26 Temmuz 2024 Cuma

Raptiye

Yılardır ağaçlara sarılıyorum
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Kuşlarla yarışacak gücüm kalmadı
Çayırların altında tedirginim  artık

Arkamdan silahlarıyla geliyorlar
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Sanki gözyaşından yapılmış çocuklar
Talaş çuvalından beterler karanlıkta

Her gün dargınlığıma sebep arıyorum
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Göğe uzanan dallar delip geçiyor geceyi
Toprağın gönlünü etmek bana düşüyor

Kalbine vurulup ayağı kırılan atlar
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Bunca ağaç ne diye gözlerimi örtmez
Sesim gövdemde çekiç gibi duruyor

Engin Özmen
Meydan Dayağı, İkaros Yayınları, 1.basım, Nisan 2013


25 Temmuz 2024 Perşembe

Peynir Kuşu / 96. Ada

Sen dağınık masayı düşünürsün; yatağı toplamayı, akşam yemeğini, kedilerin suyunu, pandemiyi...
Ben yalan söylerim, söylediğimi bilmem. Özdemir Asaf değilim, o söyler sen istersen. Sen bilmezsin yalan söylemeyi... Bilmez misin? Deli değilse herkes söyler. Herkes bu yüzden sevgili... Seni sevdim, deli kendimi sevdim, bunu daha önce de söyledim. Olsun... Yine söylerim. Ben kişiye veda etmeyi bilmem ki söylediklerime veda edeyim.
- 'İkimizin bir olması? Bir mührü bir mühürle mühürlemek gibidir' [Hilmi Yavuz]
- Yaşasın, sen de delisin!
- Keşke hayal ettiğim kadar deli olsam, bir de, dişlerinin arasında simit susamı...
Aynı şeyleri yazıp duruyordu, bin kaç yıl sonra sürdem yine yazacağını söyleyerek. Bin kaç yıl sonra sürdem seveceğini biliyordu. Bin kaç yıl sonra, bin kaç dilde sevdiğini söylemeye devam edecekti.

Can Adalı, Peynir Kuşu, S.110, Ada Kültür Sanat Kitaplığı
Resim: Nicoletta Tomas Caravia, Aidiyet

24 Temmuz 2024 Çarşamba

Kitap: Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri

(...) 

Kenar mahallelerin birindeki bir depoda gizlenmiş, Guetemala polisinin en çok aradığı adamı bekliyordum. Adı Ruano Pinzon'du ve o da askeri polisti ya da bir zamanlar öyleydi.
   
"Şu duvarı görüyor musun? Hadi atla. Yapabilecek misin?"

Boynumu eğdim. Deponun arkasındaki duvar hiç bitmeyecekmişçesine yükseliyordu.

    “Hayır” dedim.
    “Ama gelirlerse atlarsın değil mi?”

Atlamaktan başka çarem yoktu. Eğer gelirlerse uçabilirdim. Panik, herhangi birisini olimpiyat şampiyonu bile yapar.

Ama gelmediler. O gece, Ruano Pinzon'la uzun uzun konuştum. Siyah deriden bir montu vardı üstünde. Sinirli gözleri, dans edercesine fıldır fıldır dönüyordu. Ruano Pinzon bir asker kaçağıydı.
    
Seçimlerin arifesinde kaybolan yirmi politik liderin katliamının hayatta olan tek görgü tanığıydı hâlâ.

Olay, Matamoros kışlasında gerçekleşmişti. Ruano Pinzon, ağır ve büyük çantaları kamyonetlere taşıyan dört inzibattan biriydi. Çanta saplarının kan içinde olduğu dikkatini çekmişti. Daha sonra bavullar, Aurora havaalanında, Hava Kuvvetlerine ait bir "500" uçağına yüklenip Pasifik'e atılmıştı.

Daha önce, onları dövülmekten mahvolmuş bir durumda karargâha getirildiklerini ve operasyonun başında savunma bakanının bulunduğunu görmüştü.

Cesetleri yükleyen dört adamdan hayatta kalan yalnızca Ruano Pinzon'du. Bunlardan birinin La Posada pansiyonunda, uyurken hançerle göğsü deşilmiş, öbürü Zacapa'da bir kantinde sırtından kurşunlanmış ve sonuncusu ise merkez istasyonun arkasındaki barda kalbura çevrilmişti.

Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, S.21, Alan Yayıncılık



22 Temmuz 2024 Pazartesi

Kalbimde Bin Yara Var

Yataktayım. Yeni banyo yapmış girmişim yatağa. Derin bir uykuya dalmak istiyorum. Öylesine derin olmalı ki uyku, hiçbir şey duymamalı, hiçbir şey düşünmemeliyim. Boşalmalı kafam. Sıfırlanmalı. Uyku yarı ölüm derler. Bu gece tam ölmeliyim derin yalnızlığımın içinde.

Korkunç, boğucu, yapış yapış bir sıcaklık var havada, Gecenin saat biri ve hava, gökte güneşin kurşunlaştığı çöl sıcağını andırıyor. Örtünmek için hiçbir şeye gerek yok. Pencere açık kalmalı, Durmadan vızıldayan şu sineği bile kovmak istemiyor canım. Az önce Andrey'i astılar. Sonya'yla birlikte hem de. Jeliyeboy.. Ömrünü bir tek suikast için harcayan adam. Bir oğlu var nerede olduğunu hiç bilmiyor. Az önce kirli mahkûm elbisesini giydirdiler ona. Yüksek at arabasına bindirdiler. Herkes görsün diye dimdik bağladılar.

Sonya uzaktan gülümsüyordu ona. Hep yanında olmak istemişti..

Hep yanımda olmasını istemiştim..

Az önce Erdal'ı astılar. Bir suikastçı değildi Erdal. O siyasal iktidara dikmişti gözlerini.

Sırtımda bir serinlik var. Biri hafifçe girdi yatağa. Oysa o kadar yalnızım ki. Henrich Böll'le söyleşiyorum geceleri.. Issız bir koruluğun içinde yaşıyorum şimdi. Göz alabildiğine uzanıyor otlaklar. Arada bir köpekler havlıyor. Kime havlarlar, kimi uzaklaştırmak isterler bilmiyorum. Geceleri melemez koyunlar. Ama şimdi hepsi birden meliyor. Heinrich Böll'ün yattığı yatakta yatıyorum. Onun yazdığı masalarda yazıyorum yazılarımı. Onun dinlediği karanlığı dinliyorum. Adımlarını duyuyorum yatak odasına çıkan merdivenlerde.. 

