27 Şubat 2025 Perşembe

İyimser Bir Aşk Türküsü

Bağlardan inen patikalardayım
Cebimde mis gibi şiirler, kuş cıvıltıları
Sokağınızdan geçiyorum öğle üstü
Sokağınızda sararan yaprakların kokusu
Şuramda ince bir sızı, serseri bir acı
Senden öncesi olmayan bir acı
Yalnız senin mecnunun olan bir acı

Her pazar geçtiğin yollarında bir yaprak
Yeşeriyor kuşanmış bütün cesaretini
Göğsünün içinde yaşatmak için aşkı
Bir yaprak da senin konuşkan elinde
Sevecen becerikli çalışkan elinde

Her zaman biraz olsun gecikirsin
Aşka yalnızlığa sevdaya
Yine de özlenirsin güzelim sevgilim
Bir çiçek de böyle özlenir
Su dolu bir testinin yanındaki bir çiçek
Desem öyle alaycı gülümser yürürsün
Sessizce yağan yağmur altında
Aşkı kendine anlata anlata

Yine akşam oldu sevgilim sensiz
Bırakıp gidiyorum içim aşkla dolduğu zaman
Durakları buğulu otobüs camlarını
Yağmur çiseleyen kirli sokakları
Gide gide hüzünlü bir türkü gibi dokunan
Yağmurun sesini ne çok seviyorum
Seni ne kadar çok seviyorum

İpek bir mendil diye
Ayrılığı katlayıp koyuyorum çiçekle masama
Bir de senin için yazdığım sevda şiirlerini
Kendi anlamlarını aşıp giden
Tozlu yollar sıra dağlar patikalar boyunca

Ey sevgili senin sımsıcak bakışlarını
Katlayıp koyuyorum çiçekli masama
Seni ne kadar çok seviyorum
Bir türkü solgunluğunu silip götürdüğü zaman

Ahmet Ada (1947 - 2016)


25 Şubat 2025 Salı

Nagazaki'de Yağmur

Yağmur volta vuruyor Nagazaki'de, sinirli, öfkeli
Küçük kız korku içinde tutuyor elinde kör bir oyuncak bebeği
İstenmeyen bir yağmur bu, ağaçlar hoşlanmıyor ondan
Vişneler çiçekte, başlamış bile çiçek dökümü.
Külle karışık bir yağmur bu, sessiz ölümle dolu bir yağmur
Kör olmuş oyuncak bebek, küçük kız da kör olacak yarın
Zehir yapılacak bir çocuk tabutunun tahtasından
Tasa ve uzun süren kötülükten baharat yapılacak
Kötülük yağmur gibidir, kaçıp gizlenmek olanaksız ondan
Balıklar çıldırıyor, gökten yere düşüyor kuşlar
Güvercinler karga sesi çıkarmaya başlayacak birazdan
Suskun sazan balıkları birbirlerini ısırmaya ve ulumaya başlayacaklar
Kır çiçekleri dişlerini geçirecek etine insanların
Hava inleyecek göğüste, yüreği emecek, kemirecek
Bu yağmur gibi kötülüğe de dayanmaya gücü yok artık Nagazaki'nin
Senin ölmene göz yummayacağız Nagazaki!
Ey uzak, yeşil ve sakin kentlerin parklarındaki çocuklar
Bir şeye inanmak ya da inanmamak değil artık burada söz konusu olan
En yalın anlamıyla insan yaşamıdır söz konusu olan burada
Dinsin bu yağmur, vişnelere yağmasın bir daha...

1957

İlya Ehrenburg (1891-1967)

Çeviren: Ataol Behramoğlu


Yeni Bir Gökyüzü Aranıyor

yüzümün sürgün yerlerine
ayışığının şavkı vurdu

ve kederli çizgiler

büyüdü aynadaki çatlak.

düşündüm hani
birbirimize verdiğimiz
o ilk öpüşün karanfili

şimdi nerdedir
o gürül gürül akan dağ çeşmesi.

biliyorum dumanlı yıllar geçti
kötü yıllar, hüzünlü ve savruk

karşılaşınca bir sokak ortasında
bir gün, tanımayacağız bile

birbirimizi

çünkü biraz da yaşadıklarımız
değil midir yaratan yüzlerimizi

acılarımız
umutlarımızdır

ince bir kıvrım
ince bir yitiş

hepsi birer birer
yol alır giderler

mavi damarlı
etten ve kemikten bir atlasta.

ben de onlar gibi

yol alıyorum karanlıklara doğru
bütün bildiğim yıldızlar söndü

geride
büyük bir aşk bırakarak

yol alıyorum karanlıklara doğru

ama kitaplar onu hiç yazmayacak.

yeni bir gökyüzü aranırken

bir sokak ortasında bulacaklar
yoksul ve soğuk bedenimi.

Behçet Aysan, Düello, Kırmızı Yayınları, S.201-202


Susan Dağ

    Sömürge döneminde, Potosí'deki Cerro Rico çok fazla gümüş ve çok fazla dul üretti. 
    Avrupa iki yüz yıl boyunca Amerika'nın bu buzlu yükseltilerinde Hıristiyan ve Batılı bir tören kutladı: Çıkarılan gümüşe karşılık her gün ve her gece dağa insan eti verdi.
    Tünellerin ağızlarından giren her on yerliden yedisi çıkmıyordu. Hâlâ katliam olarak adlandırılamayan bu katliam, yine bu adla anılmayan kapitalizmin gelişimi Avrupa'da mümkün olabilsin diye Bolivya'da gerçekleşti.
    Bugün Cerro Rico oyuk bir dağ. Bütün gümüşü bir hoşçakal bile demeden uzaklara gitti.
    Yerli dilinde, Potosí, yani Potojsi, gürleyen patlayan anlamına geliyor; çünkü, diyor rivayet, eski zamanlarda tepenin canı yandığında gürlerdi. Şimdi içi boş; susuyor.

