25 Temmuz 2023 Salı

Yuvaya Dönüş

Bahçede bir elma ağacı vardı –
Bu kırk yıl evvel olmalı- ardında
Alabildiğine çayırlar. Çiğdemler
Islak çimlerde sürüklenen.
O pencerede duruyordum:
Nisan sonuydu. Bahar
Çiçekleri komşunun bahçesinde.
Kaç kez çiçek açtı o ağaç,
Tam o gün ama, doğum günümde,
Daha önce ya da daha sonra değil?
Değişkenin, evrilenin
Sabitle ikamesi
Amansız yeryüzünün
İmgeyle ikamesi. Ne biliyorum
Bu yere dair
Ağaç rolünü onyıllardır
Bir bonsai oynuyor, sesler
Yükseliyor tenis kortlarından —
Tarlalar. Uzun çimenlerin kokusu, taze
Biçilmiş.
Lirik bir şairden bekleneceği gibi.
Dünyaya bir kez çocukken bakarız.
Gerisi hatıradır.

Louise Glück
Türkçe'ye Çeviren: Nuray Önoğlu


NOSTOS

There was an apple tree in the yard —
this would have been
forty years ago — behind,
only meadows. Drifts
of crocus in the damp grass.
I stood at that window:
late April. Spring
flowers in the neighbor’s yard.
How many times, really, did the tree
flower on my birthday,
the exact day, not
before, not after? Substitution
of the immutable
for the shifting, the evolving.
Substitution of the image
for relentless earth. What
do I know of this place,
the role of the tree for decades
taken by a bonsai, voices
rising from the tennis courts —
Fields. Smell of the tall grass, new cut.
As one expects of a lyric poet.
We look at the world once, in childhood.
The rest is memory.

Louise Glück

‘Nostos’ from MEADOWLANDS by Louise Glück
Copyright © 1996, Louise Glück. All rights reserved.

.

20 Temmuz 2023 Perşembe

Siyahüzüm

Bir siyahüzümün soyması gibi kendini
geldim – al.

Sevmeni istiyorum beni:
tamamlanmamışlığımı sorgula, kına.
Yorgunum, azımsa yorgunluğumu.
Kırgınlığımı yer, önemset boşladığım şeyleri.
Kuşkulandığımda, doğrula kuşkularımı,
yatıştır sonra, insancıl kıl beni.

Korkuyorum, onayla korkularımı,
Birlikte direnelim sonra.

Bir siyahüzümün soyması gibi kendini
geldim. Üstlen,
büyüt beni.

Roni Margulies

Fotoğraf : Kenan Talas

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Güz

"Güz geldi. Gözlerim karmakarışık. Körüm ben 
Güz geldi. Bunu saçlarımın döküldüğünden. 
derler ki yaylada doğmuşum, denizin ardında 
iniştir, yokuştur, geçer dizlerimden." 

Gazel düştü Derelere ay Yarim 
Kavga bitti. silahını duvara as 
başladı Ocağın krallığı, Ormana git 
baltanı al köşeden, Çocuklarımızı öp.

"Uçurtma salıvermiş göğe aşağıdakiler, havasıdır." 
Çocuklar aşağıdakileri okuyor. ben körüm 
ne güzel kokuyor Gazeteleri Kitapları 
insem bir koklasam kendileri nasıl" 

ben burda bağlıyım ay Yarim 
Körüm ve yaşlıyım otuz yaşında 
Çocukları al, in aşağıya 
dileğimdir, onlar görsünler 

"Güz geldi, açıksın Yarim Yarim 
ben neyse. ben körüm. Dereden öteyi bilmedim 
ama bilirim bir koca yaz çabaladığımız 
Patatesin sana bir parça şayak etmediğini" 

Sor bakalım, adam diye Kaydımız var mı? 
ben körüm, biz eski, Çocukları yazdır 
Patatesi alıcıya götür  ver yirmi beşe 
eşeğine bin türkü söyle dönüşte 

dünyalık şeylere dünyanın parası gerek 
Oysa topraktan çıkardın yirmi beş liracık 
Kefenimizi al. sabunu lifini unutma 
bir cennet ayırt Hoca parasıyla birlikte 

"Bu güz öleceğim. bütün işlerimi bitirdim 
Derede yıkandım, cevize tırmandım. kuş ürküttüm 
Kaçırdılar on iki Çocuk doğurdum. bekledim gözlerim 
Oğlan everdim. kız yetirdim. otuzuma vardım" 

"Ağlama kız, deme incirim Yar Yar 
ben ağlamam dağlar taşlar ağlasın 
Körüm, çelimsizim, göğnüğüm, hastayım. 
sebebolanları nerde bulayım 
adamdan içerli kuşlar ağlasın 
                       
Gülten Akın


(...) Ta­rih: 23 Ocak 1933.
“Ya­kın yıl­la­ra dek ken­di­ni yok­sul­luk­lar­la ko­ru­ya­n” Yoz­ga­t’­ta doğ­du.
Ba­ba­sı, Bal­yo­zoğ­lu­gil Ai­le­si’n­den­di.
An­ne­si ise, Ka­vur­ga­lı Ho­ca Nu­ri Efen­di­’nin kı­zı.
An­ne ta­ra­fı eş­raf­tan­dır; ba­ba ta­ra­fı ise halk­tan.
Ho­ca Nu­ri Efen­di; med­re­se eği­ti­mi gör­müş, eği­ti­mi­ni İs­tan­bu­l’­da ta­mam­la­mış, ay­dın bir din ada­mıy­dı. “U­lûm-u Di­ni­ye­” öğ­ret­me­niy­ken, Cum­hu­ri­yet ile bir­lik­te il ki­tap­lı­ğı yö­ne­ti­ci­li­ği­ne ge­ti­ril­di. Sa­rı­ğı atıp, şap­ka gi­yen ilk ki­şiy­di. Sa­na­ta, şii­re, oku­ma­ya düş­kün­dü. Mev­la­na­’ya ve Yu­nus Em­re­’ye tut­kun­du. Ata­türk ve Cum­hu­ri­yet sev­da­lı­sıy­dı. Cum­hu­ri­yet Halk Par­ti­li­’y­di; mil­let­ve­kil­li­ği ve bü­rok­rat­lık yap­tı.
Gül­ten Akı­n’­ın doğ­du­ğu ev, ba­ba de­de­si­nin otur­du­ğu ev­di.
Ba­ba de­de­si ye­şil göz­lü, tü­tün­den sa­rar­mış bı­yık­la­rı olan sa­kal­lı bir Ru­me­li­li­’y­di. Bir­lik­te otur­du­ğu tek to­ru­nu ol­du­ğu için Gül­ten, de­de­si­nin en kıy­met­li­siy­di. De­de­si­nin hay­ran­lı­ğı­nın bir di­ğer ne­de­ni ise, Gül­te­n’­i an­ne­si­ne ben­zet­me­siy­di. “Zey­ne­p” idi ana­sı­nın adı, ve to­ru­nu­na “Zey­ne­p” di­yor­du.
Adı­nın “Gül­te­n” ol­du­ğu­nu il­ko­ku­la baş­la­dı­ğın­da öğ­ren­di…
Okul ya­şı­na ka­dar çok mut­lu bir ço­cuk­luk ya­şa­dı Gül­ten.
Der­ken II. Dün­ya Sa­va­şı gel­di, çat­tı. Ba­ba as­ke­re çağ­rıl­dı. Yok­luk, yok­sul­luk gün­le­ri baş­la­dı.
Ve ar­dın­dan…
Şar­kı­lar mı­rıl­da­na­rak iş gö­ren, ne­şe­li an­ne­si 44 ya­şın­da ve­fat et­ti…
Ba­ba de­de­nin evin­den ay­rı­lıp Yoz­ga­t’­ın Sor­gun İl­çe­si­’ne ta­şın­dı­lar.
İl­ko­ku­la bu­ra­da baş­la­dı…
Şi­ir oku­yan da­yı­lar

