28 Temmuz 2024 Pazar

Solak Keçi

(...)

Kapın aralıktı. Ayakkabıların ters duruyordu. Henüz eşikte birkaç günün gazeteleri birikmişti. En üsttekini alıp öylesine sayfaları çevirdim. Senin kesinlikle dikkatini çekebilecek bir haber vardı içinde:

"69 yıl sonra kütüphaneye dönen kitap!"

Estonyalı bir adam, tam 69 yıl sonra kütüphaneden almış olduğu kitabı geri götürür ve "2. Dünya Savaşı sırasında kütüphaneyi bombalamışlardı, o nedenle geç getirebildim," der. Evet, yanlış okumadınız.

Talin Merkez Kütüphanesi'nden Ivika Turkson'un anlattığına göre, geçtiğimiz hafta seksen yaşlarında bir adam, 7 Mart 1944 tarihinde ödünç aldığı kitabı, özür dileyerek ve geç getirme cezasını ödemeyi teklif ederek getirmiş. Kitabın, orijinal amblem ve seri numarasından, o kütüphaneye ait olduğu da doğrulanmış. Kitabı neden bu kadar geç getirdiği sorulduğunda 2. Dünya Savaşı'nı sebep gösteren adamın, Estonyalı yazar Eduard Vilde'a ait bir romanı götürdüğü öğrenildi.

Odandan içeriye girdim. En son girdiğimden çok farklıydı. Elimde o zaman şık pastane paketi vardı.

"Bak, sana Solothurn turtası aldım."

Her zamankinden daha sessiz, daha soğuktu. Sevmezsin böyle sessizliği. Hemen radyoyu açtım. Yatağına doğru ilerledim, kulaklarımı okşayıp çarçabuk uyuttuğun yatağın. Sarılıp birlikte Nosferatu filmini izlediğimiz yatağın. Her zamanki gibi dağınıktı. Karyolanın hemen yanındaki komodininde başucu kitabın duruyordu. Uzun zaman önce de baktığım gibi 74. sayfadaydın. Her gece kara kara düşünmekten belki de ilerleyemedin kitabında. Ya da keçeli kalemle çizdiğin yer durdurmuştu seni: "...herkesin bir yeri olmalı ve her yerin bir kimsesi." Ama biliyorum, sen de merak ediyorsun devamını. Meraktan dayanamasan. Çıldırsan. Olduğun yerden çıkıp gelsen. Korkma! Ben sana mesajlarıma cevap vermiyorsun diye kızmam! Merak etme.

Kitabının yanında fincanında yarım içilmiş çayın duruyordu. Çayın içinde uzunca bir çöp yüzüyordu. Bunun sizin inanışınızda misafir olduğunu söylediğini hatırladım. Elime alıp dakikalarca fincanına baktım. Senin nefesinin üzerine düştüğünü hissettim. Ben de soğumuş çayından bir yudum aldım. Sonra yastığına sarıldım. O kadar sıkı sarıldım ki... Kokunu içime çektim. Derin bir nefes aldım ve nefesimi son saniyesine kadar tuttum. İçimde tutmak istiyordum kokunu. Sen gelsen, bana sarılsan. Üstüm başım sen koksa. Ama sonra bir ânda hıçkıra hıçkıra ağlamaya koyuldum.

Perdelerin sıkı sıkıya kapalıydı. Oysa hep açık olurdu. Birlikte bütün gece karşıdaki sokak lambasını izler, karşılıklı öylece hiçbir şey yapmadan otururduk.

"Pencereyi aç, Schiller gelecek!"

Hayatımın baharında,
Çıkıp yollara düştüm.
Gençliğimin neşeli danslarını,
Baba evinde unuttum.

Pencereni ardına kadar açtım, ayaz odana doldu. Soğuk içeride çınladı. Nefesimin buğusu pencerede minicik kaldı. Parmaklarım soğuğa aldırmadan pencerenin pervazında gezindi. Karşı apartmandaki Slovak sevgililerin gölgeleri cama düştü. Parmaklar gezindi gölgelerde. Kara soğuk, sıcak iniltileri yuttu.

Sokağın tanınmaz halde. Daha çürümüş, daha sessiz. Sokak lambalarının marifetli pırıltıları bile bu ürkütücü sessizliği örtemiyordu. Küçücük pencerene bütün bir kentin siyahı sığmıştı.

