19 Mayıs 2023 Cuma

Modern Yalanın Siyasal İşlevi

"Yalan söylemenin hiçbir zaman günümüzdeki kadar yaygın olmadığını, yalanın hiçbir zaman bu denli büyük çapta ve topyekûn bir karaktere sahip olmadığını iddia etmekteyiz. Günümüzde, basın ve radyo gibi tüm yazılı ve sözlü iletişim teknikleri, yalanın hizmetine sunulmuştur. Modern insan - genus totalitarian- yalanın içinde yüzer, yalan solur, varoluşunun her anında yalanın esiri olur. Bunun yanında modern yalanın entelektüel niteliği, hacmi arttıkça bozulmaktadır. Modern yalanın ayırt edici özelliği, kitlesel tüketim için seri imalat olmasıdır. Ve kitlelere yönelik tüm üretim, bilhassa entelektüel üretim, düşük standartlara boyun eğmek zorundadır... Totaliter rejimlerin resmi felsefeleri, herkesçe kabul edilmiş, herkes için geçerli olan tek bir nesnel hakikatin absürt varlığına ilişkin fikri işlemektedirler. "Hakikat'in ölçütü gerçeklik ile uzlaşma değil, bilakis ırksal, milli ya da faydacı olan, bir ırk, millet veya bir sınır ruhu/tini ile uyum içerisinde olmaktır... Totaliter rejimlerin resmi felsefeleri, hakikatin biyolojik, pragmatist, aktivist teorilerinin sınırlarını zorlayarak düşüncenin doğasında bulunan değerleri reddederler. Onlar için, düşünce ışık değil, silahtır. Onun işlevi, gerçeği olduğu gibi keşfetmek değil, gerçeği bizi gerçek olmayana doğru yönlendirmek için değiştirmek ve dönüştürmektir. Böylesi bir durumda mit, akla hitap eden kanıta tercih edilir, tutkulara ağırlık verdiği ölçüde bilim ve retoriğe yeğdir..." 

Alexandre Koyre 

Çeviri: Tuncay Şur

Linç Rejimi

Türkiye toplumu tarihsel olarak linç kültürü üretiyor. Bir takım vatandaş tepkisi, hassasiyet, karşıt görüş, tahrik ve provokasyon gibi kavramlarla kodlanan bu linç kültürü, her toplumsal olayda kendini yeniden üretiyor. Bu linç rejimi resmi tarih anlatısından milli eğitim müfredatına kadar derin bir ideolojik kaynaktan besleniyor. Bunun spesifik olarak bir şehirle ilgisi yok. Bugün Erzurum Cumhuriyet Meydanında yarın Sakarya Çark Caddesinde, öbür gün Konya Zafer Meydanında veya Trabzon Kunduracılar Caddesinde... Kendi gibi düşünmeyeni "öteki" olarak algılayan, toplumsal ön kabulleri ve ezberleri olan kitleler, hakikatle yüzleştiğinde fikir üretmek yerine kolayca şiddet aygıtına başvururlar. Bu şiddet "toplumun hassasiyetleri" üzerinden meşrulaştırılır. Bu noktadan sonra artık örgütlü ve sıradan bir kötülük hali ortaya çıkar. Bu kötülüğün sıradanlaşması ancak daha fazla ekonomik refah, özgürlük, demokrasi, şeffaflık, hoşgörü, fikir üretme-tartışma, hakikatle yüzleşme ve hukuk gibi evrensel değerlerle çözülebilir. Aksi halde Hannah Arendt'in ifadesiyle: "Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak, belki de insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir."

Doç.Dr.Deniz Özyakışır


"Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir.”

Tanıl Bora, Türkiye'nin Linç Rejimi, İletişim Yayınları

 

4 Mayıs 2023 Perşembe

“İnsanların kitap okumaması çok ciddi problemlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kelimelerin bilinçli iletişimin en temel aracı olduğu yerde, kelimesi olmayan insanlar ne yapabilir? Beyinlerinin ihtiyaç duyduğu itici gücü nereden bulur? Bu yetersiz uyarım sorunu olduğu kadar duygusal bir sorundur aynı zamanda. O insanların duyguları var fakat onları ifade edecek kelimeleri yok. Karmaşık bir deneyimi ifade etmek için kelimeleri yan yana getirebilme eksikleri var. Dolayısıyla hayatlarının bir boyutunu kaybederek müthiş bir memnuniyetsizlik sorunu yaşıyorlar. Eğer siz onlara, siz duygularınızı ifade edecek kelimelere sahip olmadığınız için memnuniyetsiz ve mutsuz insanlarsınız, derseniz, onlar da sizin kafayı yediğinizi düşüneceklerdir.”