Uzun kış ge­ce­le­rin­de an­ne-de­de­si pey­gam­ber kıs­sa­la­rı okur­du.
Da­yı­la­rı ise şi­ir­ler…
Da­yı­sı­nın ta­van ara­sın­da es­ki ba­vul­lar­da ki­tap­la­rı var­dı. Şi­ir ki­tap­la­rı, ro­man­lar, öyküler…
Dos­to­yevs­ki, Tols­toy, Nâ­zım Hik­met, Sa­ba­hat­tin Ali ile böy­le ta­nış­tı.
Ba­ba­sı­nı zor­la­ya­rak, beş ya­şın­da oku­la ya­zıl­dı ve sı­nıf bi­rin­ci­li­ği­ni kim­se­ye bı­rak­ma­dı.
Elin­den ki­tap düş­me­yen bir ço­cuk­tu.
Hiç unu­ta­ma­dı­ğı öğ­ret­me­ni Me­lek Ha­nım, sa­rı­şın, ma­vi göz­lü bir göç­men kı­zıy­dı. Ken­di­ni pa­ra­lar­ca­sı­na ça­lı­şır­dı, öğ­ren­ci­le­ri­ni eğit­mek için.
Gül­ten Akı­n’­ın “rol mo­de­li­“ ol­du ya­şa­mı bo­yun­ca…
Yıl, 1943…
Yoz­ga­t’­tan ay­rı­lıp baş­kent An­ka­ra­’ya git­ti­ler. Ba­ba­sı em­ni­yet mu­ave­net me­mu­ru ola­rak iş bul­du.
Ha­ma­mö­nü ile Ulu­can­lar ara­sın­da kü­çük bir çık­ma­za ta­şın­dı­lar.
İl­ko­kul son sı­nı­fı Ana­far­ta­la­r’­da­ki Ata­türk Kız İl­ko­ku­lu­’n­da oku­du ar­dın­dan Taş­mek­te­p’­te. Taş­mek­tep yı­kı­lın­ca hiç sev­me­di­ği Ce­be­ci Or­ta­oku­lu­’n­da oku­du. Okul­da, ses­siz ha­ya­let gi­biy­di, var­lı­ğı yok­lu­ğu bir…
İç­sel yol­cu­lu­ğu se­ven bir genç kız­dı ar­tık…
An­ka­ra Kız Li­se­si­’n­de şi­ir ya­vaş ya­vaş ha­ya­tı­na gir­me­ye baş­la­dı. Ede­bi­yat ho­ca­la­rı ta­ra­fın­dan du­rum fark edi­lin­ce, li­se­nin şai­ri ilan edil­di.
Okul der­gi­sin­de yer al­ma­ya baş­la­dı şi­ir­le­ri. Di­ğer sı­nıf­lar­dan şi­ir yaz­ma­sı için si­pa­riş bi­le al­ma­ya baş­la­mış­tı!
Hiç sev­me­di­ği ders­ler olan fen, ma­te­ma­tik der­si ho­ca­la­rı­na taş­la­ma­lar ya­zar­ken, Son Ha­ber ga­ze­te­sin­de çık­tı ilk şii­ri. Yıl, 1951 idi. Ar­dın­dan…
20’li yaş­lar­da Hi­sar, Var­lık, Ye­di­te­pe, Türk Di­li, Mül­ki­ye gi­bi der­gi say­fa­la­rın­da yer al­dı şi­ir­le­ri…
Son­suz il­gi­si var­dı ede­bi­ya­ta…
Bir de fel­se­fe­ye…
Ev­le­ri­ne bom­ba atıl­dı.

Li­se bi­tin­ce An­ka­ra Hu­kuk Fa­kül­te­si­’ne kay­dı­nı yap­tır­dı.
Hem ça­lı­şıp hem oku­ya­cak­tı; İçiş­le­ri Ba­kan­lı­ğı­’n­da iş bul­du.
Yıl için­de ak­şam­la­rı ders ça­lı­şı­yor, yıl son­la­rın­da izin­le­ri­ni kul­la­na­rak sı­nav­la­ra gi­ri­yor­du. Ça­lı­şı­yor­du, oku­yor­du ve şi­ir ya­zı­yor­du.
Var­lık Der­gi­si şi­ir ödü­lü­nü ka­zan­dı.
O yo­ğun gün­ler­de aşık ol­du. Sev­gi­li­si Mül­ki­ye öğ­ren­ci­si Ya­şar Can­ko­ça­k’­tı.
Ni­şan­lan­dı­lar.
Dört yı­lın so­nun­da fa­kül­te­yi bi­ti­rin­ce 1956’da ev­len­di­ler.
Ay­nı yıl, ilk şi­ir ki­ta­bı olan “Rüz­gâr Sa­ati”­ni çı­kar­dı.
1957 ve 58 yıl­la­rın­da ar­dı ar­dı­na iki ço­cuk sa­hi­bi ol­du­lar.
Ve 1958’de; sü­rek­li sür­gün­lük ne­de­niy­le 1972 yı­lı­na ka­dar sü­re­cek Ana­do­lu yol­la­rı­na düş­tü­ler. Kum­lu­ca, Şav­şat, Ge­vaş, Aluc­ra, Ger­ze, Sa­ray, Hay­ma­na, Kum­ru…
Eşi kay­ma­kam­dı ve ken­di­si öğ­ret­men­lik ya­pı­yor­du…
Ni­ce zor­luk­la­ra gö­ğüs ger­di­ler.
Ör­ne­ğin…
Aluc­ra­’da Türk­çe öğ­ret­men­li­ği ya­par­ken di­ğer yan­da oku­ma yaz­ma bil­me­yen ka­dın­lar için kurs ver­me­ye baş­la­dı. Ge­ce­le­ri ger­çek­le­şen ders­ler­de, el­le­ri­ne al­dık­la­rı fe­ner­ler ile oku­lun yo­lu­nu bul­ma­ya ça­lı­şan bir grup ka­dın­dı­lar. Ti­yat­ro oyun­lar ha­zır­la­yıp, sah­ne­li­yor­lar­dı.
Ki­mi­le­ri ka­dın­la­rın ay­dın­lan­ma­sın­dan ra­hat­sız ol­du.
Eşi­nin de adı yok­sul­la­ra yar­dım ne­de­niy­le “ef­sa­ne kay­ma­ka­m”­a çık­mış­tı.
Ev­le­ri­ne bom­ba atıl­dı…
Pat­la­yan bom­ba ka­sa­ba­da­ki pek çok evin cam­la­rı­nı kır­dı. Loj­man ha­sar gör­dü. Ya­ra al­ma­dan kur­tul­du­lar.
Fa­kat…
Ölüm teh­dit­le­ri al­ma­yı hep sür­dür­dü­ler. Ge­ce­le­ri yas­tık­la­rı­nın al­tın­da ta­ban­ca ile uyu­yor­lar­dı.
Şi­ir­ler hiç ek­sil­me­di.
1960 yı­lın­da da ikin­ci ki­ta­bı olan “Kes­tim Ka­ra Saç­la­rı­mı­”yı çı­kar­dı.
Baş­lar­da şi­ir­le­ri­nin ko­nu­su; do­ğa, aşk, ay­rı­lık, öz­lem iken da­ha son­ra­la­rı top­lum­sal so­run­lar ağır bas­ma­ya baş­la­dı…
1964 yı­lın­da “Sığ­da­” ki­ta­bı çık­tı. Bu ese­riy­le Türk Dil Ku­ru­mu Şi­ir Ödü­lü­’nü al­dı.
“Pa­şa Abı­la­’’