Hiç açmadığın eski bir ahşap sandığı fark ettim. Daha yakından bakınca zeytin kutusu olduğunu anladım. Kapağını kaldırdığımda gördüğüm envanter: Mavi kuşlu araba. Küçük tahtadan bir dönme dolap, kırmızı bir el arabası, topaç, metal kumbara, birkaç kiremit parçası, bir avuç renkli bilye ve bir düzine çizgi roman serisi. Neredeyse tastamam bir çocukluk!

Cem Akgül, Solak Keçi, Agora Kitaplığı, Nisan 2017, S.49-52




Bir Düş Müydü O İzmir

(...)
- Kız Güldem, dedi annem. Sen bugün gene kayıplardaydın. Nerelerdeydin, ha?
- İzmir'e indim. Anlatırım sonra. Haa, aklımdayken söyleyeyim; bu akşam yemeğe bendesiniz, tamammı? Tazecik sandalye aldım Gümrükönü'nden, roka aldım,  kavun.. Mustafa Ağabeyim için, bir küçük şişe de...
- Hayrola? dedi annem. Bu ziyafet de neyin nesi?
- İş buldum, dedi Güldem Abla.
- Nasıl iş?
- Ben ne iş yapabilirim ki ablacığım? Dikiş nakış gelmez elimden, orta sondan tasdiknameliyim, dairede çalışmak. Eh, çamaşıra bulaşığı da gitmeyeceğim göre...
- Eee?
- Basmane'de Ali Ulvi Gazinosu var ya...
- Evet?
- Fasıla çıkacağım orada. Yarın gece başlıyorum. İki yüz lira da avans verdiler.
- Kız tarelelli! Sen ne dalavareler çeviriyorsun gene?
- Dalavere filan çevirdiğim yok Nazife Abla! Çalışmam gerekiyordu iş buldum.
- Hiç hoşuma gitmiyor senin bu hallerin, Güldem. Yok plak doldurmaklar, yok radyoda mikrofona çıkmaklar, yok Ali Ulvi Gazinosu'nda fasıl bilmemnesi...
- Radyonun sınavı umutsuz ablacığım. Burhan Beyin plak işi de fos çıktı. Bugün tükürüverdim yüzüne.

Dinçer Sümer, Bir Düş Müydü O İzmir, Bilgi Yayınevi, 2. basım, Kasım 1996, S.96-97



Kültür, Şiir, Silah

  İsrail başbakanlarından Moşe Dayan Filistinli şair Fetva Tukan'ın her şiirinin, Filistinli on gerillaya bedel olduğunu söyler. Hitler'in sağ kolu Joseph Goebbels ise, "Bana kültürden söz etmeyin, silahımı çekerim." diyerek, kültürün karşısına silahı koyar. Karl Marx "Kapitalizm sanata, özellikle şiire düşmandır." saptamasını yapar. Anlaşılacağı üzere şiir, bireylerin ve toplumların hayatında belirleyici bir güce sahiptir. Şiir, çelişkisi yoğun olan toplamlarda önemli kültürel bir besindir. Bu besinden payını alamayan bireyler ve toplumlar gelişemez. "Gölgesini satamadığı ağacı kesen" kapitalizm; şiirin gölgesini de satamadığı için, onu yok etmeye koyulmuştur. Bu bilinçte olunmayınca şiirin hep ileriye olan gelişimi yavaşladı. Toplumsal / evrensel sorunların yoğun olması şiiri besler. Dünyadaki çelişkiler, şiir için hiçbir dönemde olmadığı kadar önemli ve verimli olanaklar sunuyor şaire. Yani dünyada hayat sorulu, bunun karşısında şairin sorumlu olması beklenir. Galiba olmayan bu.

Veysel Çolak

Fotoğraf: Fetva Tukan (Filistinli Şair)


27 Temmuz 2024 Cumartesi

Elveda Sevgili Dostum

Elveda sevgili dostum elveda,
Sen kökleri içimde uzanan..
Ayrılık yazılmış alnımıza
İlerde gene karşılaşırız inan..

