20 Nisan 2025 Pazar

Nehrin Altındaki Nehirler

                                p. estes'e kurtlarla koşan kadınlara

kopar eteğindeki ipleri
uzun uzun bak pencerenden
sana maviden perdeler diktim
nehrin altındaki nehirlerden
dön ormandır evin
acısı süreni unutmaktır asıl acı olan
hiçbir şey gösteremez ışığı karanlık kadar
dön ormandır evin
doğum kanalından yeryüzüne bırakılan
bu sızılar ve kahkahalar
ellerimizden çıkmadır
"insan ve tanrının soluğunun birleşmesidir." bir İnuit'in dediği
soluğumu üfledim O'nun soluğuna
kutsadım sözleri dön ormandır evin
döngün uysaldır senin
şarkılarla tutuşan gerçeğin
planlı bir yalnızlığı unutmak
kendine döndüğün yerde
sana maviden perdeler diktim
uzun uzun bak pencerenden
dön ormandır evin

Aygül Kılıç Yıldız, Çağ Yanlışıyım, Düşünce Yayınları

Resim: Nejad Melih Devrim, Soyut Kompozisyon, Tuval Üzerine Yağlıboya


19 Nisan 2025 Cumartesi

Kadıncıkların Umudu

kuşlara yağmur ısmarlarım
uçarlar / gagalarında soğumuş bir tutam suyla
başım kuş sesinde uyusun derim
başım telli kavak hışırtısında...

kucağımda büyür arsız bir oyun
bilirim / ayakkabı yiyen bir ayağım
sargısına sığınan yara
keder durağının ad levhası
kapanmış bir anlağım kurumuş dalgalara

kuşlara gaga ısmarlarım
parçalanmış kadınlara kol bacak
yara vitrinine dudaksız ağız / ağızsız dil'im
üfledikçe tutuşacak.

Arzu, Nihal, Sevda, Özge uçsun, saklansın gökte
Yıldız, Nermin, bulut su damlası uçurtma balon olsun
koku olsun sümbülün sarısında
Sevda, Nihal, Arzu... daha adları olanlar
kuşların kanadından düşsünler
bedenlerinin kalanına...

neden yerden göğe yağmaz yağmur
yer çekimi gök çekiminden ulu mudur
on birinci parmak lânetlidir neden
neden dışlanır kenetlenen parmak birliğinden?
akrep dil, kötürüm yürek, zehir göz, kusur değil de
neden fazla tek parmak
lânetli bir hediye

ah dal olmasa nerde dinlenir kuş!

Bilsen Başaran

Sığmayan, Artemis Dergisi Hermos Şiir Dizisi, 1. basım, Ağustos 2024


Biri Var

Biri var, durmadan beni arar,
Biri var, mevsimlerdir beklerim.

Biri var ki açmamış bir bahar,
Göklerimde yıldız, içimde sır.

Biri var ki bahtı bende yaşar,
Benim çiçeklerim açar onda.

Bende musiki, bende dünyalar,
Biri uzakların uzağında.

Havuza düşen memleketleri,
Biri var ki içimde sayıklar.

Sabahattin Kudret Aksal


17 Nisan 2025 Perşembe

Yarı Yolda Kalan

Topal tilkiyle yavrusuna

Olamayan sabahların ilk saatlerine
belki ilk anlarına
"Meyve kördür gören ağaçtır" diyene
80 olmuşum umurumda değil
Gülten Hanım'ı çok özleyişime

