10 Temmuz 2024 Çarşamba

Ben Çiçek Değil Plastiğim!


“Hiç uzağa gitmedim. Yani çingeneler çalmadı beni. 'Sana şeker veririz, gel' demediler. Tembihini tuttum. Uslu durdum. Şimdi karşıma bir çingene çıkarsa, onun beyaz dişlerini saatlerce seyredebilirim. Yanağından da öperim. Ama dudağı...”  (Hür Yumer)

Çeşmeler bir yana, tek katlı bahçeli evlerin olduğu, sokakların her iki yanındaki arklardan şarıl-şarıl suların kahkahalar atarak aktığı bir kasabaydı. Kasabanın en çirkin binası ise, duvarları arasından demirlerin sırıttığı Belediye binasıydı. Festival için geleli iki günü geçmişti lâkin şiir etkinliğinin hangi mekânda olacağını bir türlü öğrenememiştik. Şiir dinletileri için mekânın olmazsa olmaz olduğu düşüncesi ve kaygısıyla ne zaman mekânı sorsam, görevli zabıtalar ağızbirliği etmiş gibi, bazıları “Şair Bey!”, bazıları “Şair abi!”, bazıları “Şair hoca!” diye seslenerek “Mekânın lafımı olur, illâki şairlere mahcup olmayız!” diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Dilimden geldiğince, “mekânın sihri ve hikâyesi” olması gerektiğinden başlayıp, “şiirin bir atmosfer yaratma meselesi olduğunu” anlatmaktan dilimde şiir bitse de teslim olmayıp çareler aramaya başladım. İş başa düşmüştü. Öyle ya aşk ve devrim gibi şiir de örgütlenmekti. Şiirlerin kalbini kırmamak ve izleyeceklere mahcup olmamak derdiyle, kaldığımız evlerin bahçeleri dâhil, bazıları Osmanlıyla bazıları Cumhuriyetle yaşıt bir kaç ulu ağaç altını, alternatif “şiir mahalli” olarak işaretledim. 

Eskilerin, “sayılı gün tez geçer” dediğince, o dinleti günü gelip çattı. Birkaç görevli önde, biz birkaç şair arkada, bize “sır” olan, olası “şiir mahalli”ne doğru dizeler halinde yürümeye başladık. Yol boyunca merakla yürürken iki gündür tanıştığım kuşlarla, ağaçlarla ve sularla selâmlaştım. Gele gele, kasabanın o en “çirkin” binası, belediyenin önüne gelmeyelim mi? O anda, bana “Şairlere mahcup olmayız!” diyen görevliyle göz göze geldik. Söz söze gelme ihtimalini düşünerek bizi ânında içeri buyur etti. Cümle kapısından girdik. Bir ân iyimserliğe kapılıp, binanın içinde şiirin tabiatına uygun bir “dinleti mekânı” olma ihtimali geldi aklıma. Lâkin, ikinci kata çıkan merdivenlerin her iki yanında, her basamakta plastik kaplarda, plastik çiçekleri görünce saçım sakalım, elektrik çarpmış gibi ayaklandı. Kişi başına düşen su miktarının ve çiçek miktarının haddinden fazla olduğu bir kasabada, plastik çiçekleri ve üzerlerinde yıllanmış tozları görünce, öfkeden dilim tutuldu, ezberimdeki tüm şiirleri unuttum, desem abartı olmaz. İster inanıp gerçeğe, ister inanmayıp kurmacaya ve mecaza sayın; şehirlerarası, yolculuklarda “ihtiyaç molası!” verildiğinde zorunlu olarak gittiğimiz “umumi tuvaletlerdeki” umumi manzarayı görünce insanın çişi nasıl geri kaçıyorsa, şiirim, hevesim geri kaçtı... 

