31 Temmuz 2024 Çarşamba

Hoşça kal Genco Abi

Konuşmaya Genco Abi’yi 83 yaşında mahkemelerde süründürenler kimlerdi, diye mi başlasak? 

Yıl 1996. Yirmili yaşların başındayım. Behçet Aysan Şiir Ödülü yeni verilmeye başlanmış. O tarihlerde ödül için inanılmaz katkılar sağlayan iki dostum Hakan Dündar ve Akif Yeşilkaya ( Hala Hakan’ın tasarladığı görselleri kullanıyoruz, bunca yıl sonra bile…) o yılki ödülün içeriğinden de sorumlu. Dr. Harun’la birlikte çabalıyorlar. O yıl ödüle Genco Erkal davet edildi. O dönem bir yandan da Simyacı’yı oynuyordu. Muazzam turne trafiğine rağmen geldi. Sahnede Nazım’la başlayan ve babamla biten bir şiir gösterisi sundu. Akşamki bütün konuşmalarımız Sıvas üstüneydi. Ve bir şeyler sanki şekillenmeye başlamıştı onda. Daha sonra Max Frisch’in Saf Adam ve Kundakçılar’ını sahneye koydu ve oynadı. Oyundan sonra, Sivas için bu oyunu oynuyorum ama yetmiyor demişti. Derken Sıvas 93 geldi. O muazzam belgesel oyun. Yıllar sonra geniş kitleler tiyatro sanatı aracılığıyla bu ülkedeki en korkunç katliamın nasıl gelişim gösterdiğini izledi. 
Niye bunları yazıyorum? Memleketimizin alacalı tarihi Genco Erkal’ın tarihidir. Cumhuriyet sonrası tiyatromuzdan söz açacaksak da onun adını hemen ilk sırada veririz. Sorumlu aydın kimliği ders niteliğindedir. 

O, hiçbir zaman gerçek anlamıyla sanatın gücünü kullanan bir tiyatroyu ayakta tutmanın gündelik popülist söylemlere, isimlere, “star sistemine” dayanmadığını bildi. Ve bunu sanatta ışığı hiç sönmeyen bir yıldız olarak kalmayı başararak yaptı. Tiyatro için salt oyunculuğun değil, aynı zamanda sahnenin tüm unsurlarını (Yönetmen, çevirmen, yazar, dramaturg) layığıyla kullanarak seksenin üstündeki yaşına rağmen üstün bir performansla çıktı seyircinin karşısına. 1959’da “Çöl Faresi” oyununda başlayan tiyatro yaşamını tam 173 oyunla pekiştirdi. Dahası her yeni oyununun bir öncekinden daha fevkalade olması için çaba gösterdi. Zoru başardı da.

Hadi konumuza dönelim: Genco Erkal’a, yüz metrede tiyatro sanatımızın en büyük koşucusuna açılan davadan da söz açmalıyız. Konumuz, onu gözümüzden sakınırken geldiğimiz son nokta… Konumuz, doğadan, yaşamdan, haktan, adaletten yana bir sanatçıya reva görülenler… Konumuz, ahlaksız ticaretin, ilkesiz siyasetin, niteliksiz eğitimin, emeksiz zenginliğin, vicdansız hazzın, insaniyetsiz bilimin, gösterişe dayalı ibadetin, kanunsuz adaletin olduğu yerde bir sanatçıya yaşatılanlar…

Konumuz büyük. Konumuz geniş. Konumuz acılı. Konumuz hüzünlü.

Hoşça kal Genco Abi. Her şey için çok teşekkür ederim.

Eren Aysan

29 Temmuz 2024 Pazartesi

Kavga Avı

Otuz üç gemi çekiyordu onu. Gemilerin sancak direklerinde bayraklar dalgalanıyordu. Öylesine büyüktü ki, gemiler onu taşıyabilmek için boğazın dört bir yanını kaplamak zorunda kalmışlardı. Karadeniz açıklarından bin bir güçlükle alınıp, otuz üç gemiye bağlanarak çekilmeye başlayalı yirmi günü geçmişti. İnanılmaz bir ağırlığa sahipti; otuz üç gemi tarafından çekilmesine rağmen, yerinden bir damla bile kıpırdamıyor gibi görünüyordu. Neyse ki, rüzgâr gemilerden yanaydı. İstanbullular, Avrupa'nın dört bir yanından gelen meraklılar, televizyonlar, gazeteler, radyolar, ordular, herkes ama herkes onu bekliyordu. 