Eller sırtımda boğazıma doğru yükseliyor. Işığı az önce söndürmüştüm. Kimse yoktu o zaman. Bomboştu oda. Perdesiz pencereden bahçedeki ışığı görebiliyorum. Birden buharlaştı pencere camı. Yok oldu. Karanlık doluyor içeri oluk oluk. Güller dikenlerini uzatıyor. Hepsi birer mızrak. Sırtıma doğru geliyor mızraklar. Bana değil, sırtıma sarılana saplanacaklar. 

Kim sarılıyor sırtıma. Kımıldamaya çalışıyorum. Bacaklarıyla sarılıyor belime. Soğuk, kaygan bacaklar.. yılan gibi.. Sessizce sıkıyor. Bağırmak istiyorum. Bırak beni demek istiyorum. Sadece dudaklarım kımıldıyor.. Bağıramıyorum. Bağırdığımı sanıyorum.

Eller yavaş yavaş sıkıyor boynumu. Andre'nin boynunu sıkan ipler gibi kaygan eller. Erdal'ın boynuna yapışan eller gibi.. İp yumuşacık. Boğazıma oturuyor iyice. Ellerimle tutmak istiyorum ipi. Ellerimi tutuyorlar. Ayaklarım soğumaya başladı bile. Moraracağım birazdan. Sırtımda bir soğukluk var. İçime doğru akıyor soğuk. Camdan içeri doluşan kıpkızıl güller ağlıyorlar. Ağlamayın diyorum. İlk ölen ben değilim. 

Ölüyor muyum? Ölüm bu mu?

Daha yazılacak bir yığın yazı var.

Fırlayıp kalkmak istiyorum. Tonlarca ağırlığıyla çöküyor üstüme ölü. Bembeyaz. Gülümsüyorum. Sadece diş, gülümseyen ağız. Sadece kemik, boynuma sarılan eller. Gırtlağımdan çıkan ses korkutuyor beni. Hırlıyorum. Nefes alamıyorum artık. Göğsümün üstünde bin tonluk kaya. Üstünde oturan sigara sarıyor keyfince.

Birden boşalıyor nefesim. Birden haykırıyorum.

Yine tuttu ağrılar. Yine o angina pektoris. Yine ölüm yokladı beni.

Hazır değilim. Bitirilecek dünya kadar işim var..

A.Kadir Konuk, Haziran 1990, Heinrich Böll’ün Evi, Langenbroich 
Dağın Öte Yüzü, Belge Yayınları, S.13,14


19 Temmuz 2024 Cuma

Tembelliğe Karşı

    İmparator Vespasien ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır ama o haliyle bile imparatorluğuyla ilgili haberlerin kendine iletilmesini ve yataktan da olsa önemli işleri ara vermeden düzenleyebilmeyi ister. Doktoru sağlığına zarar verdiği için ona sitem ettiğinde: "Bir imparatorun ayakta ölmesi gerekir" diye cevap verir. İşte bir prense yakışır, güzel bir söz. İmparator Adrien de daha sonra benzer koşullar altında aynı sözü kullanmıştır. Bu söz, kendilerine verilen bu büyük sorumluluğu hissettirmek, bu sorumluluğun aylaklara göre olmadığını hatırlatmak için krallara sık sık hatırlatılması gereken bir sözdür. Çünkü hizmet ederek canını tehlikeye atan halk, buna karşılık kralın boş işlerle uğraştığını görürse cesaretini ve isteğini yitirecektir.
    Eğer biri çıkıp da savaşların krallar tarafından değil de başka biri tarafından yönetilmesinin daha iyi olacağını söylerse, tarih ona yararlı olmaktan çok zarar veren birçok kral yardımcısı örneği verebilir. Ama hiçbir değerli ve cesur prens böyle utanç verici bir deneyimden geçmek istemez. Devletini koruma bahanesiyle bulunduğu konuma bağlı servetini korumaya çalışıyorsa askeri değeri düşer ve yetersiz biri olarak kabul edilir. 
    Adamları kendisi için çarpışırken uyumaktansa çıkıp yenilmeyi tercih eden, yokluğunda büyük işler başaran askerlerini kıskanan bir Kral* tanıyorum. Birinci Selim, önderi olmadan kazanılan zaferlerin eksik zaferler olduğunu söylerken bence haklıydı. Birinci Selim, "Düşüncesinden ve sesinden başka bir şey kullanmadan bir zaferde payı olduğunu düşünen bir önder utanmalıdır" diye devam eder. Bu çok doğrudur. Çünkü bu tür işlerde onurlu fikirler ve emirler savaş alanında düşünülenlerdir. Hiçbir önder kendini sağlama aldığı yerde rolünü iyi oynayamaz! Savaşta başarı konusunda dünyada ilk olan Osmanlı padişahları bu fikre sıkı sıkıya bağlıdırlar.
    İngiltere Kralı III. Edward Kralımız V. Charles hakkında: "Onun kadar az silah kuşanıp da bana bu kadar iş çıkaran başka bir kral olmadı" der. Bu durumu tuhaf bulmakta, akıldan çok şansa bağlamakta haklıdır.
İmparator Julien, bir felsefecinin ve kusursuz bir adamın nefes almakla, yani bedensel gerekliliklerle yetinmemesi, ruhunu ve bedenini sürekli olarak güzel, yüce ve asil şeylerle meşgul etmesi gerektiğini söyler. Toplum içinde yere tükürmekten ve terlemekten de utandığı söylenir. Çünkü sürekli çalışmanın, alıştırma yapmanın ve kanaatkârlığın bütün bu gereksiz tepkileri kurutması ve yok etmesi gerektiğine inanır. 
    Portekiz Kralı Sebastian'a karşı zafer kazanan Fas Kralı Abdülmelik, Portekizliler ellerinde silahlarla ülkesine girdiğinde ağır hastaydı. Ölüme doğru giderken imparatorluğunu sürdürmesi gerektiğini biliyordu. Hiç kimse bulunduğu yeri göz önünde bulundurarak onun kadar cesurca ve var gücüyle uğraşmamıştır. Askerlerinin görkemli bir şekilde savaş alanına girişlerini görmeye gidemeyecek kadar hasta olduğu için bu onuru kardeşine devreder ama komutanlığını başkasına bıraktığı tek görev bu olmuştur. Daha önemli ve gerekli olan işlerin hepsini titizlikle ve canla başla çalışarak yerine getirir. Yataktadır ama zekası ve cesaret son nefesine kadar ayakta kalmıştır. Topraklarına düşüncesizce yayılmış düşman güçlerini silip süpürebilirdi ama az bir ömrü kaldığı ve yıkılmış bir ülkeyi ve bu savaşı emanet edebileceği kimse olmadığı için hızlı bir zafer kazanmak zorunda olduğunu görmek çok canını sıktı. Çünkü yaşayacak olsa savaşı çok kan dökmeden halledebilirdi. Bu durumda yaşamak için direndi, düşmanın gücünü tüketmek için onları Afrika kıyılarında bulunan karargahlarından dışarı çıkarıp ülkenin içlerine doğru çekti. Ve ömrünün son gününe kadar bu savaşa hazırlanmak için çalıştı. Kendi birliklerini bir çember halinde yerleştirip Portekiz ordusunu kuşattı ve çemberi gittikçe daraltarak düşmanın savaşmasını yalnızca engellemekle kalmadı, kaçmalarını da engelledi. Tüm yolların tutulmuş ve kapalı olduğunu gören Portekizliler yuvarlağın içinde yığılmaya başladılar. Fas ordusu ezici ve büyük bir zafer kazanmıştı. Fas Kralı ölüm döşeğindeyken yardımcıları tarafından ona ihtiyaç duyulan her yere taşınıyordu. Kral böylece askerlerin arasında gezinip onları cesaretlendirmiş oluyordu. Ordusunun bir yerde yenik düşme tehlikesi altında olduğunu duyunca, kılıcı eline alıp savaşın içine girmeye çalıştı, yardımcıları elbisesinden, atının dizginlerinden ve üzengisinden tutarak onu durdurdular. Bu gayreti de kalan son yaşam gücünü elinden almıştı. Kıpırdayamaz halde yatarken birden sıçrayıp ölümünden kimseye bahsedilmemesini istedi, savaşçıları bu haberle ümitsizliğe kapılmasın diye o anda verilecek en iyi emri vermişti. Son nefesini verdiğinde parmağı kapalı dudaklarının üzerindeydi: Sessizliğin işareti. Kim tam ölümünden önce bu kadar uzun süre yaşamıştır? Kim bu kadar ayakta ölmüştür?
    Ölüm karşısında en cesur en doğal duruş, korkmadan, endişelenmeden ölüme bakarak durmak ve hayatını sürdürmeye devam etmektir. Caton kalbindeki kanlar içindeki yarayı eliyle kapatmaya ve uyumaya çalışarak ölümü bekledi.