Şairler plastik çiçekler arasından yukarı çıkınca ben eşikte kalakaldım. İlk aklıma gelen, eski alışkanlığım gereği tozların üzerine yazılamaya çıkmak oldu. Nasıl olsa beni yakalayacak polis veya bekçi yoktu, boyaya, fırçaya da gerek yoktu, işaret ve itiraz parmağım ne güne duruyordu. Önce, aşağıdan yukarıya çıkanlar okusun diye, aşağıdan yukarıya sol tarafta dizili çiçeklerin üzerine tek tek, “Ben çiçek değil plastiğim! Beni koklamayın plastiğim!” yazdım. Sonra merdivenlerden çıkıp, zabıtaların meraklı bakışları arasında yukarıdan aşağıya inenler okusunlar diye yukarıdan aşağıya da “Ben çiçek değil plastiğim!” yazdım... (Çiçeklerin kalbini kırarak süren hikâyenin sonrası uzun. Aradaki bölüm borcum olsun.) 

Aradan bir kaç ay geçti... Taksim’de bir çiçek satıcısında, çiçeklerinin arasına iliştirilmiş, yan taraftaki “plastik çiçek” satan çiçekçiyi işaret eden bir ok bulunan, kargacık burgacık bir yazı gözüme ilişti. Merakla yaklaşıp okudum; “Ben plastik çiçek satmam. Ben plastik değil, Çingene’yim!”

Hikâye sizin olsun, kasabanın ismi bende saklı kalsın...

Sezai Sarıoğlu, 2013

Çiçeklerin Düğünü



Yüz binlerce ak ve cilalı çiçekleriyle güneşte ya da ay ışığında, pırlantalara bezenmiş gibi pırıl pırıl ışıldayan bir mandalina ya da portakal ağacını gözünüzün önüne getirin. İşte o ağacın üzerinde yüz binlerce düğün yapılmaktadır!.. Ağaç, dev gibi bir düğün evine dönmüştür. Çünkü her çiçek -hangi çiçek olursa olsun-, bir zifaf odasıdır. Orda güveyler, gelinlerle balaylarını yaşarlar. Çünkü hemen hemen her çiçek bal yapar...

Bahar olunca, ağacın damarlarında akan yeşil ateş, çiçeğin ortasında büyük bir sevgi alevi halinde parlar. Bir gelin, bütün aklığının leke götürmez saflık ve doğruluğuyla, orada ayakuçlarına kalkar, korkuyla titrer. Ölümden değil, ölümden de kuvvetli olan hayat ateşinden korkmaktadır. Gelinin çevresini sarı papa başlı adaylar, alev dilleri gibi sarmaktadır. Bunlardan birisi gelini öper. Gelin, kavuşmadan sonra, doğan yeni gün gibi taze, kuvvetlidir... Çünkü bağrında yeni bir hayat taşımaktadır. Ondan bir ateş küresi, bir can bombası, doğan güneş gibi tostoparlak bir portakal doğacaktır.

Sözgelimi yeşil yaprak kilimini yere serip, rüzgârda ince beliyle dans eden bir menekşeyi alınız. Onun rengi, o kopkoyu eflatunluğuyla kokusu kadar hazin ve yaslıdır. Neden? Çünkü orda gelin, dimdik duruşuyla, o yapyalın ve upuzun gövdesiyle en kesin bir bikrin, ufak tefek çapkınlıklara ve duygulara tenezzül etmez üstünlüğünü ve kapalılığını göstermektedir. Onun yolunda can vermeye razı olan damat adaylarının hali yamandır! Çünkü gelinin ballı dudakları, ona abayı yakanların yetişemeyeceği yükseklik ve uzaklıktadır. Karasevdalılar umutsuzdurlar, boyunlarını, dudaklarını uzatırlar. Ama mavi yüksekliklerde, ışığa ve göklere gülümseyen güzel dudaklara yetişmek için kanat gereklidir. İşte onun için adaylar, aşkla yanıp kül olmak üzeredirler. Mecaz değil ha! Birkaç saat içinde kendi hacimlerinden beş on misli fazla oksijen yakarlar.

