10 Aralık 2010 Cuma
Saate Bakmak
9 Aralık 2010 Perşembe
"Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz."
4 Aralık 2010 Cumartesi
tut ki gecedir
karanlık sıvaşır ellerine camlardan
birden kırmızıya döner
trafik ışıkları
kükürtlü dumanlar yükselir
korkuya batmış
camkırığı adamlardan
tehlikeye büyür sakalları
tut ki gecedir
ihbarlar birer sansar
bir telefondan bir telefona atlar
yeraltı örgütleri tetik üstünde
adres değiştirmiş silah kaçakçıları
fahişeler birbirinden kuşkulanıyor
tut ki gecedir
katiller huzursuz
hırsızlar sinirli
hainler ürkekçedir
elleri telefona kendiliğinden uzanıyor
ihanete gece müthiş bir gerekçedir
ihbarlar birer sansar
bir telefondan bir telefona atlar
ihanet bir bilmecedir
Atillâ İlhan
Bir Kitap: Zehirlenen Çocuk

20.yüzyılın ikinci yarısından beri içinde yaşadığımız modern dünya, bir yandan hayatlarımızı hiç olmadığı kadar renklendirip kolaylaştırırken diğer yandan inanılmaz derecede hızlanan temposuyla bizi strese sokuyor.
Yetişkinler olarak yaşadığımız toplumsal değişimin farkında olsak ve dizginleri tamamen elimizden bırakmamaya çalışsak da, korumayı unuttuğumuz bir şey var: çocuklar. Yüzyılın son çeyreğinden beri, başta gelişmiş dünya ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde, davranış sorunları ve duygusal sorunlarda büyük bir artış gözleniyor. DEHB ve disleksi gibi rahatsızlıklarda adeta patlama yaşanırken depresyon, dürtüsel davranış ve öğrenme güçlükleri giderek hız kazanıyor. Peki neden?
Otuz yıl boyunca öğretmenlik ve eğitim danışmanlığı yapmış olan Sue Palmer bu önemli ve çarpıcı kitabında, modern hayatın birbirinden ayrı tutulamayacak unsurlarının bir araya gelip toksik bir karışım oluşturarak çocuklarımızı nasıl zehirlediğini ortaya koyuyor. Sağlıksız ve düzensiz beslenmeden ebeveynlerin tecrübesizliklerine, elektronik aletlerden niteliksiz çocuk bakımına uzanan geniş bir yelpazede modern çocukların sorunlarını ele alıyor. Palmer Zehirlenen Çocukluk'ta, çeşitli disiplinlere mensup uzmanlardan edindiği verilerden yararlanıyor ve dünyanın birçok yerinde yapılan en son araştırmaları sunuyor. Her bir sorunu ayrı ayrı açıklayıp bunların nasıl üstesinden gelineceğine dair öneriler getiriyor.
Zehirlenen Çocukluk, anne-babalar, öğretmenler ve gelecek neslin modern sorunlarına çözüm arayan herkes için değerli bir kaynak.
Peki çocuklara neler oluyor?
Toksik çocukluk sendromu etkisi altındalar. Çözümü ise çocukları detokslamak. Peki nasıl?