İnsanlar iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalıkla doldurmuşlardı kıyıları. Anadolu ve Avrupa yakasında denizi gören her noktada insan vardı. O, otuz üç gemiyle herkesin gözünün önünden geçirilerek okyanuslara, onun gibi bir devi ağırlayabilecek en derin sulara götürülüyordu. 

Nihayet gemiler sabaha karşı boğazda göründüğünde insanlar sevinç ve şaşkınlık çığlıkları atmaya başlamışlardı. Gökyüzü helikopterlerle doluydu. Sadece İstanbul'un değil aslında dünyanın da nabzı onun ölü vücudunda atıyor gibiydi. Devdi. Yüzlerce metre boyundaydı. Kolları ve bacakları hacim daraltabilmek için haftalarca süren çabalarla vücuduna sıkı sıkı bağlanmıştı. Böylece dev vücudunun kıyılara çarpması önlenebiliyordu. Başı, otuz üç geminin arkasında kara bir dağ gibi yükseliyordu. Sırt üstü yatıyordu. Hafif aralık gözleri siyahtı. Esmerdi. Kısa saçlıydı. Yüzünde kirli sakal, üzerinde eprimiş uzun kollu, büyük yakalı, yoksul, beyaz bir gömlek, altında siyah kadife pantolon vardı. Ayaklarındaki makosen ayakkabılardan birisi yolculuk sırasında Karadeniz'in derin sularına gömülüp kaybolmuştu; ayakkabısız ayağındaki siyah mı, lacivert mi olduğu anlaşılamayan koyu renk çorabı iyice esnemişti, dalgaların etkisiyle neredeyse ayağından çıkmak üzereydi.

Açık sağ gözüne bir karga konmuştu. Gözbebeğini didikliyordu. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü' nün altından geçerken herkes nefesini tutmuştu; köprünün ayaklarına ya da doğruca köprünün kendisine çarpmasından korkuluyordu. Her iki kōprūde de trafik kapatılmıştı. Deniz trafiği de öyle. Bir sandal bile yoktu denizde ondan ve otuz üç gemiden başka. Bütün bir gün boyunca süren yolculuktan sonra Boğaz Köprüsü'ne kadar getirmeyi başarmışlardı. Köprüyü henüz geçmişlerdi ki, haftalarca önce tahmin edilmesine ve önlemler alınmasına rağmen, ölü de olsa bir devin vücudunun ne denli güçlü olabileceğini öngöremedikleri için, beklenmedik bir olay insanların şaşkın bakışları arasında gerçekleşmeye başlamış, sol kolu birdenbire iplerden kurtulmuştu. Bacakları ve ayakları henüz köprünün diğer tarafındaydı. Avrupa yakasından seyredenler kendilerine doğru yaklaşan dev kolu gördüklerinde dehşet içinde gerilere, şehrin iç kesimlerine doğru kaçışmaya başlamışlardı. Kol birdenbire boşalmanın etkisiyle, suyu yararak kıyıya doğru hızla ilerliyordu; muhtemelen sol elinin parmakları kıyıya ulaşacaktı. Nitekim, birkaç dakika içinde beklenilen gerçekleşmiş, sol elinin parmakları Ortaköy'e çarpmıştı. Kıyıda bulunan Ortaköy Camii elin hızını biraz olsun kesmeyi başarmış olmasına rağmen, kendisi bir kibrit kutusu gibi yıkılmaktan kurtulamamıştı. El birkaç binayı yerle bir ettikten sonra kolun peşinden, usulca yeniden suya düşmüştü. Kıyıdaki tekneler parmakların dokunuşundan kurtulamayarak parçalanmış, birer ikişer sulara gömülmüşlerdi. Tahmin edilebileceğinden çok daha az bir hasar olmuştu yine de. Buna rağmen devin cesedinin bile, kontrol dışı kaldığında ne büyük zararlar verebileceği hakkında bilgi sahibi olunmuştu.

Tepedeki helikopterlerden çekim yapan televizyon kameramanları için görüntü inanılır türden değildi. Sol kolu başının yanından ileriye doğru uzanmıştı. Eli bir hedefi gösteriyor gibi gemilerin önüne geçmişti. Sanki otuzüç gemi onun gösterdiği derinliklere doğru ilerliyor gibiydi.