Adayların özleyiş ve sevgilerinin ateşi, onları kendilerince dile getirir. Gelin, sevginin ve sevgilinin ateşini dimdik duran tepesinden tırnağına dek, boy bosunca dinler. O sevgi, bağrına siner, kanı ısınır. Gönlü ona akar. Çünkü çiçeklerde büyük merhamet vardır. Kokuları, sevgi ve merhametleridir galiba!

İki âşık, kendilerini ölümden kurtaracak olan öpüşte öylece dudak dudağa kalırlar.

Ne var ki; bazen gelin başka, güveyiler de başka çiçeklerde olur. O zaman adaylar, kopup uçmak ve geline ulaşmak özleyişiyle rüzgârda hırçın hırçın çırpınıp dururlar. İnsanoğulları şiirlerinde, sevgililerine, kendilerinden muştular (müjdeler) götürsün diye rüzgârlara, kelebeklere ve kuşlara yalvarırlar. Çiçeklerdeyse, rüzgârların, kelebeklerin ve kuşların muştu taşıyıcılıkları bir gerçek olur! Çırpınan adayların havaya saçtıkları milyarlarca öpücükleri rüzgârlar, arılar, kuşlar ve kelebekler gelinlere taşır. Gelinlerin dudaklarındaki bal, bitki dilinde "kabulümdür" anlamına gelir...

Gece çiçekleri de gündüzkileri tamamlar. "Akşamsafası"nı örnek alalım:

Işığa cevap veremeyecek kadar sıkılgan ve utangaçtır. Gündüz gözlerini yumar, fakat sular karardıkça, kayıp kayıp gelmekte olan loşlukların yumuşak okşayışını duyar.

Fakat gece çiçeği denince asıl, kara çiçekler kastedilir. Onlar, çevre alacakaranlıklaştıkça usul usul kara kirpiklerini aralamaya koyulurlar. Tam karanlık olunca, kara çiçek koyu renkli bir ipeğin üstüne damlatılan esansın lekesi gibi büsbütün açılır. Sanki karanlık içinde, o karanlıktan çok daha derin bir çukur peydahlanmıştır. İşte o zaman gece çiçeği, geceyi geceyle yanıtlamaya koyulur.

Geceleyindir ki; gece çiçeklerinin gelinleri, güzel kokuları ve sevimlilikleriyle karanlıkları araştırmaya koyulurlar. Yıldızlarından bin kat daha derin olan gecelerde, güzellerine, aşkın ve taşkın sevgileriyle yanan zavallı sarı başlı adayların halleri yamandır. Geline yetişebilmeleri için bir mucize yaratmaları gereklidir. O mucizeyi sevgileri başarır. Sevgililer, bakışlarının derin ve karanlık koyunlarında gizledikleri ateşi, yeryüzüne nur iniyormuş gibi meydana verirler. Hani bazen, taş duvarlı bir kulübe içinde, giysilerinden sıyrılan bir kadının ateş aklığı kulübeyi bir fener gibi aydınlatmakla kalmayıp duvarları geçer ve dışarıları da ağartır ya... Çiçek de öyle... Kendisi kapkara kalmakla birlikte, yumuşak bir nur salar. Gece ortasında parlayan bir göz olur.

İşte o zaman, karanlıkta birbirini arayan eller gibi, öpücükler buluşur...

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Çiçeklerin Düğünü, Bilgi Yayınevi

9 Temmuz 2024 Salı

Annem

Bakır paralar gibi hırpalandı
günlerin altın yolculuğu
Sarsak istasyonlarda dağıldı
gürbüz sevdalardaki buğu

Erken bir rüzgârdı annem
çoktan yitirmiş büyüsünü
Ara sokaklarda kalırdı soluğu
sabahın saçlarını okşarken

Annemdi zoryaşamaktı adı
Kurt indiren gecelerde
gergin ve sıcak dururdu kanadı
Tırnakları uzardı kendiliğinden

