7 Ekim 2024 Pazartesi

Bilinmez Bunlardan Hiçbiri

Ay sakin ve aydınlık olduğunu bilmezden gelir
Üstelik ne de ay olduğunu bilir;
Ne de kum kumluğunu. Tek bir şey
bile yoktur biçiminin benzersizliğini bilen.
Fildişinden taşlar öylesine yabancıdır
Soyut satranç oyununa tıpkı kendilerini
Süren el gibi. Belki de insanın yazgısı,
Kısa süren sevinçler ve uzayıp giden acılar,
Aracıdır Ötekinin. Görmezden geliriz;
Ona Tanrı adını vermenin hiç yararı yok bize.
Boşunadır üstelik korku, kuşku
Ve başlattığımız kısacık yakarı.
Hangi yay fırlatmış olmalı bir ok
Olan beni? Hangi doruk acaba hedefi?

Jorge Luis Borges

Çeviri: Ayşe Nihal Akbulut


6 Ekim 2024 Pazar

Gitmekle Kalmak Arasında

Gitmekle kalmak arasında kıpırdamayan gün, 
katı bir saydamlık kalıbı.

Hepsi görünüyor ve hiçbiri anlaşılamıyor, 
ufuk dokunulamayacak bir yakınlık.

Masada kağıtlar, bir kitap, bir vazo: 
nesneler dinlenmekte adlarının gölgesinde.

Damarlarımdaki kan giderek daha ağır yükseliyor 
ve yineliyor inatçı hecesini şakaklarımda.

Işık kayıtsızca biçimini bozmakta 
donuk duvarın, tarihi olmayan bir zaman.

Öğle sonrasının yayılışı; şimdiden bir körfez 
usul dalgalanışı sarsmakta dünyayı.

Ne uykudayız, ne de uyanık: 
biziz, başka bir şey değil işte.

An ayrılmakta kendi kendinden 
ve duraksamaların oluşturduğu geçite dönüşmekte.

Octavio Paz   

Çeviri: Ali Cengizkan


Matilde'ye Sone

Seni sevdiğimi bil ve sevmediğimi
mademki hayatta olmanın iki yüzü var
söz bir kanadıdır sessizliğin mademki
ve mademki ateştir soğuğun yarısı da.

Sevmeye başlamak için sevdim seni
Sonsuzluğa dek sürsün diye
Ve hiç bitmesin diye sana aşkım
bu yüzden seni sevmiyorum şimdi.

Seni hem seviyor hem sevmiyorum, bu sanki
iki elimle birden tutmak gibi
mutluluk ya da mutsuzluk anahtarını ya da belirsiz bir kaderi.

İki varlığı var aşkımın sevmek için seni.
Bu yüzden severken sevmiyorum seni
bu yüzden sevmezken seviyorum seni.

Pablo Neruda   Çeviri: Metin Cengiz

.............................................................

Seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman,
çünkü iki yüzüyle karşına çıkar hayat.
Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın,
ateş de pay alır kendine soğuktan.

Seni sevmeye başlamak için seviyorum seni,
sana olan sevgimi sonsuzlaştıracak
bir yolculuğa yeniden başlamak için:
bu yüzden şimdilik sevmiyorum seni.

Sanki ellerindeymiş gibi mutluluğun
ve hüzün dolu belirsiz bir yarının anahtarları
hem seviyorum, hem de sevmiyorum seni.

Sevgimin iki canı var seni sevmeye.
Bu yüzden sevmezken seviyorum seni
ve bu yüzden severken seviyorum seni.

Pablo Neruda   Çeviri: Cevat Çapan


"Benim Annem Cumartesi"