Güneş daha çabuk çıksın diye
kumruların bir gagadan dem çekmesine

Tangonun yüzüne bakmayan milongaya

İçtiğim suya şaşırdığım saçmalıklara
durduğum yere öptüğüm mermere

Şiir bile yazamıyorum

Süreyya Berfe (1943-2024), Kitap-lık, 228, Temmuz-Ağustos 2023

Resim: Vincent Van Gogh


15 Nisan 2025 Salı

Akşamın Ağası

Hava yağmurluydu. Islak kaldırımlarda nergisler açıyordu. Kucağımda da bir demet nergis vardı. Dolmuş bekliyordum. Birden nasıl oldu bilmiyorum, bir köşenin arkasından onu gördür.. Garip biçimde benimle ilgiliydi. Evvelâ akşam saatlerinin sayılarını arttırdığı başıboşlardan biri zannettim. Başımı, benden sana fayda yok mânâsıyla yüklü çevirirken, sırtındaki cübbeyi, başındaki kavuğu ve elindeki kamış kalemi fark ettim. Koltuğunun altında Letâifi Riuâyatı Enderun vardı. Bakışları simsiyah ve kapkaranlık, hiçbir şey söylemeksizin öylece duruyordu. Öylece duruyor fakat aynı zamanda bana, gel, diyordu. Yanına gittim, gülümsedi. Bu gülümseyişte tatlı ve ince, hassas bir şey vardı. Elini uzattı, almakla almamak arasında tereddüt ettim. Eşim görse ne derdi? Beni bir ölüden de kıskanacak değildi ya? Elimi eline uzattım. Hayret, sımsıcaktı. Gözlerine baktım. Hem kırgın ve biraz kızgın, hem de  sevecendi.
Biliyor musun, dedi, ben senin bir dönem öğrencilerine okuttuğun Hamid'in amcasıyım. Ne  haylazdı o. Buraya seninle konuşmaya geldim. Ama burada olmaz, baksana ne kadar aykırı kalıyorum. Baktım, gerçekten gelen geçen bize bakıyordu. Seni bize götüreyim, dedi. Olmaz, dedim, evde çocuklar bekliyor. Hem yarın birinci sınıflara sınavım var, Hamid’den soru hazırlayacağım. Öyleyse bir yer bulalım, dedi. Bomboş bir deniz kıyısına indik. Metruk gazinonun tahta masalarından birisine oturduk. Demek görgü, bilgi ve kültür, koptukları yerde donmuyordu. Sandalyede rahat görünüyordu. Üstelik, demek sınavda bizimkinden soracaksın, derken dikkat ettim, kullandığı kelimelerin tamamı Türkçe idi.
Asıl meseleyi merak ediyordum ki, anlamış gibi baktı ve biraz kızgın, demek şendin, dedi. Ne bendim, dedim. O hikâyeyi yazan, dedi. Kızardığımı hissettim. Pek, dedi, umduğum gibi değilsin, ne bileyim, ben daha boylu poslu birini bekliyordum. Sen gönlüme bak, dedim. Demek, dedi, benden onbir yılımın romanını istiyorsun. Neden bu çelişkiye düştün?
Anladım, beni sorgulamaya gelmişti. Tersine bir söyleşi bu defa. Nedeni var mı, dedim, senin romanın bütün bir Osmanlı’nın romanı olmayacak mı? Osmanlı’ nın tarihî gerçekleri beni birinci dereceden ilgilendirmiyor, bana vesikalar değil, özel hayatlar lâzım. Yavuz’un gözlük taktığını,  hünkârların saç, sakal ve  tırnaklarının gül suyuyla gümüş leğenlerde yıkandıktan sonra Sür re alayıyla, gömülmek üzere Hicaz’a gönderildiğini öğreninceye kadar neler çektim ben biliyor musun? Kaldı ki bu bile teşrifat, özel hayat sayılır mı? Hani neredeyse, Hürrem’in Mahidevran’la saç saça baş başa geldiğine, Gülnuş Sultan’ın cariye Gülbeyazî denize ittiğine şükredesim geliyor.
Hep o karanlık fakat yalnız ve sevecen gözlerinin arkasından bana bakıyordu. İki martı çığlıklar atarak başımızın üstünden geçti. Bak, dedim, bak şu martılara. Sadece onlar bile bana koskoca bir hikâye verebilirler. Sen ne düşündün onlar başının üzerinden geçerken?
Sen, dedi, yakın atalarından birisine benziyorsun. O da Osmanlı’yı anlatacak resimler ve ressamlar istemişti. Haksız değildi, dedim. Minyatürlerde ne kadar donuk, ne kadar susmaktı, ne kadar hep birbirinin aynısınız. Öyleydik de, dedi ders verir bir eda ile. Bizim içimizde sizin gibi fırtınalar yoktu. Müslüman sanatçı Allah’ın yarattığının bir benzerini yaratmaktan ve onu açıklamaktan şiddetle kaçınırdı.