An­ka­ra­’da ya­şa­ma­yı öz­le­miş­ti…
Düş­le­rin­de si­ne­ma afiş­le­ri gö­rü­yor­du…
Ama ya­şa­mın­da umut­suz­lu­ğa yer yok­tu.
Mü­ca­de­le­ci bir ay­dın­dı.
Ör­ne­ğin…
Hay­ma­na be­re­ket­li top­rak­lar üze­ri­ne ku­ru­luy­du. Ha­zi­ne­’nin top­rak­la­rı­nı zen­gin­ler pay­laş­mış­tı. Ka­dos­tro tes­pit­le­ri ya­pı­lı­yor­du. Ve…
Gül­ten Akın bir yan­dan öğ­ret­men­lik ya­par­ken, bir yan­dan da Ha­zi­ne avu­kat­lı­ğı­nı üst­len­di. Bin­ler­ce da­va var­dı önün­de. Bir ke­şif­ten öte­ki­ne, bir da­va­dan di­ğe­ri­ne koş­tu­ru­yor­du.
Hay­ma­na­’da bu­lun­duk­la­rı dö­nem Kıb­rıs so­ru­nu­nun alev­len­di­ği gün­ler­di. ABD Tür­ki­ye­’yi “yar­dım­la­rı ke­se­ri­m” di­ye teh­dit edi­yor­du.
Hay­ma­na­’da “Mil­let Ya­pa­r” kam­pan­ya­sı baş­la­tı­lıp mi­ting dü­zen­len­di.
Ar­dın­dan sür­gün ka­çı­nıl­maz­dı!..
Top­rak­sız köy­lü­ler ta­ra­fın­dan uğur­lan­dı­lar.
Çok sı­cak bir yaz gü­nün­de, kam­yon­dan boz­ma bir oto­büs­le, otu­zi­ki ki­lo­met­re­yi iki sa­at­te aşıp, var­dı­lar ye­ni ev­le­ri Kum­ru­’ya.
Ki­ra evi­nin al­tın­da­ki yer­de avu­kat­lık yap­ma­ya baş­la­dı.
Yi­ne da­va­lar, yi­ne top­rak­sız yok­sul köy­lü­ler…
Köy­lü­ler do­lu­şup ge­li­yor­lar­dı bü­ro­ya. Sür­gün ol­du­ğu öğ­re­nil­miş­ti; du­yul­muş­tu şöh­re­ti. “Pa­şa Abı­la­” de­me­ye baş­la­dı köy­lü­ler.
Yok­sul­lar­dan üc­ret al­ma­dan ça­lı­şı­yor­du. Bel­li bir üc­ret is­te­me­le­ri ko­nu­sun­da ba­ro ta­ra­fın­dan uya­rıl­dı!
Ak­si­lik…
Kum­ru­’da so­ba üs­tün­den dö­kü­len sı­cak su­lar­la diz­le­ri yan­dı. Yir­mi gün ateş­ler için­de yat­tı. Dok­tor yok­tu. Sağ­lık gö­rev­li­si­nin ver­di­ği ta­rif­ler­le ya­nık­la­rı­nı iyi­leş­tir­di.
27 Ma­yıs 1960 as­ke­ri mü­da­ha­le­si so­nu­cu ya­pı­lan Ana­ya­sa öz­gür­lük­ler sağ­la­mış­tı.
Tür­ki­ye İş­çi Par­ti­si köy­ler­de bi­le ör­güt­len­me­ye baş­la­mış­tı.
Ne te­sa­düf! Gül­ten Akın ve eşi­nin gel­di­ği yer­ler­de TİP he­men ör­güt­le­ni­yor­du.
Ar­dın­dan sür­gün ge­li­yor­du.
Ve bu kez Ma­ra­ş’­a sür­gün edil­di­ler…
1971 yı­lın­da çı­kar­dı­ğı “Kır­mı­zı Ka­ran­fi­l” ki­ta­bın­da­ki şi­ir­ler; bi­raz Kum­ru­’nun, bi­raz da Hay­ma­na­’nın ha­tı­ra­la­rıy­la ya­zıl­dı…
Şi­ir­le­ri şar­kı ol­du

Kahramanma­ra­ş’­ta yaz­dı­ğı “Ma­ra­ş’­ın ve Ök­ke­ş’­in Des­ta­nı­” ese­riy­le 1972 yı­lın­da TRT Ba­şa­rı Ödü­lü­’nü al­dı.
Ay­nı yıl An­ka­ra­’ya/mer­ke­ze çe­kil­di­ler.
Gül­ten Akın, Türk Dil Ku­ru­mu Der­le­me ve Ta­ra­ma Ko­lu­’n­da ça­lış­tı.
Hal­kev­le­ri, İn­san Hak­la­rı Der­ne­ği, Dil Der­ne­ği gi­bi de­mok­ra­tik kit­le ör­güt­le­rin­de ku­ru­cu ve yö­ne­ti­ci ola­rak gö­rev yap­tı.
1978’de emek­li­ye ay­rıl­dı; An­ka­ra ve Bur­ha­ni­ye­’de ya­şa­dı.
Şii­ri hiç bı­rak­ma­dı. Ya­şa­mı bo­yun­ca 10 ödül al­dı. 13 şi­ir ki­ta­bı çı­kar­dı.
Şi­ir­le­ri; İn­gi­liz­ce, Al­man­ca, Fla­man­ca, İtal­yan­ca, Bul­gar­ca, Arap­ça, Leh­çe, İs­pan­yol­ca, Fran­sız­ca ve İb­ra­ni­ce­’ye çev­ril­di.
Kır­kı aş­kın şii­ri bes­te­len­di.
Ve­ci­hi Ti­mu­roğ­lu, Gül­ten Akı­n’­ın şi­iri­ni şöy­le ni­te­le­miş­ti:
“Tür­kü dü­ze­nin­den uzak tür­kü­ler yaz­dı.”
Ki­mi kı­sa ti­yat­ro eser­le­ri Tür­ki­ye­’de ve ki­mi ül­ke­ler­de sah­ne­ye ko­nul­du.
Şa­ir Hay­dar Er­gü­len, hak­kın­da şu­nu de­di:
“Or­ta­da ol­ma­dı, kı­yı­da dur­ma­dı ama hiç­bir şe­ye de ka­yıt­sız kal­ma­dı.”