Eduardo Galeano, Zamanın Ağızları, Sel Yayınları, S.129

Çeviren: Bülent Kale


23 Şubat 2025 Pazar

Geçer

Istırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer,
Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Gam karar eyleyemez hande-i hürrem de geçer,
Devr-i şâdi de geçer, gussa-i matem de geçer,
Gece gündüz yok olur, ân-ı dem âdem de geçer,

Bu tecelli-i hayat aşk ile büktü belimi,
Çağlayan göz yaşı mı, yoksa ki hicran seli mi?
İnleyen saz-ı kazanın acaba bam teli mi?
Çevrilir dest-i kaderle bu şu’unun filimi,
Ney susar, mey dökülür, gulgule-i Cem de geçer,

İbret aldın, okudunsa şu yaman dünyadan,
Nefsini kurtara gör masyad-ı mafihadan.
Niyyet-i hilkatı bul aşk-ı cihan aradan,
Önü yoktan, sonu boktan, bu kuru da’vadan
Utanır gayret-i gufranla cehennem de geçer.

Ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne türe,
Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre
Cahilin korku kokan defterini Tanrı düre!
Ma’rifet mahkemesinde verilen hükme göre,
Cennet iflas eder, efsane-i Âdem de geçer.

Serseri Neyzen’in aşkınla kulak ver sözüne,
Girmemiştir bu avalim, bu bedyi' gözüne.
Cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne.
Pir olur sakiy-i gül çehre bakılmaz yüzüne,
Hak olur pir-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer.

Neyzen Tevfik


İstanbul

Canım İstanbul;
Sokaklarında, caddelerinde kucak, kucak,
Çiçek satılan şehir.
Haliç, tersane ameleleri..
Bir tütün yaprağı gibi: rejili işçi kızlar!..
İnsanlarla dolu, canım insanlarla,
Vapurlar, tramvaylar..
Yerimde duramıyorum,
Ayaklarım koşuyor, kahrolası ayaklarım!
Ekmek peşinden;
Kapayın ellerinizle yüzünüzü büyük patronlar
Mahmut Yesari Bey geçiyor Babı-âli caddesinden

"Vazgeç ulan taksimden
Dertliyim yine bu akşam.
Söyle kızım Aksaraylı Leman,
Hüzzam faslından söyle,
Güzeldir, hazindir faslı hüzzam".

Biz ehli kalemdeniz,
Dertliyiz...
Balık pazarında birkaç kadeh
Bulanık rakı içelim dedik bu akşam,
Balık pazarında iyot kokuyor bu akşam,
Yanımızdaki masada "Cevriyem" türküsünü söylüyor,
Büyük elli, büyük ayaklı üç adam
Yarın yine havada lodos var,
Yarın yine
"Gözlerinden anladım Cevriyem sende kara sevda var"

İstanbul, güzel şehir,
Affeyle bizi.
Gerçi övemedik ufkunu, mehtabını, denizini...
Sen doldur oğlum kadehlerimizi
Dertliyiz yine bu akşam.
"Söyle kızım Aksaraylı Leman;
Hüzzam faslından söyle,
Güzeldir, hazindir faslı hüzzam!.."

Fethi Giray, 1951


Çünkü Uzardı Kış

...yüreğimdeki on beş eylül için

1
Kış bizi üzecek karları dinleme sus
On beş kez ağlayan çocuk
Gözlerinde bitmeyen uçurum dinmeyecek
Üzecek bizi taşıyan sessizlik sus

Unut kalbim Mardin'e
Düşen üzümler Şiraz' dan değil
Savrulan rüzgârı büyüt gözünde
Gider bir yerlerde üşürüz, unut

Kaç cümle yaratırdı ki aşk
Ellerinle düşünmek sana göre değil
Yaslandığın ağaç
Ağzında kemirdiğin kalem unutmadı geçmişi

2
Kuraktır insan dökülür çekilelim biraz
Büyür ateş hazırlanan
Alevlerle gel dilinin sahnesine
Bir replik yakalar bir gün birimiz hayattan

Dönüp gittiğimiz yine kırlar
Dolu'lar altında kirlenen çocuk
Ve adımız susmak ülkesine nasıl uzak

Hatırlayışlar yanıltabilir örneğin
Rüzgarı bağışlayan
Kırların şefkatiydi
Bir vişne ikindisi
Parkın bütün halleriyle
Getirebilir bizi hatırlatan ne kaldıysa
Kış üzüyor bizi
Çok gecenin ezberiydi oysa
Yıldızların birer taş olduğunu hatırla

Hatırla biraz daha
Yok bu değil demek istediğim
Hatırlasam olmalıydı
Yoktuk biz
Biz hiç olmadık

Korkuyorum kimi anlar dinlerken seni
Bir avuç suyun içine
Yağmur anlatan gülüşün
Bir ormanı karıştırabilir yaşamın arasına

Kış uzar
İç çekiyoruz başka bir şey olmalı
Olabilir mi diye sormuyorum
Yan komşu kör bir kedi besliyor dışarıda

Sen benim güz masalım
Dinledim
Anlattım
Bittiğini

3
Çayı sevmeyişini özledim
Yalnız ve kırılgandı mutfak
Bir bardağı incitmek delilik olabilir
İlk acıyı tutabilmek beni oyalayan