1. Abur cubur beslenmeden, yiyecek ve içeceklerin pazarlama mesajlarından, aşırı şekerli beslenmeden uzak kalarak yani yeme biçimimizi değiştirerek
2. Açık havada bol vakit geçirerek egzersiz, aktivite ve serbest oyun miktarını artırarak
3. Sağlıklı uyku alışkanlıkları geliştirerek
4. İletişimi detokslayarak -Teknolojiyle kesilmeyen göz teması kurarak, etkin dinleyerek, kaliteli sohbet ve paylaşımlar yaparak
5. Aile hayatını detokslayarak- Oyun oynayarak, aile gezileri, aile yemekleri, ortak hobiler gerçekleştirerek
6. Çocuk bakımını detokslayarak -İş-çocuk bakımı dengesini kurarak, kreş-okul’da kalma süreleri ve bakıcı kalitesine dikkat ederek
7. Eğitimi detokslayarak -Notlar yerine öğrenmeye odaklanarak, okulların değer ve inanç sistemlerini inceleyerek, okulla beraber çalışarak
8. Tüketici kültürünü detokslayarak -Reklamlar üzerine konuşarak, izledikleri içerikleri kontrol etmek, para harcamaya ilişkin kurallar oluşturmak, rol modelleri detokslamak
9. Elektronik köyü detokslamak -Teknoloji kullanımında içerikleri ve süreleri sınırlandırmak
10. Davranış biçimini detokslamak -Ebeveynlik tutumları"
Künye:
Alt Lejant: Modern Dünyanın Çocuklar Üzerindeki Zararlı Etkileri
Orjinal Adı: Toxic Childhood. How the Modern World is Damaging Our Children and What We Can Do About it
EAN: 9789750508189
Fiyat: 23,50 TL
Yayın No: İletişim - 1528
Dizi: Psykhe - 2
Sayfa: 400
Baskı: 1.Baskı Ekim 2010, İstanbul
Yazar: Sue Palmer
Çeviren: Özge Çağlar Aksoy
Dizi Editörü: Bahar Siber
Editör: Begüm Güzel
Kapak: Suat Aysu
Uygulama: Nurgül Şimşek
Düzelti: Dila Güngör
Dizin: Özgür Yıldız
Baskı ve Cilt: Sena Ofset
Kaynak: İletişim Yayınları
3 Aralık 2010 Cuma
Gümüş Saat
Onun ölümüyle beraber başlayan sinir hastalığım; bayılmalarım, titremelerim doktorları bile aldatmıştı. Sahiden hasta olduğumu sanıyorlar, tebdili hava tavsiye ediyorlardı. Ama ben, kendim çok iyi biliyordum ki hasta değildim. Nasıl becerirdim ? Bilmem. Tiril tiril titrer, hayaletler görür gibi haykırır, düşer bayılırdım. Baygınlığım sırasında bütün sözleri işitir, doktorun nabzımı tuttuğunu bilir, ama dudaklarımı kenetler, ısırır, köpükler saçardım: Hepsini biliyorum. Bunu niçin yapardım. Bilir misiniz ? Babamın ölüsünü kıskanırdım da ondan. Herkes onun ölümüyle alâkadardı. Komşulardan tutun da kahvedeki arkadaşlarına kadar. Ne hakları vardı ? Onu yalnız ben seviyordum. O halde ben düşünüp üzülmeliydim. Onlara ne oluyordu ? İşte, etrafımı saranların babamın ölümünü benimle alâkadar olup unutmaları oyunlarına başlamıştım.
Zayıf, kansız bir oğlandım. Nihayet analığım, beni köye göndermekten başka çare bulamadı. Uzak akrabamızdan bir köylü gelip beni aldı.
Köyde ölesiye canım sıkılıyordu. Kimseden en küçük bir alâka görmüyordum.
Onlar için varlığım yokluğum müsaviydi. Ne yapsam kimsenin dikkatini çekemiyordum. Bana karşı o kadar lâkayıttılar ki var mıydım, yok muydum farkında bile değillerdi. Meselâ bir ağaç altında otların arasına saklanır oturur, öğle yemeğine gitmezdim. Bütün aile öğle vakti koşa koşa eve girer, mutfakta, kapı önlerinde bir şeyler atıştırırdı.
Ben iki saat sonra eve döndüğüm zaman kimse gelip de bana “Sen öğleyin yoktun. Karnın zil çalıyordur. Bir lokma bir şey ye” demezdi. Hasisliklerinden yapsalar ziyanı yoktu. Hayır hasisliklerinden değil, benim, kendimin farkında değildiler.
Bütün tesellim saatimdi. Bu babamdan kalmış bir gümüş saatti. Analığım köye gelirken bana vermişti. Onu gündüzün kimse bulmasın diye nerelere saklardım? Gece yatağıma girer girmez çıkarır, avucuma alır, kulağıma kor, dinler, sanki bir sevgiliyle, seninle imişim gibi Zehra, dünyalar benim olurdu. Azıcık ta sevinçten ağlardım.
Saatle ben, birbiri için ateşe atılmağa hazır, birbirinden ayrılmaz iki arkadaştık. Gündüzüm; geceleyin sarmaş dolaş ocağımızı, birbirimize hikâyeler anlatacağımızı düşünüp hiç konuşmayan iki arkadaştık.