Ingmar Bergman, Sinematografi İnsan Yüzüdür, s.153

Çeviren: Selim Özgül



1 Mayıs 2023 Pazartesi

nereye geldim böyle

yeryüzü soğuk ve kimse 
yaşamamış burada daha hiç 
korkum var diyorum
atlılar ve soluğunu tutanlar
yürüdü bir adım öne: bizi 
yarattı ol rivayet kandan önce

bin nüsha dağıldık evrene 
bin nüsha ve bir ağaç olarak dediler
elen huylu erkekler kalbimi 
sınamak için ceketime rozet
bir de el yazıma; simya öldü
geriye dön resmi çizdiler

o kan revan birinci yılımızdı
üç mum yaktılar o geceye ve
hiç bahsi geçmeyen ayıp yerlerime

korkumu tartıyorum burada
yalnızım, yalnızız bu soru yumağında
ömrüm kördü herkes gemiyi terk
ederken, bir kefenden daha kısa 
daha sefilce, şimdi merve düşünsün 
bunu, sefa ile git gel kasık arasında

kimsesiz ve soğuktu yeryüzü
bir türlü dolmuyor düzayak geçtiğimiz 
yollar ve bir ülke kuruluyor
haritası yaprağın yaşıyla eski
biten her şey için diyorum: şu yağmur 
uzun bir dündür, yarı düş yarı resmi

nereye geldim böyle 
beşikten evlerin eşiğine
öyle bir güz ki, sokağın üzüntüsü 
doğma büyüme buralı 
benden önce

Ömer Turan, Ocak 2018


Sarhoş

Kanuni Kamil, bahçe sahibinden yevmiyesini aldıktan sonra bir saat kadar daha orada kaldı. Hanende Muhsine adamakıllı sarhoştu, tam balta olacak sıraydı. Zaten Kamil de burnunun ucunu görmüyordu.

Garsonlar yavaş yavaş radyom(1) lambalarını söndürüyorlardı. Bir bekçiyle iki polis, kenardaki salkım söğüdün altına yıkılıp kalan bir kunduracı çırağını kaldırmışlar, dışarı çıkarmaya çalışıyorlardı. Gazino sahibi o tarafa koşup hesap isteyince, sarhoş çırak bir daha yıkılır gibi oldu. Ağzını bir tarafa eğerek anlaşılmaz laflar mırıldandı. Fakat gazinocu pek dolma yutar soyundan değildi. Yakasına yapışıp başından kasketini alınca oğlan ayılır gibi oldu. Pantolon cebinde bir hayli arandıktan sonra parayı verdi, polislerin kolunda, çıkıp gitti.
 
Gazinocu büfeye döndü. Kamil’le Muhsine büfeden vuran aydınlığa bir masa çekmişler, karşı karşıya oturuyorlardı. Önlerinde ufak bir şişe rakı vardı. Kamil önüne bakıyor, kız kendi kendine hafif şarkılar mırıldanıyor ve sonra durup dururken gülüyordu. Bu, daha ziyade yüz sinirlerinin acayip bir gerilmesine benzeyen bir gülüştü.

Kamil düşünüyordu:

Gazinocu, Muhsine’yi alıp otele kadar götürmeden defolmuyor; ne yapmalı da bu akşam beraber gitmeli? Sonra asıl mühimi: Bizimkini ne yapmalı?.. Geceyarısı sokaklara fırlar, karakolları ayağa kaldırır. Ne şirrettir o… Sıska, sarı yüzüyle karısı gözünün önüne geldi: Şimdi otelde oturmuş, pencereden sokağa bakıyor, beni bekliyordur, diye düşündü. Ürktü ve elini yüzüne götürüp gezdirerek şaşkın bir hareket yaptı.

Bu sırada gazinocu geldi. Muhsine’ye: -Hadi bakalım!- dedi. Muhsine kalktı. Kamil de beraber… Bahçede yürüdüler. Yollar kumluydu ve gıcırdıyordu. Kamil kolunun altında sıkı tutmaya çalıştığı siyah kılıflı kanununu birkaç defa ağaca çarptı, yıkılacak gibi sallandı.

Yolda beş on adım gittikten sonra bir araba geçti. Gazinocu eliyle işaret etti, araba durdu; evvela Muhsine bindi, gazinocu, kızın arkasından binmek isteyen Kamil’i eliyle iterek içeri atladı ve araba yürüdü.