Kış uzuyor
Kırılan ömrüm kesmeli önünü yılların

Kalbim uzun bekliyorsun
Karada üşüyen deniz ve
Kuş tüyü cümlenin sonunu getirebilir diyorum

Bir güz asılıyor odaya
Doğduğum ev yıkılıyor

Birimizi dışarı çıkarıp öyle seviyoruz
Temiz kalıyor. oda, masa... kiler
Bedenimiz en baştan başlamak için

Ne zaman gelse kediler aramıza
Bir yudum kahve veriyoruz ve
Kayboluyor diğerimiz

Ayak izlerimiz derin kumlara dahil değildi
Ve biz "iyi ki" ler edinip
Kuruyan vişneler almaktan vazgeçtik

Kış bitiyor
Çözülebilir bir cümlede ateş ve buz
Bunu düşünmeliyim unutmadan bir ara

Bir gün herhangi bir takvimde uyurken
Anka külleri içinde gezinen serçenin
Ilık nefesini bulmayı deneyebilirdik

Açtık biz
Acıktırdık kendimizi bütün aşklarda
Uzaktı özlem
Erguvan tin
Hayat gibi durmalıydı elbette
Açtık biz

Ağzımız kayısı kurusu gölgesine uzanırken
Suların hafızasında kıyılar özlemdi
Kirli bir kederdi
Ölü çocuklar
Dünyanın yüzünde uçuşan sarı kelebek
Biz kış gemilerine
Deniz demeyi bilemediğimiz içindi

Zeynep Kurada

Edebiyat Nöbeti, Kasım-Aralık 2024, Sayı 55,  S.13-15


21 Şubat 2025 Cuma

Adımı Unuttum

adımı unuttum
           adı olmıyan yerlerde
ne in
           ne cin
                      ne benî âdem

zamanlar içinde
kuşlar uçuyor
kervanlar geçiyor
                     bir iğne deliğinden

çarşılar kuruluyor
sarayları oyuncak
           insanları karınca şehirler
zamanları gördün mü
                    bir iğne deliğinden

adımı unuttum
           adı olmayan yerlerde
geçip gidenlere bakarak

Asaf Halet Çelebi


"Yalnız bir ağaç..."

"Ama elbette ki yalnız bir ağaç, birkaç tane ağaçtan daha ağaçtır."

Abbas Kiyarüstemi


20 Şubat 2025 Perşembe

Kar

Kar yağdı durmadan üç gün üç gece
Tıkandı geçitler yollar kapandı
Yalnızlığın buzdan çetelesinde
Kimseler umursamadı karı
Yüzlerinde iğreti bir kibirle
Hep düşürmekten korktukları
Dalıp gittiler günlük işlerine

Diz boyu birikmiş kar içinde
Yürürdük uzatarak açtığımız kanalı
İki kar güvesi gibi sokaklarda seninle
Anardık bütün yitik aşkları
Bu karlı kış gününde
Güngörmüş dağlara karşı
Sımsıcak öpüşürdük sarılıp birbirimize

-Sevgilim, yanımda olsaydın keşke!

Şölensiz, sevinçsiz yaşıyoruz şimdilerde
Bir iğdiş ve buruşuk zamanı
Kimsenin türküsü yok dilinde
Karşılayacak yağan karı
Coşkulu ve sarhoş sesiyle
Bıçak açmıyor ağızları
Acı, yalnız acı var yüreklerde

Kar yağdı durmadan üç gün üç gece
Yaslandı duvarlara, kapıları zorladı
Pencerelerden baktı ev içlerine
Kar hiç böyle kimsesiz kalmadı
Kendi özgül tarihinde
Çıngırakların, kızakların karı
Yağdı herşeyin üstüne sessiz bir öfkeyle

Birikti bir çamaşır ipine bile
Saçaklardan sarktı
Attı kendini gürültüyle yere
Kimse sahip çıkmadı
Yığıldı kaldı duvar diplerine
Yalnız kuş ayakları
Bastılar incelikle göğsüne

-Sevgilim, yanımda olsaydın keşke!

Kar var yaşadığımız günlerde
Umutsuzluk çevremizi kuşattı
Kıtlık kıran gündemde
Yine de ele güne karşı
Özenle saklıyorum yüreğimde
Sana duyduğum aşkı
Dört yanım kar içinde 

Metin Altıok


18 Şubat 2025 Salı

Gidersen Yıkılır Bu Kent

Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adreslerdeydik, kimliksizdik belki
sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
üşür müydük nar çiçekleri ürperirken

Gidersen kim sular fesleğenleri
kuşlar nereye sığınır akşam olunca

Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
bir de seni ekliyorum susuşlarıma

Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
geriye mapusaneler kalır, paslı soğuklar
adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
yüreğimize alırız onları, ısıtırız
gardiyan olmayız kendi ömrümüze her akşam

Gidersen kar yağar avuçlarıma, üşürsün
bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
isyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
bir tufan olurum sustuğun her yerde

Ahmet Telli


17 Şubat 2025 Pazartesi

Kedileri Severken Ağlayınız

Kedim ve ben
Ölüyoruz yavaş yavaş
Karşılıklı, köşemizde
Elenirken eleğinde sıkıntının saatler
Mutad olduğu üzre

Bazen o benim kucağımda
Bazen ben onun
Avutuyoruz birbirimizi
Özlerken aynı şeyleri gizlice
Nasıl tırmalardık hayatı
Bir zamanlar şehvetle

Gittikçe bozuluyor yazım benim
Bozuluyor resmi onun gittikçe
Yaptığı eskiden özenle
Döşemelerine koltukların, kanepelerin
Esin geldikçe pençeleriyle

Derim ki ben
Kedileri severken ağlayınız
Beyaz değil aslında mahzundur kediler
Bu şiiri okurken de ağlayınız
Görüldüğü gibi
Kemiriyor İsmail'i keder

İsmail Uyaroğlu


16 Şubat 2025 Pazar

Sözler

Burada kal.
Öğlen avlusunda.
Zamanın yalın diline yerleş.
Ufka bakmanın meraklısı ol.
Maviye, beyaza, gündüze çalış.