Birden, beklenmedik bir şey oldu. Vücudunun dengesi bozulmuştu. İleriye uzanan kolu sularda kaybolmuştu. Batıyordu. Başı yana düşmüştü. Ağzına sular doluyordu. Kıyılarda ısrarla bekleyenler ve otuzüç gemidekiler şaşkınlık içindeydiler. İrili ufaklı su parçaları çıldırmış bir arı sürüsü gibi ölü bedenine saldırıyordu. Hava kararıyordu. Okyanuslara ulaşacak gücü kalmamıştı. Dev gövdesi her zaman göz önünde olmak için Kız Kulesi açıklarına, boğazın karanlık sularına ağır ağır gömülüyordu. 

Devin gözbebeğiyle işini bitiremeyen karga, üzerine saldıran dalgalardan hafif bir kanat darbesiyle kurtulmuştu. Avı elinden kaçıyordu. Gözü dönmüştü. Avını geri almak için çığlık çığlığa bağırıyordu.

Hakan Şenocak, Kavga Avı, E Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi, Öykü 99 S.130-132

Fotoğraf: Gökhan Ilgaz, Kız Kulesi

28 Temmuz 2024 Pazar

Bildiri

Bir mavide birden değişmek olur
Bakışın bakışıma vurunca.

Ölüp denizlere karışmak olur
Bakışın bakışımdan yorulunca.

Daha beyaz sabahlar var
Alıp gitme bütün gülüşlerimi.

Götürme düşlerimi
Sardunyalar güllere dokununca.

(Sinsi zehirler tatlı
Senin her şeyin güneş).

Gelip ışığında ısınıyorum
Yaşamak ölüm gibi koyulunca

Afşar Timuçin

Resim: Elena Avanesova, Kanvas Üzerine Akrilik Boya, 51x51 cm.


Solak Keçi

(...)

Kapın aralıktı. Ayakkabıların ters duruyordu. Henüz eşikte birkaç günün gazeteleri birikmişti. En üsttekini alıp öylesine sayfaları çevirdim. Senin kesinlikle dikkatini çekebilecek bir haber vardı içinde:

"69 yıl sonra kütüphaneye dönen kitap!"

Estonyalı bir adam, tam 69 yıl sonra kütüphaneden almış olduğu kitabı geri götürür ve "2. Dünya Savaşı sırasında kütüphaneyi bombalamışlardı, o nedenle geç getirebildim," der. Evet, yanlış okumadınız.

Talin Merkez Kütüphanesi'nden Ivika Turkson'un anlattığına göre, geçtiğimiz hafta seksen yaşlarında bir adam, 7 Mart 1944 tarihinde ödünç aldığı kitabı, özür dileyerek ve geç getirme cezasını ödemeyi teklif ederek getirmiş. Kitabın, orijinal amblem ve seri numarasından, o kütüphaneye ait olduğu da doğrulanmış. Kitabı neden bu kadar geç getirdiği sorulduğunda 2. Dünya Savaşı'nı sebep gösteren adamın, Estonyalı yazar Eduard Vilde'a ait bir romanı götürdüğü öğrenildi.

Odandan içeriye girdim. En son girdiğimden çok farklıydı. Elimde o zaman şık pastane paketi vardı.

"Bak, sana Solothurn turtası aldım."

Her zamankinden daha sessiz, daha soğuktu. Sevmezsin böyle sessizliği. Hemen radyoyu açtım. Yatağına doğru ilerledim, kulaklarımı okşayıp çarçabuk uyuttuğun yatağın. Sarılıp birlikte Nosferatu filmini izlediğimiz yatağın. Her zamanki gibi dağınıktı. Karyolanın hemen yanındaki komodininde başucu kitabın duruyordu. Uzun zaman önce de baktığım gibi 74. sayfadaydın. Her gece kara kara düşünmekten belki de ilerleyemedin kitabında. Ya da keçeli kalemle çizdiğin yer durdurmuştu seni: "...herkesin bir yeri olmalı ve her yerin bir kimsesi." Ama biliyorum, sen de merak ediyorsun devamını. Meraktan dayanamasan. Çıldırsan. Olduğun yerden çıkıp gelsen. Korkma! Ben sana mesajlarıma cevap vermiyorsun diye kızmam! Merak etme.

