(...)
XVII
“Çocuklar hayata ana babalarını severek başlar, zamanla onları eleştirir ve nadiren affederler.” Oscar WildeI
Papa evli çiftleri çocuk sahibi olmaya teşvik ediyor. Onlar da “yaşamın şenliğine” katılmalıymış, Papa
öyle söylüyor.
Neden çocuk yaparız? Bugüne kadar duyduğum cevapların içinde en aklıma yatanı, insanın bir çocuk
sahibi olmadıkça kendini eksik hissettiği. Bazılarımız iki, üç, hatta dört çocuk yaptıktan sonra da
kendini eksik hissedebiliyor. Başka cevaplar da duydum. En popüler olanı, ölümsüzlükle ilgili. Ben
öleceğim, ama çocuğum aracılığıyla yaşamaya devam edeceğim. Çocuk yapma konusu insanın sınıfıyla
da bağlantılı. Toprakta çalışacak olabildiğince çok insana ihtiyacı olan köylüler bir sürü çocuk yapıyor.
Şehirde, daha az çocuk sahibi olmak daha ekonomik. Ama bu bilgiler, temel soruya cevap vermiyor.
Doğum sıklığını etkileyen faktörler ayrı konu, niye çocuk yaptığımız ayrı konu.
II
Çocuk sahibi olmamızın en temel nedeni, bunu yapma gücüne sahip olmamız tabiî. O kadar maymun
iştahlıyız ki, yapabileceğimiz ne varsa çoğunu yapmaya çalışıyoruz. Yapabildiğimiz için yapıyoruz,
yapmayı seçtiğimiz ya da yapmaya karar verdiğimiz için değil. Sırf yapabiliyoruz diye çocuk yapmak
olacak iş mi?
Neden çocuk sahibi oluyoruz? Başkaları oluyor da ondan. Ana babamız bizden torun bekliyor da
ondan. Sırf çocuk sahibi olmayı istediğimiz için, sırf çocuğu istediğimiz için bu işe kalkıştığımız pek
ender. Çocuk sahibi olmamızın bir sürü nedeni var, ama bu nedenlerin içinde çocuğun kendisi en
sonda geliyor. Çocuğu kendi geleceğimizin düşlerinin bir parçası olarak istiyoruz. Peygamberler,
generaller, nineler ve dedeler, kendilerine yeni nesillerde mürit arayanlar bizi çocuk yapmaya
yöneltiyor. Çocukla olan özel bağımız, çocuk için duyduğumuz istek en arkadan geliyor, o da genellikle
hamilelikten sonra. Yani, çocuğu ancak ana rahmine düştükten (doğduktan) sonra istemeye
başlıyoruz. Çocuk ancak başlı başına bir maddi varlık haline dönüşünce isteniyor, hakkında
düşünülüyor ve bazen de vazgeçiliyor.
III
Çocuğu neden sırf kendi hatırına istemediğimizi açıklayan binlerce neden sayabiliriz. Bunların içinde en
acı olanı, miras kaygısıdır. Servetimizi başkalarıyla paylaşmayı pek istemesek de, eğer ille biriyle
paylaşacaksak, bari kendi çocuğumuz olsun diye düşünürüz. Böylece, servetimiz başkalarının eline
geçmesin diye çocuk yaparız. Eşimiz bizi bırakıp gitmesin diye çocuk yaparız. Ya da tam tersi,
birbirimize olan aşkımızı ispatlamak için çocuk yaparız. Çoğu durumda aşkın en yüce ifadesi olarak
görülmez mi bu? Ve tabiî, bizi seven birisi olsun diye çocuk yaparız.