Bunu sen de derslerinde defalarca söylemedin mi? Sustum, devam etti. Peki onca özlemini çektiğin medeniyet neydi, düşün, bu suskunluk değil mi? O  medeniyet bizi, biz o medeniyeti sürekli doğurmadık mı? Eğer ben senin  arzuladığın gibi bir Hugo olsaydım, Levnî minyatür değil de derinlikli manzaralar yapsaydı, biz, biz olur muyduk? Bütün o Itrileri, Selimi Salisleri, Dedeleri, Galibleri, Fuzulileri besleyen ve yaratan ne?
Kızardığımı, kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Bir anda her şeyi anlamıştım. Turuncu sis lâmbaları yandı, bir anda kar yağmaya başladı. 
Gözüm masanın kenarına bıraktığı Letâifi Enderun’a ilişti. 
Birden, ama Ağa, dedim. Sen sarayın resmî vak’anüvisi değildin, değil mi? Yani yazma  mecburiyetin yoktu. Evet, diye cevapladı. Ve ilk defa açığı yakalanmış bir çocuk gibi muzipçe gülümsedi. Öyleyse neden, diye ağlamaklı bir sesle ısrar ettim. Öyleyse neden tam onbir yıl, hem de anılarını, yazma gereği hissettin? Ve neden onları o kadar sakladıktan sonra Sultan Abdülmecid döneminde bastırdın? O zaman, dedi, her şey değişmişti. Suskun ve kendi üzerine kapanık medeniyet yok olmaya başlamıştı.
Yani, dedim, oyunun tadı kalmamıştı, değil mi? Rivayete göre, Dede’nin, pencerelerinden çok sesli Frenk müziği notaları fışkıran saraydan ayrılarak bir daha dönmeyeceği Hicaz'a giderken, 'artık bu oyunun da tadı kalmadı' dediğini hatırladım. Yani, diye ilâve ettim, 'eski minyatürlerdeki cennet  düşüncesi yok olmuştu’. 'Her harfi bekleyen melekler de uçup gitmişlerdi', değil mi? 'Hele zülfeli
eliflerin yanı başındakiler' en önce. Evet, dedi. Evet evet, diye içini çekerek tekrarladı. Yine başa döndüm. Ama dedim, sen oyunun tadı kaybolmadan da onbir yıl yazdın. Yoksa açığa tam çıkmamış bir yazma hevesi mi? Kendini ifade arzusu mu? Yoksa sen de oyunun tadını kaçıranlardan miydin? Deminki gülüş netleşti, unutma, dedi, ben Hamid’in amcasıyım. Daha doğrusu Hamid benim yeğenim.
Artık gitsem, dedi. Elini tekrar uzattı. Ne kadar da ufak tefeksin. Üçüncü defa kızardım. Bize gelmedin, dedi. Çok isterdim, dedim, belki bir dahaki sefere. Hayır, dedi, sanmıyorum. Sınavın olmasa da gelmeyecektin. Evet, diye düşündüm, asıl mesele 'yokluklarının bizde bıraktığı boşluk duygusu' değil mi? Demek Tanpmar haklı. Yeni yapılmış ve çimento kokan bir Süleymaniye, tahammülü zor olurdu herhalde. Sen, dedi ancak buradan beslenebilir ve yazabilirsin. Ama, dedim, çok acı çekiyorum. İçimdeki fırtınaların sen de farkındasın. Çağrışımlarımın şiddeti seni buraya kadar getirmedi mi? Ben, dedi, biraz farklıyım. Seni bir ayrıcalık olarak kabul edebilirim. Nihayetinde bak işte, merak ettim de. Ama bütün o adı yok 'fakirler, hakir'ler... Onları o kadar çok kurcalama. Onlar rahatsız olurlar. Dahası, bir anda tamamen yok olabilirler. Peki, dedim, ben ne yapacağım şimdi? Sizden bize ne kalıyor? Bütün kapıları kapatalım mı? Yanlış anladın galiba, dedi. Bizsiz hiç olamayacaksınız. Bizler elbette hissettik. Bir hayatımız elbet vardı. Sen Çeşminur’u hiç bilmedin. Gözleri daldı. Beni söyletme, dedi. Bizi bulmak size düşüyor, bize değil. Çünkü aramızda hayatın kendisi değilse de onun algılanışı kadar büyük bir fark var neticede.
Ne korkunç! Siz. sizi bize hiç veremeyeceksiniz. Sizi bulmak bize düşüyor. Çünkü sizsiz hiç olamayacağız. Ve siz hep susacaksınız. Hem Çeşminur da kim oluyor, dedim. Kar hızlandı. Rüzgâr esti. Uzaktan bir vapur düdüğünü çaldı. Martılar çığlıklar atarak başımızın üstünden geçtiler. Ağa martıları gözleriyle takip etti. Sus. dedi, sorma, sus. Bu defa elini veda eder gibi kaldırdı. Nemli gözleriyle gülümseyerek gözlerime baktı. Hem dedi, o kadar ümitsizliğe kapılma.  Bıraktıklarımız bizi bulmanıza yetebilir. Öyle suskun, karanlığın içinde, koltuğunun altında Letâifi Enderun, cübbesinin yenleri rüzgârdan havalanarak, uzaklaştı, yok oldu, gitti.