Kedileri güneşten yapsınlar
köpekleri ikindiden
yazlardan yapsınlar yetimleri
ceylanları havadan
delileri kahkahadan yapsınlar
gül gül öldük demeleri
gül olduk, gülizar olduk
demelerden yapsınlar
abdalları kerpiçten
güzelleri kırmızıdan yapsınlar
yapraktan yapsınlar aşkları
evleri peki, evleri nelerden,
komşulardan yapsınlar evleri
akşamları gümüşten
çocukluk değil mi
hamurdan yapsınlar tanrıyı
sözcükleri sulardan
boşlukları mercandan
gülüşten yapsınlar sabahları
ya kimsesizleri kimden
kimseden yapmasınlar
kirpikleri uçurumdan yapsınlar
gamzeleri maviden
kızları elmalardan
oğlanları virgülden
meraktan yapsınlar denizleri
kuşları ıslıklardan
ve ışıktan yapsınlar kalpleri
kışları türkülerden
bahardan yapsınlar seslileri
ve sessizleri kurutulmuş biberlerden
unutmasınlar güzü
özlemekten yapsınlar
parkları serinlikten yapsınlar
arkadaşlıktan yapsınlar yumuşak g’yi
harfleri terzilerin kardeşliğinden
şarkıları tanrım şarkıları
nasl yapıyorlar nasıl diye diye
hayretlerden yapsınlar
bir de devrimleri
devrimleri nardan yapsınlar
biricik ve çoooooook
bereketli olsun devrimler diye
simurgdan ne yapsınlar
otuz masal yapsınlar
özgürlüğe salsınlar
ülkeleri adalardan yapsınlar
su savaşı yapsınlar
savaşları naylondan yapsınlar
kurusıkı atsın tabancaları
ve Ülkü Tamer şiirleriyle doldursunlar
dayıları Che’den yapsınlar
yakışıklı ve karagözlü olsunlar
Deniz’den yapsınlar kahramanlığı
usul uzun korkusuz
dağlar diyorum dağlar
nelerden yapılmaz ki
yeşil soğandan yapsınlar
ekmeğe katık etsinler
kardeşleri rüyalardan yapsınlar
aşkları kırlardan
esmerleri rüzgârdan yapsınlar
kumralları dalgınlıktan
ağaçları gölgesinden yapsınlar
keçileri felsefeden
hazirandan yapsınlar şiirleri
tutsakları buluttan yapsınlar
avluyu gökyüzünden
bayrakları kuzulardan yapsınlar
tayları saflıktan
taşrayı sabırtaşından
vakti kehribardan
göçmenleri yerlilerden yapsınlar
zalimleri kömürden yapsınlar
katilleri odundan
yangında ilk kurtarılmayacaklardan
babaları yorgunluktan yapsınlar
babaları uykudan
babaları dağdan
karpuzdan yapsınlar babaları
kayıpları sesten yapsınlar
çağırınca ses versinler: -buradayız!
anneleri oğullardan yapsınlar
anneleri kızlardan
anneleri gülden
gözlerini üzümden
anneleri cumartesiden
yapmasınlar tek
annelere bunu yapmasınlar
artık!

Haydar Ergülen


4 Ekim 2024 Cuma

Bolluk

Yonca pazar günü toplanır, insan pazartesi
Peygamber çiçeği bilmeden ölür
Omaholar çiçek koparmaz gece
Çünkü bolluğu ölüler getirir bize
Suda boğulmuş martı ölümsüzdür
Ve yaşlandım, buzlu camın havailiği gibi
Savaşan yalnızlığın gökyüzü kış
Sabah yumuşak karla yükseldikçe
Artık ölüm tümden yeşermezmişcesine
Belleğin eşiği yunmuş yıkanmış

Deniz sen her zaman kusursuz düşündürdün
Çok eskidenmiş gibi ölüyorum
Tanımadığım otlarla içiçe
Çünkü bolluğu ölüler getirir bize
Ama bir şey daha var, biliyorum

Melih Cevdet Anday, Güneşte, Adam Yayınları, 1990


Mirabeau Köprüsü

Seine akıyor Mirabeau Köprüsü’nün altından
Ve şu bizim aşkımız
Olur mu durasın şimdi anımsamadan
Sevincin geldiğini ancak acının ardından

Çalsana saat insene ey gece
Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Yüz yüze duralım böyle elin elimde kalsın
Ve aksın dursun
Sonsuz bakışlar dalgalar yorgun argın
Köprüsü altından kollarımızın

Çalsana saat insene ey gece
Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Aşklar akıp gidiyor şu akarsu gibi
Akıp gidiyor aşklar
Hayat öyle durgun öyle yavaş ki
Ve umut nasıl zorlu nasıl depdeli

Çalsana saat insene ey gece
Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Günler geçiyor günler haftalar yaman
Ve dönmüyor geri
Ne çıkıp giden aşklar ne geçen zaman
Seine akıyor Mirabeau Köprüsü’nün altından

Çalsana saat insene ey gece
Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Guillaume Apollinaire,     Çeviri: Cemal Süreya


Le Pont Mirabeau/ Guillaume Apollinaire

Sous le pont Mirabeau coule la Seine
Et nos amours
Faut-il qu’il m’en souvienne
La joie venait toujours après la peine.