Kitabının yanında fincanında yarım içilmiş çayın duruyordu. Çayın içinde uzunca bir çöp yüzüyordu. Bunun sizin inanışınızda misafir olduğunu söylediğini hatırladım. Elime alıp dakikalarca fincanına baktım. Senin nefesinin üzerine düştüğünü hissettim. Ben de soğumuş çayından bir yudum aldım. Sonra yastığına sarıldım. O kadar sıkı sarıldım ki... Kokunu içime çektim. Derin bir nefes aldım ve nefesimi son saniyesine kadar tuttum. İçimde tutmak istiyordum kokunu. Sen gelsen, bana sarılsan. Üstüm başım sen koksa. Ama sonra bir ânda hıçkıra hıçkıra ağlamaya koyuldum.

Perdelerin sıkı sıkıya kapalıydı. Oysa hep açık olurdu. Birlikte bütün gece karşıdaki sokak lambasını izler, karşılıklı öylece hiçbir şey yapmadan otururduk.

"Pencereyi aç, Schiller gelecek!"

Hayatımın baharında,
Çıkıp yollara düştüm.
Gençliğimin neşeli danslarını,
Baba evinde unuttum.

Pencereni ardına kadar açtım, ayaz odana doldu. Soğuk içeride çınladı. Nefesimin buğusu pencerede minicik kaldı. Parmaklarım soğuğa aldırmadan pencerenin pervazında gezindi. Karşı apartmandaki Slovak sevgililerin gölgeleri cama düştü. Parmaklar gezindi gölgelerde. Kara soğuk, sıcak iniltileri yuttu.

Sokağın tanınmaz halde. Daha çürümüş, daha sessiz. Sokak lambalarının marifetli pırıltıları bile bu ürkütücü sessizliği örtemiyordu. Küçücük pencerene bütün bir kentin siyahı sığmıştı.

Hiç açmadığın eski bir ahşap sandığı fark ettim. Daha yakından bakınca zeytin kutusu olduğunu anladım. Kapağını kaldırdığımda gördüğüm envanter: Mavi kuşlu araba. Küçük tahtadan bir dönme dolap, kırmızı bir el arabası, topaç, metal kumbara, birkaç kiremit parçası, bir avuç renkli bilye ve bir düzine çizgi roman serisi. Neredeyse tastamam bir çocukluk!

Cem Akgül, Solak Keçi, Agora Kitaplığı, Nisan 2017, S.49-52




Bir Düş Müydü O İzmir

(...)
- Kız Güldem, dedi annem. Sen bugün gene kayıplardaydın. Nerelerdeydin, ha?
- İzmir'e indim. Anlatırım sonra. Haa, aklımdayken söyleyeyim; bu akşam yemeğe bendesiniz, tamammı? Tazecik sandalye aldım Gümrükönü'nden, roka aldım,  kavun.. Mustafa Ağabeyim için, bir küçük şişe de...
- Hayrola? dedi annem. Bu ziyafet de neyin nesi?
- İş buldum, dedi Güldem Abla.
- Nasıl iş?
- Ben ne iş yapabilirim ki ablacığım? Dikiş nakış gelmez elimden, orta sondan tasdiknameliyim, dairede çalışmak. Eh, çamaşıra bulaşığı da gitmeyeceğim göre...
- Eee?
- Basmane'de Ali Ulvi Gazinosu var ya...
- Evet?
- Fasıla çıkacağım orada. Yarın gece başlıyorum. İki yüz lira da avans verdiler.
- Kız tarelelli! Sen ne dalavareler çeviriyorsun gene?
- Dalavere filan çevirdiğim yok Nazife Abla! Çalışmam gerekiyordu iş buldum.
- Hiç hoşuma gitmiyor senin bu hallerin, Güldem. Yok plak doldurmaklar, yok radyoda mikrofona çıkmaklar, yok Ali Ulvi Gazinosu'nda fasıl bilmemnesi...
- Radyonun sınavı umutsuz ablacığım. Burhan Beyin plak işi de fos çıktı. Bugün tükürüverdim yüzüne.