Gece, köyde çakallar ulurdu. Korkardım. Saatimle büzülürdük. Yorgandan kafamı çıkarır, o avucumda, saatlerce çakal seslerini dinlerdik. Bir sabaha karşı yine çakal sesleriyle uyanmıştım. Odamın, tek penceresinde iki büyük ve parlak göz bana bakıyordu. Saatimle ben korktuk. Yorganı üstümüze çektik.
Ama bu gözlerin ne gözü olacağını merak edip dayanamadık. Yavaş yavaş pencereye yaklaştık. Odamıza bakan bir baykuştu. Sabaha kadar artık uyuyamadık. Çakallar sabaha kadar uludu. Baykuş sabaha kadar camdan bize baktı. Ortalık ağarırken köyden kaçtım.. Trenlere, tramvaylara, otobüslere bindim. O kadar zayıf, o kadar küçüktüm ki hiç bir biletçi benden bilet sormadı. Yolculardan birinin dört beş yaşındaki çocuğu sandı.
Yazdı. Şehir kocamandı. Her kovukta yattım. Geceleri çoğunca deniz kenarına iner, bazen surlarda, bazen odunlar arasında, bazen da hava çok sıcaksa sıcak kumlar, içinde yatardım. Gıdamı süprüntü tenekelerinde kedilerle beraber temin ederdim. Oralarda kendime ne ziyafetler çektim Zehra. Benim şirin, benim güzel Zehram!
Bir sabah, bir memur beni deniz kenarında uykumdan uyandırdı. Aldı götürdü. Kim olduğumu söyledim. Analığım ta Erzurum' lara gitmiş. Uzak akrabadan bir komşu beni yanına almak lûtfunda bulundu. Ona teslim ettiler. Yine eski mahallemize yerleştim. Ama iyi çocuk değildim galiba Zehra, kimse beni sevmiyordu. Ben de herkesten, nefret ediyordum. En çok çocuklar benim düşmanımdı. Beni görünce üzerime saldırıyorlar, dövüyorlardı. Zorları neydi ? Bilmem. Herhalde onlarla hiç konuşmadığım için. Benim onların konuşmasına ihtiyacım yoktu ki. Saatim benimle konuşurdu. Ben saatimle konuşurdum. Birbirimizi seviyorduk. Başka bir üçüncü arkadaşa ihtiyacımız yoktu. Çocuklar beni görünce saldırırlardı: “Sıska, deli, saralı sıska...” diye.
İşte o günlerde karşıma sen çıktın Zehra. Futbol sahasının kenarında düşmanlarımı seyrediyordun. Ben gelip ta yanıbaşında durdum. Canım iki örgülü kalın saçını tutup çekmek istiyordu. Dönüp bana öyle bir baktın ki saatin hatırıma geldi. Sen güldün evvelâ, sonra ben güldüm. Yanıma sokuldun. Hemen saatimi çıkarıp sana gösterdim. İçindeki çarkları, kırmızı taşları, üstündeki şimendifer resmini beraberce seyrettik. Sen de benim saatim, gibi bir şeydin. İnsanın insandan bir saati olması da güzel bir şey diye düşünmüştüm. Sen gümüş saatimi almış, pembe kulağına götürmüştün. Futbolcular topu bırakıp etrafımıza birikmişti. Ben işi anlamıştım. Sen gider gitmez hücum edecekler, saatimi elimden alacaklar. Koca pabuçlarıyla kıracaklardı. Her şeyi, her şeyimi alabilirlerdi: İçimden midemi, kalbimi, ciğerlerimi, kafamdan aklımı, ama saatimi asla ! Onu futbolculara vermedim. Ömrümde ilk defa saat için çılgın gibi döğüştüm. Ellerinden kurtulunca soluğu evde aldım. Saatimi çıkardım. Artık işlemiyordu. Yatağımda sabaha kadar ağladım. Sabahleyin uzak akrabam çoluk çocuk odama doldular. Onlara da “Üstünde çalınmış bir saat var” diye haber gitmiş. Her tarafı aradılar. Bulmalarına imkân mı vardı? Ben işin böyle olacağını geceden düşünmüş, onu saklamıştım.