* Montaigne burada IV.Henri'den bahsetmektedir.

Montaigne, Denemeler


18 Temmuz 2024 Perşembe

Yaşıyorsam

Otlar yeşeriyor / rüzgârın sesine katılıyor papatyalar
Güneş akıyor omuzlarımızdan
günlerin kanatlarında yaşamanın tadı
yaslanıp atlarımızın yelelerine / uçuyoruz

en güzel yüzleri biz damıttık içimizde
en güzel şiirlere yelken açtı şürlerimiz
acının aynasında seyrettik
gençliğimize uzanan trenleri

sesim yaşıyorsa
yaşıyorum ölümsüzlüğün alnında
kuşlarla kanatlanıyor pencerem
bahar dalları sallanıyor ufkumda
yaşıyorsam
benimle yaşıyor dünya.

Ahmet Özer

Fotoğraf: Nehir Güler


Selam

Yola çıkınca her sabah,
Bulutlara selam ver.
Taşlara, kuşlara, 
Atlara, otlara,
İnsanlara selam ver.
Ne görürsen selam ver.
Sonra çıkarıp cebinden aynanı
Bir selam da kendine ver.
Hatırın kalmasın el gün yanında
Bu dünyada sen de varsın!
Üleştir dostluğunu varlığa,
Bir kısmı seni de sarsın.

Üstün Dökmen

Resim: Ömer Muz, İstanbul Resimleri, Suluboya Çalışma


17 Temmuz 2024 Çarşamba

Sarhoş Gemi

Ölü sularından iniyordum nehirlerin
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak kızılderililer, nişan atmak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.

Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler, patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.

Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde.
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.

Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim:
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.

Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular;
Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.

O zaman gömüldüm artık denizin şi'rine,
İçim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan;
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.

Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.

Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri.
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.

Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir âyinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperip uzaklaşan dalgalar, sıra sıra.

Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.

Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni;
Beklemedim Meryem'in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.

Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.

Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.

Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz, bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer,
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.

Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgârı.

Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım diz çökmüş bir kadın gibi.

Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.

İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanza kadırgaları takamazken peşine.

Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler:
Güneş yosunları, mavilik meduzaları.

Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır  dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.

Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa'nın.

Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest.
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarla altın kuş, sen ey Gelecek Kudret.

Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.

Gönlüm Avrupa'nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk.
Mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini.

Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar,
Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.

Arthur Rimbaud

Çeviri: Sabahattin Eyüpoğlu

Fotoğraflar: Özgür Onat Çinkılıç, Amsterdam


Özgürlük

Okul defterlerime
Sırama ağaçlara
Kumlar karlar üstüne
Yazarım adını

Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş, kan, kağıt veya  kül
Yazarım adını

Yaldızlı tasvirlere
Toplara tüfeklere
Kralların tacına
Yazarım adını

Ormanlara ve çöle
Yuvalara çiğdeme
Çın çın çocuk sesime
Yazarım adını

En güzel gecelere
Günlerin ak ekmeğine
Nişanlı mevsimlere
Yazarım adını

Gök kırpıntılarıma
Güneş küfü havuza
Ay dirisi göllere
Yazarım adını

Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölge değirmenine
Yazarım adını

Fecrin her soluğuna
Denize vapurlara
Azgın dağın üstüne
Yazarım adını

Bulutun yosununa
Kasırganın terine
Tatsız kaba yağmura
Yazarım adını

Parlayan şekillere
Renklerin çanlarına
Fizik gerçek üstüne
Yazarım adını

Uyanmış patikaya
Serilip giden yola
Hınca hınç meydanlara
Yazarım adını

Yanan lamba üstüne
Sönen lamba üstüne
Birleşmiş evlerime
Yazarım adını

İki parça meyveye
Odama ve aynaya
Boş kabuk yatağıma
Yazarım adını

Obur köpekçiğime
Dimdik kulaklarına
Acemi pençesine
Yazarım adını

Kapımın eşiğine
Kabıma, kacağıma
İçimdeki aleve
Yazarım adını

Camların oyununa
Uyanık dudaklara
Sükutun ötesine
Yazarım adını

Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime
Derdimin duvarına
Yazarım adını

Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa
Ölüm basamağına
Yazarım adını

Geri gelen sağlığa
Kaybolan tehlikeye
Hatırasız ümide
Yazarım adını

Bir tek sözün  şevkiyle
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum
Seni haykırmaya

Özgürlük

Paul Éluard, Liberté

Çeviri: Melih Cevdet Anday - Orhan Veli Kanık

Resim: Ruhiye Yalgın, Suluboya 56x75 cm.