Hükümetlerin, sosyal güvenlik sistemlerinin ve çeşitli kurumların sağladığı avantajlardan yararlanmak
için çocuk yapanlarımız da var. Bazı ülkelerde çocuk sahibi olmak, maddi yardımların yanı sıra, tatsız iş
hayatından uzunca bir süre kaçabilmek gibi bir avantaj da içeriyor. Pek çoğumuz, sırf çocuk sahibi
olanları kıskandığımız için çocuk yapıyoruz. Çocuğumuz olduğunda, çocuksuzlara sanki bir eksikleri
varmış gibi bakıyoruz. Onları kıskandırıyoruz, bize gıpta etsinler istiyoruz, çocuk sahibi olsunlar diye
onları yüreklendiriyoruz. Kısır olmayan, sağlıklı kadın ve erkekler olduğumuzu kendimize ispatlamak
için çocuk yapıyoruz. Sayısız çocuk bu yüzden dünyaya geliyor. Ama artık iş işten geçmiş oluyor. Çocuk
sahibi olmanın bin bir biçimi içinde, çocuğun kendisi nadiren işin içine giriyor. Zaten bizatihi çocuk
sahibi olmak deyimi onların üzerinde kurduğumuz mutlak totalitarizmin bir ifadesi değil mi?
IV
Bir kısmımız özgürlüğü özgür olmak için isteriz. Bir kısmımız, güç kazanmak için özgür olmak isteriz.
Yani, belirli bir düzende güçsüz durumda olanlar, başka bir düzende güce daha kolay ulaşma şansları
olacağını umarlar. Kendilerini güçlendirmek, başkalarına hükmetmek için özgürlük ve demokrasi
peşinde koşanlar, kendi totaliter arzularını yansıtmak suretiyle en temel özgürlükleri çiğnerler. Çocuğun
kendisini istedikleri için değil, belirli bir gereksinimi karşıladığı için çocuk yapanlar da öyledir. Bu gibi
durumlarda çocuk kullanılmış olur. Bir insanı kullanmak tabiî ki totalitarizmdir. Ama, kendisiyle ilgisi
olmayan bir nedenle bir çocuk yaratmak, insan türünün totaliterliğinin zirvesidir.
Çocuk sahibi olmak, geri dönüşü olmayan bir eylemdir. Servetimiz yok olup gider, eşimiz hayatımızdan
çıkar, herkes kısır olmadığımızı görür, kıskançlığımız diner, ama çocuk hâlâ oradadır. Artık var olmayan
gereksinimlerin bir kalıntısı olarak çocuk bizim yanımızdadır. İşte o zaman, tüm totaliter ilişkilerde olduğu gibi, büyük yalan başlar. Büyük yalan SEVGİ'dir elbette.
Bu yalan bilinçli ya da bilinçsiz olabilir. Ama çoğu zaman bilinçsiz olur. Gerçekten çocuğu sevdiğimizi
düşünür, öyle davranır, öyle hareket ederiz. Başkaları görsün diye, yüzümüzden hemen hemen hiç
çıkarmadığımız bir sevgi maskesi taşırız. Bu sevgiyi de, o çocukla hiç bağlantısı olmayan, ama ona
müstakbel bir mürit olarak bakan, toplumun tüm tutucu kurumları her fırsatta destekler. Çünkü herkes,
ama herkes, çocukların sevilmesi gerektiğini düşünür. Belki en büyük ikiyüzlülüğümüzün sonucu
olarak, utançla, büyük yalana katılırız. Çocukla aramızda totaliter bir bağ oluşur, çünkü çocuktan da
bizi sevmesini bekleriz, ona bizi sevmesi gerektiğini öğretiriz. Çocuk, bizim YALAN'ımızı bilmemenin
masumiyeti içinde, gerçekten de bizi sever tabiî. Ama çocuğun gerçeği ilk keşfedişi belki de sevgi
yalanını keşfedişidir. Aynı zamanda masumiyetin sonudur bu.
Çocuğun kendisiyle hiç ilgisi olmayan gereksinimler yüzünden çocuk sahibi olunduğunda, dünyaya
gelen çocuk bir sıkıntı kaynağı haline de gelir. Anne ve babanın yaptığı bir fedakârlığa dönüşür.
Yaşamlarının çocuğun hatırına kökünden değişmesi gerekir.