Öğleden sonra deniz, kenarına indim, Balıkçı Hasan Çavuş' a yalvardım. Biraz gezeyim diye sandalı aldım. Açıldım açıldım. Sonra durdum. Bozuk saatimi çıkardım.. Kapağını açtım. Kırmızı taşlarının üstüne senin o gün bana verdiğin papatyayı koydum. Kapağını kapadım. Sonra suyun üstüne yavaşça saatimi bıraktım. Döne döne batmaya başladı. Uzun zaman arkasından baktım. O görünmemeğe başladığı zaman bile hâlâ bakıyordum. Gözlerimden, yaş boşanıyordu. Şimdi artık saatim de yoktu. Ama sen aklıma geliyordun Zehra!
Bekledim... Bekledim... Denizin tâ dibine saatimin vardığını, orada, karanlıklar içinde, kimsenin onu bulamayacağı bir yerde yattığını hissedince küreklere asılarak döndüm.
Sait Faik Abasıyanık
(Hazırlayan: Muzaffer Uyguner, Balıkçının Ölümü, Yaşasın Edebiyat, Bilgi Yayınevi, Ankara 1977, s.116-120)
30 Kasım 2010 Salı
Haydarpaşa Garı

Nüfusun yoksullaşması Haydarpaşa ve çevresinde gerçekleştirilmek istenen değişime, yukarıda anlatılan kavramsal çerçeve ile yaklaşırsak, karşımıza, sermayenin, birikim krizini aşma doğrultusunda, küresel kentler ağına yarışan yerellikler kavramı üzerinden eklemlenme isteği çıkar. Bu amaçla Haydarpaşa Garı ve çevresi küresel kentin ayırıcı görünümü olan, kongre, turizm, iş merkezi liman ve eğlence merkezine dönüştürülür. Süreç, iletişim ağlarıyla emperyalist merkezlere bağlanan Singapur, Manila, Beyrut gibi kentlerde gerçekleştiği şekliyle işlemeye başlar. 1.000.000 m2 alan kamuya kapatılır. İnşai faaliyetler çok büyük bir iş gücünü azgelişmiş bölgelerden merkeze doğru çeker, yapım esnasında ve sonrasında sunulacak hizmetler sermayenin diğer sermayelerle ve emeğin emekle rekabeti nedeniyle minimum maliyetlerde olmak zorundadır. Minimum maliyet küresel rekabette gücünü koruyabilmenin olmazsa olmazıdır. Ancak bu rekabet, kent nüfusunun hızla yoksullaşmasıyla sonuçlanır. Diğer yandan, arazi spekülasyonu ve ondan elde edilen rant sonucu oluşan konut fiyatları merkezde yaşayan işgücünü çevreye doğru iter. İkinci sonuç, çevrede oluşan kaçak yapılaşma veya gecekondulaşmadır. Metropolde yaşayanların gündelik yaşamı da değişime uğrar, merkezden uzaklaşma, emeğin yeniden üretiminde gerekli iş dışı yaşamın azalmasını, onun yerine ulaşıma ayrılan sürenin uzamasını gerekli kılar. Küresel kent, metropolün bütününde değil, kısıtlı bir parçasında toplumsal, ekonomik, mekânsal değişimin yaşandığı yerdir. Haydarpaşa Garı ve çevresinde yaşanacak süreç de bu gelişmelerden azade olmayacaktır. Dolayısıyla, liman ve çevresinin yapılaşmaya açılması karşısında geliştirilecek bir projenin, 'yer' in ontolojik özelliklerini (tarihsel, kültürel, doğal) değil, küreselleşme ideolojisinin siyasal dinamiklerini ve onun mekâna etkilerini kavrayan ve ona karşı duruşu içeren bir bakışı oluşturması gerekiyor. Sermayenin mekân üzerinde rahatça hareketinin temel belirleyeni, kendi iç dinamiklerinden daha çok, toplumsal sınıfların siyasal mücadeleleri sonucunda ortaya çıkan siyasal dengeler oluyor.
Taner Orhon (Mimar)
28 Kasım 2010 Pazar
Vasiyet
27 Kasım 2010 Cumartesi
Bir Farkındalık Projesi: "Hayata Dokun"

Ülkemizin sosyo-ekonomik koşulları, kültürel iklimi çerçevesinde, kadın temelinde bir çıkışla ete kemiğe bürünen özgün bir projeden söz edeceğim. Bu çalışma hem söz hem iş üretiyor dersek, farklılığına ve önemine atıfta bulunmuş oluruz sanırım.