Ayrılanlar İçin

Yollarımız burada ayrılıyor
Artık birbirimize iki yabancıyız
Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Her şeyi evet her şeyi unutmalıyız

Her kederin tesellisi bulunur, üzülme
İnsan ne kadar sevse unutabilir
Mevsimler, gelir geçer, yıllar geçer
Sen de unutursun bir gün gelir

Hiç yaşamamışçasına, hiç sevmemişçesine
Unutursun o günlerimizi, gecelerimizi
O günlerce gecelerce sevişmelerimizi

Her şeyi evet her şeyi unutabilirsin
Hatta bütün yazdıklarımı satır satır
Kalırsa, içinde bir derin sızı kalır

Ümit Yaşar Oğuzcan

Resim: Nikolay Chesnokov 1915-2004 (Begonya, 1981)


16 Temmuz 2024 Salı

"İnsan kendi gibisine niye meyleder?"


(...) Az okuyan, ama Dostoyevski okuyan bir kitle var, eskisinden daha farklı olarak. Yeraltından Notlar’ı, Suç ve Ceza’yı okuyor ve kafasında bir sürü şey patlıyor ve bu kâfi geliyor. Halbuki Proust’u okuduğunuzda, kafatasınız erir gibi olduğunda, o cümleler artık rüyalarınıza bile girdiğinde başka türlü bir şekil ve lisan alıyorsunuz; ifade, olayın ve dramın önüne geçiyor. Yani, Dostoyevski, maalesef daha kolay bulunarak tercih edildi. Ne kadarına temas edilebildiği değil, temas edilen kısmın bütün sayılması gibi bir zamane illetine uğradı. Okumak bir emek vermektir ve kendinden öte bir şeyleri aramaktır, kendi kadarına 
razı olmamaktır. Onda kendi kitabını bulmaktır. Sanatçı da bir hoşlanma ilişkisi yaşayacağınız kimse değildir.

Şimdi, çok kolay okunur kitaplar var. Rahat rahat okunuyor, yormuyor, insanı kendinden memnun ettiriyor, “bu da benim kadar bir şey, demek ki ben de fena değilim” hali yaşatıyor. Bir aşk ya da tutku değil de, bir hoşlanma ilişkisi var okunan şeylerle, hatta dinlenen müzikle. Bakıyorsunuz, dinleyenin de rahatlıkla yapabileceği bir müzik tercih ediliyor. O zaman bu müzik niye tercih ediliyor, niye dinleniyor, insan kendi gibisine niye meyleder? Daha güçlü bir duygu, daha güçlü bir belâgat, anlayış, duyuş ve dile getiriş yoksa, insan başkasının üzerine neden eğilir? Çok daha farklı, derin bir şekilde bir şeylere talip olmuş birini insan tercih eder. Ama o müziği dinlemek, o kitapları, o metinleri okumak bir emektir tabii ki, ama sizi kendinizden öteye taşır, başka bir yere götürür. Şimdiki kitaplarda öyle rahat, bir-iki saat içinde okunma hali var. Ama okur da böyle bir okur. Tavla oynayacağına kitap okuyor, ama aynı zevki almak istiyor. Bu tabii ki devrin vasatı. Dostoyevski de sonuçta elbet çok derin bir adam olmasına rağmen, Proust’a, Joyce’a, Faulkner’a göre daha kolay okunuyor. O yüzden o öne çıktı. Hem daha kolay okunuyor hem bin çeşit cinnet patlatıyor. Öbüründe içinize alacaksanız, besleyeceksiniz, büyüteceksiniz ve o cinneti kendiniz patlatacaksınız. Bu pek tercih edilmiyor. Yaşadığımız devre şöyle bir geri çekilip baktığımızda, bu tabiî geliyor bana.
    **
(...) Wittgenstein’ın “üzerinde konuşulamayanlar hakkında susmalı” önermesi vardır çok ünlü, ama onun bir de alt metni var: “Çünkü üzerinde konuşulabilenler yalanı uydurulmuş olanlardır, her konuştuğumuz daha önceden intişar etmiş bir yalan üzerine konuşulan şeylerdir. Onu yastık alan şeylerdir.” Geçmişe ve geçmişteki olaylara çok inanarak üstüne bir şey inşa etmek, bana her zaman biraz sakınılması gereken bir şey gibi geliyor. Çünkü şu an biz de kendi yaşadığımız devrin her tür illeti içindeyiz. Bu devrin de yüzlerce vahşeti, çirkinliği var. Bizden sonraki nesiller bunlar için belki utanacaklar, ama onlar da sonrakileri utandıracak şeylerle meşgul olacaklar bir yandan da. 

Şule Gürbüz

Şule Gürbüz ile A'dan Z'ye 1,  Bir+Bir Expres Dergisi web sayfasından alıntılanmıştır.
Söyleşi: Yücel Göktürk, Tülin Er, Serkan Seymen, 11 Temmuz 2022



13 Temmuz 2024 Cumartesi

Önsöz / Anadolu Efsaneleri


Dünyada, düzenli bir anlatışa hiç gelmeyen bir yer varsa o da Anadolu’dur. 

