“Köylü eğitilmeden, işçiye iş verilmeden, herkesin toprağı olmadan demokrasi gelmez. İki çeşit demokrasi vardır. Gerçek demokrasi için halk sıkı eğitimden geçirilir. Biz ise Amerikan demokrasisini seçtik. Bir sandığa kağıt attık. Bunun adı demokrasi oldu.”
25 Mayıs 2023 Perşembe
"İnsanlar neden popülist liderleri seçer?"
“Çünkü bu bilinen en eski numaradır: Böl ve yönet! Bir diktatörü güçlendirecek şey toplumu bölmek ve vatandaşlar arasındaki güveni sarsmaktır.
Çünkü demokrasinin çalışması için vatandaşların birbirine güveni gerekir. Demokrasilerde diğer partilerle aynı fikirde olmasam da hatta onların aptal olduğunu düşünsem de, kötü olamazlar. Bana zarar vereceklerine inanmam. Demokrasinin temeli budur.
Ve seçimleri kaybetsem bile sandıktan çıkan sonuca saygı duyarım. Ama diğer partilerin benim rakibim değil de düşmanım olduğunu düşünürsem, benim yaşam tarzımı yok etmek isteyeceklerine ve benim özgürlükleri yok edeceklerine inanırsam işte o zaman seçimleri kazanmak için yasal ya da yasadışı her şeyi yaparım. Ve kaybettiğimde seçim sonuçlarını tanımam. Böyle bir durumda iç savaş çıkar ya da bir diktatörünüz olur.
Bir diktatör halkın birbirine güvenmesini istemez, aslında tam tersini ister. İnsanlar birbirinden korkar ve nefret ederse, diktatörden kurtulmak için birlik olamazlar. Diktatörlük bu açıdan yabani ot gibidir. Her yerde büyüyebilir. Demokrasi ise narin bir çiçek gibidir. Yeşermesi için bazı şeylere ihtiyacı vardır. O şeylerden birisi, halkın farklı kesimleri arasındaki güvendir. Dünyadaki popülist yöneticiler ise aynı numarayı uygular. Farklı kesimlerin hassasiyetlerini kaşıyarak halkın bölünmesini sağlarlar. Bu yaraları iyileştirmek yerine, parmaklarını sokup genişletirler. Böylelikle halkın arasındaki güven duygusunu yok ederler. Ve sonra bu diktatörler bu gruplardan birinin liderliğini üstlenirler. Halk artık uyumlu bir topluluk değildir; birbiriyle kavga eden gruplara bölünmüştür. Ve belli bir grubun lideri olarak diğer grupları yok edeceğinin sözünü verirler.”
24 Mayıs 2023 Çarşamba
"Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir"
“Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir: bazen çıkar, bazen iner, bazen de dibi görünmeyen bir uçurumun başına gelip durur. İnsan tek başına böyle bir yolda ilerleyemez ama birleşenler, birbirine omuz verenler her engeli aşarlar.”
20 Mayıs 2023 Cumartesi
Düşünmenin Büyüsü
Suya düşen ışığı tenzih
Toprağını sevmiş ağaçları
Tebrik ederim
Suya değmenin onuruyla
Başım göğe ermiş gibi dik!
Evimi suyun kıyısına kurdum.
Benliğimi eğiten şiirin adabıyla
Her gün hamarat bir ev kadını
Yıkıyor beni suda.
Lekesiz bir bakışla basıyorum taşa...
Yeşeren çimlere aşk olsun!
Sudan içeri esiyor rüzgâr!
Canımı yakan ateş nasıl sahiciyse
Suyun buz tutmasını ciddiye,
Buharlaşmasını hafife alıyorum.
Gülümseyen suda elsiz engelsiz
Düşünmek koşmak istiyorum.
Varsın zaman aksın su gibi zekice,
Niyetim büsbütün dalıp gitmek suya!
Mümkün olsa
Bir bilinç düzeyinden
Yüze yüze geçsek karşı kıyıya...