Vienne la nuit sonne l’heure
Les jours s’en vont je demeure

Les mains dans les mains restons face à face
Tandis que sous
Le pont de nos bras passe
Des éternels regards l’onde si lasse

Vienne la nuit sonne l’heure
Les jours s’en vont je demeure

L’amour s’en va comme cette eau courante
L’amour s’en va
Comme la vie est lente
Et comme l’Espérance est violente

Vienne la nuit sonne l’heure
Les jours s’en vont je demeure

Passent les jours et passent les semaines
Ni temps passé
Ni les amours reviennent
Sous le pont Mirabeau coule la Seine



Ağıt

annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik bir kadın
üsküdar'la istanbul arasında

babamdı sakalıydı babamın
bir akşam göle batırdı
çıkmamak üzere bir daha
hepsi de ekmek kokardı
sayısı unutulan parmaklarının

akşam bir attır bütün ülkelerde
serin esmer bir attır
terkisine çocukların bindiği

Kemal Özer


2 Ekim 2024 Çarşamba

Siz Aşk'tan N'anlarsınız Bayım?

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım...
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmay
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!

Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!

Didem Madak

Fotoğraf: Robert Doisneau


29 Eylül 2024 Pazar

Karaağaç

                                                    Ruth Fainlight’e

Dibi bilirim, diyor. En büyük kökümden bilirim onu:
Seni korkutur.
Ben korkmam oradan: ben oraya gittim.

Deniz mi içimde işittiğin,
Onun doyumsuzlukları mı?
Yoksa hiçbirşeyin sesi mi, şu senin deliliğin hani.

Bir gölgedir aşk.
Nasıl da yalan söyler ağlarsın ardından,
Dinle: bu onun toynakları: alıp başını gitti, at gibi.

Bu yüzden, kafan bir taşa, yastığın da üstü çimenli
Toprağa dönüşene değin, yankılar, yankılar içinde,
Tırısta olacağım bütün gece, hayasızca.

Sana zehirlerin sesini mi getirsem yoksa?
Bu koca sessizlik, bu şimdi yağmur.
Bu da onun meyvesi: arsenik gibi, teneke beyazı,

Günbatımlarının eziyetinden canım öyle yandı ki,
Köklerime dek bir meşale gibi alevler içindeyim,
Bir avuç tel gibi yanar, dinelir kızıl liflerim.

İspatiler gibi havada uçuşan parçalara ayrılmışım şimdi.
Böylesi şiddetli bir rüzgar
Dayanamaz kayıtsızlığa: Haykırmalıyım.

Ay, o da zalimdir: acımasızca
Sürükler beni, çorak çünkü.
Işınları biçer beni. Belki de yakaladım onu.

Bırakıyorum. Bırakıyorum gitsin, tükenmiş ışığı,
Yamyassı olmuş, kökten bir ameliyat sonrasında olduğu gibi.
Ah nasıl da sahiplenir berbat düşlerin, nasıl da bağışlar beni.

Bir çığlık çökmüş içime.
Gece gece çırpıp kanatlarını, alır başını gider.
Kancalarıyla sevecek bir şeyler arar durur.

İçimde uyuyan bu karanlık şey dehşete düşürür beni;
Bütün gün o yumuşak, tüyümsü kıvrılışlarını
Duyumsarım, habisliğini.

Geçip gidiyor, dağılıyor bulutlar.
Aşkın yüzleri mi bunlar, bu solgun bir daha ele geçmeyecekler?
Bunlar için mi fesata saldım kalbi mi?

Daha çok bilmeye gücüm yok.
Dallarıyla boğazımı sıkan
Bu kıyıcı yüz de ne?

Öper durur yılansı acı suları.
İradeyi taşlaştırır. Tecrit edilmiş, usul kusurlardır bunlar,
Öldürür, öldürür, öldürür!