«Yüzyıllar boyunca Anadolu» diye Anadolu’da diyar diyar gezeyim, her yerin eski efsanelerinden tutup da günümüze kadar gelmiş tarihsel olayları yazayım dedim. Ne var ki; Anadolu’nun çeşitli ekonomik, toplumsal ve  filozofik kargaşalığının içinden çıkabilene aşkolsun! Örneğin bir yerden bir yere giderken insan attığı bir tek adımda felsefenin en baş durdurucu bir doruğuna fırlar; atılan ikinci bir adımda ise estetiğin derin bir uçurumuna tepe takla dalar. Örneğin Çanakkale’ye doğru yürüyorsunuz değil mi? Helle adındaki kızın orada denize düşüp boğulduğu için boğazın Hellespontos adını aldığından, Helle’nin annesi Nephele'den, Altın Post'u arayanların Argo kayığından, kayığın nasıl geçtiğini görmek için beline kadar denizden çıkan, deniz tanrıçası Thetis’in beyaz memelerini gören Argo kürekçilerinden, bunların arasında Peleus adlısının tanrıçaya hemen âşık olduğundan, onların düğün şöleninde «en güzele!» diye atılan elmadan, ilk güzellik kraliçesi seçiminde Aphrodite’nin birinci gelişinden, Hititlerin Çanakkale'lilerden İllium diye söz ettiklerinden, göklerdeki yedi Ülker yıldızından, Troya kentinin kuruluşundan ve oradaki savaştan, Artreus hanedanının dedesi İzmirli Pelops’tan, bu adamın adını Peloponez diye Mora yarımadasına verdiğinden, Olympia’da ilk önce Pelops uğruna oynanan olimpik oyunlarından, Aiaks’tan ve onun bir de Akhilleus ile Amazonlar kraliçesi Penthesilea'nın Çanakkale'deki tümülüslerinden, (büyük toprak yığını biçimindeki mezar) başlangıçta Minoen Giritlilerin Boğaz’larda kurdukları deniz üssünden, Fenikelilerin oraya bir süre egemen olduklarından, Boğaz’ın karşılıklı Sestos ve Abydos kentlerinde oturan biri Aphrodite tapınağı rahibesi Hero ile biri de Leandros'un her gece Boğaz’ı yüzerek biribirine kavuştuklarından, İngiliz ozanı Byron'un da topal bacağı ile Leandros gibi orada yüzdüğünden, o dönemde, yani Sappho zamanında, Sestos kentinin Midilli'ye, Abydos  kentinin de Miletos’a (Filozof Thales o zaman Miletos'ta yaşıyordu) ait olduğundan, İran kralı Darius'dan, Kserkses'ten ve onun Boğaz sularını kamçılattığından, erkek üreme organının tanrısı Priapos’a ilk tapınağın orada kurulduğundan, Yunanistan’dan sürülen Themistokles'in uzun süre orada yaşadığından, Büyük İskender'e orada uzun süre ders vermiş olan filozof Epikuros’tan, oradan geçmiş olan Roma’nın büyük kayserinden, oradaki Athena tapınağındaki çok tuhaf göreneklerden, oradan İtalya’ya  göçeden Aeneas'tan ve oranın Skamandros ırmağından, Romalıların can düşmanı Pontos kralı Mithridates’den, Büyük Konstantin'in ilk önce orasını Roma İmparatorluğu başkenti yapmaya kalkışmasından, Türklerin  Çanakkale’yi nasıl geçtiklerini anlatan Machiavel’den, papaya yazdığı mektupta Hektor'un intikamını almaya çalıştığını yazan Fatih Sultan Mehmet'ten sözedeceksiniz... Ve yalnız bunlardan değil, ama şimdicik hatır ve hayale gelmeyen daha birçok şeylerden de...

Eseri birkaç parçaya ayırmaya ve ilk ciltte Anadolu’nun yalnız eski  efsanelerini anlatmaya, karar verdik. Bu efsanelerin nelere delâlet ettiklerini ve ne sonuçlar verdiklerini ise tarihsel çağlar için basılacak olan sonraki ciltlerde bildirmeyi tasarladık. Bu yöntemin bir sakatlığı vardır. Bir yerin mitolojik çağına ait olan bir şeyinin etkisi, çok sonralara, tarihsel çağlara, giderek günümüze kadar sürer. Oysa ilk ciltte anlatılmış olan mitolojik olayı okuyucu üçüncü cilde gelinceye kadar unutmuş olabilir. Örneğin Hazreti Peygamber'den çok önce Anadolu’nun büyük bir tanrıçası Kybele Mekke’ye götürülerek tapınılmak üzere Kabe’ye konmuştu. Namaz kılınırken «Kıble» sözü Anadolu tanrıçası Kybele'nin adıdır. Doğallıkla erken çağlarda Çin ve Hindistan’da olduğu gibi Anadolu’da da matriyarkal (yani ana ve kadınların egemen oldukları bir toplum) bir toplum vardı *

(* Çünkü yalnız kadınların dünyaya insan getirdikleri görülüyordu.  Bu işte erkeğin etkisi doğumdan dokuz ay önce olduğu için, erkeğin doğumla, yani yaratmak işiyle ilgisi bulunmadığı sanılıyordu. Erkek kadının önemsiz ayrıntılarından sanılıyordu.)

 Patriyarkal (yani baba ve erkeklerin egemen oldukları) bir toplum gelince,  bu iki anlayış ve din arasında, karşılıklı fedakârlıklar oldu.  Matriyarkal toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kybele'ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus’u (veya Jüpiter’i) Girit’te doğurmak şerefi verildi. (Zaten herkesi kadınlar doğuruyordu ya). Böylece Kybele, tanrının

anası oldu. Anadolu’da Efesos'ta tapılan Artemis ise daha henüz Yunanistan’ın Olympos'lu bir tanrıçası haline dönüşmemiş bir Kybele idi. Bundan ötürü Efesos'lular onu tanrı anası olarak tanıyorlardı. İsa'dan Sonra 431 yılında kilisenin büyükleri, Meryem Ana'nın özelliklerini tayin  için Efesos’ta toplandıkları zaman Efesos'lular Meryem Ana’nın Artemis gibi tanrının anası sayılmasında direndiler. Baskı o kadar şiddetliydi ki; Hazret-i Meryem'in Tanrı anası değil, Hazret-i İsa anası olduğunu iddia eden Patrik Nestorius hemen afaroz edilerek Hazret-i Meryem'e Tanrı analığı vasfı verildi.

Kitapta Kybele’yle ilgili efsanelerden sözederken onun binlerce yıl sonra tarih çağında Efesos’taki etkisinden sözetmeyeceğiz. Okuyucunun daha önce yazılanı hatırlaması gerekecek, yoksa kitaplar tekrarlarla dolar.

Sonra Anadolu’nun hiç de lirik olmayan, ama sonraki etkilerinden ötürü önemli olan efsaneleri vardır. Bunları efsanelere ait olan bu ciltte kuru kurusuna da olsa sıralayıp yazmak zorundayım. Çünkü bu katı ve kuru kabuklar kırılıp da ayıklanmadıkça, sonraki ciltlerde, içlerindeki daneleri vermenin imkânı olmayacak.

Ege Bölgesinin bir kısım efsaneleri Yunanistan’a, ama çoğu Anadolu’ya aittir. Bu efsanelerin Batılılarca hemen hepsi Yunanistan’a mal edilmiştir. Biz bu eserde Kuzeydoğu Anadolu'dan başlayarak batıya doğru geleceğiz,

oradan da güneye ve sonra Güneydoğuya doğru giderek her yerin kendisine ait efsanesini anlatacağız.