Cemal Öztürk
19 Mayıs 2023 Cuma
Modern Yalanın Siyasal İşlevi
"Yalan söylemenin hiçbir zaman günümüzdeki kadar yaygın olmadığını, yalanın hiçbir zaman bu denli büyük çapta ve topyekûn bir karaktere sahip olmadığını iddia etmekteyiz. Günümüzde, basın ve radyo gibi tüm yazılı ve sözlü iletişim teknikleri, yalanın hizmetine sunulmuştur. Modern insan - genus totalitarian- yalanın içinde yüzer, yalan solur, varoluşunun her anında yalanın esiri olur. Bunun yanında modern yalanın entelektüel niteliği, hacmi
arttıkça bozulmaktadır. Modern yalanın ayırt edici özelliği, kitlesel tüketim için seri imalat olmasıdır. Ve kitlelere yönelik tüm üretim, bilhassa entelektüel üretim, düşük standartlara boyun eğmek zorundadır...
Totaliter rejimlerin resmi felsefeleri, herkesçe kabul edilmiş, herkes için geçerli olan tek bir nesnel hakikatin absürt varlığına ilişkin fikri işlemektedirler. "Hakikat'in ölçütü gerçeklik ile uzlaşma değil, bilakis ırksal, milli ya da faydacı olan, bir ırk, millet veya bir sınır ruhu/tini ile uyum içerisinde olmaktır... Totaliter rejimlerin resmi felsefeleri, hakikatin biyolojik, pragmatist, aktivist teorilerinin sınırlarını zorlayarak düşüncenin doğasında bulunan değerleri reddederler. Onlar için, düşünce ışık değil, silahtır. Onun işlevi, gerçeği olduğu gibi keşfetmek değil, gerçeği bizi gerçek olmayana doğru yönlendirmek için değiştirmek ve dönüştürmektir. Böylesi bir durumda mit, akla hitap eden kanıta tercih edilir, tutkulara ağırlık verdiği ölçüde bilim ve retoriğe yeğdir..."
Alexandre Koyre
Linç Rejimi
Türkiye toplumu tarihsel olarak linç kültürü üretiyor. Bir takım vatandaş tepkisi, hassasiyet, karşıt görüş, tahrik ve provokasyon gibi kavramlarla kodlanan bu linç kültürü, her toplumsal olayda kendini yeniden üretiyor. Bu linç rejimi resmi tarih anlatısından milli eğitim müfredatına kadar derin bir ideolojik kaynaktan besleniyor. Bunun spesifik olarak bir şehirle ilgisi yok. Bugün Erzurum Cumhuriyet Meydanında yarın Sakarya Çark Caddesinde, öbür gün Konya Zafer Meydanında veya Trabzon Kunduracılar Caddesinde... Kendi gibi düşünmeyeni "öteki" olarak algılayan, toplumsal ön kabulleri ve ezberleri olan kitleler, hakikatle yüzleştiğinde fikir üretmek yerine kolayca şiddet aygıtına başvururlar. Bu şiddet "toplumun hassasiyetleri" üzerinden meşrulaştırılır. Bu noktadan sonra artık örgütlü ve sıradan bir kötülük hali ortaya çıkar. Bu kötülüğün sıradanlaşması ancak daha fazla ekonomik refah, özgürlük, demokrasi, şeffaflık, hoşgörü, fikir üretme-tartışma, hakikatle yüzleşme ve hukuk gibi evrensel değerlerle çözülebilir. Aksi halde Hannah Arendt'in ifadesiyle: "Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak, belki de insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir."
Doç.Dr.Deniz Özyakışır
"Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir.”
Tanıl Bora, Türkiye'nin Linç Rejimi, İletişim Yayınları

4 Mayıs 2023 Perşembe
“İnsanların kitap okumaması çok ciddi problemlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kelimelerin bilinçli iletişimin en temel aracı olduğu yerde, kelimesi olmayan insanlar ne yapabilir? Beyinlerinin ihtiyaç duyduğu itici gücü nereden bulur? Bu yetersiz uyarım sorunu olduğu kadar duygusal bir sorundur aynı zamanda. O insanların duyguları var fakat onları ifade edecek kelimeleri yok. Karmaşık bir deneyimi ifade etmek için kelimeleri yan yana getirebilme eksikleri var. Dolayısıyla hayatlarının bir boyutunu kaybederek müthiş bir memnuniyetsizlik sorunu yaşıyorlar. Eğer siz onlara, siz duygularınızı ifade edecek kelimelere sahip olmadığınız için memnuniyetsiz ve mutsuz insanlarsınız, derseniz, onlar da sizin kafayı yediğinizi düşüneceklerdir.”