Zakkumu anla!
Ağusu, tenime sürdüğüm merhemdir diye
beni, mırıldanıp şaşırt.

Ağustosun hummalı böceğini,
onun terli şarkısını
gayret et,Türkçe'ye çevir.

Taşlığı yıkamanın, asmayı budamanın,
çıplak ayakla yürümenin
hayli zengin üslubunu edin.

Burda kal.
Kalıcı zamanda.
Öğlen avlusunda.

Arın gövdenden.
Kendin oluncaya kadar soyun.

Ferah sular dökün.
Derin uyu

Sina Akyol


Salınacak

                                    “biriyim, cesurum, var mısın ellerime
                                    bir başka sabaha kadar içelim.”
                                                                    Edip Cansever

saçımdaki örgüyü açmakla başlayacağım söze
kasabalar istasyonlarından başlar, her zaman
su kenarına kurulmaz çadır ve benim ayvalarım
güneşte üşür, karıncalarım bir devin avucunda
ne kadar yel diyorsan o kadar sağırım sana
kulak arkalarım çiçeklerin tutunsun diyeydi
toprağım diyorsun ben bir avucum açar mısın meyvene
ellerin diyorum yeni çıkmış bahçeden

içimden geçen çölle dilinden geçen işaretsiz levha
şaşıralım içindi, dilinin tek bir tüyünden
kirli beyaz bir melek doğrulabilirdi ama kanatsız
su çekildi, kum dememi bekliyorsan tanrı da
bu kadar beklemişti, büyük harfle başlamaktan
başka işe yaramıyor şimdi ismi, bağışlamadan
kalkıp yıkadın en çok da boynuma haksızlık eden
nefesini, bundan mıydı kına tutmaması sesinin

bir boğumluk incir rakısıyla devam edeceğim sonra
hangi yanımdaki hangi örgümün kaçıncı boğumu
serçelerinle ördüğünden tutamları aralıklı
kız çocuklarının saçlarına kuşlar konsun diyeydi
bıyıklı babalar, ama serçelerle saç örmeyi
annem bile bilmezdi, babamın bıyık bırakmayı
kuşyemliklerini doldurmayı bilmediği gibi, bu yüzden
hızla havalanan bir salıncaktan inmedi hala çocukluğum

Didem Gülçin Erdem

Resim: Rukiye Garip, Suluboya, 56cm x 38cm


Yanlış Soru

Kimdi
Bizim için
Çağıran onca fırtınayı

Birkaç eski apolet
Duruyor kıyıda
Kirası ödenmiş
Kara kalemler bir de

Bir ülke sevdik peşin/sonraya bıraktık, neresi güzel/
derdine düşmeden toprak yol/
çamuru çokça kokan nehir...

Toprak suyu unuttu, su çömleği/çömlek kili karan eli/
çömlekçi unuttu belki bu soruyu, belki duymadı/ilk çömlekte kimdi/
çömleğin içine düşen yıldızı gören kimdi...

Bir ülke sevdik, ne emir ne demir/yar yerine yar yerine/
hesapsız, kar beklemeden/ sade bir gül esintisine ömür esir…
küfür değdi bu ülkeye/ martaval manzumelere yetiyor dilim/
neyle silinir bunca kir?

Sabri Kuşkonmaz, Çıplak Örtü, Berfin Yayınları

Fotoğraf: Sabri Kuşkonmaz


15 Şubat 2025 Cumartesi

Söz

Ey doğa, bana şiiri, bu kıymetli armağanı
Sunduğun için teşekkür ederim
Ben, Kharoon’un küreklerini gösterdiği
Kederli kadın.
O tatlı söz olmasa bilmem nasıl yaşardım?
Arabesk aşı boyasında
Pasın bıraktığı iz gibi
Kazıdım kendimi erkeklerin üstüne, iyi ya da kötü.
Ve boşalttım göğsümdeki parfüm şişesini
Pusuyu hissetmedim
Ben, esmer deniz kızı, yırtıcı ve vahşi
Çıktım tenimden, zevkin zirvesine ulaştım:
Karşı durdum bizi parçalayan
karanlık yaratıcılığın bazalt bir cümlesine

Alfonsina Storni

Kharoon ya da Kharon, mitolojide ölülerin kayıkçısıdır.

Kharoon ölü ruhlarına Acheron ırmağını geçirtmek için para alır. O nedenle ölülerin ağzına bir metelik konurdu. Para almazsa Kharoon ruhları kovar, taş çatlasa yumuşamazdı. Hele toprağa gömülmeyen ruhların Hades bataklığını geçmeleri olanaksızdı. Kharoon Etrüsk mezarlarında sık rastlanan bir simgeydi. Ölmekte olan insanı yeraltı ülkesine almakla tam anlamıyla öldüren bir cin olarak gösterilir. Hermes'in kılavuzluğunda yeraltına inen birçok ölü Kharoon ve kendi kendisiyle konuşur, ölümden sonra her türlü varlığın boş olduğu sonucuna varır.




"Kalktık Horasandan sökün eyledik. Parlar omuzumuzda uzun şelfeler."