Efsane, masal veya mitlere eskiden «esatir» denilirdi. Bellerine kadar insan, bellerinden aşağısı keçi olarak tasavvur edilen düşsel yaratıklara «satir» denilirdi. Esatir sözü onlardandır. Bu sözü kullanmayacağız. Bu efsaneler çeşit çeşittir. Bazıları, rast gelinen hayvanları ya da işitilen bir bülbül ötüşü gibi sesi hayal gücüyle abartarak anlatmaya kalkışır. O çağda insanlar karşılaştıkları canlı ya da cansız cisimleri insanlaştırmaya  uğraşırlardı. Bunlardan başka tarihsel olaylardan, örneğin savaşlardan ve kahramanlıklardan gelişen masallar vardı. Bunların kuru yanları çıkartılarak renkli yanlarına değer verilirdi. Salt insanların ilgilerini çekmek, onları eğlendirmek için düzenlenen efsaneler ve bir de yukarıdan beri saydığımız çeşitleri biribirine karıştıran mitler vardı.

Pek eski arkaik çağlarda olaylar çoğu kez resimlerle kaydedilirdi. Aradan zaman geçince resimlerin başlangıçta anlattıkları şeyler, temsil ettikleri olaylar unutulur ve onlar o günün merakını giderecek biçimde yorumlanırdı. Bir de gezginci ozanlar vardı. Bunların söyledikleri şiirler yazı ile tespit edilemezdi. Şiirlerin kimi yerlerini unutan ozanlar, oraya başka bir şiirin bir parçasını yamalarlardı. Böylece, mitler değiştirilmiş olurdu. Masalların değişmesinin bir başka nedeni de dinsel inançların değişmesiydi. Örneğin matriyarkal bir toplumda saygı gören İzmirli Tantalos, patriyarkal bir toplumda doğallıkla kâfir sayılır ve hayal gücüyle cehennemde işkenceye mahkûm olur.

Günümüzde bir şeyi, piktografi (yani resimlerle anlatma yöntemi) tamamıyla unutulmuş değildir. Birçok duvar ve gazete ilânlarında ve fuarlardaki pavyonlarda endüstri, tarım, adalet ve özgürlüğün şahıslandırıldığını ve biribirleriyle el sıkışır ya da yanyana oturur durumda gruplandırıldığını görürüz. Ne demek istediğimizi iyice açıklamak için bir örnek verelim:

Bugün bizde de partiler arasında tartışmalar, çarpışmalar vb. oluyor. Sözgelimi, yakalarında altı ok rozetli birçok Halk Partili, Sultanahmet meydanında toplanmış (Her ne kadar böyle bir kayd gereksizse de, bu örneğimizde hiçbir partiyi amaç edinmediğimizi yazalım). Partililer arasında Oğuz oğlu Bay Arif, Demokratların kendilerine Demirkırat sıfatını vermiş olduklarına kızarak onlara karşı ateş püskürmüştür. Manisalı Alpoğlu Murat adında bir gazete röportajcısı, bağlı bulunduğu Haber adındaki gazetesine bu olayı bildirmiştir. Şimdi bu havadisin İsa'dan yirmi otuz yüzyıl önce piktografi ile temsil edildiğini düşünelim. Isa'dan bir iki yüzyıl önce yaşamış olan bir Apollodorus ya da bir Higinus bu resimleri şöyle yorumlardı:

Verimli ve sulak Magnesia'nın yeşil ve engin ovasında başkent tutmuş olan çağımızın en başta gelen ditiramboscularından tanrısal lir sahibi Apollon oğlu kahraman Muradius, mavi ve kara gözlü fettan ve fingirdek kızlarıyla, hatta bütün tanrıların başlarını topaç gibi döndürmüş olan köhne Bizans'ın, Aphrodite memelerinden sulandığı söylenen Sultanahmet ovasında kahramanlar arasında olan büyük bir savaşı şöyle anlatır:

«Oğuz veya Zagreus ya da Zeus oğlu Bay Arifikos, kalkanlarında altı ok işaretini taşıyan savaşçılarını Edirnekapı denilen, fakat Tartaros’un, yani Etna yanardağının kapısı olduğu muhakkak bulunan yerden, Sultanahmet ovasına yürüttü, işte oradadır ki, kır atlarına binmiş olan düşman süvarilerine rasgeldi. Bu büyük savaş üzerine mitler çeşitli anlamlara gelebilir. Doğruluğu kesin olan bir şey varsa o da, Arifikos’un savaşçılarının taşıdıkları yuvarlak kırmızı kalkanlarındaki altı ok, o kahramanın babası Zeus’un yeryüzü devleriyle savaşırken o çağda Beyoğlu diye anılmış olması melhuz olan Etna yanardağında demirci tanrı Hephaistos (Vulkan) tarafından çırakları Kiklop'lara dövdürülen altmış altı bin altı yüz altmış altı oktan başlıca devlerin altısını yere seren ünlü altı oklar olsa gerektir. O korkunç mücadelede düşmanın demirden yapılmış kır atları, kahraman Arifikos'un yekbaşına olarak ağzından püskürttüğü alevlerle erimiş ve herhalde Zeus’un buyruğuyla Tartaros'a (cehenneme) akmış olacaktır. Çünkü Magnesia’lı ditiramboscu Apollon oğlu Muradius’un eserlerinde bu savaşa değgin başka bir bildiriye rasgelmiyoruz.»

Ne var ki, o eski zamanda da şimdiki gibi ciddi bilgi âşıkları olduğu kadar ukalâ dümbelekleri de vardı. Bunlar, Apollodorus ve Higinus'dan daha bilgili olduklarını ispat için mutlaka şöyle bir yorum daha koşarlardı:

«Her ne kadar Apollodorus gibi cihan allâmesi olanların derin bilgilerinin ezelden hayranı isek de, bu önemli sorunları incelemekte her nedense yapılmış olan küçük bir ihmalin, araştırıcı gözlerden kaçmasına imkân olamazdı. Bilginlerin en cahilleri bile gereği gibi bilirler ki, Zeus ve Apollon söz konusu olunca yalnız çiçekli ve hoş kokulu Sipilos (Manisa dağı) Magnesia'sı (asıl bildiğimiz Manisa kenti) değil, fakat çapraşık akışlı Maiandros (Menderes nehri) Magnesia'sı da göz önünde tutulmalıdır. Asıl sorun Muradius'un Sipilos Magnesia’sından mı, yoksa Maiandros Magnesia'sından mı olduğu noktasındadır. Muradius’un dolaşık sözlerine bakılırsa, kendisinin çapraşık akan Maiandros nehri tanrısının öz ve öz evladı olduğu anlaşılır. Altı oku taşıyan kalkanlara gelince, bunlar ok olmayıp özgürlük, adalet ve eşitlik gibi adlar taşıyan altı fettan kızkardeştir. Bunların aşkları insanların yüreklerine ok gibi saplanıp insanları şişkebabı gibi yaktıktan sonra, bu sokuculuk ve yakıcılıklarını göstermek için kendileri Zeus tarafından altı yıldıza gönderilerek Akrep burcuna kuyruk diye takılmıştır.»