Nazan Bekiroğlu, Nun Masalları, Timaş Yayınları, S.55-57





13 Nisan 2025 Pazar

"İşte Senin Hayatın"

Belki şöyle düşünmek gerekirdi: "Bu adamlar bir adım ötelerini bile göremiyorlar, sadece kendileri var, sadece küçük çıkarları. Ne bir toplumun parçası olduğunu algılayabiliyor ne de bir düşünme ulamı var kafalarında; ruh da vicdan da oluşmamış onların içinde. Din de onlara bir ruh vermiyor. Çünkü edinilemez bir din, içsellikten uzak. Doğrusu budalanın budalası bunlar. Bir sualtı canavarı bile değiller."

Demir Özlü, İşte Senin Hayatın, Yapı Kredi Yayınları




"Yaram Derine Düştü" Üzerine Ek Birkaç Şey

bir kuşa kaptırdım  
kalbimin bir ucunu
kuş uçtu gitti 
uzaklara / ta uzaklara 
üstüne bomba yağan ülkelere 
                     şehirlere  
                                   kasabalara 
                                              köylere 
tuhaf şey 
kalbimin bende kalan ucuyla
  bir gökkuşağı kuruldu aramızda  
ordaki çocuklarla

Merhaba! 

Ben bu toprakların soyundanım. Dirence karışmışım gözelerde. Aşk gezer, şiir söylerim.

Bundan 5-6 ay önce Sezai Sarıoğlu ile birlikte, bir ilde bir etkinliğin konuğuyduk. Bizi dinlemeye gelen bir arkadaş, etkinlik öncesi, Sezai Sarıoğlu’nu işaret ederek “Adamın sakallarına baksana, ne güzel de aklaşmış,” dedi. Dedim ki ona, o; sakallarını, aşkın, edebiyatın, sanatın incelttiği dünya düşüyle, sözcüklerin büyüsüyle, yaşanası  dünya özlemiyle  ve şiirle aklaştırmış bir aşkıyadır. 

Yaram Derine Düştü, Sezai Sarıoğlu’nun son kitabı. Kitap  hakkında bir iki yazı kaleme aldım. Dergilerde, şurda burda yayınlandı onlar. Bu kısa konuşmamda o yazılara değinecek değilim. Ama o yazılarda eksik bıraktığım bir şey var ki onu burada, sizin huzurunuzda tamamlamasam  olmaz ve Sezai Sarıoğlu’na  da kitaba da  haksızlık yapmış olurum çünkü.

Sezai Sarıoğlu’nun, Türkiye’de yürütülen  bir döneme ilişkin devrimci  mücadelenin, Artvin - Şavşat’ta geçen kısmını ve o dönemin halk ve devlet ilişkilerini, Devrimci Öğretmen Cengiz Aksakal üzerinden görüntüye getirirken, adeta bir heykeltraş gibi davrandığını ifade etmeliyim öncelikle. Heykeltraş; eline aldığı taşı, küçük bir çekiç darbesiyle,   nasıl  şahesere dönüştürse, o da 12 Eylül Cuntası tarafından katledilen Cengiz Aksakal’ın arkasından  konuşturduğu insanların anlattıklarını, aynı şekilde bir şahesere dönüştürmüş. Üstelik kurgusal gerçekliğe kaçmadan yapmış işini. Bununla da kalmayıp, o dönemin insani ve devrimci değerleri ile günümüzde yükseltilmek istenen alçak değerleri karşılaştırma olanağı sunmuş okura. Bunu çok önemli buluyorum.