'Hayata Dokun' neyi amaçlıyor ve hedefliyor; kendi sunumuyla tanımaya çalışalım:
"Kadınları toplumsal her alanda destekleyip bilgilendirerek; sosyal ve hukuksal haklarının farkındalığını artırmak;
Kadın hakları konusunda hukuksal ve sosyal danışmanlık;
İş yaşamındaki kadınların yaşamın her alanında farkındalığını artırmak;
Eşit iş, eşit ücret;
İşyerlerinde kadınlara yönelik istismara (Mobbing) karşı sosyal ve hukuksal farkındalık bilincini artırmak;
Terfi istismarına karşı sosyal ve hukuksal eşitlik farkındalığını artırmak (Breaking the Glass Ceiling);
Çalışan kadınların çocuklarına sosyal ve eğitim çevrelerince uygulanan istismara hukuki çözümler sunmak;
İş kadınlarının aile yaşamındaki psikolojik ve sosyal istismar öykülerini dinlemek, profesyonel çözümlerle yanlarında olmak, yol göstermek; sosyal, psikolojik ve hukuki danışmanlık vermek;
Evdeki kadınlarının sosyal, ekonomik, kültürel alanda yeri ve rolleri ile ilgili bilgi paylaşımına önayak olmak;
Aile içi şiddet – istismar konularında yardım etmek ve ücretsiz danışmanlık vermek
Sosyal ve hukuksal alanda kılavuz olmak, yol göstermek;
Halk toplantıları düzenleyerek kadınlarla yüz yüze iletişime geçmek, bire-bir danışmanlık vermek;
Evdeki kadınların üretkenliğini artırmaya yönelik projelerle sosyal yaşamda aktif rol almalarını sağlamak;
Kadın sorunlarını, kimlik bilgilerinin gizliliği ilkesine bağlı kalarak paylaşmak, sosyal ve hukuksal çözümlerle kılavuz olmak, kadınların yanında olmak…"
'Hayata Dokun' projesi, akademik güçlü bir altyapı; bilimsel veri ve adımlarla ilerliyor.. Gönüllük çerçevesinde yazın ve görsel kuruluşlardan destek buluyor.
Her ne kadar konunun öznesi kadınlar olsa da, tüm etkileşimler ve diyalektik bir yaklaşımla, hayata dokunup, hayatın onarım gerektiren tüm öğelerini tedavi etmeyi öngören bir proje olduğunu düşünüyorum..
(Bu) hayatın mimarları (!) ve failleri (!) var. İçinde bizler varız. İzleyen kimliği ile bir misyon üstlenmek faile destek vermek olacağından, ters giden bir(çok)şeye itiraz etmekle işe başlamalıyız.. Sesimiz bir diğerimizin sesinde yankı bulmalı; ve çoğalmalı (dokunuşlarımız)..
Yaz Geçer
Sen yoksan yüreğimin içinde
kar tozu değer
yıkılır kalırım tenim buzlar üstünde
ay kararır gece çöker yüzüme
kalkamam
bilirsin
üst yanımdan bahar geçer yaz geçer.
Acemi bir sevdadandır bunca ömür katlandığım.
Sen varsan yüreğimin içinde
kurşun değer damarıma kan çarpar
yürür giderim
ne Fırat' tan ne Dicle' den esirgerim canımı
gül ışığı tatlı bir düş
geceler hep Osmanlı
göğsümün yangın yeri gelin alayı
güz mü dersin kış mı dersin o da ne
her yanımdan bahar geçer yaz geçer.
Acemi bir sevdadandır bunca ömür katlandığım.
Sen
bir var
bir yoksan yüreğimin içinde
nasıl gelir mavi gece nasıl gider kanlı şafak
bir yanım ezik güldür öbür yanım soğuk kül
yol üstünde üşür müyüm yanar mıyım bilirsin
uzağımdan kaç güz geçer
yakınımda kaç kış kalır
bilirsin.
Acemi bir sevdadandır bunca ömür katlandığım.
Nazım Mutlu