Bu efsaneler, bu dağlara taşlara sinmekle kalmamış, bütün insanoğullarının gönüllerine de sinmiş ve onların hemen hemen kültürel bir yurdu olmuştur. Oysa bizim fiilen yurdumuz olan bu yerlerin bizden başka insanoğullarına esinlediklerini biz yadırgıyoruz. Bu yadırgayış bize bir şovenlik ve bir hoyratlık veriyor; onu bugünkü yaşamımızın hemen hemen her dalında görmekteyiz.

Haritalarda Anadolu hiçbir zaman tarihte oynadığı başrolü belirtecek biçimde gösterilmez. Anadolu sadece Asya’nın batıya doğru uzanan bir köşeciğidir. Klasik çağlar tarihinde Anadolu sırasıyla İran, Makedonya ve Roma imparatorluklarının bir eyaleti olarak gösterilir. Oysa Anadolu Asya, Avrupa ve Afrika’nın, yani üç büyük kara parçasının birleştikleri yerde, bu kıtaların birinden ötekine geçenlere köprülük etmiş bir yerdir. Göçeden insan yığınları ve istilâ için yürüyen fetih orduları, hep Anadolu'nun üzerinden geçtiler. Buldukları halkı öldürmediler ama, hep onlara karıştılar. Son olarak biz Türkler geldik ve onlara karıştık. Öyle ki, biz Amerikalılardan bile daha melez olduk, bundan ötürü vakit vakit Anadolu’ya gelmiş ve bu yurda kısa ya da uzun bir süre sahibolmuş ne kadar insan varsa damarlarımızda hepsinin de kanı vardır. Her ne kadar kültür sorunu bir kan sorunu değilse de, yabancımız sayarak yadırgadığımız şeylerin biz hem fiilen, hem de hukuken mirasçısıyız.

Tanzimat devrinde artık Doğu’nun geri etkisinden kurtularak Batı'ya dönmeye uğraşıldı. Cübbeler ve kavuklar kaldırıldı, istanbulinler ve fesler giyildi. Öyle ki. Alexandre Dumas, o zamanki atalarımızı ağızları kırmızı balmumuyla kapanmış kapkara şarap şişelerine benzetti. Daha sonra Servetifünun edebiyatında Tevfik Fikret’in söylediğine göre, irfanımız tâbiyet değiştirerek, artık Batı'ya bağlı olacaktı. Batı irfanı denilince yabancı bir irfan sanıldı, oysa Batı kültürünün beşiği Anadolu’dur. Batı çocuklarına okutulanların çoğu Anadolu’nun eski efsaneleridir. Biz burada o kültürü yaratmış olan insanların çocuklarıyız. Oysa günümüzden elli altmış yıl önce -yani Batı uygarlığına bağlanıyoruz dediğimiz sıralarda- Milo Aphrodite’i, Semendirek zaferi, Efesos Artemisium'u, Bergama'nın Zeus altarı ve Halikarnas Mausoleum'u gibi o kültürün eserleri kazılıp kazılıp Memalik-i Osmaniye'den götürüldü. Buna karşı biz batıklaştık diye başımıza fes ve sırtımıza istanbulin geçiriyorduk. Batının çiçeklerini alıp artık kurumuş olan eski ağacımızın dallarına pamuk ipliğiyle bağlamaya ne hacet vardı? O çiçekleri açan gövde ve kökler bizim topraklarımızdaydı.

Bu Anadolu Efsaneleri’ni yazarken Anadolu’yu gezmiş olan insanların, yani seyyahların, arasında hangisinin izini kovalayayım diye düşününce, aklıma ilk gelen yurttaşım — Anadolulu— Halikarnassos’lu (Bodrum’lu) Herodotos oldu. Bu önsözün birkaç sözünü de ona ayırmayı bir ödev biliyorum. Değil yalnız Anadolu’nun, ama bütün dünyanın ilk ve en büyük turisti oydu. Onu salt tarih babası diye bilenler bu iddiamı bir skandal sayarlar. Ama onun seyahatnamesine koyduğu «historia» yani «araştırma» ya da «inceleme» adının, «tarih» anlamına alınmasında tarih babasının hiç suçu yoktur. O durmamacasına geziyordu. Bugün Anadolu'nun enine boyuna işleyen otobüsler, trenler, vapurlar ve uçaklar olduğu halde yine Anadolu’da seyahat güçtür. Seyahat eden de azdır. Bir de Herodotos zamanında, yani günümüzden iki bin dört yüz yıl önceki taşıt araçlarının kıtlığı ve başkaca seyahat araçlarının güçlüğü düşünülsün. O çağda Anadolu’da Herodotos gibi çıldırasıya sevinerek seyahat edebilmek için insanda aşk derecesine varmış bir öğrenme ve görme özleyişi gerekti. Elverir ki, bir yeni yer görebilsin ve orada yeni şeyler öğrenebilsin, Herodotos'un karşılaşmasına razı olmadığı sıkıntılar, tehlikeler zorluklar yoktu. O zaman Anadolu'da krallıklar o kadar küçük ve sık idi ki, onlar günümüzde olsalar, insan bir krallıkta uyumak üzere uzanınca, ayaklarına pasaport alması gerekecekti! Herodotos Karadeniz kıyılarıyla birlikte bütün Anadolu'yu, bütün Doğu Akdeniz adalarını, Yunanistan'ı, Mısır’ı, Arabistan'ı, Sicilya’yı gezmiş, kısacası o zamanın bilinen dünyasının en uzak sınırlarına dek varmıştı.

Gezileri sırasında Herodotos krallarla, imparatorlarla, kâhin ve papazlarla, köylülerle, yük taşıyan Anadolulu kadınlarla, dağ patikalarında eşeklerini süren sürücülerle, çam ormanlarının gölgesinde ağaç biçen tahtacılarla konuşmuştu. İhtiyarlayınca her âşık gibi parası tükenerek, pek fukara kalmıştı, işte o zaman kalemi eline alıp görünüm dünyasına değgin belleğinde topladığı bin bir hoş olayı, kardeşleri insanoğullarına müjdelemeyi tasarlamıştı. Hindistan’da koyun yününden çok daha beyaz ve yumuşak bir yün yapan ağaçlardan (pamuk fidanı), İlliryalı kızların nasıl evlendirildiklerinden (güzel kızlar çarşı meydanında arttırma usulüyle satıldıktan sonra, onlardan biriken parayla çirkinler eksiltme suretiyle elden çıkartılıyordu. Yani bir çirkin kız onu en az para ile kabul edene veriliyordu), göl kıyısı insanlarının, çocuklarının göle düşmemesi için ne gibi çarelere başvurduklarından, Mısır'da sivrisineklere karşı nasıl cibinlik yapıldığından. Iran krallarının seyahat ederken yalnız kaynamış su içtiklerinden, Andromakid hanedanının nasıl pire tuttuğundan, Lydia kralı Kandaules’in karısını çırıl çıplak gösterdiğinden ötürü taç ve tahtından olduğundan, Lidya'da en çok kocalı kadınların nasıl en çok itibar gördüklerinden, İskitlerin nasıl kısrakları sağdıklarından sözetti. Kitabı eski çağda pek ilgi çekici bir röportaj oldu.