Cengiz Aksakal ve onun gibiler çok yoksul köy çocuklarıydı. Çok zor koşullarda okudular. Kendimden bilirim. Her birinin annesi, çocuğunu okuluna uğurlarken, arkasından; “okuyup adam olasın oğul, kalemden ağır yük taşımayasın,” diye dua etmiştir.

Onlar okullarını bitirip birer meslek sahibi olduklarında ayrıcalıklı olmuşlardı bir bakıma. İçinden çıktıkları topluma göre daha iyi şartlarda yaşayabileceklerdi. Ancak öğretmenlerinden öğrendikleri, kitaplardan okudukları ve kendi gözleriyle bizzat tanık oldukları şeyler, onları yeni bir gerçeklikle yüz yüze bırakmış; onlara bambaşka bir bilinç ve bambaşka bir vicdan sunmuştu.

Bu bilinç ve vicdan onları, içinden çıktıkları köylülerinin ve yoksul halkın kurtuluşu için mücadele etmeye mecbur etti… Yaşar Kemal’in ifadesiyle onlar birer “mecbur insana” dönüştüler. İnsanlığa ve devrime mecbur insanlara… Elde ettikleri ayrıcalıklı yanlarını, insanlığın yararı ve ülkelerinin geleceği için seferber ettiler. İnsanlığın oğlu ve kızı oldular. Çok ağır yüklerin altına girdiler, çok büyük bedeller ödediler.

Cengiz Aksakal, bana okumayı yazmayı öğreten, beni aklımın ve yeteneklerimin sınırlarına doğru yola çıkaran ilkokul öğretmenimin kardeşi! Ali öğretmenimin! Kitapta da rastlayacaksınız Enver Karagöz adına…  O da bana, başka türlü bir dünyanın mümkün olduğunu ilk sezdiren, yolumu aşka, edebiyata, şiire ve  devrime çeviren köylüm., ağabeyim... Beni kitapların dünyasına çeken o… İlk onun gür sesinden duydum Nazım şiirlerini. Yılmaz Güney posterlerini, Ruhi Su kasetlerini ilk onun evinde gördüm.  Kitapta adı geçenlerin  hemen hemen hepsini şu veya bu şekilde tanıyorum. Onlarla aramızda  kan bağı olmasa da düş bağı var.

Sezai Sarıoğlu, Devlet ve Devrim Dersleri niteliğindeki   kitabıyla   Cengiz Aksakal üstünden devrimcilerdeki fedakarlığı, bilinci, vicdanı ve  insanı değerleri  günümüze ve duyarlıklarımıza taşıyor. Ayrıca  hatırlamanın  büyük bir isyan olduğunu duyumsatıyor bize. Çok başarılı biçimde yapıyor bunu.

Evet! Her biri Che Guevara idi onların, her biri birer Don Kişot... Mümkün hayatlara inandılar, mümkün insan ilişkilerine aşık oldular. Onlar asla masum değildi. Çünkü çölü yeşertecek kuyunun yerini biliyordu onlar. Aslolan dünyayı yorumlamak değildi onlar için. Aslolan dünyayı değiştirmekti.  Bu yüzden Deniz oldular!
Her yerdendi onlar… Her düşünceden, her kültürden,  her renkten…  “Yaşanası bir dünya” dediler hep bir ağızdan…Bir devrim kadar ya vardı ya yoktu  sonsuzla aralarındaki mesafe… Ki biliyorsunuz!
Adil, eşit, özgürlükçü bir dünya sanki dalda elmaydı onlar için. Koparıp almak için ellerini uzattılar, fakat kolları yetişmedi.
Aşktan ve ateştendi gözleri. Sözleri aşktan ve ateşten… Onlar için gençlik dağlara karşı sevişmekti… İnsanın kendisine, insanın başkalarına ve insanın doğaya karşı yabancılaşmasını kırmak içindi seferleri…Kafa sayısı kadar düşünce, yürek sayısı kadar sevgiyle özgürlüğe doğru öyle bir yürüyüşleri vardı ki…

Doğa kıyımları yaşanmayacaktı onların istediği olsaydı. İnsan kırımları olmayacaktı bir daha. Savaş suç sayılacaktı örneğin. Silahlar dünyanın dışında bir yere gömülecek, "kısa çöp uzun çöpten hakkını alacaktı."

