraya ibadet etmeye gidilmez mi?' 'Yanlış beyim! İbadet etmek için üniversiteye gidilir.' 'Peki o zaman öğrenim nerede yapılıyor?' 'Öğrenim hapiste yapılıyor, beyim.' 'Hapis, hırsızların yeri değil mi?' 'Yine yanlış beyim! Hırsızlar hükümete atanıyor.'  

Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç

Deryada Deryalıklar

Başlangıçlar yakıştırılır hep bahara
Süsen
     Sümbül
            Kardelenler
Leylaklar, kokusu şehvete uyaklı
Birazcık  herkesin  olan kiraz dalları
Kırların yenilmez askeri papatyalar
Kanatlarında bilenmiş umutlarla
Güneyleri arayan kırlangıçlar
genç yüreklerde merasimsiz uç veren
taze aşkların mevsimidir ilkbahar 
Baharda başlar şöleni Demeter'in.
Pıtrak gibi selamlar erguvanlar
Hades'in isteksiz gelini Persofene'yi.
Sunaklar gider tanrılara.
Yamaçlar sevincinden ağlar
Oysaki hilafsız, sonbahar
bitişler, serzenişler mevsimi
                             yaprak dökümü
                                        bağ bozumu
hüzzam makamı, mor bulutlar
ne bu sevda olaydı ne de bu ayrılıklar
Dünya orbitine duralı beri
hep böyledir mevsimlerin düzeni
Kışın kar,
        baharın sevda,
                 güzün  hüzün.
Mevsimlerim mi şaşırdı nedir,
                                bu yıl takvimini?

Hale Koray




Daldaki İki Kırık Yaprak

Aynı cehennemin iki yolcusu
Biri sırat üzerinde üç pırpırlı çavuş
Diğerinde ölümsüz mareşallik tutkusu

Kalbine çevirdiği namlu neyin gürültüsü?
Bir kulağından girerse yemin ötekinden çıkar
Ege bir çorak ağaç işte, kaybolmuş tütsüsü

Havaya kalkan kadehlerde iki solgun rakı beyazı
Kim önce şerefe derse onun şarkısı ölecek
Biri zebaniden ateş ödünç almış, öteki cennette karşılamış ayazı

Yine mevsimi geldi ağaçları budamanın
Tırtıllar gayret içinde göğe ermesin diye bahar
Daldaki iki kırık yaprak, iki kez bölünmesi aynı rüyanın

Cihan Oğuz, Atina, 20 Eylül 1999


 

Doğu Baladı

derinlik olmayı sürdüreceğim bu sığ denizde
bir halkım ben, dünyanın kalbinde paslı bir hançer
kabuk bağlayan yaranın altında kaynayan irin
yurdumda konuk, içimde tutsak, uğraksız göçer

bir derinlik hepsi bu, başka hiçbir şey
saklı bir yanardağ olmanın kendisiyim ben
doğuda, ellerinizden çok uzaklarda
binyıllık bir uykuyu ölerek silkeleyen

halkın derinlik olduğunu kim söylemişti
söyleyin nerde seceresi yitik soyum, nerede derinliğim
siliniyor ölü ceylanın derisindeki mürekkep
avcı burda ey bilici ya ben nerdeyim

yurdumun olmayan denizlere taşınan toprağım
parçalanan kayayım bin parça eşkiyadan
çoğalan bir korkuyum, bin parça yoksulluk
ve kan... denizlere akan, denizlere, yurdumun olmayan

uyruksuz mu denir limanı olmayan gemilere
limanım yok, tutulduğum bu çağdaş fırtınada
ışığım yok, dört yönüm karanlık bir pusula
uyruğum yok, sığmıyor kavmim koca dünyaya

umudum uygarlığım, ey bayrak, ey bayraktar
ovalara bir dağ mağrurluğuyla inerken yeşil
vuruldukça güzelleşen alnın ki, gül rengi
güneşi ince kanadında sürükleyen esenlik rüzgâr

n'olur ölme artık, ölüp ölüp terketme beni
ey ölür gibi yaşayan bir halkın derinliği...

Adnan Satıcı


15 Ekim 2024 Salı

Mavi

Üstünde yağmurdan başka hiçbir şey yoktu
anlam olmak için yeterince çıplaktın
şiirin nasıl birşey olması gerektiğini
hatırlatıyordu gözlerin, sana böyle inandım:
Ben inanmak için şiir yazıyorum, gözlerin
neyi hatırlatıyorsa ona inanıyorum, gözlerin
Cihangir’i hatırlatıyordu, hayâl içinde fakir
Üsküdar’dan o rüyaya baktım: Maviydin
bir özletip bir geri çekiyordun denizlerini!
Usul usul inandım güzelliğin hatırına yağan
yağmurun üstümüzde hakkı vardır, inandım
uzak bir mavi kızın gözlerindeki bulut
burada içimize yağacaktır, inandım, mavi
bir yağmurluğun da olsa şiirden ıslanırdım!
Gövdene de böyle inandım, duruydu, şiirin
nasıl bir şey olması gerektiğini hatırlatıyordu:
Öyle çıplaktın ki içinde şiirden başka
hiçbir şey yoktu, gövden neyi hatırlıyorsa
ona inanıyorum, beni hatırlamasa da, biliyorum
bazı uzaklıkların hiç mektup beklemediğini...