Dinçer Sümer, Bir Düş Müydü O İzmir, Bilgi Yayınevi, 2. basım, Kasım 1996, S.96-97



Kültür, Şiir, Silah

  İsrail başbakanlarından Moşe Dayan Filistinli şair Fetva Tukan'ın her şiirinin, Filistinli on gerillaya bedel olduğunu söyler. Hitler'in sağ kolu Joseph Goebbels ise, "Bana kültürden söz etmeyin, silahımı çekerim." diyerek, kültürün karşısına silahı koyar. Karl Marx "Kapitalizm sanata, özellikle şiire düşmandır." saptamasını yapar. Anlaşılacağı üzere şiir, bireylerin ve toplumların hayatında belirleyici bir güce sahiptir. Şiir, çelişkisi yoğun olan toplamlarda önemli kültürel bir besindir. Bu besinden payını alamayan bireyler ve toplumlar gelişemez. "Gölgesini satamadığı ağacı kesen" kapitalizm; şiirin gölgesini de satamadığı için, onu yok etmeye koyulmuştur. Bu bilinçte olunmayınca şiirin hep ileriye olan gelişimi yavaşladı. Toplumsal / evrensel sorunların yoğun olması şiiri besler. Dünyadaki çelişkiler, şiir için hiçbir dönemde olmadığı kadar önemli ve verimli olanaklar sunuyor şaire. Yani dünyada hayat sorulu, bunun karşısında şairin sorumlu olması beklenir. Galiba olmayan bu.

Veysel Çolak

Fotoğraf: Fetva Tukan (Filistinli Şair)


27 Temmuz 2024 Cumartesi

Elveda Sevgili Dostum

Elveda sevgili dostum elveda,
Sen kökleri içimde uzanan..
Ayrılık yazılmış alnımıza
İlerde gene karşılaşırız inan..

Elveda dostum, el sıkışmadan
Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek:
Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek

Sergey Yesenin
Çeviri: Attila Tokatlı

Fotoğraf: Melek Gedik, Kadıköy, İstanbul



26 Temmuz 2024 Cuma

Yılanı Öldürseler

“Yılanı Öldürseler”in konusu kısaca şöyle özetlenebilir: Çok güzel bir kız olan Esme'yi, ailesi, sevdiği adama, Abbas'a vermiyor. Abbas birkaç kişiyi yaralayıp hapse düşüyor. Bu sırada Esme'yi zorla bir başka adama Halil'e veriyorlar. Bu evlilikten Hasan doğuyor. Abbas, hapisten çıktığında Halil'i öldürüyor, kendi de öldürülüyor. Fakat Halil'in ailesinin ve köylünün gözünde asıl suçlu Esme'dir. Öldürülmesi gerekmektedir. Halil'in yakınları, Esme'nin kardeşlerinin, akrabalarının intikamından korktukları için bunu göze alamıyorlar. Öyleyse Esme'yi, oğlu, Hasan öldürmelidir. Romanda anlatılan, Hasan'ın bu cinayeti işlemeye zorlanmasıdır. Sonunda Hasan, öldürüyor anasını. 
Konu bu. Ama bir romanın, hele Yaşar Kemal'in bir romanının konusu anlatılmakla hiçbir şey anlatılmış olmuyor. Çünkü Yaşar Kemal bir dil ustasıdır. Çarpıcı bir doğa betimcisidir. Tip yaratmada, psikolojik ayrıntılara inmede bizim edebiyatımızda da, dünya edebiyatında da eşine az rastlanır bir ustalığın sahibidir. İnce Memed'in, Orta Direk'in, Teneke'nin, öykülerinin, röportajlarının, destanlarının benzersiz tiplerine, unutulmaz doğa betimlerine, yenileri ekleniyor Yılanı Öldürseler'de. Ama bu kadar değil. Bu küçücük roman, boyutlarına nasıl sığdırıldığı şaşılası bir sorunsalı da içeriyor. Bu açıdan, Yılanı Öldürseler, Yaşar Kemal'in dev boyutlu yapıtlarıyla yarışıyor ve belki onları aşıyor bile denilebilir. İnce Memed, yazarın yukarda söz ettiğim özelliklerinin, dil, doğa betimi, tip yaratma ve psikolojik ayrıntılara inme ustalıklarının, toplumsal bir sorunsalla kaynaştırıldığı büyük boyutlu bir yapıttır. Orta Direk ve öteki büyük boyutlu romanları için de buna benzer şeyler söyleyebiliriz. Buna karşılık, daha küçük boyutlu yapıtlar olan Teneke'de toplumsal sorun, Ağnı Dağı Efsanesi'nde üslup özellikleri ön plandadır. Yılanı Öldürseler'de ise, Yaşar Kemal üslubu ve dili, (sinema ya da bilinç akımı tekniği diye tanımlanabilecek yeni özelliklerle birlikte), canalıcı bir toplumsal sorunla, alabildiğine yoğun bir bileşime ulaşıyor. “Yılanı Öldürseler”in Yaşar Kemal için de, edebiyatımız için de yeni, çarpıcı, çok önemli bir yapıt oluşu buradadır; yazarı edebiyatımızda benzersiz kılan üslup, tip yaratma, psikolojik ayrıntılara inme ve doğa betimciliği ustalıklarının, herbiri ayrı ayrı irdelenmesi gereken yeni teknik katkılarla zenginleşerek, çok açık, net bir toplumsal sorunla ve bildiriyle kaynaştırılmış olmasında. 