Sessiz bir güz ağıtıydı belki
dargın patikasının göçe vurduğu
Yakardı kül yoksulu ateşini
kış yabanıl postunu sermeden

Akıp gitti ne varsa köpürtülen
toprak damarlı sabrıyla tutunduğu
Aynası kırık bir sandıktı gençliği
kıskanç kumaşlarını gizleyen

Katlayıp vuslatsız hasretini
sessizce sulardı yalnızlığını
Hayatın arka yüzüydü oturduğu
Kapısı örtük bir değirmen

Annemdi kent şaşkını kadın
günde üç vardiya hıçkırık
Titrek dualarla saran yarasını
vazgeçmeyen isli kandilinden

Bakır paralar gibi hırpalandı
günlerin altın yolculuğu
Nasıl yaşlandın böyle annem
kimselere görünmeden?

Ahmet Günbaş, Aşk Boyu Sürgün, 2001



Sözcüklerin Dili Tutulunca


Gecenin düğümü çözülmek üzereydi uyandığında. Sağa-sola döndün durdun yatakta. Gecenin son saatlerine sövmek istercesine uyumuyorsun. Gözün bazen tavanda, bazen de boşlukta. Camilerdeki çinilerden, kiliselerdeki ikonalardan sonra gökyüzünde kayan bir yıldızla gözün kovalamaca oynuyor. Keskin bir bıçak uzayan sabaha karşıları. Lime lime ediyor seni. Kan hışırtısı duyuyorsun. Elinle yokluyorsun yatağını, üstünü-başını. Kan ıslaklığını arıyor ellerin sevgili eli arar gibi. Seni korkutamayan ıslaklık yok. Olmasını çok istiyordun oysa. Kan hışırtısının ardı-arkası kesilmiyor.

Kalksan, lambayı yaksan. Evdekiler uyanır. Sevmiyorsun uzayan sabaha karşılarını. İstemiyorsun da, bir başkasının aranıza girmesini. Geceyle mi arkadaşlık ediyorsun? Son yıllarda yalnızlık tutkunu oldun. Düşüncelerinle çelişmiyor musun? Söz açıldığında mangalda kül bırakmazsın. Nereye kadar kaçacaksın insanlardan.

Lambayı yaktın diyelim, sonra? Akşamdan gelişigüzel masanın üzerine bırakılmış gazeteyi mi, aylık dergilerden birini mi okursun? Yoksa yaşlıların dişleri gibi yırtıla-yakıla seyrelmiş kitaplıktan bir kitap mı alır okursun? Gözlerin yerlerinde olmayan, yasak korkusuyla yakılmış-yırtılmış kitapları arar mı? Karanlık bir günün öğle sonrasında kendiniz için kitaplarınızı yakmamış mıydınız? Kitap yakmakla insan yakmak ayrı şeyler mi? Korkaksın. Kabul ediyorsun bunu. Dürüstlük değil, zorunluluktan filan gibi uydurduğun kılıflar. Uzun zaman ayrı kaldığın bir dost gibi burnunda tüten kitaplara karşı, hiç olmazsa bu yalanı uydurma.

Sessizce mutfağa gider, çay suyu koyarsın. Gazeteyi karıştırırsın sonra. Okumuyorsundur. Yazıların hepsini ondan söz ediyor diye algılarsın. Gözlerin kapanır kapanır gider. Uyuyamazsın da. Parmaklarınla açmaya çalışırsın gözlerini kirpiklerin birbirine yapışır. Gözlerin yerlerinden aşağıları doğru iner. Boğazından geçerler. Aşağıya... Kalbinde dururlar. Görüyorsun her yanı. Gözlerin içine misket girdirmeye çalıştığın çocukluk günlerindeki yuvarlak çukur gibi.

Günün yanakları birazdan kızaracaktı.