Yıl, 1979.
Gül­ten Akı­n’­ın bi­ri er­kek beş ev­la­dı var­dır.
Oğ­lu; Dev­rim­ci Yol­cu Mu­rat Can­ko­çak, Ma­mak As­ke­ri Ce­za­evi­’n­de tu­tuk­lu­dur.
Gül­ten Akın ana­lık gö­rev­le­ri­nin ya­nı sı­ra avu­kat kim­li­ğiy­le oğ­lu­nu sa­vun­mak­tan da ge­ri dur­maz.
Bir ka­sım gü­nü…
Ce­za­evi­nin avu­kat bö­lü­mün­de oğ­luy­la gö­rüş­me­si bi­ter ve çan­ta­sı­nı top­lar­ken gö­rev­li as­ker­le­rin ve gar­di­yan­la­rın oda­dan hız­la çık­ma­la­rı­na an­lam ve­re­mez. Bu alı­şı­la­gel­me­dik bir du­rum de­ğil­dir.
Oda­ya bir­den…
El­le­rin­de­ki yan­gın sön­dür­me alet­le­ri, de­mir­ler ve ta­bu­re­ler bu­lu­nan genç­ler gi­rer ve gö­rüş­me oda­sın­da­ki avu­kat­la­ra sal­dı­rır­lar.
Kan­lar için­de ka­lan ve dı­şa­rı­ya açı­lan bir ka­pı­ya ulaş­ma­yı ba­şa­ra­rak kıl pa­yı ölüm­den kur­tu­lan avu­kat­lar as­ke­ri sav­cı­lı­ğa baş­vu­ru­da bu­lu­nur­lar.
Gül­ten Akın as­ke­ri sav­cı­lık­ta­ki ifa­de­sin­de, uzun boy­lu, şal­var­lı bir tu­tuk­lu­nun ba­şı­na de­mir ta­bu­rey­le vur­du­ğu­nu ve “o­ros­pu­” di­ye ba­ğı­ra­rak ha­ka­ret et­ti­ği­ni, en çok da bu­nun ken­di­si­ne do­kun­du­ğu­nu söy­ler…
Sal­dır­gan­lar, Gla­di­o’­nun tez­ga­hı­na ge­le­rek dev­rim­ci­le­ri öl­dür­müş sağ­cı­lar­dı. Yok­sul sol­cu ço­cuk­la­rın da­va­la­rı­nı pa­ra­sız üst­len­me­le­ri­ne kı­zıp avu­kat­la­ra sal­dır­mış­lar­dı!
Gül­ten Akın ölüm­den kur­tul­muş­tur ama bir yıl son­ra ar­ka­da­şı ya­yın­cı İl­han Er­dost Ma­mak Ce­za­evi­’n­de dö­vü­le­rek öl­dü­rü­le­cek­tir…
Gül­ten Akın…
Tu­tuk­lu ana­sı­dır.
Avu­kat­tır.
Ama ay­nı za­man­da şa­ir­dir.
Ma­ma­k’­ta­ki ev­lat­la­rı­nın in­san­lık dı­şı ha­yat­la­rı­nı di­ze­le­re dö­ker.
Özel­lik­le 42 gün sü­ren aç­lık gre­vi­nin öy­kü­sü­nü “42 Gü­n” ki­ta­bın­da oya gi­bi iş­ler:

“A­na­lar­dık. Oğul­la­rı­mı­zın kız­la­rı­mı­zın yat­tı­ğı ce­za­evin­den gö­rüş­ler­den çı­kar­dık. Da­ğı­lır­dık es­ki­den ol­say­dı. O aç­lık gün­le­rin­de da­ğı­lıp git­me­yi dü­şün­me­dik. Bir­lik­te kal­dık. Yü­rü­dük yol­lar bo­yu. Oto­büs­le­re do­lu­şup git­tik. Gör­kem­li ka­pı­lar­da­ki yet­ki­li­le­re ulaş­ma­ya. Di­lek­çe­ler­de, di­lek­çe­ler­de, sa­yı­sız pul­lar­da umar ara­dık…”
1980’ler­de şii­re kü­ser. Şun­dan…
Oğlu ce­za­evin­de iken yaz­dı­ğı şi­ir­le­ri iki ta­nın­mış der­gi­de ya­yın­lat­tı. Oğ­lu­nun bu­na tep­ki gös­te­rip yaz­dı­ğı şi­ir­le­ri ha­pis­te yok et­me­si çok ağ­rı­na git­ti ve şi­ir­den uzak­laş­tı.
1991 yı­lın­da “Sev­da Ka­lı­cı­dı­r” ile tek­rar dö­ner yaz­ma­ya…
Gül­ten Akın…
Yi­ğit bir ozan­dı.
Ni­ce acı­la­ra rağ­men bir gün ol­sun umu­du­nu kay­bet­me­di:

“Ye­ter bek­le­di­ğim / Şim­di bir sil­ki­nir, ça­la­rım pa­ça­ya / Ne var­sa ata­rım üs­tüm­den / Al ka­nat kü­hey­lan olu­rum / Gel­di­ğim yer­le­re va­rı­rım / De­li­kan­lı­lar bu­lu­rum / Kö­pü­ğü ye­le ve­ri­rim, bu­lu­tu sev­da­ya / Kan­dı­rır alır ge­li­rim / Nur­to­pu bir dev­rim do­ğar / Nur­to­pu bir dev­rim do­ğar…” (Atın Tür­kü­sü)
Şi­ir ya­zan el­le­ri­miz öl­dü

Şair olmak ne zor…
Gülten Akın, büyük şair Turgut Uyar için şöyle yazmıştı:
“Öldüğü gün/ hepimizi işten attılar.”
Keza…
Bir başka büyük şair Edip Cansever için ise şu dizeleri yazmıştı:
“Her şeyin fazlası zararlıdır ya/ fazla şiirden öldü Edip Cansever.”
Ozan olmak zor…
Gülten Akın’ın ardından ne yazabilirim ki…
Bildiğim, hayatım boyunca ben “delileri” sevdim.
Evet…
Yazdığı “Deli Kızın Türküsü” dışında ne söyleyebilirim ki:

"Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan
Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü
Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli
Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden"

Gülten Akın!
Siz yoksunuz şiir yazan ellerimiz yok artık…


Soner Yalçın, 15 Kasım 2015



18 Temmuz 2023 Salı

Müjde! Çocuğumuz Oldu!


(...)

XVII

“Çocuklar hayata ana babalarını severek başlar, zamanla onları eleştirir ve nadiren affederler.”   
Oscar Wilde

Papa evli çiftleri çocuk sahibi olmaya teşvik ediyor. Onlar da “yaşamın şenliğine” katılmalıymış, Papa öyle söylüyor. Neden çocuk yaparız? Bugüne kadar duyduğum cevapların içinde en aklıma yatanı, insanın bir çocuk sahibi olmadıkça kendini eksik hissettiği. Bazılarımız iki, üç, hatta dört çocuk yaptıktan sonra da kendini eksik hissedebiliyor. Başka cevaplar da duydum. En popüler olanı, ölümsüzlükle ilgili. Ben öleceğim, ama çocuğum aracılığıyla yaşamaya devam edeceğim. Çocuk yapma konusu insanın sınıfıyla da bağlantılı. Toprakta çalışacak olabildiğince çok insana ihtiyacı olan köylüler bir sürü çocuk yapıyor. Şehirde, daha az çocuk sahibi olmak daha ekonomik. Ama bu bilgiler, temel soruya cevap vermiyor. Doğum sıklığını etkileyen faktörler ayrı konu, niye çocuk yaptığımız ayrı konu. 

II

Çocuk sahibi olmamızın en temel nedeni, bunu yapma gücüne sahip olmamız tabiî. O kadar maymun iştahlıyız ki, yapabileceğimiz ne varsa çoğunu yapmaya çalışıyoruz. Yapabildiğimiz için yapıyoruz, yapmayı seçtiğimiz ya da yapmaya karar verdiğimiz için değil. Sırf yapabiliyoruz diye çocuk yapmak olacak iş mi? Neden çocuk sahibi oluyoruz? Başkaları oluyor da ondan. Ana babamız bizden torun bekliyor da ondan. Sırf çocuk sahibi olmayı istediğimiz için, sırf çocuğu istediğimiz için bu işe kalkıştığımız pek ender. Çocuk sahibi olmamızın bir sürü nedeni var, ama bu nedenlerin içinde çocuğun kendisi en sonda geliyor. Çocuğu kendi geleceğimizin düşlerinin bir parçası olarak istiyoruz. Peygamberler, generaller, nineler ve dedeler, kendilerine yeni nesillerde mürit arayanlar bizi çocuk yapmaya yöneltiyor. Çocukla olan özel bağımız, çocuk için duyduğumuz istek en arkadan geliyor, o da genellikle hamilelikten sonra. Yani, çocuğu ancak ana rahmine düştükten (doğduktan) sonra istemeye başlıyoruz. Çocuk ancak başlı başına bir maddi varlık haline dönüşünce isteniyor, hakkında düşünülüyor ve bazen de vazgeçiliyor. 