Hasan uzun bir süre zorlamalara direniyor. Annesini öldürmek istemiyor. Bu düzyazı cümleleriyle de bir şey anlatmış olmuyorum. Hasan nasıl zorlanıyor? Yazarın ustalığı bunu anlatışında. Bir karabasan ortamı çiziliyor böylece. Düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir dünya. Öldürülen babası ak bir kefene bürünüp geliyor, birgün köpek kılığına, birgün kartal kılığına giriyor. Kertenkele kılığına girip melül melül bakıyor oğulunun yüzüne, dua eder gibi kaldırıp indiriyor başını. Yılan kılığına giriyor acısından. İntikamının alınmasını istiyor. Çünkü böyle söylüyorlar Hasan'a. Düşle gerçeğin, doğayla insanın, hayatla ölümün karıştığı bir feodal değerler dünyası çullanıyor üstüne Hasan'ın. Hasan'ın iç dünyasıyla dış dünya da karışıyor birbirine. Ona söylenenler nelerdir, Hasan'ın kendi kendi düşünceleri nelerdir, bunlar da birbirine karışıyor. Bir tek şey bellidir: Hasan'ın annesini öldürmek istemediği. Çünkü dünya güzelidir Esme, anaların en güzelidir, en iyisidir, tutkundur oğluna, oğlu da ona. Hasan tüfeğiyle kurda kuşa ateş ediyor. Babası kılığına girebilecek ne varsa. İçinin boğuntusundan dağlara vuruyor kendini. Ve burada, Toros'ların eşsiz güzellikte betimleri. Bir yazı ustasının halkına armağan edebileceği en güzel şey: Yurdunun doğasını ölümsüzleştirmesi. 
Sonunda Hasan öldürüyor anasını. Çünkü bu kez, Esme'nin önüne gelen erkekle düşüp kalktığını söylemişlerdir ona. Ve Hasan ergenlik çağına girmiştir artık. Ve tutkundur anasına. Roman buralarda biraz uzasa, “oidipus karmaşası”nı anlatan bir roman deyip rahatlayacağız. Hayır. Birkaç sayfa içinde olup bitiyor her şey: 

 “...Ne dersin buna Hasan.. Babanın kanı yerde kaldı, anan dünya güzeli, kimse ona kıyamıyor, kıyamasınlar. Ya sen, sen ne olacaksın, elin yüzüne nasıl bakacaksın şu dünyada? Herkes senin ananı... Sana orospu analı Hasan demezler mi ölünceye kadar. 

…...Birden bu konuşmalar kirp diye kesildi. Köy bir ıssızlığa büründü ki çıt yok. Hiç mi konuşmuyordu köylü ya da Hasan'a mı öyle geliyordu. 

…..Anasını görünce delicesine ürperiyor, titriyor, korkuyor, kendisinden geçiyor, ondan ayrılınca bomboş kalıyordu... Anası tandıra eğilip eğilip kalkıyordu. Hasan titriyordu, ürpermişti. Etleri çekiliyordu. Başı dönüyordu. Gözlerinin önündeki yalımların içindeydi anası... Birden elindeki tabanca ateş aldı. Bir çığlık koptu. Bir daha ateş aldı, bir daha... Anasının tandıra girmiş başındaki saçlar yanıyordu...”

Yılan, kazanıyor sonunda. Yılanı öldürseler, Hasan kurtulacaktı.