Masada oturmaktan yorulursun. Yorganın üzerine uzanırsın. Sindirilemeyen yemeğin vücuda etkisi nedir? Bilinmeyecek birşey değil. Bilmiyorsun ama. Bir bilsen sindiremediğin şeyler için ne yapman gerektiğini. Unutmak, sindirmek olası mı canım dediğin birini? Sözcükler bile türlü türlüdür, insanlar gibi. İki yüzlüsü, gösteriş meraklısı, yalancısı var. «Canım>> saf katıksız bir sözcük. İkiyüzlülükten gösterişten uzak. Bu sözcüğü bir insana söylediniz mi, başka sözcük aramaya gerek var mı?

“Sen onu tanıyor musun? Fazla inip-kalkma. Uyuyan karıncayı karakışta uyarır. Duyduk sana şiir falan okuyormuş. Orhan Veli midir ne zıkkımsa onun şiirlerini”
Berraklıktan uzak bir günün öğlesinde ayrımsamıştın, bu sözler söylenen çiçeği. Sımsıkı kapalıydı. Gece el-ayak çekildikten sonra açılırdı herhalde. Gözleriydi görebildiğin sadece. Kimbilir, nasıldı saçları? Sahi, bir arkadaşında görmüştün eski bir fotoğrafını. Saçları, biçimli ağzı ne güzeldi. Ön dişleri azıcık dışarıya doğruydu. Gülümsemesi de ayrı bir güzellik.

Gecenin rahmine aydınlık dölü düşüyordu. Usuna aniden ocaktaki çay gelir. Uzandığın yerden fırlarsın. Doğru mutfağa. Su kaynıyordur. Taşıp taşıp gidiyor. Çay ve bir bardak alır, odana dönersin. Eski bir gazeteyi ikiye üçe katlar üstüne çayı koyarsın. Demlenmesini beklerken çayın, dergileri karıştırırsın. Gözlerin şiirlere takılır. Ah şu şiirler! Yaranı deşerler. Dudaklarından kırık-dökük dizeler çıkar. Duvarlara çarpar beynine döner, duvarlara çarpar beynine döner, duvarlara...

Dilinde dolanıp duran birkaç şiir. Dalarsın bu ara. Onun kulağına fısıldıyorsun şiirleri. Nefes alışlarını duyuyorsun. Teninin kokusunu içine çekiyorsun. Uysal bir çocuk gibi dinliyor seni. Seslenmeden, hoşnutça. Gözün çaydanlığa takılır. Sıyrılmaya çalışırsın düşüncelerinden. Ayağa kalkarsın. Üçer-beşer halının üzerine düşerler. Bazıları pijamanın dikişlerinde gizlenmeye çalışırlar. Sıkı sıkıya tutunmuşlar düşmezler. Ağırlıklarından pijaman düşecek gibi olur. Elinle yukarıya doğru çekersin. Elinde acılar duyarsın. Elini ısırıyorlardır.

Niye kalkmıştın? Unuttun. Gözlerini kapatırsın. Sıradan kapatış değil. Uzamış tırnaklarınla alnının kırışıklıklarını kaşırsın. Unutkanlığına kızarsın. Anımsamaya çalışırsın yerinden niçin kalktığını. Doğru ya... Gözlerini açarsın. Kısa bir sevinç duyarsın. Buldun ayağa kalkmanın nedenini.

Çay sade dem. Aktarıyorsun bardağa. «Çat» diye çatlamasını istiyorsun bardağın. Kararlısın. Bir çat sesi bekliyorsun. Arkasından ıslanmış bir masa örtüsü görmek istiyorsun.

Şekerini atıyorsun çayının, sessizce içiyorsun. Sessizce... Senin için çok şeyin gizli olduğu bir sözcük. Sessizce... Yenilginin eşanlamlısı olarak görüyorsun. Susmak yenilmek mi? Hem niye yenilgi sözcüğünü değil de sessizceyi yeğliyorsun? Anlatsana! Dilini mi yuttun? Olan sözcüklere oldu. Dilleri tutuldu.