III

Çocuğu neden sırf kendi hatırına istemediğimizi açıklayan binlerce neden sayabiliriz. Bunların içinde en acı olanı, miras kaygısıdır. Servetimizi başkalarıyla paylaşmayı pek istemesek de, eğer ille biriyle paylaşacaksak, bari kendi çocuğumuz olsun diye düşünürüz. Böylece, servetimiz başkalarının eline geçmesin diye çocuk yaparız. Eşimiz bizi bırakıp gitmesin diye çocuk yaparız. Ya da tam tersi, birbirimize olan aşkımızı ispatlamak için çocuk yaparız. Çoğu durumda aşkın en yüce ifadesi olarak görülmez mi bu? Ve tabiî, bizi seven birisi olsun diye çocuk yaparız. Hükümetlerin, sosyal güvenlik sistemlerinin ve çeşitli kurumların sağladığı avantajlardan yararlanmak için çocuk yapanlarımız da var. Bazı ülkelerde çocuk sahibi olmak, maddi yardımların yanı sıra, tatsız iş hayatından uzunca bir süre kaçabilmek gibi bir avantaj da içeriyor. Pek çoğumuz, sırf çocuk sahibi olanları kıskandığımız için çocuk yapıyoruz. Çocuğumuz olduğunda, çocuksuzlara sanki bir eksikleri varmış gibi bakıyoruz. Onları kıskandırıyoruz, bize gıpta etsinler istiyoruz, çocuk sahibi olsunlar diye onları yüreklendiriyoruz. Kısır olmayan, sağlıklı kadın ve erkekler olduğumuzu kendimize ispatlamak için çocuk yapıyoruz. Sayısız çocuk bu yüzden dünyaya geliyor. Ama artık iş işten geçmiş oluyor. Çocuk sahibi olmanın bin bir biçimi içinde, çocuğun kendisi nadiren işin içine giriyor. Zaten bizatihi çocuk sahibi olmak deyimi onların üzerinde kurduğumuz mutlak totalitarizmin bir ifadesi değil mi? 

IV 

Bir kısmımız özgürlüğü özgür olmak için isteriz. Bir kısmımız, güç kazanmak için özgür olmak isteriz. Yani, belirli bir düzende güçsüz durumda olanlar, başka bir düzende güce daha kolay ulaşma şansları olacağını umarlar. Kendilerini güçlendirmek, başkalarına hükmetmek için özgürlük ve demokrasi peşinde koşanlar, kendi totaliter arzularını yansıtmak suretiyle en temel özgürlükleri çiğnerler. Çocuğun kendisini istedikleri için değil, belirli bir gereksinimi karşıladığı için çocuk yapanlar da öyledir. Bu gibi durumlarda çocuk kullanılmış olur. Bir insanı kullanmak tabiî ki totalitarizmdir. Ama, kendisiyle ilgisi olmayan bir nedenle bir çocuk yaratmak, insan türünün totaliterliğinin zirvesidir. Çocuk sahibi olmak, geri dönüşü olmayan bir eylemdir. Servetimiz yok olup gider, eşimiz hayatımızdan çıkar, herkes kısır olmadığımızı görür, kıskançlığımız diner, ama çocuk hâlâ oradadır. Artık var olmayan gereksinimlerin bir kalıntısı olarak çocuk bizim yanımızdadır. İşte o zaman, tüm totaliter ilişkilerde olduğu gibi, büyük yalan başlar. Büyük yalan SEVGİ'dir elbette. Bu yalan bilinçli ya da bilinçsiz olabilir. Ama çoğu zaman bilinçsiz olur. Gerçekten çocuğu sevdiğimizi düşünür, öyle davranır, öyle hareket ederiz. Başkaları görsün diye, yüzümüzden hemen hemen hiç çıkarmadığımız bir sevgi maskesi taşırız. Bu sevgiyi de, o çocukla hiç bağlantısı olmayan, ama ona müstakbel bir mürit olarak bakan, toplumun tüm tutucu kurumları her fırsatta destekler. Çünkü herkes, ama herkes, çocukların sevilmesi gerektiğini düşünür. Belki en büyük ikiyüzlülüğümüzün sonucu olarak, utançla, büyük yalana katılırız. Çocukla aramızda totaliter bir bağ oluşur, çünkü çocuktan da bizi sevmesini bekleriz, ona bizi sevmesi gerektiğini öğretiriz. Çocuk, bizim YALAN'ımızı bilmemenin masumiyeti içinde, gerçekten de bizi sever tabiî. Ama çocuğun gerçeği ilk keşfedişi belki de sevgi yalanını keşfedişidir. Aynı zamanda masumiyetin sonudur bu. Çocuğun kendisiyle hiç ilgisi olmayan gereksinimler yüzünden çocuk sahibi olunduğunda, dünyaya gelen çocuk bir sıkıntı kaynağı haline de gelir. Anne ve babanın yaptığı bir fedakârlığa dönüşür. Yaşamlarının çocuğun hatırına kökünden değişmesi gerekir. Çocuğun yaratılmasıyla birlikte -çocuk gerçekten istendiği için yaratılmış olmadığından- yaratıcıların talepleri de başlar. Yaratıcılar diyorum, çünkü anne babalar büyük bir kendini beğenmişlikle kendilerini çocuğun yaratıcısı olarak görürler. Sanki yaratmak, erkekle kadının bir-iki dakikalık çiftleşmesine bakacak kadar basit bir şeymiş gibi. Anne ve babalar çocuğun kendi özgürlüğü içinde büyüyüp gelişmesine nadiren izin verirler. Çocuk çoğu zaman, anne ve babasının kişisel arzu ve hayalleri ile mevcut toplum düzeninin standartlarına göre yoğurulur. 

Çocuğun büyüme ve olgunlaşma süreci, genellikle, bağımlılıktan bağımsızlığa doğru bir geçiş olarak adlandırılır. İnsan yavrusu da diğer tüm hayvanların yavruları gibidir. Bağımsızlığını kazanıp kendine bakabilecek hale gelince, yuvayı terk eder. Öte yandan, insan yavrusunun durumunda bu argümanın tam tersi de aynı kolaylıkla ileri sürülebilir. Büyüme süreci, çocuğun kendine özgü ruhsal yapısını ve bağımsızlığını kaybetme sürecidir. Büyüme sürecindeki çocuk, “uygarlaştırılan” bir yerliye benzer. Anne ve babanın görevi çocuğun vahşi ve özgür ruhunu ezmek, okula, topluma ve devlete uysal bir çocuk teslim etmektir. Çocuk okuldaki kural ve düzenlemelere uymayı beceremezse, anneyle babanın onu kötü yetiştirmiş olduğu düşünülür. Çocuk anne ve babasından fiziksel olarak bağımsızlaştığında, çağın ruhuna bağımlı olmaya da çoktan hazır hale gelmiştir. Çocuğun sözde uygarlaştırılması sadece toplumsallaşma değildir. Toplumsallaşma toplumun yap ve yapma dediklerini öğrenmektir. Uygarlaşma ise aynı zamanda estetik ve bilişsel koşullandırmadır. Sonsuz bir olasılıklar dizisi içinden bazı algısal kalıpların seçilip dayatılmasıdır. Çocuğun tüm duyularının gelişimi, yine içinde yaşadığı toplum ve uygarlık tarafından koşullandırılır. Tarih boyunca ya da aynı zaman dilimi içinde bir arada yaşayan başka uygarlıklara ait algısal ve bilişsel kalıpları tanıma fırsatı bile verilmez çocuğa. 