“Politika”, 4 Ekim 1976
Ataol Behramoğlu, Mekanik Gözyaşları, S.57-59, Cem Yayınevi, 1990

Raptiye

Yılardır ağaçlara sarılıyorum
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Kuşlarla yarışacak gücüm kalmadı
Çayırların altında tedirginim  artık

Arkamdan silahlarıyla geliyorlar
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Sanki gözyaşından yapılmış çocuklar
Talaş çuvalından beterler karanlıkta

Her gün dargınlığıma sebep arıyorum
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Göğe uzanan dallar delip geçiyor geceyi
Toprağın gönlünü etmek bana düşüyor

Kalbine vurulup ayağı kırılan atlar
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Bunca ağaç ne diye gözlerimi örtmez
Sesim gövdemde çekiç gibi duruyor

Engin Özmen
Meydan Dayağı, İkaros Yayınları, 1.basım, Nisan 2013


25 Temmuz 2024 Perşembe

Peynir Kuşu / 96. Ada

Sen dağınık masayı düşünürsün; yatağı toplamayı, akşam yemeğini, kedilerin suyunu, pandemiyi...
Ben yalan söylerim, söylediğimi bilmem. Özdemir Asaf değilim, o söyler sen istersen. Sen bilmezsin yalan söylemeyi... Bilmez misin? Deli değilse herkes söyler. Herkes bu yüzden sevgili... Seni sevdim, deli kendimi sevdim, bunu daha önce de söyledim. Olsun... Yine söylerim. Ben kişiye veda etmeyi bilmem ki söylediklerime veda edeyim.
- 'İkimizin bir olması? Bir mührü bir mühürle mühürlemek gibidir' [Hilmi Yavuz]
- Yaşasın, sen de delisin!
- Keşke hayal ettiğim kadar deli olsam, bir de, dişlerinin arasında simit susamı...
Aynı şeyleri yazıp duruyordu, bin kaç yıl sonra sürdem yine yazacağını söyleyerek. Bin kaç yıl sonra sürdem seveceğini biliyordu. Bin kaç yıl sonra, bin kaç dilde sevdiğini söylemeye devam edecekti.

Can Adalı, Peynir Kuşu, S.110, Ada Kültür Sanat Kitaplığı
Resim: Nicoletta Tomas Caravia, Aidiyet

24 Temmuz 2024 Çarşamba

Kitap: Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri

(...) 

Kenar mahallelerin birindeki bir depoda gizlenmiş, Guetemala polisinin en çok aradığı adamı bekliyordum. Adı Ruano Pinzon'du ve o da askeri polisti ya da bir zamanlar öyleydi.
   
"Şu duvarı görüyor musun? Hadi atla. Yapabilecek misin?"

Boynumu eğdim. Deponun arkasındaki duvar hiç bitmeyecekmişçesine yükseliyordu.

    “Hayır” dedim.
    “Ama gelirlerse atlarsın değil mi?”

Atlamaktan başka çarem yoktu. Eğer gelirlerse uçabilirdim. Panik, herhangi birisini olimpiyat şampiyonu bile yapar.

Ama gelmediler. O gece, Ruano Pinzon'la uzun uzun konuştum. Siyah deriden bir montu vardı üstünde. Sinirli gözleri, dans edercesine fıldır fıldır dönüyordu. Ruano Pinzon bir asker kaçağıydı.
    
Seçimlerin arifesinde kaybolan yirmi politik liderin katliamının hayatta olan tek görgü tanığıydı hâlâ.

Olay, Matamoros kışlasında gerçekleşmişti. Ruano Pinzon, ağır ve büyük çantaları kamyonetlere taşıyan dört inzibattan biriydi. Çanta saplarının kan içinde olduğu dikkatini çekmişti. Daha sonra bavullar, Aurora havaalanında, Hava Kuvvetlerine ait bir "500" uçağına yüklenip Pasifik'e atılmıştı.

Daha önce, onları dövülmekten mahvolmuş bir durumda karargâha getirildiklerini ve operasyonun başında savunma bakanının bulunduğunu görmüştü.

Cesetleri yükleyen dört adamdan hayatta kalan yalnızca Ruano Pinzon'du. Bunlardan birinin La Posada pansiyonunda, uyurken hançerle göğsü deşilmiş, öbürü Zacapa'da bir kantinde sırtından kurşunlanmış ve sonuncusu ise merkez istasyonun arkasındaki barda kalbura çevrilmişti.

Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, S.21, Alan Yayıncılık



22 Temmuz 2024 Pazartesi

Kalbimde Bin Yara Var

Yataktayım. Yeni banyo yapmış girmişim yatağa. Derin bir uykuya dalmak istiyorum. Öylesine derin olmalı ki uyku, hiçbir şey duymamalı, hiçbir şey düşünmemeliyim. Boşalmalı kafam. Sıfırlanmalı. Uyku yarı ölüm derler. Bu gece tam ölmeliyim derin yalnızlığımın içinde.