 Herodotos dünyayı da, hayatı da hayran kalınacak kadar güzel bulmuştu. Onun kadar hayret etmiş, hayran kalmış insan azdır. O tıpkı Yunus Emre gibi, «Hak bir gönül vermiş bana, ha! demeden hayran olur», diyebilirdi. Yazılarında şu sözler sık sık tekrarlanır durur: «Bana hayran kalınacak bir söz söylendi» «O memlekette hayran kalınacak binlerce şey var» «Hayranlıktan dilim tutuldu» «Çok hayret edilecek bir şeydir ki»... Herodotos’u, zamanının bir Atina'lısı sananlar aldanırlar. Atina’lılardan başka dünyanın bütün insanlarını barbar sayan ve hor gören kibirden onda eser yoktu. (Bu hor görme o zamanın Atina' lılarında da yoktu. Bu özelliği eski Yunanistan’a Doğu’nun sömürgeci zihniyeti yakıştırmıştır) Herhangi bir yabancıda zerrece değer görse hemen ona hayran kalırdı. Hattâ İranlıları pek doğal olarak düşman sayması gerekirken, İranlıların bile hayranıydı ve İranlılarda Greklere üstün bazı özellikler görüyordu. Onları dürüst, cesur ve mert buluyordu.

 Herodotos, her işittiğine inanan, eleştirme, karşılaştırma ve inceleme güçlerinden yoksun bir safdil sayılır. Oysa hiç de öyle değildi. Örneğin Homeros'un deyişine göre dünyanın o zamanlar bilinen yerlerinin bir okyanusla çevrili olduğu sanılırdı. Herodotos, «Ben bu iddiaya gülümserim!» der. Bunu söylemekle Homeros ve Hesiodos gibi kutsal sayılan otoritelere meydan okuyor demekti. Yunanistan’ın en büyük tapınaklarından Delphoi tapınağının kadın kâhinlerinin rüşvet alarak istenilen biçimde kehanette bulunduklarını yazıyordu. O gün bunu iddia etmek, günümüzde hükümetin manevî şahsiyetine

uluorta hakaret etmekten çok daha ağır bir cinayet sayılırdı. Herodotos bu iddiasıyla kutsallığın ta özüne tecavüz ediyordu.

 Örneğin Troya savaşının Helene adlı güzel bir kızın kaçırılmasından ötürü başladığına, «İnanılır şey değil!» diyordu ve «tek bir kız için güya Troya’da savaşılırken Sidon esir pazarında az buçuk bir parayla her gün yüzlerce güzel kızoğlan kızın satılmakta olduğunu» yazıyordu. Kserkses’in Çanakkale boğazının üzerine kurduğu köprüyü mahveden fırtına üstüne dolaşan söylentilere göre, fırtınanın üç gün üç gece sürdüğünü, ama kâhinlerin deniz perileri Nereid’lere kestirdikleri kurbanlar sayesinde rüzgârların durduğunu yazıyordu, ama «Bana kalırsa rüzgâr kendiliğinden durdu» diye ekliyordu. Hatta Yunanistan'ın tanrıları için, onların nereden geldikleri ve neye benzedikleri Homeros’un ve Hesiodos'un çağlarına kadar meçhul iken, dört yüz yıl önce bu iki kişinin Greklere tanrılarını yaratıp verdiklerini ve onlara adlarını taktıklarını söyler.

                                       *

Herodotos’un yukarıdan beri sıraladığımız düşünceleri kendisinin ne keskin bir yargı gücüne sahip olduğunu, ama buna karşın pek hoşgörülü ve insansever bir

adam olduğunu gösterir. Bu böyle olduğu halde Herodotos insanları hiç idealize etmedi. Hattâ Plutarkhos, Herodotos’un kahramanlarının gerçek kahramanlar gibi değil, fakat alelâde insan imişler gibi hareket ettiklerinden yakınır. Herodotos’un kahramanlara pek inanı yoktu. Kahramanları pek kahraman değillerse de, alçak tipleri de büsbütün alçak değildi. Kendisi, «Benim görevim söylentilerin hepsini yazmaktır. Ama yazdıklarımın hepsine inanmak zorunda değilim» diye yazıyordu. Herodotos'un yazılarında ne Ksenophanes'in yazdıklarındaki açıklık ve kesinlik ve ne de Tukhydudes’in yazılarında rastlanan felsefî incelemeler vardır. Ama onda bunlardan çok daha öte şeyler vardır. 

Madem ki Herodotos’tan söz ediyoruz, onun yazış biçimine de değinelim. Herodotos, bir insanı andı mıydı mutlaka onun bağlı olduğu kabileden, kabilenin dinsel törelerinden sözeder. Bu konu bitince, onu anlatmazdan önce sözü Sardis'te mi ya da Troya'da mı nerede bıraktıysa oraya döner. Ondan sonra İran şahı Sirus’un yaptığı savaşlara geçer, o savaşın bir veya iki ay süren dönemlerini anlatırken birdenbire yolda rastladığı bir sürücünün eşeğinden ya da orada kulağına çalınan bir efsaneden sözetmeye koyulur. Öyle ki, eşekten yine Sirus’a dönünce insan bir eski ahbapla yine karşılaşmış gibi olur, sevinir. Herodotos yazmış olduğu gibi yazmakla, günümüzün serbest yazı tekniğini iki bin dört yüz yıl önce icadetmiş sayılır. Şunu da unutmamalı ki Herodotos’un kitabı dünyada yazılan ilk düzyazı eseridir. Demek ki, dünyanın ilk büyük epik şiiri — yani İlyada— Anadolu'da gün yüzü gördüğü gibi, dünyanın ilk düzyazısı da Anadolu'da çıktı. Bundan başka, Herodotos’un yurttaşı Halikarnaslı ozan Dionysos’un söylediği gibi, bir düzyazı cümlesine ilk olarak bir şiir dizesinin bütün gücünü veren ilk adam da yine Herodotos’tur.

Şubat 1954

Halikarnas Balıkçısı



İzleyiciler