VI 

Çocuk “sahibi” olmanın totaliter olmaması ancak tek koşulla mümkündür. Yaşamın mucizesinin, yaşamın benzersizliğinin farkında olmaktır bu koşul. Çocuk hangi sebeple dünyaya getirilmiş olursa olsun, yaratılan varlığın bizimle pek az ilişkisi olduğunu kavramamız yeterlidir. Bir bakıma, gökteki bulutlar kadar, kelebekler kadar, mevsimlerin değişmesi kadar bizden bağımsızdır çocuk. Hayatın sayısız mucizesinden biridir. Bize düşen çocuğu kollayıp büyümesine yardımcı olmaktır, ona buyurmak değil. Ne yazık ki totaliter denetimimiz aksi yöne doğru uzanıyor. Yüzyıllar boyunca çocuk üzerinde totaliter bir denetim kurduğumuz yetmezmiş gibi, şimdi bir de çocuğun genetik gelişimini ve genetik özelliklerini denetlemeye, hatta gücümüz yeterse tasarlamaya çalışıyoruz. Eğer bir çıkar görüyorsak gelecekte gözleri 360 derece dönebilen ya da bir yerine iki kafası olan çocuklar yaratmamamız için hiçbir neden yok. Belki de hepsi birbirinden şık siparişler verebileceğimiz “çocuk butikleri” de olur. Ancak türümüzün tarihinde önce aileler aşiretlerden, sonra da bireyler ailelerden kısmen bağımsızlaştığına göre gün gelecek çocuklar da kendi isimlerini kendileri koyabilecekler. 

Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü

9 Mart 1988, Kea 


7 Temmuz 2023 Cuma

Otomatizasyon (Otomasyon)

 








“Otomatizasyon sürdükçe insanın tüm organları kuruyup gidecektir - düğmeye basan parmağı dışında.”

Frank Lloyd Wright

6 Temmuz 2023 Perşembe

15 liralık pul parası

 


Telefon ahizesini uzatan otel resepsiyonunda görevli adamın yüzüne doğru dürüst bakamaz bile..


İstanbul'dan ailesinin gönderdiği para karşılayamıyordu gündelik harcamalarını.

Otele borcu birikmişti.

Bir anlık tebessümle ahizeyi eline alarak resepsiyon görevlisinden kaçırır bakışlarını..

Mefkure Hanım'dır arayan..

"Çabuk gel, akşama birisi hastalandı, onun rolünü oynayacaksın."

Ulus'taki "Genç Palas" otelinin kapısından dışarı çıktığında hem mutlu hem çaresizlik içindedir.

Ankara'ya Devlet Tiyatrosu'na girmek için gelmişti.

Küçük Tiyatro'da oynanan "Tufan" adlı oyunun son sahnesinde rolü olan oyuncunun yerine çıkacaktı sahneye..

Romalı kıyafetleri içinde bir uzaylıyı oynayacaktı.

Biliyordu ki bu rol bir imtihandı kendisi için.

Devlet Tiyatrosu'na kabul edilip edilmemesi o sahnede göstereceği performansa bağlıydı.

Salondaki Muhsin Ertuğrul'un gözü kendisinde olacaktı!..

Ama çözmesi gereken daha büyük bir sorun vardı.

O akşam sahneye çıkabilmesi için dilekçe yazıp vermeliydi..

Elbette dilekçeyi yazardı ama Muhsin Ertuğrul'un sekreteri Mefkure Hanım dilekçeye mutlaka 15 liralık pul yapıştırılması gerektiğini üstüne basa basa söylemişti telefonda.

Oysa cebinde 5 kuruşu bile yoktu.

"Chopin" ile vedalaşma vakti gelmişti..

Başka çaresi yoktu.

Samanpazarı'ndaki bit pazarına gidecek ve "Chopin" adını verdiği lacivert pardösüsünü satacaktı.

Yolda karşısına çıkan seyyar fotoğrafçıya Samanpazarı'na nasıl gidileceğini sorar.

"Hayrola, bir şey mi satacaksın?" sorusu üzerine de adama üstündeki şık pardösüyü gösterir.

Fotoğrafçı, omuzlarından tutarak evirip çevirmeye başlar oyuncu adayını.

Genç adam, "Yahu yapma, herkes bize bakıyor, rezil rüsva olduk," derken, pardösü çoktan çıkmıştı sırtından.

Astarı inceleyen fotoğrafçı sonunda ağzından çıkarır baklayı : "Ben buna 30 lira vereyim."

Çok az diye itiraz etse de bit pazarında ilk fiyatı verene zaten satacağını düşünür.

Otuz lirayı alır almaz hızlı adımlarla yolunu tutar Küçük Sahne'nin.

Mefkure Hanım'a dilekçeyi ve 15 liralık pul parasını verip dışarı çıktığında, Kızılay'a doğru ilk adımlarını atarken, yağmur bastırır aniden.

Sanki Ankara'nın yağmurları yağmak için pardösüsünü sattığı günü beklemişlerdi.

Sırılsıklam âşık olduğu tiyatro sanatına profesyonel oyuncu olarak böyle adım atar genç adam.

O akşam, sahnede sergilediği oyunculuk çok beğenilir ve Devlet Tiyatrosu'na kabul edilir.

Cevat Başkut'un yazdığı "Kleopatra'nın Mezarı'nda" oyununda bir rol verilir kendisine..

Oyunun ilk perdesi, büyüler yaparak define arayan bir adamın, sahnenin bir köşesinde duran bulgur pilavını ve pideyi yiyerek orucunu bozmasıyla son bulmaktadır.

Perde inip de oyuncular sahneyi terk eder etmez çalakaşık pilava dadanır, her gece..

Devlet Tiyatrosu'na kabul edilmiştir ama cebinde parası yoktur yine de..

Bir gece, oyunun ilk perdesi kapanır kapanmaz, sahnedeki pilavı yemeye koyulurken yakalanır, arkadaşları tarafından..

Eyvah ki ne eyvah!

Ne de olsa sanatçının yediği, parası Devlet tarafından ödenen oyunun dekorudur.

Sonuçta, bulgur pilavı da olsa, dekorun bir parçasıdır yenilen!..

Kısa sürede meteliğe kurşun atan genç adamın her gece oyunun aksesuarını yediği Devlet Tiyatrosu'nun koridorlarında duyulur.

Şikayet üstüne şikayet..

Sanatçı, bir gece perde iner inmez kaşık daldırdığı bulgur pilavının çok daha kaliteli yağla hazırlandığını, üstelik sıcak olduğunu fark eder..

Pide de tazeciktir..

Dahası, oyunun aksesuarına bir de irmik helvası eklenmiştir..

Şikayetler Muhsin Ertuğrul'un kulağına kadar gitmiştir!..

Erol Günaydın anısına saygıyla ....