Avuçlarımıza bir sürü devrim düşü bırakarak gittiler. Yaşanmamış aşklara,  kurulmamış dünyalara doğru yürüdüler.   Aşk olsun onlara. Sana da aşk olsun Sezai Sarıoğlu…Sana da…

bakma sen
bir gün başka döner dünya
aş kazanır 
insan kazanır

yer çok kuşlara da
böceklere de

onarır yarasını kıyılar
şarkılar yedi dağın çiçeğine bürünür
diz boyu masallar üstünde top koşturur çocuklar

bakma sen
betonları basar çiçek 
hayat kazanır

Hayrettin Geçkin, 12 Nisan 2025, Burhaniye


                         

12 Nisan 2025 Cumartesi

Yitik Bir Ömür Hikâyesi: Özet

Ne sihirli bir sözcüktür bakakalmak
Hasrete doğru giden bir trenin ardından
Ahşap panjurlu o evin köşesindesiniz diyelim
Elektrik direğinin yanında duruyorsunuz siz de
Elinizde bir demet çiçek
Cebinizde de Park'ta kitabı Marguerite Duras'ın
Karşıda bakkal Ömer Amca
Size bakakalıyor saklandığınız utangaç kuytuda

Ne ışıltılı bir sözcüktür bakakalmak
Kalkan bir geminin ardından
Kollarınızı açmışsınız iki yana diyelim
Rüzgârda saçlarınız uçuşmuş dalga dalga
Çok uzaklarda gözleriniz
O çocuk da tutuyor sıcak ellerinizden
Titanik'tesiniz, mutluluk tavan
Güvertedeki alkışlar arasında
Nazarın eşiğindesiniz
Batmak üzere lüks kamaralar
Dans ediyor etekleriniz

Ne anlamlı bir bakıştır bakakalmak
Belirsiz bir yolculuğun ardından
Dağlar, ovalar geçeceksiniz diyelim
Yara bere içinde kalacak elleriniz
Çocuklarınız
Bir oğlan bir kız kollarınızda
Nefesiniz kesilecek çıkarken yokuşu
Yorgun, sarhoş ve huzurlu görünüyorsunuz
İmrenerek bakıyor komşular
Artık en harlı ateşte bile ısınamazsınız
Buz gibi de donmuş kalbiniz

Bakakalmak nereden baktığınıza bağlı
Bütün kuruyan çiçeklerin ardından
Kollarınız da bahardan çıkar, ürperir diyelim
Ve art arda yıkılır fildişi kuleleriniz
Kimse kalmamıştır geminin güvertesinde
Alkışlar ağıtlaşır, saçlarınız uçmaz olur dalga dalga
Anılar romanlaşır, her cebinizde bir Attila İlhan

Bakakalmak kadardır yarım yüzyıl
Bakakalmak bir kartal gibi donmuştur diyelim uzaklara
Gemiler geçer, trenler de ardından
Bacasından kara isi çöker gözlerinize
Bitmek bilmez dağlar ovalar
Geminin de batar güvertesi derin denize
Siz denizin içinde yosun tutarken
Bir çift göz buğulanır, acıtır içinizi
Ansızın yakalandığınız suyun girdabında

Ne sihirli bir sözcüktür bakakalmak
Yaralı bir rüzgârın ardından
Kokusu da siner diyelim avuçlarınıza
Dudaklarınızsa titrer ağlarken
Kafe Teras'ta beklersiniz umudu
Bir sandalye karşınızda siz konuşurken
Tutar sıcak dokunuşuyla elinizden
'Gözleri, dişleri ve ak pak gerdanıyla
Ne güzel komşunuz olur Fahriye Abla'
Saçaklarından akar hayatın pişmanlıkları
Ayaklarınıza dolanır masanın altından
Birikmiş tortusunu bulursunuz
Gözlerinizden akan yaşların
Bakakaldığınız akşamın hüznü dolar bir yandan