Bazı şiirler de bekleyemiyor yağmurun dinmesini!

            (40 Şiir ve Bir...)

Haydar Ergülen, Büyük Türk Şiiri Antolojisi 2, S.556

Resim: Mustafa Eldeniz, Yağlı Boya, 60x120 cm.


Üçüncü Şahsın Şiiri

gözlerin gözlerime değince
felâketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felâketim olurdu ağlardım

ne vakit maçka'dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgâr aklımı alırdı
sessizce bir cıgara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdüm içim ürperirdi
felâketim olurdu ağlardım

akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felâketim olurdu ağlardım

Attilâ İlhan

Resim: Gustav Klimt, Yelpazeli Kadın


14 Ekim 2024 Pazartesi

Şiirin Derkenarındaki Yazı

İç geçirmelerimi satın alın.
Kuşkularımı alın.
Size bir külah yüz buruşturması mı vereyim?
Her şeyi sattığımda
Kendimden uzakta yeniden doğmaya gideceğim
bir hintkirazıyla çok yumuşak bir öpücük 
adsız birkaç nesne arasında.
Umutlarımı satın alın.
Gerçekliklerimi alın.
Bir külah gülücük mü vereyim? 
Ben dört mevsim satarım.

*

Neden 
çınardan uzaktadır çınar?
Neden
ırmağın dibinde değil ırmak? 
Neden 
duvar terketti duvarı?
Çıktılar kendilerinden
anlamak için
benimsemek için kendilerini.
Ben de terkediyorum kendimi:
tanıyorum mutluluğu
sahte çınar,
kuru ırmak,
çok yumuşak
bir duvar olarak.

*

Dilinize hiç özen göstermiyorsunuz:
işte onun için
ahududularınız yılan üretiyor,
takımadalarınız kan öksürüyor,
parçalanıyor tepeleriniz
likör bardakları gibi,
güneşleriniz sakat
ve çökmüş yatakların üzerine oturmaya gidiyorlar.
Diliniz
hiç özen göstermiyor size:
öleceksiniz
ilk düzyazı bunalımı geçirir geçirmez.
Alain Bosquet

Çeviren: Aytekin Karaçoban

Resim: Berthe Morisot, Lorient'teki Liman, 1869, Yağlıboya Tablo, 43x72 cm.


Tuz ve Kalker

Bıraktım dünyanın yazısını, kendi için arayışa
ve ne kadar da aydınlık, şimdi şu önümüzdeki

iç çekiş ile, sanrıların gözümüzdeki köpek leşi
ah!. kalbe düşen kızgın çığlıklar arasında sınır

izler! ve zakkumların içinde -kuyuda yağmur!
sıtmalar gördü -göğüs bir ölüden ödünç şimdi

nice ritimler, hala kendini arayan bir kıvılcım
uslanmayan deri, kendine kilitli dalgın haşhaş

hayale bağlı kökün düşüşü, gece ve rüzgar içi
ve deliliğin onulmaz kahkası, tepe! -orada!

"derin sarnıçları olan toprak"ta -kurumuş giz
belki, kükürt! -örtülü tülbent ile kayıt için mi

trampetler ne de sağın, bakın! tahta bir çadıra
geçiyor, kendini yitiren toz içinde gün kurusu

anamın sütü, helak -suskun toprak: derin, dip
ve çürüme içinde küllenen bilgelik: kapı -ışık

tuz ve kalker, en iyi arşividir ruhun sırrındaki
geçmiş içindeki örgüleri hep kendine bırakan!

Oğuz Kayıran

Resim: Ümit Türk, Yağlı Boya, 135x150 cm.

Uyuma

uyuma geliyorum dağın öte yanından
üstü başı yağmur olan bir yurttan
nefti akşam kokan kollarında gurbetin
kurtulup geliyorum ayazıyla sabahın

kapama gözlerini sırılsıklam gece
yıldızların küskünlüğü kahrediyor göğü
hangi renkten tutsa elinde siyah kalıyor
içlenmiş ay ah çekiyor uzaklığından

gözlerin ne renkti unuttum, açık tut
pencereni düşlerim girecek içeri
gotik minarelerden havalanan kuşlar
çanların vuruşuyla düşecekler gecene

uyuma benim halim hal değil
geçmişe gebeyim şimdikiyle küs
geleceği özlem teslim almış dili lal
susmuş ağzından öpüyorum zamanın

kirpiklerini ucundan as karanlığa
ayıramayacak yollar seni benden
bekle geleceğim yakarak gemileri
ve dökerek denize içimdeki külleri...

Nurbanu Kablan


İzleyiciler