Ingmar Bergman, Sinematografi İnsan Yüzüdür, s.153
Çeviren: Selim Özgül
1 Mayıs 2023 Pazartesi
nereye geldim böyle
yeryüzü soğuk ve kimse
yaşamamış burada daha hiç
korkum var diyorum
atlılar ve soluğunu tutanlar
yürüdü bir adım öne: bizi
yarattı ol rivayet kandan önce
bin nüsha dağıldık evrene
bin nüsha ve bir ağaç olarak dediler
elen huylu erkekler kalbimi
sınamak için ceketime rozet
bir de el yazıma; simya öldü
geriye dön resmi çizdiler
o kan revan birinci yılımızdı
üç mum yaktılar o geceye ve
hiç bahsi geçmeyen ayıp yerlerime
korkumu tartıyorum burada
yalnızım, yalnızız bu soru yumağında
ömrüm kördü herkes gemiyi terk
ederken, bir kefenden daha kısa
daha sefilce, şimdi merve düşünsün
bunu, sefa ile git gel kasık arasında
kimsesiz ve soğuktu yeryüzü
bir türlü dolmuyor düzayak geçtiğimiz
yollar ve bir ülke kuruluyor
haritası yaprağın yaşıyla eski
biten her şey için diyorum: şu yağmur
uzun bir dündür, yarı düş yarı resmi
nereye geldim böyle
beşikten evlerin eşiğine
öyle bir güz ki, sokağın üzüntüsü
doğma büyüme buralı
benden önce
Ömer Turan, Ocak 2018
Sarhoş
Kanuni Kamil, bahçe sahibinden yevmiyesini aldıktan sonra bir saat kadar daha orada kaldı. Hanende Muhsine adamakıllı sarhoştu, tam balta olacak sıraydı. Zaten Kamil de burnunun ucunu görmüyordu.
Garsonlar yavaş yavaş radyom(1) lambalarını söndürüyorlardı. Bir bekçiyle iki polis, kenardaki salkım söğüdün altına yıkılıp kalan bir kunduracı çırağını kaldırmışlar, dışarı çıkarmaya çalışıyorlardı. Gazino sahibi o tarafa koşup hesap isteyince, sarhoş çırak bir daha yıkılır gibi oldu. Ağzını bir tarafa eğerek anlaşılmaz laflar mırıldandı. Fakat gazinocu pek dolma yutar soyundan değildi. Yakasına yapışıp başından kasketini alınca oğlan ayılır gibi oldu. Pantolon cebinde bir hayli arandıktan sonra parayı verdi, polislerin kolunda, çıkıp gitti.
Gazinocu büfeye döndü. Kamil’le Muhsine büfeden vuran aydınlığa bir masa çekmişler, karşı karşıya oturuyorlardı. Önlerinde ufak bir şişe rakı vardı. Kamil önüne bakıyor, kız kendi kendine hafif şarkılar mırıldanıyor ve sonra durup dururken gülüyordu. Bu, daha ziyade yüz sinirlerinin acayip bir gerilmesine benzeyen bir gülüştü.
Kamil düşünüyordu:
Gazinocu, Muhsine’yi alıp otele kadar götürmeden defolmuyor; ne yapmalı da bu akşam beraber gitmeli? Sonra asıl mühimi: Bizimkini ne yapmalı?.. Geceyarısı sokaklara fırlar, karakolları ayağa kaldırır. Ne şirrettir o… Sıska, sarı yüzüyle karısı gözünün önüne geldi: Şimdi otelde oturmuş, pencereden sokağa bakıyor, beni bekliyordur, diye düşündü. Ürktü ve elini yüzüne götürüp gezdirerek şaşkın bir hareket yaptı.