"Kalktık Horasandan sökün eyledik. Parlar omuzumuzda uzun şelfeler. Kurt sürüleri gibi dağıldık dünyaya, yayıldık mağrıptan maşrıka dek. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımızı Sind suyuna, Nil suyuna sürdük. Memleketler, kaleler, şehirler aldık, devletler kurduk. Harran ovasına, Mezopotamyaya, Arabistan çölüne, Anadoluya, Kafkas dağlarına, geniş Rus bozkırlarına, on bin, yüz bin kara çadırla kartallar gibi indik. Uzun, yedi direkli, keçi kılından kara çadırlarımız... Her birinin içi insan hünerinin en büyük, en güzel, en ince renkleri, nakışlarıyla işlenmişti. Ya şelfelerimiz, ya kılıçlarımız, hançerlerimiz, fildişi sapları altın işleme tüfeklerimiz, dibeklerimiz, hırızma, gerdanlık, tepeliklerimiz, kilim, keçe, çullarımız... Harran ovasında binlerce kişi ceylanlara karışıp semah döndük. Ulu şahinler gibi. Şölenler tuttuk, kutsal cemler büyüttük... Ulu denizlerden ulu denizlere dalgalarca çalkalandık. O kıyıdan bu kıyıya vurduk. Kaleler, şehirler, memleketler, ırklar, soylar karşımızda boyun eğdi. Tutsak kıldık bir çağı. Çok şey yaptık insanoğluna. Ama onları hiçbir zaman aşağılamadık, insanları aşağılamak geleneğimizde yoktu. Yoksula, yetime, düşmüşe, kadına, hangi soydan, hangi dinden, hangi ülkeden olursa olsun dokunmadık, saygıda kusur etmedik. Dost olsun, düşman olsun onları bizim düşkünümüzden, yaşlımızdan, çocuğumuzdan, kadınımızdan ayırt etmedik. Elaman demişin kılına dokunmadık. Kalın, işlemeli, türlü damgalı yurtlar yaptık keçelerden, sıcak sağlam. Hiçbir saray böylesine, bu yurtlar gibi görkemli olamazdı. Dünyanın üstünde konduk kalktık, özgür, tutsak, yenilmiş, yenmiş... Yüzyıllar geçti, parça parça bölündük, küçüldük, kara çadırlar soldu. Ulu dağlara, sulara, topraklara, ovalara, ülkelere ad verip, damgamızı bastık. Anadoluda karşımıza çıktı Kayseri dağı, Ağrı, Süphan, Nemrut, Binboğa, Cilo dağı... Vardık Anadoluda da karşımıza çıktı Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, Seyhan, Ceyhan suyu... Anadolu ovası, Tuz gölü, kehribar sarısı üzümleriyle Ege ovaları... Ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara. Anadolunun her karış toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta, soyumuz boy versin diye... Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi halden hallere... Anadolunun taşıyla toprağıyla akan suyu, esen yeliyle, binlerce yıldan bu yana işlenmiş, gelişmiş, yeşermiş, boy atmış kervansarayları, sarayları, tapınakları, ulu şehirleri, türküleri, gelenekleri, görgüsü, bilgisiyle bir olduk kaynaştık. Etle kemik gibi... Yağmurla toprak gibi... Her bölüğümüz bir ilde, bir ülkede, bir toprak parçasında kaldı... Çadırımızın her bir parçası bir yerde unutuldu, bir toprakta çürüdü. Gür, sonsuz, ulu, kaynayan bir su gibi bir kökten çıktık. Göz göz olduk... Dağıldık, ufaldık, azala azala tükendik, bittik. Artık türkülerimiz belki de hiç söylenmeyecek, semahlarımız dönülmeyecek, dostlar, canlar, erenler bir yürek olamayacak. Ay gün bizim baktığımız gibi doğmayacak batmayacak. Usumuz, geleneğimiz, göreneğimiz, ağacın tomurcuklanması, yelin esmesi, insanın doğması, büyümesi, ölmesi üstüne düşüncelerimiz, duygularımız bilinmeyecek, anılmayacak. Çiçeğin açması, kaplanın heykirmesi, yağmurun yağması üstüne, toprağın yeşermesi, bir kartalın yumurtlaması, bir tor şahinin, uzun boyunlu tor atların alıştırılması, dünyaya, her yaratığa sevgimiz, dostluğumuz, onlardan bir parça olma gücünün harikulade sağlamlığı hiç bilinmeyecek, namımız insan soylanınca söylenmeyecek. Birdenbire değil, binlerce yıldan bu yana azala azala, ufalana, küçüle, her toprakta bir parçamızı bırakarak tükendik... Bir aydınlık su gibi bu toprağın üstünden aktık. Geldik Anadoluda da karşımıza çıktı Kayseri dağı. Ulu, temiz, alımlı, yakışıklı, ışığa batmış. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımız... Harran ovasında, Mezopotamyada yüz bin ulu kartal konmuş gibi kıl kara çadırlarımız. Binlerce kişi, binlerce ceylanla birlikte semah tuttuk üç gün üç gece, kırk gün, kırk gece..."

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.263-264


14 Şubat 2025 Cuma

Çocukluk Aşkı

Düşün, düşün ki anne ben daha çok küçüğüm,
Ilık ellerimden tut, beraber götür beni,
Oyuncakçıda büyük mavi bir gemi gördüm,
İşlenmiş, dalgaların köpüğüyle yelkeni.

Şu renk renk toplara bak, anne, ne güzel renk renk
Dönüyor içimde bir bayram yeri dönüyor,
Yuvarlanıyor gönlüm şu uçan toplara denk,
Bir yokuştan koşarak kalbim sana iniyor.