Çocuğun yaratılmasıyla birlikte -çocuk gerçekten istendiği için yaratılmış olmadığından- yaratıcıların
talepleri de başlar. Yaratıcılar diyorum, çünkü anne babalar büyük bir kendini beğenmişlikle kendilerini
çocuğun yaratıcısı olarak görürler. Sanki yaratmak, erkekle kadının bir-iki dakikalık çiftleşmesine
bakacak kadar basit bir şeymiş gibi. Anne ve babalar çocuğun kendi özgürlüğü içinde büyüyüp
gelişmesine nadiren izin verirler. Çocuk çoğu zaman, anne ve babasının kişisel arzu ve hayalleri ile
mevcut toplum düzeninin standartlarına göre yoğurulur.
V
Çocuğun büyüme ve olgunlaşma süreci, genellikle, bağımlılıktan bağımsızlığa doğru bir geçiş olarak
adlandırılır. İnsan yavrusu da diğer tüm hayvanların yavruları gibidir. Bağımsızlığını kazanıp kendine
bakabilecek hale gelince, yuvayı terk eder.
Öte yandan, insan yavrusunun durumunda bu argümanın tam tersi de aynı kolaylıkla ileri sürülebilir.
Büyüme süreci, çocuğun kendine özgü ruhsal yapısını ve bağımsızlığını kaybetme sürecidir. Büyüme
sürecindeki çocuk, “uygarlaştırılan” bir yerliye benzer. Anne ve babanın görevi çocuğun vahşi ve özgür
ruhunu ezmek, okula, topluma ve devlete uysal bir çocuk teslim etmektir. Çocuk okuldaki kural ve
düzenlemelere uymayı beceremezse, anneyle babanın onu kötü yetiştirmiş olduğu düşünülür. Çocuk
anne ve babasından fiziksel olarak bağımsızlaştığında, çağın ruhuna bağımlı olmaya da çoktan hazır
hale gelmiştir.
Çocuğun sözde uygarlaştırılması sadece toplumsallaşma değildir. Toplumsallaşma toplumun yap ve
yapma dediklerini öğrenmektir. Uygarlaşma ise aynı zamanda estetik ve bilişsel koşullandırmadır.
Sonsuz bir olasılıklar dizisi içinden bazı algısal kalıpların seçilip dayatılmasıdır. Çocuğun tüm duyularının
gelişimi, yine içinde yaşadığı toplum ve uygarlık tarafından koşullandırılır. Tarih boyunca ya da aynı
zaman dilimi içinde bir arada yaşayan başka uygarlıklara ait algısal ve bilişsel kalıpları tanıma fırsatı
bile verilmez çocuğa.
VI
Çocuk “sahibi” olmanın totaliter olmaması ancak tek koşulla mümkündür. Yaşamın mucizesinin,
yaşamın benzersizliğinin farkında olmaktır bu koşul. Çocuk hangi sebeple dünyaya getirilmiş olursa
olsun, yaratılan varlığın bizimle pek az ilişkisi olduğunu kavramamız yeterlidir. Bir bakıma, gökteki
bulutlar kadar, kelebekler kadar, mevsimlerin değişmesi kadar bizden bağımsızdır çocuk. Hayatın
sayısız mucizesinden biridir. Bize düşen çocuğu kollayıp büyümesine yardımcı olmaktır, ona buyurmak
değil.
Ne yazık ki totaliter denetimimiz aksi yöne doğru uzanıyor. Yüzyıllar boyunca çocuk üzerinde totaliter
bir denetim kurduğumuz yetmezmiş gibi, şimdi bir de çocuğun genetik gelişimini ve genetik
özelliklerini denetlemeye, hatta gücümüz yeterse tasarlamaya çalışıyoruz. Eğer bir çıkar görüyorsak
gelecekte gözleri 360 derece dönebilen ya da bir yerine iki kafası olan çocuklar yaratmamamız için
hiçbir neden yok. Belki de hepsi birbirinden şık siparişler verebileceğimiz “çocuk butikleri” de olur.
Ancak türümüzün tarihinde önce aileler aşiretlerden, sonra da bireyler ailelerden kısmen
bağımsızlaştığına göre gün gelecek çocuklar da kendi isimlerini kendileri koyabilecekler.
Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü
9 Mart 1988, Kea