Sylvia Plath, 19 nisan 1962

Çeviren: Yusuf Eradam


28 Eylül 2024 Cumartesi

Eğitimimizin Karşıdevrimle Sınavı

    "Ordusuyla kahramanlığı, Kore'de ABD tarafından test edilen Türkiye, amaçları arasında 'dünya barışını korumak, istikrarı sağlamak' olan ancak kuruluşundan beri dünya barışının ve istikrarının bozulmasında en büyük payı olan NATO'ya Şubat 1952'de katılır. Bu üyelik, Türkiye'nin kanı ve canıyla oluşturduğu "tam bağımsızlık" kimliğinden kopuşunun resmen onayıdır. Çünkü askerî alanla sınırlı gibi gösterilen bu kandırmacayla ülkemiz, emperyalizmin ekonomik kuruluşları IMF ve Dünya Bankası eliyle sürekli borçlandırılan, tarımı, hayvancılığı, sanayisi öldürülen, yetmiş yıl sonra borcun faizini ödemekte bile güçlük çeken ve 'gelişmekte olan ülkeler' listesinde yerini alır.

    Bundan sonra Türkiye'ye bütün olarak hangi biçimin verileceğine ilişkin gizli-açık çok sayıda ABD planı yürürlükte olacaktır. İkili anlaşmalarda, raporlarda, gerek ABD gerekse Türk hükümet yetkililerinin demeçlerinde vb. Türkiye'ye biçilen giysinin niteliğini, rengini görmek olasıdır. Bunlar arasında, 1948'de yürürlüğe giren ABD'nin Marshall Planı kapsamında hazırlanan Max Thornburg Raporu'nda yer alan öneriler, daha doğrusu dayatmalar, Türkiye'ye verilecek biçimin ne olacağı, bu çerçevede oluşturulan politikaların günümüze dek gerçekleşip gerçekleşmediği yeterince açıktır. Thornburg'un 1949-1950 yıllarında Türkiye'de yaptığı incelemelere dayanan raporu, 'Türkiye Nasıl Yükselir?' ve 'Türkiye'nin Ekonomik Durumunun Tenkidi' adlı iki bölümden oluşan çalışmayı içermektedir. (341)

    Raporda Thornburg'un Türkiye için önerileri özetle şöyledir:

    'Türkiye'nin ağır sanayi kurması gerekli değildir. Karabük Demir-Çelik Fabrikası tasfiye edilmelidir. Türkiye uçak, makine, motor projelerini iptal etmeli, bu tür yatırımlara girmemelidir. Sanayi bırakılmalı, tarımla kalkınmaya yönelinmelidir. Demiryolları yerine karayolları yapılmalıdır. Tüm bunlar için gerekli sermaye ABD tarafından verilecektir.' (342)

    Türkiye'nin lokomotif fabrikası kurmak için ABD'den istediği kredi konusunda, "Türkler böyle düşündüğü sürece dolarlarımızın ABD'de kalması daha doğru olacaktır," diyen Thornburg, Türkiye'nin makine, uçak ve dizel motoru yapımına kesin bir dille karşı çıkar. Thornburg, Türkiye'yi bu tür düşüncelerden vazgeçirmek için şu sözle adeta tehdit eder: 'Amerikalılar böyle düşünenleri iyi çalışma arkadaşı saymazlar!' (343)

    Ekonomisi ve ordusu bu tür planlarla dönüştürülen ülkemizde eğitimin bunlardan bağımsız yürümesinin olanaksız olacağı açıktır. Dolayısıyla bu konuda da ipler artık ABD'nin başını çektiği Batı'nın elindedir. 

    Eğitimimizin çağdaşlaşma yüzyılları içinde hem Osmanlı hem Cumhuriyet döneminde Fransa, İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkelerinin sistemlerinden etkilendiği, dönemsel koşullara göre bu ülkelerin sistemlerinden aktarılan gerekli gereksiz tasarımlarla eğitimimizin yıllardır yapboz oyununa döndüğü de bizim acı gerçeklerimizdendir. Bütün dönemler içinde en çok etkilenilen hatta etkiden öte, Batı'dan zaman zaman neredeyse birebir kopya edilen süresi dolmuş eğitim yöntem ve tekniklerinin yalnız eğitimimize değil, bu yolla toplumsal yapımızın bütününe verdiği hasar da ortadadır."

Nazım Mutlu, Eğitimimizin Karşıdevrimle Sınavı, S.231, 232, 233

341,342,343 Nolu atıflar, kitabın ilgili sayfa dipnotlarında açıklamalarıyla yer almaktadır.