Kan değil, zafer akar benim savaşlarımda,
Hürriyet için ölür genç kurşun askerlerim,
İnsanlığın cenneti saklı göz yaşlarımda,
Yeni bir bahar çağı getirecek zaferim!

Korkma, korkma kaçmam ben, tahta atımla dağa,
Senden daha güzel bir dağ var mı rüyalarda?
Niçin uğraşsın küçük kuş yurdundan kaçmağa,
Yaşarken annesinin yeşerttiği kırlarda?

Kırılır, bütün iyi oyuncaklar kırılır,
Çocuk kalblerinden mi yaparlar hep onları,
Niçin oyun biterken en sonra hatırlanır,
Hâtıralarımızın en tatlı oyunları?

Satılır mı zengin bir oyuncakçıda söyle,
Anne, dün okuduğun masaldaki güzel kız?
Yeter, altın bir kalbim olsun, Tanrıdan dile,
Bütün zenginliğimi verir onu alırız.

Ceyhun Atuf Kansu


ay gömülür

ardından resmin asılır işlek yerlerine kentin
piyangocunun yanında tahta çitlere yakıştırırım
gözlüklüsün, üç yaş büyüksün, rize'de büyümüşsün
başka adını da bilirim, hepsi yalan, o gülmen de
eski, küçük bir limandır gülmen, takalar sığınır

ardından resmin asılır işlek yerlerine kentin
denizle kavgalıdır kayalar, otururum, elim tuzlanır
fırlatırım çakıl taşını, kaç kez sektirebilirim
gömülmesin suya, sen tut, durma sonra bana yürü
bulutların yerini doldurur yürümen, kuşlar kıskanır

ardından resmin asılır işlek yerlerine kentin
birden boşanan yağmurda mağaza diplerindeyken
otobüsten inerken, hiç aklımda yokken karşımdasın
giderayak bir şey derdin, onu söyle işte, sonra sus
ıssız istasyon kampanası susman, yapraklar döker

ardından resmin asılır işlek yerlerine kentin
çardağa çıkarım, ay gömülür çalı çırpılara
tutuşturur sarmaşıkları, seyredişinden alınırım
uzak, içli şarkılar anımsarım, derken dönüp bakman
turaçlar çağırır bakman, bahçemde turunçlar açtırır

resmini astılar işlek yerlerine kentin
çarşı içinde bir zaman daha konuşuldun
su, sarnıçlardan bakraçlara çekiliyordu
güze hazırlanıyordu kızlar, dağlar dalgındı
gençtim, olur olmaz huylanışını sevdim en çok

Akif Kurtuluş


"İnsan hakları kavramını algılamak bir duyarlılık sorunudur."

    (...)
    Ne Zaman İnsan Hakkı Çiğnenir? 
    Türkiye'de kurbağaların, geyiklerin ezilmesi insan haklarına aykırı sayılmaz. (Geyik de bırakılmamıştır ya.) Tavukların baş aşağı taşınması da insan haklarına aykırı sayılmaz. Yaşlı ve tarihsel bir ağacı kesmek de insan haklarına aykırı sayılmaz. Salt sokaklarda değil, plajlarda bile silahlı askerlerin ve kurt köpeklerinin dolaşmaları insan haklarına aykırı sayılmaz. Nüfus sayımlarında devletin sorduğu hiçbir soru insan haklarına aykırı olamayacağı gibi, evlerimize hapsedilmemiz de insan haklarına aykırı sayılmaz. 
    Çünkü bütün bu olaylar, bizim duyarlık antenlerimizi titreştirmez. Peki, biz ne zaman, hangi olaylar karşısında insan hakları çiğneniyor deriz? Bu soruyu yanıtlamak için, içinde yaşadığımız zaman içinde tanık olduğumuz olaylara şöyle bir bakalım. 
    Sanıklar gözaltına alındıklarında, erkek sanıkların kıçına cop sokulmuşsa, işte bunu insan haklarına aykırı buluyoruz. Buna karşılık, söz konusu olay sırasında görev- de bulunan bir emekli orgeneral (üstelik büyükelçi de) bu işlem için cop kullanmanın gereği olmadığını, çünkü ellerinde sırım gibi delikanlı askerlerin olduğunu söyleyerek copların o biçimde kullanıldığını yalanlıyor ve orgeneralin
bu sözleri insan haklarına aykırı bulunmuyor.
    Candarmalar sanıklara dışkı yedirince bunun da insan haklarına aykırı olduğunu anlayabiliyoruz.
    4 Haziran 1989 tarihli Tempo dergisindeki bir haberden:
    "Bu yılın 1 Mayıs bayramına hazırlandıkları gerekçesiyle gözaltına alınan erkek üniversite öğrencileri Emniyet Müdürlüğünün DAL şubesinde birbirlerine cinsel tecavüzde bulunmaları için zorlanmışlar. "Bu işi yapmazsanız dışardan adam getirtir, sizi düzdürürüz!" diye korkutulmuşlardır."
    Sonradan Devlet Güvenlik Mahkemesinin suçsuz bularak salıverdiği erkek üniversite öğrencilerini çırılçıplak helaya sokup birbiriyle cinsel ilişkide bulunmaya zorlamanın işkence ve insan haklarına aykırı olduğunu da anlayabiliyoruz.
    İnsanları kurşunlayıp cesetlerini Kasapderesi'ne yığmanın da insan suçu ve insan haklarına aykırı olduğunu anlamaktayız.
    Filistin askıları, çarmıha germeler, elektrik akımı vermeler, basınçlı soğuk su altında çıplak tutmalar ve daha bunlar gibi gerek dışalım ve gerek kendi buluşumuz işkencelerle delikanlıları erkeklik gücünden yoksun bırakmanın, akıl ve ruh dengelerini bozmanın, kadınlara cinsel saldırıda bulunmanın insan haklarına aykırı olduğunu da biliyoruz.
    Bizim bir edimin insan haklarına aykırılığını anlayabilmemiz için yukarıda  sıralananlar gibi olayların olması gerekiyor. 
    Türkiye'de ve başka ülkelerde insan haklarına değgin bu karşılaştırmalı olaylar, insan hakkı kavramının yere, zamana ve koşullara ve insanların duyarlıklarına göre değişik anlamlara geldiğini ve değerlendirildiğini göstermektedir.