“Bana şey şiirleri okurdu. Anlayın işte… Açlıktan, yoksulluktan, özgürlükten sözeden şiirler. Bir de denizi dağı taşı anlatan”.

Kulakların uğulduyordur. Duymak istemediğin sözler güzellik, iyilik, dostluk için tutukevi yapmaya araçtı. Şaşırıyorsun, tutukevleri yerine gül bahçeleri yapmak istemeyişine “canım” dediğin insanın.

İrkiliyorsun “Günaydın oğlum” sesiyle.

“Ah, sen miydin anne, günaydın”

Yorganı üzerinden atıp kalkıyorsun.

Mustafa Aslan, Sözcüklerin Dili Tutulunca, Öykü, 1991, Koral Yayınları

7 Mart 2024 Perşembe

Sokak

İnsanlar geçiyor sokaklardan
Kendi ölüleri omuzlarında
Bir hayat nefes nefese, orman orman
İnsanlar geçiyor sokaklardan
Sevgiler taşmış, merhametler taş
Buram buram tütüyoruz taştan topraktan.

Cahit Irgat


Rüzgâr Durdurma Takvimi

İnsan bir okyanus koymalı bazen arasına ayak izlerinin,
sığınsa da kalbine gezerek ısıttığı karalar
zalim kahramanı olmalı bütün terk edişlerin.

Çok görülmüştür kartalın kıyıdan döndüğü
kaplanın yırtıcı merakıyla denizden yüzgeri ettiği,
ama bir kere olsun erkek dediğin bırakıp ardında
ata mezarlarını uzak volkanların kaynayıp söndüğü adalara gitmeli,
adını söylesin diye bir taşın içinden evini yakan ateş.

Bilmeli dünya sevdalısı, kandadır ateş gemisi,
kadının uykusundan biçilen yelken bezi yüzdürür
meçhule gidenin kalbini.

Ah bir dedikodudur hayat sıkıntı verip huzuru vaadeden:
Tek armağan uğurlanış sözleri.

Adnan Özer

Resim: Rukiye Garip, Suluboya Çalışma 


5 Mart 2024 Salı

Gecenin Kanayan Yerinden

Gece yarısı bir el dokunuyor soluğuma
bir aşkın kan damlası karışıyor yağmura
kitaplardan yüreğime dolan gelincikler
güneşli papatyaları seyreyleyen turnalar
bir yelkenli açılıyor alnımın çatısına.

Sizlerin gençliğini taşıdım kanımda
ey güzel çocuklar sesime ses katanlar
şimdi renklerle savruluyorum ardınızdan
adlarınızı unutmadım/yüzünüz silinmiyor aklımdan.

Sevincim bir çığlık gibi savruluyor dünyaya
kelebek kanatları/kuş sesleri dökülüyor gömleğime
bir nehir akıyordu gecenin sessizliğine
bütün güneşler kayıp gitmişti ellerimden
her ölüm bir şiiri büyütüyordu dilimde.

Çok şey anlatıyordu gecenin yüzü
yağmurlu bir kasım karanlığını geçerek
korkuyu yenen bir aşkın seveniydim
bir gül yaprağıydım rüzgârda.

Güzelliğiniz kazılıyor gençliğin mavi ufkuna
yarama tuz basarak geçiyorum günleri
bir ses yankılansa yüreğimi örseleyen
bir fotoğraf dökülse yüzünde solgun çiçekler
göğsümden havalanır martı sürüleri.

Şimdi karlar yağar yüzüne dünyanın
istasyonların uykusunu yitirmiş derinliğine
şafakla yırtılan gecenin kanayan bir yerine.

Ahmet Özer

Fotoğraf: Malu Marcondes



Çocuk ve Akşam

İşte akşam, tül, bakır ve yas
havada kuş tüyleri, ıssızlık.

Ay şimdi sularda gizli bir veda
kumdan kalelerine ağlarken çocuk
ruhta köpüklenen o kızıl yara.