Bu sırada gazinocu geldi. Muhsine’ye: -Hadi bakalım!- dedi. Muhsine kalktı. Kamil de beraber… Bahçede yürüdüler. Yollar kumluydu ve gıcırdıyordu. Kamil kolunun altında sıkı tutmaya çalıştığı siyah kılıflı kanununu birkaç defa ağaca çarptı, yıkılacak gibi sallandı.
Yolda beş on adım gittikten sonra bir araba geçti. Gazinocu eliyle işaret etti, araba durdu; evvela Muhsine bindi, gazinocu, kızın arkasından binmek isteyen Kamil’i eliyle iterek içeri atladı ve araba yürüdü.
Kamil yolun ortasında bir müddet sallanıp durarak düşündü. Hemen hemen her akşam bu böyle olduğu için kızdığı falan yoktu. Yalnız, her akşam böyle arabaya ayağını atarken itilip sokakta yalnız kalınca bir müddet düşünmek adetiydi. Sonra sallanarak kendi oteline doğru yürüdü.
Dört katlı otelin en üst penceresinden beyaz bir gölge sarkıyordu.
Kamil ürperdi.
Yukarıdan kısık bir ses bağırdı:
-Çingene!.. Alçak Çingene!.. Bahçe dağılalı bir saat oluyor. Gene o Muhsine dedikleri kaltağın peşindeydin değil mi?-
Kamil başını yukarı kaldırdı, muvazenesini kaybederek yere yuvarlanıyordu, kanunu destek gibi kullandı ve ayakta kaldı. -Ne bağırıyorsun gece yarısı be!.. Hesap görüyorduk…-
-Hesap mı? Arabanın peşinde köpek gibi dolaştın, görmedim mi sanıyorsun? Dinsiz, imansız Çingene!..-
Yukarıdan doğru ağlayan bir çocuk sesi duyuldu. Kamil okkalı bir küfür savurdu. Fakat kendini tutamadı, yere yuvarlandı. Siyah torbalı kanunu yerden kaldırıp koltuğunun altına sıkıştırırken yukarıda bütün sokağı çınlatan bir feryat koptu. -Gelme buralara alçak… Sokmam seni içeri… Gelme!..-
Beyaz baş içeri çekilmek istedi, fakat hızla çekilirken pencereye çarptı, pencerenin kenarındaki değnek düştü. Ağır çerçeve bütün yüküyle kadının başına indi. Kamil yalnız bir cam şangırtısı işitti.
Merdivenleri hızlı hızlı çıktı, otel hizmetçisi, alışkın olduğu için, fazla ehemmiyet vermedi. Don gömlekle yatağından kalkıp kapıyı açmıştı, tekrar yerine koştu.
Kamil söylene söylene odaya geldi. Kanunu bir duvar kenarına dayadı.
Ortada, karyolanın ayak ucundaki demirle pencere arasında, bir salıncak sallanıyordu.
İki yaşlarında kadar bir çocuk salıncakta oturmuş katılırcasına ağlıyordu.
Kamil cam şangırtısını unuttu. Çocuğun yanına gitti. -Sus iki gözüm, sus anam babam!-
Salıncağın yanına diz çökerek çocuğu sallamaya başladı, bu sırada yayvan yayvan ninni söylüyor, karmakarışık şeyler mırıldanıyordu:
-Ah o anan olacak karı… Ah… Nereden başıma sardım bu sıska kaltağı… Senin de başının derdi, benim de… Eeee… Uyu bakayım… Hadi uyusana… Ninni… Ninni…- Sonra makamla söylemeye başladı:
-Bir gün İstanbul’a gitsek, niiiinni…
Şu karıyı başımızdan savsak, niiiinni,
O zaman sen de kurtulursun ben de, niiiinni.-
Birdenbire durdu; odadaki sessizlik onu şaşırttı. Karısı bağırmıyor, gelip saçını başını yolmuyordu… Garip bir korkuyla yerinden doğruldu… Odada gözlerini gezdirdi. Çocuk da susmuştu… Karısı hala pencereden dışarı bakıyordu. Kamil bunu görünce kısık bir kahkaha attı:
-Ne bakıyorsun be?..- dedi, -Ne var dışarda?.. Mahalleyi nasıl ayağa kaldırdığını mı seyrediyorsun?- Yarı kapalı gözlerini açmaya çalışarak bir kahkaha daha attı. Fakat bunu yarıda kesti. Gözleri büsbütün açıldı. Bir adım kadar ilerledi.