    İnsan Hakları Kavramının Sahibi Olmak
    İnsan hakları da, İslamlık gibi, milliyetçilik, turancılık gibi, sosyalizm ve komünizm gibi, demokrasi gibi Türkiye'ye dışardan gelmiş, yani kökü dışarda bir kavramdır. Biz Türkler, kendi yaratımız olarak, kendi çabamız ve savaşımız sonunda insan haklarına sahip olmuş değiliz. Bütün bu kavramlar, onları elde etmek için yüzyıllarca savaşımlardan geçen, can veren, kan döken ve ancak böylece o hakların gerçekten sahibi olan başka toplumlardan Türkiye'ye getirilmiş, hatta zorla sokulmuştur.
    İslamlık, kendi yaratımız olmamakla birlikte, uğruna yüzyıllarca savaştığımız, kan döktüğümüz, canlar verdiğimiz için çoğunlukça sahip çıkılan dindir. İşte bu yüzden İslamın sahibi olunmuştur. Ama insan hakları, ama demokrasi hiç de öyle değildir. Tanzimat'a dek (1839)bugünkü anlamda insan hakkı kavramına Türkiye yabancıydı. 1839'da Avrupa kapitalizmi (daha çok Fransa ve İngiltere) sömürdüğü Türkiye'de sömürüsünün sürmesi, kendi güvencesi ve kapitalinin korunması için, yaşama hakkı gibi, mülkiyet hakkı gibi başta gelen insan haklarını gereksiniyordu. Padişah fermanıyla resmen ve padişahtan sonraki basamaklardakilerce de gayriresmî olarak insan yaşamına son verilebilen Osmanlı'da, Tanzimattan sonra insan haklarının ilki olan yaşama hakkı demek olan can güvenliği sağlanıyordu. Sermayenin korunması için gereksindiği mülkiyet hakkı da Tanzimatla  sağlanıyordu. Daha önce "mülk"ün sahibi, "mâlik- ül- mülk" olan Allah ve onun yeryüzündeki temsilcisi olan devlet, yani padişah (halife) idi.
    Tapu olmayan yerde mülkiyet olamaz. Mülkiyet olmayınca da elbet olmayan şeyin hakkı da olamayacağından mülkiyet hakkı olamaz. Tanzimat'a dek bütün
mülk padişahın olduğundan, mülklerin sınırlarını belirlemek demek olan tapu da gereksizdi. Çünkü mülk demek, devlet demektir. Bütün mülkün ve mülkünde
kullarının sahibi olan padişah için tapu gereksizdi ama, kapitalizm için tapu son kertede önemliydi. Tanzimattan beş-altı yıl sonra ilk tapu yasası çıkarıldı.
    Bir, demek Türkiye'de mülkiyet hakkının tanınması tarihi yüzelli yıl bile değil.
    İki, mülkiyet hakkını Türkiye'ye sokan Batı kapitalizmi yüzyıllar boyunca savaşarak bu hakkı elde etmiş ve bu hakkın sahibi olmuştur.
    Türkiye'de başlıca insan haklarından biri olan mülkiyet hakkının gerçekten sahibi olunamadığı, dışalımla eğreti getirildiği ve uğruna yığınsal savaşım verilemediği içindir ki, 12 Eylül 1980 hükümet darbesini yapan beş orgeneralin ve başının buyruğuyla, tıpkı padişahlık döneminde olduğu gibi, bütün partilerin trilyonları aşan değerdeki taşınmazları ellerinden alınmış, buna karşılık milyonlarca partiliden ve partili olmayanlardan ses çıkmamıştır. İnsan haklarının başlıcası olan mülkiyet hakkının gerçekten sahibi olan uygar ve çağdaş ülkelerde, bu hakkın en küçük zedelenme girişiminde bile yer yerinden oynar.