Doğunun akşam faslı bu eprimiş gün
isli lamba, misk kokusu, hüzün
ve siyanür tanrıya diz çöken vaha.

Çocuk rüyalarında denize benzer kuşlar
kanatsız düşler gibi halkbilgisi hep kırık
çocuk-kuşlar yansıtan buğulu aynalarda.

Dans bu, fonda garip bir arya
sözcükleri yitiren sesin boğuk tınısı
tül, ıssızlık ve daracık odalarda
anka uçuran ruhun gizemli dansı.

Akşam işte, araftaki âmâ kuş
halkbilgisi hep zayıf çocuk düşleri
gibi masum ve suçlu darağacında.

Ah akşam, lirik bir bağbozumu şimdi
yakutun alacada rengini yitirdiği.

Ayten Mutlu

Fotoğraf: Jamie Heiden,  Fais comme l'oiseau / Make like the bird


4 Mart 2024 Pazartesi

Anne

Sahi senden mi doğdum anne
Yollar nehirler kuşluk vakitleri dururken
bir insandan mı doğar bir çocuk

Anne senin yüreğin taş olsa dayanır mı
Kuş olsa çiçek olsa gündüz olsa
Kırılmaz mı acıdan bir sap menekşenin boynu

Bu kez dağlar doğursun beni anne
Sen de ılık bir yağmur ol
Durmadan yağ kanayan yerlerime

Haydar Ergülen

Yayıncı Notu: 
Kadim dostum Tufan Akgül'ün değerli annesi Sultan Akgül Anısına



3 Mart 2024 Pazar

Yurttan Nakışlar

küçük dağ istasyonlarında çocuk yüzlü çuvallar durur
elleri kucaklarında
mormenevşe boyunlu
ve sapan demirinden etleri
kadınlar durur

kadınlar
türkü türkü
kadınlar
ağıt ağıt
kadınlar ki
nakış nakış
göz olmuş gözlemekten
kadınlar!
çığrışırlar yaramızda
çığrışırlar bıçak bıçak
kurşun kurşun
fitil fitil
kadınlar!

bakışları niçin turna katarı
bakışları neden demirparmaklık?
kapanmış bıçak yarasından da beter sanki ağızları
kilitli kapılardan da beter
kadınlar!
dururlar/nasıl da yorgun
dururlar/nasıl da uzak
bakarlar sıcak sıcak
nasıl da namlu!

sürgün mü kıran mı deprem mi nedir
nedir yeşildeki sarı korku
ne var havada?
dalkıran yağmış da sanki/kırılmış ağustos dalları!
bunlar mı kurtarmışlar vatanı?
nere gitmiş kurtarılan o güzel
nerde kalmış o kadınlar
bu ağıt kimin?
aman allah
koyunlar biryanda meleşir, kuzum kuzum
biryanda kuzuları!

küçük dağ istasyonlarında dul kadın bakışlı çuvallar durur
bıyıkları toz içinde erkekler durur
duvarda mavzer gibi sarkar omuzlarından
toprağı yârim sanıp saran kolları
saramayan kolları/of ooof
erkekler durur!
devlet bir güz yağmurudur
ıslatır çulları çuvalları
üşür yürek, kocaman!
umut umut dedikleri bu mudur
hurda yüklü marşandiz/takır da tukur
çekip gider gece vakti uzak bozkırdan
ıpıldar ışıkları
çözüm, çözüm/nerde çözüm
bir yelpikli yolcudur o
eli öflez fenerli bir istasyon memuru
aydınlatmaz çığlıkları
üşür yürek, kocaman!

küçük dağ istasyonlarında boynubükük çuvallar durur
çuvalların içinde bütün bir ömür
ekmek diye diye
muhanet diye diye
bütün bir ömür
çuvalların yanında kadınlar durur
önlüklerinin üstünde çetin elleri
altında vatan kulu
umut kulu dölleri
kadınlar durur

bir pınar uzak uzak
artırır susuzluğu
bir çeşme yaşlı gözdür
akarken kurur
devlet bir güz yağmurudur
ıslatır çulları çuvalları
türküleri ağıtları gurbetleriyle
özlemleri öfkeleri kahırlarıyla
toz toprak içinde bir vatan durur