Korkunç, boğucu, yapış yapış bir sıcaklık var havada, Gecenin saat biri ve hava, gökte güneşin kurşunlaştığı çöl sıcağını andırıyor. Örtünmek için hiçbir şeye gerek yok. Pencere açık kalmalı, Durmadan vızıldayan şu sineği bile kovmak istemiyor canım. Az önce Andrey'i astılar. Sonya'yla birlikte hem de. Jeliyeboy.. Ömrünü bir tek suikast için harcayan adam. Bir oğlu var nerede olduğunu hiç bilmiyor. Az önce kirli mahkûm elbisesini giydirdiler ona. Yüksek at arabasına bindirdiler. Herkes görsün diye dimdik bağladılar.

Sonya uzaktan gülümsüyordu ona. Hep yanında olmak istemişti..

Hep yanımda olmasını istemiştim..

Az önce Erdal'ı astılar. Bir suikastçı değildi Erdal. O siyasal iktidara dikmişti gözlerini.

Sırtımda bir serinlik var. Biri hafifçe girdi yatağa. Oysa o kadar yalnızım ki. Henrich Böll'le söyleşiyorum geceleri.. Issız bir koruluğun içinde yaşıyorum şimdi. Göz alabildiğine uzanıyor otlaklar. Arada bir köpekler havlıyor. Kime havlarlar, kimi uzaklaştırmak isterler bilmiyorum. Geceleri melemez koyunlar. Ama şimdi hepsi birden meliyor. Heinrich Böll'ün yattığı yatakta yatıyorum. Onun yazdığı masalarda yazıyorum yazılarımı. Onun dinlediği karanlığı dinliyorum. Adımlarını duyuyorum yatak odasına çıkan merdivenlerde.. 

Eller sırtımda boğazıma doğru yükseliyor. Işığı az önce söndürmüştüm. Kimse yoktu o zaman. Bomboştu oda. Perdesiz pencereden bahçedeki ışığı görebiliyorum. Birden buharlaştı pencere camı. Yok oldu. Karanlık doluyor içeri oluk oluk. Güller dikenlerini uzatıyor. Hepsi birer mızrak. Sırtıma doğru geliyor mızraklar. Bana değil, sırtıma sarılana saplanacaklar. 

Kim sarılıyor sırtıma. Kımıldamaya çalışıyorum. Bacaklarıyla sarılıyor belime. Soğuk, kaygan bacaklar.. yılan gibi.. Sessizce sıkıyor. Bağırmak istiyorum. Bırak beni demek istiyorum. Sadece dudaklarım kımıldıyor.. Bağıramıyorum. Bağırdığımı sanıyorum.

Eller yavaş yavaş sıkıyor boynumu. Andre'nin boynunu sıkan ipler gibi kaygan eller. Erdal'ın boynuna yapışan eller gibi.. İp yumuşacık. Boğazıma oturuyor iyice. Ellerimle tutmak istiyorum ipi. Ellerimi tutuyorlar. Ayaklarım soğumaya başladı bile. Moraracağım birazdan. Sırtımda bir soğukluk var. İçime doğru akıyor soğuk. Camdan içeri doluşan kıpkızıl güller ağlıyorlar. Ağlamayın diyorum. İlk ölen ben değilim. 

Ölüyor muyum? Ölüm bu mu?

Daha yazılacak bir yığın yazı var.

Fırlayıp kalkmak istiyorum. Tonlarca ağırlığıyla çöküyor üstüme ölü. Bembeyaz. Gülümsüyorum. Sadece diş, gülümseyen ağız. Sadece kemik, boynuma sarılan eller. Gırtlağımdan çıkan ses korkutuyor beni. Hırlıyorum. Nefes alamıyorum artık. Göğsümün üstünde bin tonluk kaya. Üstünde oturan sigara sarıyor keyfince.

Birden boşalıyor nefesim. Birden haykırıyorum.

Yine tuttu ağrılar. Yine o angina pektoris. Yine ölüm yokladı beni.

Hazır değilim. Bitirilecek dünya kadar işim var..

A.Kadir Konuk, Haziran 1990, Heinrich Böll’ün Evi, Langenbroich 
Dağın Öte Yüzü, Belge Yayınları, S.13,14


İzleyiciler