Sunay Akın

4 Temmuz 2023 Salı

Ahlat Ağacı

Eşin dostun yaşıyor bak bahçelerde
Sen çıplak bir doruğun üzerindesin
Tam rüzgârın engini sardığı yerde

Yekpare bir mavilik üstünden akar
Altında köklerini sıkan toprak var
Dertleşir durursun gölgenle

Bazan öyle yakın geçer ki kayan yıldızlar
Halini soruverecekler sanırsın
Dağılır üstündeki yeşil sükût
Ümitle kımıldanırsın

Bakma sana bir ad verdiklerine
Yerle gök arasında bir karaltısın
Ve bütün dünya seni unutmuş
Sanki kim bilecek yaşadığını
Gelmese dallarına birkaç fakir kuş

Ne de dolmaz çilen varmış
İlk defa kırağı yaktı canını
Aşkı sonra bulutların
Rüzgârın cilvesi değil miydi
Döken yapraklarını

Durmuşsun kırların bir ucuna
Ah senin halin köylü hali
Yaşarsın kıraç toprakta
Servi-simin misali

Mehmet Başaran, Yücel Yayınevi, 1953

17 Haziran 2023 Cumartesi

Bir Çağımız Yazarının İtirafları

 "(...) / Sokakta yeni bir insanın, bir serserinin doğduğunu görüyorum. Artık hiçbir şeye inanmayan, ama hayatın kuvvetlerine iman eden bir serseri. Belki de bu sonbaharda ölüm döşeğim olacak hasta döşeğimden o serseriye, Adrian Zograffi'nin söylemeye vakit bulamayabileceği bir şeyi söylüyorum. Şöyle diyorum ona:

Bütün demokrasilere, bütün diktatörlüklere ve bütün bilimlere iman ettikten sonra, son toplumcu adalet umudum sanata ve sanatçıya yönelmişti. Yığınlar üstündeki büyük güçlerini düşünerek edebiyattan başkaldırmış devler çıkacağına, sokağa inerek demokratik, diktatoryal, dinsel, bilimsel bütün ikiyüzlülüklere karşı savaşanların başına geçeceklerine umut bağlamıştım.

Bildiğin gibi böyle bir şey olmadı. Bütün öteki sözde değerler gibi sanat da bir aldatmacadır. Ben de sanatla uğraştım, bir şeyler başardım da sayılır, o yüzden sana söyleyebilirim: Bu da bir aldatmacadır. Sanatçı da din adam gibidir. Yüceliklerden söz açar ama elinden geldiğince altın biriktirmeye bakar, kurdun ağzına düştüğün zaman sırt çevirir sana, tıkır tıkır paracıklarını yemeye koyulur, senin, tek başına yıkmanı beklediği makineli tüfekler de bir güzel korurlar onu.

İşte seni o kadar duygulandıran sanatlar ve sanatçılar bundan ibarettir. Şarlatanlar! Onun için çekildikleri köşelerinden, haline bakıp, iki gözü iki çeşme, seni şu inanca, bu savaşa katılmaya çağırırlarsa aldırma onların sözlerine. Hatta bu yüzyılın modası olan 'enternasyonal vatan'lara da inanma.

İster ulusal, ister uluslararası olsun, eski ya da yeni efendileriyle, demokrat ya da mutlakiyetçi, birbirlerini yaşatmak için başkalarını öldürenler yerin dibine batsın. Bir başkası uğrunda can vermeye yanaşma. Kavuştur kollarını! Olduğun yerde kal. Kim olursa olsun, o baylara, her yüzyılda yarattıkları yeni yeni ülkelerin hepsinin birbirine benzediklerini söyle ve gidip kendiniz can verin, de onlara. Sen, çıplak adam, zavallı kollarıyla zavallı başından başka bir şeyi olmayan adam, düşüncelerine de, tekniklerine de hayır de, sanatlarına da, rahat koltuklarından destekledikleri ayaklanmalara da boş ver. İlle de biri ya da bir şey uğrunda gebermeyi çekiyorsa canın, bir orospu uğrunda geber, bir dostun köpeği uğrunda, ya da tembellik yüzünden geber. 

Yaşasın hiçbir inanca bağlanmayan kişi!  (...)"

Panait Istrati, Uşak, Önsöz'den, S.12-13

15 Haziran 2023 Perşembe

"Filler gibi yapmak lazım. Mutsuz olduklarında giderler. Ortadan kaybolurlar yani..."

 Bout de Souffle / Serseri Aşıklar, 1960

9 Haziran 2023 Cuma

Haysiyetin Sosyolojisi


Otoriter rejimler haysiyet celladıdır. İnsanda haysiyet de, şahsiyet de bırakmaz. Çünkü herkes otoriteye benzemek zorundadır. Her şeyin, herkesin yekpare bir otorite etrafında, neredeyse onun klonları olarak vücuda geldiği ortama artık toplum demek bile mümkün değildir. İşte en vahimi de budur: Herkesin birbirinin neredeyse aynı olduğu yerde aslında kimse kalmamıştır. Elbette haysiyet de.

Haysiyetin insanlar arasında en eşit paylaşılmış şey olmadığı kesindir. Bu yazının ilk cümlesi de Descartes’a nazire olsun. Özellikle de onun Yöntem Üzerine Konuşma’sının ilk cümlesine. Bazı insanlar haysiyetlidir. Bazı insanlar haysiyetsizdir. Aradaki fark emektir, ilkedir, sürekli üstüne koymadır. Haysiyet bazen istikrardır, tutarlılıktır. Bazen ise vazgeçebilmektir, kapıyı çekip çıkmayı bilmektir. Ancak bütün bunların böyle olması haysiyetin doğal, organik bir şey olduğu anlamına gelmez. Haysiyet doğuştan elde edilmez. Ya da doğuştan kaybedilmez. Haysiyet, tarihseldir, kültüreldir, sosyolojiktir, hatta sınıfsaldır, ilişkiseldir. Vakumda haysiyet olmaz. Tercihin olmadığı yerde haysiyet olmaz. Haysiyet ya da haysiyetsizlik kişinin kendisiyle ve tüm dünyayla olan ilişkisinden dolayımlanır.

Haysiyet performatiftir. Kendinizi ve diğerlerini nasıl değerlendirdiğinizle ilgilidir. Haysiyetli insanlar kendilerine de, tüm ötekilere de saygı duyarlar. Daha önemlisi haysiyetli insanlar diğerlerinden saygı görürler. Dolayısıyla haysiyet, kişinin kendine biçtiği değer değildir sadece. Ötekilerin ona biçtiği bir değerdir de. Örneğin “Ben çok haysiyetli biriyim” demenin pek bir anlamı yoktur. Falanca kişi “Çok haysiyetsiz” demenin de pek bir değeri yoktur. Ama biri diğeri hakkında “O gerçekten çok haysiyetli biri” diyorsa bunun sahiden bir anlamı vardır. Üstelik bu konuda aynı fikirde olanlar da çoğalınca o kişinin haysiyeti daha da garanti olur.

Şöyle düşünün: Sürekli “Ben çok müdanasız biriyim” diyen birini ciddiye alır mısınız? Gerçekten müdanası olmayan biri asla “Benim müdanam yoktur” demez. Aklına bile gelmez. Sürekli bunu tekrar eden biri aslında çok fazla hesap kitap içindedir. Kafasında pek fazla tilki dolaşır bu tiplerin. Kendilerine pek düşkünlerdir. Ama aslında pek değerli de değillerdir. Oscar Wilde’ın dediği gibi, her şeyin fiyatını bilirler ama hiçbir şeyin değerini bilmezler. Haysiyet de buna benzer. Haysiyet, onu zat-ı şahanelerinin bir sıfatı olarak sürekli dile getirenlerde birikmez genellikle. Çevrelerinde sürekli haysiyet açığı arayan detektör zihinliler de haysiyet açısından çok zengin insanlar olmazlar çoğunlukla.

Haysiyetliler ve Haysiyetçiler

Geçen hafta Perspektif’te yazdığım “Ahlakın Sosyolojisi” yazısında ahlaktan en çok söz edenlerin en ahlaklı olanlar değil genellikle en ahlakçı olanlar olduğunu ileri sürmüştüm. Haysiyet konusunda da durum aslında çok farklı değildir. Sürekli haysiyetten dem vuranlar genellikle en haysiyetli olanlar değildir, haysiyetçi olanlardır. Bir bakıma haysiyet tüccarları. Onlar haysiyeti nakde çevirmeyi çok iyi bilirler. Kimilerinin en büyük sermayesi budur.