Hasan Hüseyin Korkmazgil, Bütün Şiirleri 2, Oğlak, S.196-199, Bilgi Yayınevi


27 Şubat 2024 Salı

Görmenin İktidarı


Görmediğiniz şeylere inanır mısınız? Peki ya gördükleriniz, "gösterilen" ama gerçekliği tartışılır görüntüler ise buna ne kadar inanabilirsiniz? 

Bakmak ile görmek arasında bazen korkunç bir uçurum oluşur. Göz, edilgen bir yapı içinde sadece seyredip tepki de vermeyince, görüntü yalan söylemeye başlar. 

Yaşadığımız yüzyıl, görüntünün ve görmenin iktidarıyla şekilleniyor. "Global köy"ün fotoğraf, televizyon, sinema, bilgisayar ve internet gibi en ışıltılı teknolojik araçları, "homo saphiens [düşünen insan]"ın yerine "homo videns [gören insan]"ı inşa ediyor. 

Dünyayı, saatlerce karşısına kilitlenerek izlediği televizyondan tanıyan "ekran çocukları"ndan, görüntü sihrine dayalı propagandaların sürekli bombardımanı altında kalan yetişkinlere kadar, hepimiz bu gücün kuşatması altındayız. 

İtalya'nın son yüzyıldaki önemli düşünürlerinden biri olan Giovanni Sartori, bu kitabında televizyon ve postmodern düşünce bağlamında, görüntünün gücüne dair çok çarpıcı yorumlarda buluyor. Sunuş yazısında belirtildiği gibi, elektronik medya ile yaratılan sözde 'gören insan'ın, "nasıl bir uyku imparatorluğu vatandaşına dönüştüğünü, sorgulayan bir dille anlatarak, en azından düşünsel eylemsizliğimize bir son vermeyi" amaçlıyor. 

Bu kitabı okuduğunuzda, Focault'un sorduğu "Gören mi iktidardır, görülmeyen mi, yoksa görülmeden gören mi?" soruşuna kendi yanıtınızı verebilirsiniz belki... Belki de Aristoteles gibi antik yazarların, göz'ü askeri bir stratejiste benzetmelerinin ve insansı bir varlık olarak algılamalarının nedenini daha iyi kavrayabilirsiniz.

Giovanni Sartori, Görmenin İktidarı, Kitap Arka Kapağından Alıntılanmıştır
Çeviri: Gül Batuş, Bahar Ulukan

23 Şubat 2024 Cuma

kimi sevsem, sensin...

kimi sevsem sensin / hayret
sevgi hepsini nasıl değiştiriyor
gözleri maviyken yaprak yeşili
senin sesinle konuşuyor elbet
yarım bakışları o kadar tehlikeli
senin sigaranı senin gibi içiyor
kimi sevsem sensin / hayret
senden nedense vazgeçilemiyor

her şeyi terk ettim / ne aşk ne şehvet
sarışın başladığım esmer bitiyor
anlaşılmaz yüzü koyu gölgeli
dudakları keskin kırmızı jilet
bir belâya çattık / nasıl bitirmeli
gitar kımıldadı mı zaman deliniyor
kimi sevsem sensin / hayret
kapıların kapalı girilemiyor

kimi sevsem sensin / senden ibaret
hepsini senin adınla çağırıyorum
arkamdan şımarık gülüşüyorlar
getirdikleri yağmur / sende unuttuğum
hani o sımsıcak iri çekirdekli
senin gibi vahşi öpüşüyorlar
kimi sevsem sensin / hayret
in misin cin misin anlamıyorum

Attilâ İlhan, Bir Avuç Kıvılcım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006

Resim: Dmitry Kustanovich


İzleyiciler