Kamil yolun ortasında bir müddet sallanıp durarak düşündü. Hemen hemen her akşam bu böyle olduğu için kızdığı falan yoktu. Yalnız, her akşam böyle arabaya ayağını atarken itilip sokakta yalnız kalınca bir müddet düşünmek adetiydi. Sonra sallanarak kendi oteline doğru yürüdü.

Dört katlı otelin en üst penceresinden beyaz bir gölge sarkıyordu.

Kamil ürperdi.

Yukarıdan kısık bir ses bağırdı:

-Çingene!.. Alçak Çingene!.. Bahçe dağılalı bir saat oluyor. Gene o Muhsine dedikleri kaltağın peşindeydin değil mi?-

Kamil başını yukarı kaldırdı, muvazenesini kaybederek yere yuvarlanıyordu, kanunu destek gibi kullandı ve ayakta kaldı. -Ne bağırıyorsun gece yarısı be!.. Hesap görüyorduk…-

-Hesap mı? Arabanın peşinde köpek gibi dolaştın, görmedim mi sanıyorsun? Dinsiz, imansız Çingene!..-

Yukarıdan doğru ağlayan bir çocuk sesi duyuldu. Kamil okkalı bir küfür savurdu. Fakat kendini tutamadı, yere yuvarlandı. Siyah torbalı kanunu yerden kaldırıp koltuğunun altına sıkıştırırken yukarıda bütün sokağı çınlatan bir feryat koptu. -Gelme buralara alçak… Sokmam seni içeri… Gelme!..-

Beyaz baş içeri çekilmek istedi, fakat hızla çekilirken pencereye çarptı, pencerenin kenarındaki değnek düştü. Ağır çerçeve bütün yüküyle kadının başına indi. Kamil yalnız bir cam şangırtısı işitti.

Merdivenleri hızlı hızlı çıktı, otel hizmetçisi, alışkın olduğu için, fazla ehemmiyet vermedi. Don gömlekle yatağından kalkıp kapıyı açmıştı, tekrar yerine koştu.

Kamil söylene söylene odaya geldi. Kanunu bir duvar kenarına dayadı.

Ortada, karyolanın ayak ucundaki demirle pencere arasında, bir salıncak sallanıyordu.

İki yaşlarında kadar bir çocuk salıncakta oturmuş katılırcasına ağlıyordu.

Kamil cam şangırtısını unuttu. Çocuğun yanına gitti. -Sus iki gözüm, sus anam babam!-

Salıncağın yanına diz çökerek çocuğu sallamaya başladı, bu sırada yayvan yayvan ninni söylüyor, karmakarışık şeyler mırıldanıyordu:

-Ah o anan olacak karı… Ah… Nereden başıma sardım bu sıska kaltağı… Senin de başının derdi, benim de… Eeee… Uyu bakayım… Hadi uyusana… Ninni… Ninni…- Sonra makamla söylemeye başladı:

-Bir gün İstanbul’a gitsek, niiiinni…

Şu karıyı başımızdan savsak, niiiinni,

O zaman sen de kurtulursun ben de, niiiinni.-

Birdenbire durdu; odadaki sessizlik onu şaşırttı. Karısı bağırmıyor, gelip saçını başını yolmuyordu… Garip bir korkuyla yerinden doğruldu… Odada gözlerini gezdirdi. Çocuk da susmuştu… Karısı hala pencereden dışarı bakıyordu. Kamil bunu görünce kısık bir kahkaha attı:

-Ne bakıyorsun be?..- dedi, -Ne var dışarda?.. Mahalleyi nasıl ayağa kaldırdığını mı seyrediyorsun?- Yarı kapalı gözlerini açmaya çalışarak bir kahkaha daha attı. Fakat bunu yarıda kesti. Gözleri büsbütün açıldı. Bir adım kadar ilerledi.

Karısı pencerenin önünde diz çökmüş, başı dışarıda, duruyordu. Kamil kırılan ve aşağı düşen camın farkına varmadı. Fakat yerde biriken kanları gördü. Bu kanlar pencerenin kenarından başlıyor ve duvarda bir nehir gibi kıvrıntılar yaparak iniyordu. Kamil hiç sesini çıkarmadı; yavaş yavaş geri çekildi, içinde kirli çamaşırlar bulunan bir sepetin üstüne oturarak o tarafa doğru uzun uzun baktı… Sabaha kadar öyle oturdu ve baktı…

Sabahattin Ali, Değirmen, 1933

(1) Radyum Lambası. Elektriğin yaygın olmadığı zamanlarda kullanılmaktaydı.