Dibi görmektir bakakalmak
Güneş de bırakır diyelim sizi ardından
Karanlık deliktesiniz el yordamıyla
Şaşkın, endişeli, ürkek
Anılar da çıkar kış uykusundan
Fiyakası da bozulunca iskalanmış günlerin
Acıtmak için içinizi
Kalbinizin en derinine batırır iğnelerini
Bakakalırsınız, anılar dökülür kitap sayfalarından
Geride bölük pörçük, çalakalem tutulmuş notlar
Işıkla parlatırım hayallerimi
Ölümü bir başka dizede bırakır giderim
Bu tesbih böceği yeşil dallar arasında
Bir boyalı kuş olarak doğdu

Tuncer Gönen, Üvercinka Dergisi, Mart-Nisan 2024, S.2


Barak Tarzında Keder

                Sıcak bir kış getir bana
                    uykumda sarılmam için
                                        Ülkü Tamer

Sen Agamennon de Ülkü abim
ben Nurdağı diyeceğim
bir dağ yüreğinin inleyişiyle
Arapoğlu barağı söyleyeceğim
Allah vergisi Antepli sesimle

Rakı içmek seninle Alleben'de
bir kumrunun kanadına güzellik çizmek
sonra o güzelliği aşk avazıyla bağırmak
dağın değil de bir gölün dibindeki sıcaklığı duymak
gerçek deprem bu olsa gerek: şiir gibi ağlamak

Ah! Bir dağı bir dağa çarpmak baraktır Antep'te
sahi, mecnun derler Antep'te çakılıp kalana
Onat abiden duymuştum her Antepli biraz delidir
hele söyle Ülkü abim bizden biri miydi Nakıp Ali
göğün mor pelerinini Paris'e ilk kim götürdü

Aşkta ne usta ne çırak olabildim sizler sayesinde
Antep'i gördüm göreli iki gözümde aynı yalan
belki bir barak daha söyler de
bir ırmağın yasına uyar ölürüm
Yeşilçam jönü bir Antepli gibi!

Hüseyin Alemdar, Yeşilçam, 2 Şubat 2024


11 Nisan 2025 Cuma

Anam Çaput Bağlar Gül Dalına

bir ardıç bir sedir bir sıra
                              Karaağa'da
ve üstü nehirler örtülü okul duvarları
yıkık dökük hatıralarıyla karşımda
el yazılarının izi kalmış
    alfabe sökemeyen çocukların kara tahtada
hiçbir şeyin sonu gelmemişti oysa daha
derin derin dağları soluyan babamın
sureti düşüyor sulara
ne de çok benziyor bana oysa

Karaağa'da bir ardıç bir sedir bir sıra
Üstü nehirler örtülü okul duvarları
yıkık dökük hatıralarıyla karşımda
Ötelerde helva karıyor bir ana
Yoksul ocağının başında
Evladının yüzündeki ölü kuşlara
Kuru dallar atıyor yanan ocağın altına
Salınıyor ince çayırlar son defa
boşlukta

Karaağa'da bir ardıç bir sedir sıra
    Kış denizlerini sağıyor yoksulluk
    bir daha bir daha
    karatahtada ölü kuşlar
    yağıyor kanlı çarşaflara
    ve düşlerini yuğuyor bir çocuk
    kara sularda
    gerdek kanıyla
    Çocukluğunu bozan muhtar imam baba
    ve ilk gecenin acısıyla
    yuğuyor düşlerini çığlık çığlığa
    Analar ağıt düzüyor yazmanın karasına

    Karaağa'da
    Bir ardıç bir sedir sıra
Sararan kuru bir yaprak gibi salınıyor
Çocukluğum ardıç dalında
-Ak mintan
Kirli yaşmak
Yırtık urba-

Karağa'da
ilk gecenin acısıyla
    Ve boynuna doladığı gerdek çarşafıyla
    Salınıyor kız çocukları yurdumda
ölü kuş sesleri çığlık çığlığa
    kara tahtada
    bir ana çaput bağlar gül dalına
    uzaklarda

    analar çaput bağlar gül dalına
                                    yurdumda

Gülden Mahmud

Resim: Martiros Saryan (1880-1972)


Güzdeyiş

arka bahçede o gece yarısı
rüzgârın ince nemli şarkısı
yüreğe yerleşirken kırık eğri
düşen yaprakta gizliydi çehremiz
aşkın kırkyamasıyız biz

mahcup bir eylül duruyor karşıda
mahcup bir eylül öylece orada
güneşi biriktiren çiçeğin su bilgisi
yazdan kalma anılar sarısında kimsesiz
aşkın kör kamasıyız biz

tam da bu zamanlarda bu zamanlarda işte
sınandı ipek çelik’ten bir eşikte
izmir’in ayrı duran iki yakası gibi
birleşemeyeceğini bildiğimiz ellerimiz

küskün son yaz sonrası gölgeli ve dilsiz
aşkın yüz karasıyız biz

aşkın güz yarası ...