    İnsan Hakları Nedir?
    Önce "hak" üzerinde duralım. Sözlüklerimiz "hak"ı sözcük olarak tanımlamakta. Kavram olarak "hak"ın tanımını veren kaynak bulamadım.
karşılığı olan sözcüklerle eşanlamlı değildir. Türkçede
    Türkçe'de "hak" geçerli olan başka dillerdeki "hak" Sözcük olarak "hak", "Allah", "Tanrı" anlamına da gelir. "Hak", Allah'ın adlarından biridir. "Ya hak!", "Hay hak!"
ünlemleri ve "Hakkın rahmetine kavuştu" sözü de bunu gösterir. Oysa örneğin "hak"ın İngilizcesi olan "right" sözcüğünün Allah'la hiçbir ilişkisi yoktur. 
    Sözcük olarak değil, kavram olarak "hak"ın anlamı nedir? Şöyle bir kavramsal tanım getirmek istiyorum:
    "Herhangi bişeyin var olabilmesi yaşaması ve varlığını koruyabilmesi için gereksindiği herşey onun hakkıdır."
    Burdaki "herhangi bişey" salt nesneler değil, canlı olan cansız olan, somut olan soyut olan, özdek olan kavram ve simge olan herşeydir. Örneğin bir canlının yaşayabilmesi için gereksindiği besin (toprak, su, güneş) onun hakkı olduğu gibi, bir harfin var olabilmesi için bir mekâna, bir seslemin var olabilmesi için bir zamana, bir taşın var olabilmesi için bir oyluma (hacim) gereksinmesi vardır ve bu
gereksinmeler onların haklarıdır. Bu haklarını alamazlarsa var olamazlar.
    Herhangi bir seslemin insanın ağzından çıkıp var olabilmesi için, belli bir zaman aralığı içinde söylenmesi gerekir. Daha kısa bir zaman içinde söylenirse, o seslem
var olamaz (anlaşılmaz).
    Bir harfin yazıda var olabilmesi için belli bir aralık içinde yazılması gerekir. Daha az aralık içine sıkıştırılırsa hakkını alamadığı için var olamaz (okunmaz).
    İnsan hakları da, insanın var olması ve varlığını sürdürebilmesi için gereksindiği herşeydir.
    İnsan, salt somut olarak bir biyolojik ve fizyolojik varlık değildir. İnsanın öteki canlılardan ayrımı, bu somut varlığıyla birlikte ondan ayrı olmayan bir de manevi varlığının (zekâ, bellek, anılar, ahlak vb.) olmasıdır. Öyleyse insan hakları, insanın hem maddi hem manevi varlığını sürdürmesi için gereksindiği herşey demektir.
    İnsan haklarının değişik zamanlarda, değişik yerlerde, değişik koşullarda, hatta aynı yer ve zamandayken değişik kültür düzeyinde olanlarda aynı anlama  gelmemesinin nedeni budur. Çünkü her çağda insanın maddi gereksinmeleri aynı olsa bile -ki aynı değildir - manevi gereksinmeleri aynı olamaz. Kölelik  dönemindeki insan hakları, endüstri devrimi dönemindeki insan hakları,  sömürgecilik dönemindeki insan hakları, devletin bekası için kendi kardeşinin ve çocuğunun bile öldürülmesini caiz gören Fatih Kanunnamesi dönemlerinin insan hakları, Helsinki Sonuç Belgesinin ilanından sonraki insan haklarının aynı  olamayacağı açıktır. Yine örneğin 1989 yılında yaşadıkları zamanın sahibi olanlarla, içinde bulundukları takvim yılından yüzyıl, üç yüzyıl geride yaşayanların insan haklarından anladıkları da aynı şey olamaz.
    Bu açıdan bakılınca, kimi insanlara nüfus sayımlarında evlerine hapsedilmek insan haklarına aykırı görünmezken, kimi insanlara da nüfus sayımında devletin sorduğu kimi sorular insan haklarına aykırı gelebiliyor. Kimi yerde insanlar, gürültüden tedirgin olacakları için evlerinin yakınlarında havaalanı yapılmasını insan haklarına aykırı bulurlarken, kimi yerdeki insanlar da evlerinde hemen
hergün elektriklerinin ve sık sık sularının kesilmesinin artık töre olmasının insan haklarına aykırı olduğunu ayrımsamıyorlar bile.
    İnsan hakları kavramını algılamak bir duyarlılık sorunudur. Bir kişinin  buyruğuyla ellerinden bütün taşınmazlar alınan ve bunun insan haklarının çiğnenmesi olduğunu algılayıp tepki göstermeyen (gösteremeyen) insanların insan haklarının çiğnendiğini anlayabilmeleri için dışkı yedirilmeleri, uygunsuz yerlerine cop sokulmaları, birbirini sapık cinsel ilişkiye zorlanmaları, kurşunlanıp derelere atılmaları, ortaçağda bile görülmemiş işkencelere uğratılmaları gerekiyor ki ancak o zaman canları yanıp da insan haklarının çiğnendiğini anlayabilsinler. Ancak
o zaman "Bu kadarı da olmaz!" diyoruz. "Bu kadarı da olmaz!" demek, "Bu kadarına kadar olanlar olabilir!" demektir. Bu kadarına kadar olanlar olabilirse, bu kadarı da, hatta daha çoğu da olabilecek demektir.
    İnsan hakları kendimizden, evimizden, ailemizden, sokağımızdan başlayıp da devletin en üst basamağındakilere dek uzanan bir duyarlılıktır. (...)

Aziz Nesin, Çuvala Doldurulmuş Kediler, Nesin Yayınevi, S.124-130


13 Şubat 2025 Perşembe

Heybe

Doğumu Antalya'dan getirdim,
Yenikapı'nın bilmediğim bir evinden...
Binbaşım yeni gelmiş cepheden,
Anam en güzel yaşında.

Çocukluğu Topkapı'da getirdim,
Tarhana çorbası kokar.
Bir gecesini görsem yetimliğin aynasında
Anıları durdurmak gelir içimden.

İlk gençliği İzmir'den getirdim,
Özgürlük sözcüğü yetmez anlatmaya...
Nasıl sığmış avuçlarıma koca dünya,
Kitabın biri insan, biri ben.

Denizli'den getirdiğim
Mahpushane işi bir fotoğraf...
Kayar gider belleğimden,
Ne kadar yattım, ne zaman çıktım, ne zaman girdim?

Balıkesir'den yüz köyün adamını getirdim
Gözleri hüzün çiçekleridir
Kimi kuşkuyla bakar yüzüme,
Kimi kardeş bilir beni.

Kadıköy'den kimi getirdim bilirsiniz,
Yılların eskimeyen şiiri...
Yeni çağlara birlikte yürüdüğüm,
Bilmediğim çağlardan gelen.

Şükran Kurdakul


İzleyiciler