27 Eylül 2024 Cuma

Ağustos Şiiri

yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
hep böyle havalar besler fırtınaları
korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek
duymazdım durgun suların bezgin türkülerini
alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim
bir yangınsonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
bir rüzgâr kulaklarımdan hiç eksilmiyor
esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım
geri dönsen bile ben artık o ben olmayacağım
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek

ben mısrâlarımı kerpiç gecelerinden çekmişim
beş numara lâmba kederi var mısrâlarımda benim
yitirmişim yıldız ışığında dost çizgileri
deli çizgi gözlerimi kör etmiş kör etmiş kör etmiş
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar dönüyor garipsi
çığlıkçığlığa kuşlar dönüyor evcil ve tedirgin
gök mavisi bir türkü dolanmış yüreciğime
selsele yolculuklar tütüyor gözlerimde - neyleyim
insan demişim kitap yüzlü insanlar demişim gidemiyorum
kaderim kaderleri demişim allı'nın kızı
sen olmasan ben böyle uysal değildim
böyle uysal ve kırılmış değildi şiirlerim
bir yangınsonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek

yılandere ölüler yatağı helâlim ölüler
katran mazot bidonları paslı putreller
kargalar üşüşmüş ahmedom'un ellerine kargalar
ahmedom'un düşlerine yılan çiyan doluşmuş
garipler mezarlığı, doymamışlar dünyası
yıkılası karakuşak, kurudere sırtları
ahmedo'm bir yaz bulutu, bir varmış bur yokmuş
fenerler titreşiyor bıçaklanmış türkülerin gözbebeklerinde
vinçler beni balçık gibi akşamlara bindiriyorlar
sen olmasan şu sabahlar olmasa
şu benim büyük büyük susamışlığım
bu mızmız takvimi bir solukta susturacağım
yılandere ölüler yatağı helâlim ölüler

rüzgâr gibi bir ağustos geçti ellerimizden
meyvalar bizi balrengi günahlara çağırıyorlar
biryanda yaşanmamış günlerin hırsı
biryanda boşa geçen gecelerin acısı
malûm o dramın en güzel perdesindeydik
ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik
duracak vaktimiz yoktu bitmiştik
her gören didik didik bizi denetliyordu
biz kendi derdimize düşmüştük

orda da akşamlar olacak allı'nın kızı
kanlı mendil gibi ağustos akşamları
şu benim çektiklerimi görmeyeceksin
belki yanında başkaları olacak
belki düşlerine bile girmeyeceğim
gün oldu acıların şiirini yaşadım
gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım
bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı
ne diye gurbet gibi mısrâlarıma sindin
dokunsan parmaklarıma tutuşacağım

yine ağustos gelse elele versek
sen anandan kaçsan ben yalnızlığımdan
yeni yoldan sazanlı çaydan geçsek
güneşin bahçeleri emzirdiği saatte
susamışlar aşkına, kandım diyesi
uzun uzun öpüşsek
yine ağustos gelse kovulsak cennetimize
şantiye hiç durmadan ötse bağırsa
lâzoğlu büyük harflerle sövse işçilerine
damlarda kaysı yarsalar rumeli göçmenleri
dillerini sevdiğim kıvırcık dillerini,
ıssız bahçelerden geçsek, unutulmuş sokaklardan
çocuklar mavi mavi gülüşüp kaçışsalar
bir masal dinler gibi sessizliği dinlesek
kendimizi dinlesek köklerin çığlığını
seni kollarıma alsam, yine yumsan gözlerini
yine kapışılsa yavrum, batan şehrin hazineleri
biz yine kendi derdimize düşsek

yere batan şehrin tek yalnızıyım
yüzyılın ağrısını anlayarak çekiyorum
ekmeğime barut sinmiş, bulanık özgürlükler
tepmişim rahatımı boynu bükük mutluluğumu
yaşıyorsam erkekçe yaşıyorum
istemem, sarmasın yumuşak duygular susuzluğumu
geceler bıcak bıçak böğrümde yatsın uyusun
kaderim kaderleri demişim allı'nın kızı
ellerimi kemirmekten memnunum
düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz
en güzel günlerinde gençliğimizin
ölümden ötesini aklım almıyor
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
istesek cenneti kurtarabiliriz
ben bir ışık için tepmişim rahatımı
ellerimi kemirmekten memnunum
bu güleç yüzlülerin bu acı türkülerini
bu yoksul yerleri anlayarak seviyorum
delice anlayarak allı'nın kızı