Emel Nişlioğlu

Fotoğraf: Ann Cutting


Helin ve Mavi Şehir...

                  anısına taşkın sevgiyle...

kim söylüyor ki büyüdüğümüzü
uyuyan gül uyuyan gül
yarın kaldıracağım seni
hisset!..
açmak kırmızıyı dünyaya, farz bize!

açtıkça sen bir asrın insanlaşması 
ovaya çözüyorum gülüşünden yayılan sırları
inanılır bir maviye
imkânlı bir sevgiye
doğmuşsun! su ve çayır nasılsa öyle
bolluğu bereketi saçmışsın her yaklaşana her soluyana...

bir kepenk çekildi yukarıya
sonsuzluğa...
arda kalmış yolu soruyorsun
bir suya çarpıyor aranıyor yine çarpıyor çölde balık
bir kuş uçuyor denizi düşünüp elinden kaçıyor
o menekşe gözler yine 
dupduru 
o güneşli gülüş
ıpışık...

ey üstümüzdeki hüzün bulutu
ey sabırda saklı yağmur 
artık biliyorum 
eller erişemeyecek eşikte bekleşen dünyaya...

sendin pes etmeyen bu siyahî demde
inatla varıp suya derin derin nefesleyen
ağıtı. bir hekim büyüsüyle iyileştiren zamanı...

bu düş’ün bir uykuda geçtiğini anladım ve uyandıramadım 
kendimi
acının oltasında asılı vedanın ağır güllesi
nefesim kesilir ve çekemem
bedenim salınır ve gidemem
sezildi suyun yanıtı akıntıya ters
bir hakiki kıvrım seninki
kimsede olmayan
bir duru sevinç
biz ise buradayız yenişemeyen çokluk!

kar altında sürgün veriyor ağaçlar 
 Stockholm’ün baharında
çiçek açıyorlar özlerini ama gizleyerek becerilerini
ve ayaza karşı bir sevgiden diğerine cesaretle 
 çoğalmakta «sen» suretleri.
kıvrılan akan kıvrılan
tüm sıfatların kuş yuvası 
bezenmiş şair çiçeği
ve hercai bir menekşelik
yolunda sarıçiğdem yorgunu uzun kalabalık

ve işte 
güneş kar boran
hepsi Nisan’da bahar 
karışığız bugün hercailiğin kadar…
yürüdük
yürüdük bugün Yarva’da
kucağımızda sahici bir mevsim
vardık biz, açamamıştık gülümüzü henüz 
 oluşun sancısına
şimdinin anlam deneyi
öteki için yalınlaşmanın sevinci...
ağırla beni menekşe gözlüm
ağırla beni kuş yuvam
kıvrılan akan kıvrılan
tüm suretlerinle ağırla...

derleniş izleri uğrakların bedensiz bir saflıkta 
not düştüğün 
taç yapraklarımı, üstelik bezenmişlerken 
en verimli kırmızıya 
beklentisiz ve usulca bırakmam için
uzak durdun onlardan kusura kalmasınlar
alengirli oyuncular
isimlerinden söz ettirmiş pek mühim maskeliler
tanrıların hayalleri için kahramanlaşanlar
kibrin yıkıcılığı
ve sahtenin saltanatı

bil ki Helin’im
bil ki kuş yuvam
mavi şehre
sana gelmek için onca bedensizlik...
gülüşündeki anlam düşüyor aklıma direnişteki 
 Aşk’a mazhar her adımda
yarınlara, hepsi bu
ve tek kulaçla
herkes saflaşıyor mavi kıvrımlarında
sen tözleşirken derin sulara

herkes biliyor insan nasıl insan kalır 
bir içtenlikte bin diriliş vardır kan nasıl da 
 kardeş kalır
sana kalansa
bir kelebek ömrü
yediveren
ve hiç susmayan 
o titreşimli koza

Berivan Burkay Kaya, 20 Nisan 2017






İzleyiciler