Bir dine, mezhebe ait olmanız sizi otomatikman haysiyetli yapmaz. Kendinize göre çok doğru bir ideolojiye inanıyor olmanız da. Sizi haysiyetli kılan eğitiminiz, diplomalarınız değildir. Cüzdan da bir insana genellikle haysiyet katmaz. Çok ünlü bir film yıldızı ya da futbolcu olmanız sizi otomatikman haysiyetli kılmaz. Milyonlarca oy alan bir siyasetçi olmanız da. Haysiyet bütün bunlarla ne yaptığınız, yaptıklarınızı nasıl yaptığınızla ilgilidir. Yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da elbette.

Müslüman olmanız sizi Hıristiyan veya Yahudiye göre daha haysiyetli kılmaz. Sünni olmanız da sizi bu açıdan bir Aleviye göre daha iyi bir duruma koymaz. Türk olmanız sizin bir Almana göre daha haysiyetli olmanız anlamına gelmez. Doğulular Batılılara göre daha haysiyetli değildir. Ne demekse? Erkekler kadınlardan daha haysiyetli değildir. Hatta bunun tersinin geçerli olma ihtimali çok daha yüksektir. Bunu böyle söylememin nedeni ise bu konuda bir araştırma yapmış olmam değil. İnsanlık tarihi erkek egemenliğinin tarihidir de. Bunun hâlâ böyle sürüyor olması aynı zamanda erkekler için bir haysiyet sorunudur. Yoksa haysiyetsizlik mi demeliydim?

Demokrasi tüm siyasi rejimler içinde en haysiyetli olanıdır çünkü haysiyetli olmayı teşvik eder. Cumhuriyet ve demokrasinin ünitesi yurttaştır. Hukuki ve siyasi eşitlik, fırsat eşitliği aynı zamanda yurttaşa potansiyel haysiyet yüklemesidir. Asgari demokrasi, asgari haklarla donanmış yurttaşların rejimidir. Ama örneğin asgari bir ekonomik eşitliğin daha önce saydıklarıma katılmadığı bir toplumda haysiyet vasatını yükseltebilmek de zordur. Geçen haftaki yazımda ayrıntılı bazı rakamlarla belirtmiştim. Burada sadece değineyim. Nüfusun yaklaşık yarısının açlık sınırının altında yaşadığı bir toplumdan yüksek haysiyet beklemek de pek insaflı olmaz. Aynı şey hukuk için de geçerlidir. Hukukun gücünün etkin olduğu toplumlar daha haysiyetli toplumlardır. Gücün hukukunun egemen olduğunu toplumlar ise göreli olarak daha haysiyetsizdirler.

Hakkın Ne Kadarsa Haysiyetin O Kadardır

Otoriter, totaliter rejimler ise toplumda haysiyet bırakmaz. Lider, tüm haysiyetleri ezer, geçer. Çevresindekilerin haysiyetlerini emer ve onları haysiyetsizleştirir. Güç temerküzüne çok yakın olmak haysiyetini korumanın en iyi yöntemi değildir. Mesafe iyidir. Hatta mesafe haysiyettir. Güçten ve nimetlerinden mesafelenmekten söz ediyorum. Daha geniş çerçevede ise, tüm toplumsal öznelerin asgari gelir garantisinin olmadığı toplumlarda haysiyetin kurumlaşması mümkün değildir. İnsanların sürekli yardıma ihtiyaç duymaları onları daha haysiyetli yapmaz. Bu nedenle demokrasi daha haysiyetli insanların rejimidir. Bunun içinse güç temerküzlerinin etrafında biriken servetin topluma temel, doğal haklar çerçevesinde dağıtılması gerekir. Sosyal yardım olarak değil ama hak olarak. Hakkın ne kadarsa haysiyetin de o kadardır.

Otoriter rejimler haysiyet celladıdır. İnsanda haysiyet de, şahsiyet de bırakmaz. Çünkü herkes otoriteye benzemek zorundadır. Herkes otoriteden farklı olmadığını kanıtlamak zorundadır. Üstelik bu kanıtlama çabası hiç bitmez. Güneşin doğuşuyla daha önceki kanıtlama çabalarınız kadükleşir. Tekrar ve tekrar bağlılığınızı kanıtlamanız gerekir. Bana eğer insanda en haysiyet bırakmayan davranış nedir diye sorsaydınız size şöyle cevap verirdim: Masum olduğunuzu her gün yeniden kanıtlamak zorunda olmak. Hukuki olan elbette suçluluğun kanıtlanmasıdır. Yani hukukun en temel ilkesi olan masumiyet karinesi. Suçsuzluğunu kanıtlamak zorunda olmanın kendisi zaten mahkûmiyettir, ezeli ve ebedi bir hükümlülüktür. Otoriter toplumlarda aslında herkes hükümlüdür. Hayat bir hapishane değilse bile bir nezarethanedir.

İşin en trajik yanı ise otoriter toplumların ürettiği haysiyetsizliğin bir anlamda iyiliğin ve kötülüğün bile ötesine geçebilmesidir. Yani bu noktada iyilik, kötülük, doğruluk, yanlışlık, güzellik, çirkinlik anlamsızdır artık. Her şeyin, herkesin yekpare bir otorite etrafında, neredeyse onun klonları olarak vücuda geldiği ortama artık toplum demek bile mümkün değildir. İşte en vahimi de budur: Herkesin birbirinin neredeyse aynı olduğu yerde aslında kimse kalmamıştır. Elbette haysiyet de.

Haysiyet en zor elde edilen ve en kolay harcanabilendir.

Besim F. Dellaloğlu, 21 Nisan 2022
(perspektif.online web sitesinden alıntılanmıştır.)


5 Haziran 2023 Pazartesi

Serenat

Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana;
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.

Şeffaf damlalarla titreyen, ağır
Koncanın altında bükülmüş her sak.
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin karanfil, yasemin zambak...

Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler.
Düşen öpüşlerdir dudaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.

Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıkla dolacak kalbimin içi.
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Ahmet Muhip Dıranas

 "İşte bakın, anlamı olmayan bir sözü sırf kafiyeli diye nasıl da tekrarlayıp duruyorlar ! Sonuç şu ki, eğer iktidardaki kişi, halkın kendisini sevmesini istiyorsa, hemen kendisiyle ilgili yeni sloganlar üretecek bir merkez kurmalıdır. Fakat bu sloganların şiire benzemesi şarttır. Çünkü biz şiiri seven bir milletiz, hatta şiire benzeyeni de severiz, sözün içeriğine bakmadan belki kafiyesi ile de yetinebiliriz. Kitlelerin çağı şiir çağıdır demediler mi ? Aslında tersi doğrudur, devir nesir devridir. Çünkü şiir kitlelere hitaben söylenirken şu anda yazmakta olduğum düzyazı bireye hitap etmektedir. Bu sebeple Fransız Devrimi’nin ilkeleri, üstelik orada bir Mirabeau da varken şiire dökülmüyordu; tersine Jean-Jacques Rousseau’ nun kaleminden düz yazıya dökülüyordu. Düzyazı akla ve bireye hitap ederken şiir kitlelere hitap eder ve onları yönlendirir. Dolayısıyla şiirin önce batıda gözden düşmeye başlaması şaşırtıcı değildir. Şiir hamaset yapıp kişiliği yok ederken düzyazı akıl, bireysellik ve kişilik yaratır. Son olarak şunu hatırlatmak isterim ki, benim ülkem hâlâ kitleler çağını yaşıyor; bu nedenle vezinli sözler ve kafiyeli sloganlar hayatımızın olmazsa olmazlarıdır. Düzyazı türünde eserlerime ve yazılarıma gelince onlar, tıpkı az önce hâki elbiseli adamın beni nitelediği gibi 'hain ve küstah' bir kişinin kuruntularından ibarettir."

Nihad Sirees - Sessizlik ve Gürültü isimli kitabından



İzleyiciler