Hasan Hüseyin Korkmazgil, Oğlak, Bilgi Yayınevi, S.167-172



26 Eylül 2024 Perşembe

Metris

Ben hep 17 yaşındayım 
Demir kapının her açılışında 
Her ayak sesinde içime sığmaz yüreğim 
Her türlüsünü tattım acının ve ızdırabın 
Yalnız seni özlerken kendimi yenemedim 
Çünkü; senden gayrısı haram 
Şu Metris'in önü bir uzun alan 
Bir tek seni sevdim gerisi yalan

Cigara çekmedi canım hiç 
Çıkarken havalandırmaya 
Olmadı avluda atılmış voltam hiç 
Hele masmavi bir denize atılmış oltam 
Hiç mi hiç... 
İçerde bıraktım dünyayı 
Parmaklıklarla bölünmüş olarak 
Görmeye alışık gözleri 
Ve senin için yazdığım şiirleri, sözleri. 
Sana olan aşkımı 
Defterlere değil 
Metris'in duvarlarına yazdım 
Uykusuz geçen geceler akıllara zarar 
Kıramazdı beni duruşmada kırılan kalem 
Senin görüşlere gelmediğin kadar 
Şu Metris'in önü bir uzun alan 
Bir tek seni sevdim gerisi yalan 
Senin hasretindi hücreme dolan 
Yalnız seni sevdim gerisi yalan.

Parmaklıkların elime bulaşan pası 
Havalandırmadan gelen hela kokusu 
Işık ve ufuksuz hücremde 
Gözlerim kuvvet kaybındaydı. 
Bir şişin ucundaydı ölüm korkusu 
Ve özgürlük kravatlıların avucundaydı

Bir kazaydı gelişin 
Ya seni sevişim? 
Bir masaldı. 
17 yıl 15 gece 
Bir ranzaydı yattığım 
Bir de oturduğum masaydı

Ben gençliğimin en tutkulu aşkını 
Kağıtlara değil 
Gönlümün en derin nağralarını 
Kalemle değil 
Tırnaklarımla 
Metris'in duvarlarına yazdım 
Ve kanayan ellerime tuz bastım

Çok mektup yazdım sana 
Ama hiç yollamadım 
Ben sana olan mektuplarımı 
Metris'in duvarlarına yazdım 
Ve üzerine zarf değil 
Mapushane kapılarını kapattım

Şimdi bir şey yok yanımda senden kalan 
Şu Metris'in önü bir uzun alan 
Benim sevdam gerçek 
Senin aşkın yalan 
Hücrem değil hasretinle yanarım 
Senin için hergün hergün ağlarım 
Kanım hep içime akar kanarım 
Beni anlamadın ona yanarım...

Enver Karagöz

Doğum tarihi: 2 Mayıs 1948 Şavşat 
Ölüm tarihi ve yeri: 29 Mart 2007  Almanya

Elveda bile diyemeden...

Enver Karagöz'ü tanır mıydınız? Bileniniz, göreniniz, tanıyanınız vardır elbet! Biz 12 Eylül siyasi göçmenleri onu "Enver Hoca" olarak bağrımıza basmıştık. O da dostlarını, arkadaşlarını, yol arkadaşlarını, can yoldaşlarını, insanları, hepimizi kucaklamıştı. Ansızın acı acı çaldı telefon. Gözyaşlarıyla yıkanmış haber sadece üç kelimeydi:

"Enver Hoca'yı kaybettik!" Donup kaldım! Kulaklarıma inanamadım! Vay Enver Hoca vay! Vay benim can yoldaşım, vay benim Artvinlim, Savsadım vay!

Daha iki ay önce, Hrant Dink'in katledilmesini protesto mitinginde, Köln'de birlikte yürümüştük. Sessiz sesiyle haykırıyordu nefes nefese: "Hepimiz Hrant'ız hepimiz Ermeniyiz!" diye... Dom Kilisesi'nin önünde resimlerini çekmiştim. Sırtında yeşil parkası, kalbinin üstünde Hrant'ın resmi vardı. Çok resimlerini çekmiştim daha önceki yıllarda. Fotoğraf makinamda, kalbinin üstünde madalya gibi Hrant'ı taşıyan son resmi kaldı. Şimdi bu satırları yazarken bana bakıyor gülümseyerek! (...)