Karısı pencerenin önünde diz çökmüş, başı dışarıda, duruyordu. Kamil kırılan ve aşağı düşen camın farkına varmadı. Fakat yerde biriken kanları gördü. Bu kanlar pencerenin kenarından başlıyor ve duvarda bir nehir gibi kıvrıntılar yaparak iniyordu. Kamil hiç sesini çıkarmadı; yavaş yavaş geri çekildi, içinde kirli çamaşırlar bulunan bir sepetin üstüne oturarak o tarafa doğru uzun uzun baktı… Sabaha kadar öyle oturdu ve baktı…
Sabahattin Ali, Değirmen, 1933
(1) Radyum Lambası. Elektriğin yaygın olmadığı zamanlarda kullanılmaktaydı.
30 Nisan 2023 Pazar
Kova Kova İndirdiler Yazıya
Kova kova indirdiler yazıya
Tut ettiler al kınalı tazıya
İş başa düşünce bakmaz kuzuya
Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı
Zalım avcı düşmüş gelir izine
Al kanlar akıtmış iki dizine
Mor sinekler konmuş ela gözüne
Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı
Kanlı olur avcıların tazısı
Kara imiş yavruların yazısı
Meme mi istersin ana kuzusu
Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı
Süre süre indirdiler dağlardan
Mor sümbüllü bahçelerden bağlardan
Kerem der ki şu geçtiğim yollardan
Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi
Avcılar elinde kaç kuzun kaldı
Kaynak Kişi: Neşet Ertaş
Türkü, Kırşehir Yöresi
Şu Yalan Dünyaya Geldim Geleli
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Özge elden özge yar bulamadım
Yaralandım al kanlara bulandım
Elimin kanını yur bulamadım
Güzel olan neyler altın akçayı
Arif olan düzer türlü bohçayı
Vücudumda seyreyledim bahçeyi
Dosta el değmedik nar bulamadım
Dostun zülüfleri deste deste
Erenler Hak için oturmuş posta
Bir zaman sağ gezdim bir zaman hasta
Hasta halin nedir der bulamadım
Felek benim kırdı kolum kanadım
Baykuş gibi viranlarda tünedim
Bu gün üç güzelin nabzın sınadım
Can feda yoluna der bulamadım
Felek benim kurulu yayımı basdın
Her köşe başında yolumu kesdin
Keskin kadeh ile dolumdan içtin
Yandı yüreciğim kar bulamadım
Pir Sultan Abdal'ım dağlar ben olsam
Dağlarda biten laleler ben olsam
Alem çiçek olsa arı ben olsam
Dost elinden tatlı bal bulamadım
Pir Sultan Abdal
Hüseyin Cahit Öztelli, Pir Sultan Abdal - Bütün Şiirleri,
Özgür Yayınları, Ağustos - 2004, s.277-278
28 Nisan 2023 Cuma
Nisan
aramızdan bir nisan geçti işte
şakası bile şiir bende
ayların zalimi olduğunu kim demiş
zalim olan insan sadece
harf harf sözcük sözcük
nisanı insan diye içime zamkladım
nisan da insan da iç içe iki cümle
şiir dili mıknatıs dili bence
nisandan mayısa eylülden ekime
her ay bende şiirden dil serap
kendimden yaptığım bu defter
bir dağ köyüne kaçsam beni ebedi saklayacak
aramızdan bir nisan geçti, gençliğimdi sanki
dildeki ben harflerden yapılma gövde:
üç adımı da unutup adıma şiir dedim
mevsim meleği bir ah!la
a
ğ
l
a!
Serap Aslı Araklı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)