30 Nisan 2023 Pazar

Kova Kova İndirdiler Yazıya

Kova kova indirdiler yazıya
Tut ettiler al kınalı tazıya
İş başa düşünce bakmaz kuzuya

Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı

Zalım avcı düşmüş gelir izine
Al kanlar akıtmış iki dizine
Mor sinekler konmuş ela gözüne

Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı

Kanlı olur avcıların tazısı
Kara imiş yavruların yazısı
Meme mi istersin ana kuzusu

Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı

Süre süre indirdiler dağlardan
Mor sümbüllü bahçelerden bağlardan
Kerem der ki şu geçtiğim yollardan

Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı

Kaynak Kişi: Neşet Ertaş

Türkü, Kırşehir Yöresi



Şu Yalan Dünyaya Geldim Geleli

Şu yalan dünyaya geldim geleli
Özge elden özge yar bulamadım
Yaralandım al kanlara bulandım
Elimin kanını yur bulamadım

Güzel olan neyler altın akçayı
Arif olan düzer türlü bohçayı
Vücudumda seyreyledim bahçeyi
Dosta el değmedik nar bulamadım

Dostun zülüfleri deste deste
Erenler Hak için oturmuş posta
Bir zaman sağ gezdim bir zaman hasta
Hasta halin nedir der bulamadım

Felek benim kırdı kolum kanadım
Baykuş gibi viranlarda tünedim
Bu gün üç güzelin nabzın sınadım
Can feda yoluna der bulamadım

Felek benim kurulu yayımı basdın
Her köşe başında yolumu kesdin
Keskin kadeh ile dolumdan içtin
Yandı yüreciğim kar bulamadım

Pir Sultan Abdal'ım dağlar ben olsam
Dağlarda biten laleler ben olsam
Alem çiçek olsa arı ben olsam
Dost elinden tatlı bal bulamadım

Pir Sultan Abdal
Hüseyin Cahit Öztelli, Pir Sultan Abdal - Bütün Şiirleri, 
Özgür Yayınları, Ağustos - 2004, s.277-278




28 Nisan 2023 Cuma

Nisan

aramızdan bir nisan geçti işte
şakası bile şiir bende
ayların zalimi olduğunu kim demiş
zalim olan insan sadece

harf harf sözcük sözcük
nisanı insan diye içime zamkladım
nisan da insan da iç içe iki cümle
şiir dili mıknatıs dili bence

nisandan mayısa eylülden ekime 
her ay bende şiirden dil serap
kendimden yaptığım bu defter
bir dağ köyüne kaçsam beni ebedi saklayacak

aramızdan bir nisan geçti, gençliğimdi sanki
dildeki ben harflerden yapılma gövde:
üç adımı da unutup adıma şiir dedim
mevsim meleği bir ah!la

a
ğ
l
a!

Serap Aslı Araklı


16 Nisan 2023 Pazar

Harp Çocuğu

Devran değişti çocuğum!
Son savaşta oldu bu kötü işler:
Kiminin göğsü kabardı, kudurdu:
Çoğunun gözü doldu.

Devran değişti çocuğum!
Baba, batan bir gemide öldü:
Bir esir kampında kardeşleri,
Anasını zaten bilmiyordu.

Devran değişti çocuğum!
Ekmek kokulu sevgi nerde?
Masal dünyamız bu mu?
İki gözü iki çeşme.

Oğuz Tansel



Uçurum, Su, Kırlangıç

Alnın bir uçurum
önce gözlerimin
sonra dudaklarımın düştüğü
ve her seferinde
saçlarına takılıp kaldığı bir uçurum

Serin bir su alnının kokusu
Bu çok sıcak şehirde
birdenbire önüne çıkan
yenileyen dirilten
serin bir su

Gözlerin
yükü ağır iki kırlangıç
Bana doğru kalbime doğru
uçan uçan iki kırlangıç
Kimi zaman değip geçen
kimi zaman çarpıp kalan
karanlık şeylerden aydınlıklar taşıyan
sevinçle kederi
aşkla çileyi
bugünle yarını yansıtan
iki kırlangıç

Süreyya Berfe



12 Nisan 2023 Çarşamba

Cemile


Annem bahçedeki kümesten yakaladığı tavuğu kestirecek birini arıyor. Babamın hiç o taraklarda bezi yok. İki büyük abim gazozhanede. Bana bakıyor; kitap okuyorum, benden de ümit yok. Yan komşumuz Memiş amca’yı bulmak için kendi kendine söylenerek çıkıp gidiyor. Memiş amca emekli astsubay ve annemle iyi anlaşırlar nedense. Az sonra konuşmalarını duyuyorum. Memiş amca askerine emir veren tarzını hiç bozmadan, kış için aldığı odun ve kömürleri anlatıyor anneme. Nasıl ucuza aldığını, odunların kuruluğunu, kömürlerin hiç tozunun olmamasını falan. Merdivenin altında gördüğüm odunlar geliyor aklıma, cetvelle ölçülmüş gibi düzgün ve hepsi de aynı hizada.