Türkiye, başka bir Türkiye idi o zaman. Gençler okuyor, araştırıyor, düşünüyor, yazıyor, örgütleniyordu. Enver Karagöz de o gençlerden biriydi. Hem okuyor, hem yazıyor, hem haykırıyordu gür sesiyle! İyi bir örgütçüydü. Özü sözü bir devrimci gençti. Kendinden çok seviyordu yurdunu, toprağını, insanlarını...

Öğrencilik yıllarında olsun, öğretmenlik yıllarında olsun toplantılarda, mitinglerde, gösterilerde şiirler okurdu. En sevdiği şairlerden biri Nazım Hikmet'ti. Nazım Hikmet'in şiirlerini sadece okumaz, yaşardı, yaşatırdı...

Enver'in sesi, dinleyenlerin damarlarına girer, akar giderdi ta akla kadar!

(...) 12 Eylül 1980 günü, tankların paletleri, silahların dipçikleriyle kesildi barışa, özgürlüğe, kardeşliğe giden yollar. Sınırsız bir kinle saldırıyorlardı devrimcilere, ilericilere, yeni bir düzen için mücadele edenlere.

12 Eylül sonrası altı yüz bin kadar insan gözaltına alındı, işkenceden geçirildi, sorgulandı, hesap soruldu... Enver Hoca da, esir alınmıştı. Ama teslim olmuyordu. Konuşmuyor, kimseyi ele vermiyordu. Ağır işkencelerle onu kana buladılar.

Enver Hoca, kana bulandı, ama alnına kara bir leke sürdürmedi. İşkenceciler onun onurlu tutumundan çılgına dönmüştü. Yapabilecekleri en büyük kötülüğü yaptılar:

Haydi bakalım bir daha oku o şiirleri! Haydi bir daha haykır bakalım o komünistin, o vatan hainin şiirlerini! diyerek boğazına kaynar su döktüler! Ses tellerini kaynar suyla yaktılar! Enver Hoca, boğazının yakılmasından sonra gırtlak kanseri oldu. Hapisten çıktı. Tedavi için Almanya'ya geldi. Almanya'ya iltica etti. İlticası kabul edildi. Tedavileri aralıksız devam ediyordu. Bazen bir lokma ekmek, bir damla su bile geçemedi boğazından. Ama Enver Hoca direndi. Sesi, sesini kaybetmişti. Fısıltı halinde zorlanarak konuşabiliyordu.

Gene şiirler yazdı. Gene şiirler okudu. Susmadı!

(...) Elveda! bile diyemeden ayrılmıştı kendini hem var eden, hem de kahreden topraklardan.

Uzun yıllar sürdü yurduna giden yolları açabilme uğraşı. Avukatlar, dosyalar, araştırmalar, incelemeler derken yıllar geçti!

Nihayet 2004 yılında Türkiye'ye gidebilme imkânı doğdu. 18 yıl aradan sonra İstanbul Atatürk Havaalanı'nda ayaklarını kendi toprağına basmıştı. Pasaport kontrolündeki polis: "Siz biraz bizimle geliniz!" dedi. Terörle Mücadele Şubesi'ne götürdüler. Elini, gözünü bağladılar. "Açın gözünü!" dedi kirli bir ses: "Beni tanıdın mı?" dedi pis pis sırıtarak. Enver tanıdı... Erzurum'da boğazına kaynar su döken işte bu adamdı! İşkenceciler hala işbaşındaydı...

(...)Dün baş sağlığına gittim. Enver Hoca'nın evi dostlarıyla doluydu. Kemal Uzun, Hacı Mehmet, Azim Yalçın, Adnan... Enver Hoca'yı son yolculuğuna uğurlamanın hazırlığını yapıyorlardı.

(...) Ren nehri akıyordu okyanuslara doğru. Enver Hoca bir vardı, bir yok oldu! Toprağın bol olsun sevgili arkadaşım!

Kemal Yalçın - Bochum, 1 Nisan 2007 (Birgün Gazetesi'nden alıntılanmıştır)


İzleyiciler