Akşama bütün evi saran tavuk kokusu ve üst kat salona kurulan sofra. Şeküre Aba’nın Mehmet Abi gelecekmiş yemeğe. İstanbul’da Kuleli’de hocaymış. ”Subaylara Rusça öğretiyor” diyor babam, çok önemsemesinin yanı sıra sesine biraz da gizem katarak.
Mehmet Özgül Abi’yi ılık bir Eylül akşamı, kucağında kendi çevirdiği Cengiz Aytmatov kitaplarıyla hatırlarım. Yemekten sonra babamla salonun bahçeye açılan kapısının önünde çay içip, eskilerden konuştular. Babam bütün üniversitelilere yaptığı gibi hayranlıkla Mehmet Abi’yi dinliyor. Arada sırada ürkek bir şeyler soruyor ve hemen arkasından tekrar, içli bir hayranlık.
Benim gözüm sehpada duran kitaplarda ama. Mehmet Abi fark ediyor halimi.
“Nasıl” diyor, “okumayı seviyor musun?”
Babam bu sefer kendinden pek emin ve gururlu:
“Çok sever efendim. Çok güzel okuyor. Bakalım, sonradan bozulmazsa…”
Kitapları alıp yavaşça gidiyorum kovuğuma.

Cemile’yle o gün tanıştım. Aytmatov’un bir çocuğun gözünden anlattığı, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Kırgızistan’ın bir köyünde geçen, yasak bir aşk hikayesi. Aynı çiftlikte çalışan Cemile ve Danyar’ın aşkı. Aragon’un bile “dünyanın en güzel aşk öyküsü” dediği satırlar.
Hikayenin bir yerinde, Danyar oldukça ağır bir çuval buğdayı tartıdan alıp arabaya koymaya çalışınca, Cemile ona çıkışır ve çuvalı birlikte taşımaları gerektiğini söyler. Bundan sonrasını kitaptan okuyalım:

“…Cemile’nin kendisi de Danyar’ın elini tuttu. Ellerini kavuşturarak çuvalı birlikte kaldırırlarken, zavallı Danyar utancından kıpkırmızı oldu. Daha sonra aynı şekilde birbirlerinin ellerini sımsıkı tutarak ve başlarını birbirine dokunacakmış gibi eğerek çuvalları her kaldırışta, Danyar’ın nasıl işkence çektiğini, Cemile’nin yüzüne bakmamak için kendisini nasıl zorladığını, dudaklarını nasıl sıktığını görüyordum. Buna rağmen Cemile, tartıda çuvalları tartan kadınla şakalaşıyor ve Danyar’ın o halinden habersiz gözüküyordu…”

Hikâye devam eder. Danyar’ın türküleriyle güzelleşen bozkır ve Cemile’nin cesareti. Hitler faşizminin dünyayı kana buladığı yıllarda çocuklarını savaşa göndermiş Kırgız halkının, “her buğday tanesi cepheye gidiyor” yazılı ambarların önünde düğün yerine gider gibi toplanmaları, kızlı-erkekli, genci-yaşlısıyla faşizmi dize getiren inançları. Danyar’ın bozkırın ortasındaki dolgun başakları dalgalandıran türküleri, genç yüreğimi de dalgalandırmış, insana olan inancımı tazelemişti…

Ercan Kesal

Neden Böyle Hızlı Ölürüm?

1/
Bilirim nasıl yontulur mermer
can suyu bulsam çeliğe
toplayabilsem kırık camları
ateşten arınmış bir gece üstü
çocukluk resmimin çerçevesine
mavi cam takmayı
bilirim.

2/
Kozayı tanımadım hiç gençliğimde
böceklerim öldürülmeseydi ürpertici gözlerde
ipek dökerdim yine soğumuş bedenlere
ışık düşürmeyi ince sızıya
ve kırgülü dikmeyi ilkyaz içinde
bilirim.

3/
Neden böyle hızlı ölürüm boş limanlarda
öpesim geldikçe seni ey ömür
mermer yontmayı ve ipek dökmeyi inceden
bilirim oysa
gizleyebilseydim ellerimi soğuk demirden.

4/
Suskun saatlerde hışırdıyor akrep
kim kırdı mavi camımı resmimin
dökülen
kimin yüreği ötede
çarpıyor mu yine
bilmem.

Nazım Mutlu

Yaşadığım, Şiir, S.15-16

Fotoğraf: Yaralıgöz Kastamonu



İzleyiciler