Elveda dostum, el sıkışmadan
Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek:
Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek

Sergey Yesenin
Çeviri: Attila Tokatlı

Fotoğraf: Melek Gedik, Kadıköy, İstanbul



26 Temmuz 2024 Cuma

Yılanı Öldürseler

“Yılanı Öldürseler”in konusu kısaca şöyle özetlenebilir: Çok güzel bir kız olan Esme'yi, ailesi, sevdiği adama, Abbas'a vermiyor. Abbas birkaç kişiyi yaralayıp hapse düşüyor. Bu sırada Esme'yi zorla bir başka adama Halil'e veriyorlar. Bu evlilikten Hasan doğuyor. Abbas, hapisten çıktığında Halil'i öldürüyor, kendi de öldürülüyor. Fakat Halil'in ailesinin ve köylünün gözünde asıl suçlu Esme'dir. Öldürülmesi gerekmektedir. Halil'in yakınları, Esme'nin kardeşlerinin, akrabalarının intikamından korktukları için bunu göze alamıyorlar. Öyleyse Esme'yi, oğlu, Hasan öldürmelidir. Romanda anlatılan, Hasan'ın bu cinayeti işlemeye zorlanmasıdır. Sonunda Hasan, öldürüyor anasını. 
Konu bu. Ama bir romanın, hele Yaşar Kemal'in bir romanının konusu anlatılmakla hiçbir şey anlatılmış olmuyor. Çünkü Yaşar Kemal bir dil ustasıdır. Çarpıcı bir doğa betimcisidir. Tip yaratmada, psikolojik ayrıntılara inmede bizim edebiyatımızda da, dünya edebiyatında da eşine az rastlanır bir ustalığın sahibidir. İnce Memed'in, Orta Direk'in, Teneke'nin, öykülerinin, röportajlarının, destanlarının benzersiz tiplerine, unutulmaz doğa betimlerine, yenileri ekleniyor Yılanı Öldürseler'de. Ama bu kadar değil. Bu küçücük roman, boyutlarına nasıl sığdırıldığı şaşılası bir sorunsalı da içeriyor. Bu açıdan, Yılanı Öldürseler, Yaşar Kemal'in dev boyutlu yapıtlarıyla yarışıyor ve belki onları aşıyor bile denilebilir. İnce Memed, yazarın yukarda söz ettiğim özelliklerinin, dil, doğa betimi, tip yaratma ve psikolojik ayrıntılara inme ustalıklarının, toplumsal bir sorunsalla kaynaştırıldığı büyük boyutlu bir yapıttır. Orta Direk ve öteki büyük boyutlu romanları için de buna benzer şeyler söyleyebiliriz. Buna karşılık, daha küçük boyutlu yapıtlar olan Teneke'de toplumsal sorun, Ağnı Dağı Efsanesi'nde üslup özellikleri ön plandadır. Yılanı Öldürseler'de ise, Yaşar Kemal üslubu ve dili, (sinema ya da bilinç akımı tekniği diye tanımlanabilecek yeni özelliklerle birlikte), canalıcı bir toplumsal sorunla, alabildiğine yoğun bir bileşime ulaşıyor. “Yılanı Öldürseler”in Yaşar Kemal için de, edebiyatımız için de yeni, çarpıcı, çok önemli bir yapıt oluşu buradadır; yazarı edebiyatımızda benzersiz kılan üslup, tip yaratma, psikolojik ayrıntılara inme ve doğa betimciliği ustalıklarının, herbiri ayrı ayrı irdelenmesi gereken yeni teknik katkılarla zenginleşerek, çok açık, net bir toplumsal sorunla ve bildiriyle kaynaştırılmış olmasında. 

Hasan uzun bir süre zorlamalara direniyor. Annesini öldürmek istemiyor. Bu düzyazı cümleleriyle de bir şey anlatmış olmuyorum. Hasan nasıl zorlanıyor? Yazarın ustalığı bunu anlatışında. Bir karabasan ortamı çiziliyor böylece. Düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir dünya. Öldürülen babası ak bir kefene bürünüp geliyor, birgün köpek kılığına, birgün kartal kılığına giriyor. Kertenkele kılığına girip melül melül bakıyor oğulunun yüzüne, dua eder gibi kaldırıp indiriyor başını. Yılan kılığına giriyor acısından. İntikamının alınmasını istiyor. Çünkü böyle söylüyorlar Hasan'a. Düşle gerçeğin, doğayla insanın, hayatla ölümün karıştığı bir feodal değerler dünyası çullanıyor üstüne Hasan'ın. Hasan'ın iç dünyasıyla dış dünya da karışıyor birbirine. Ona söylenenler nelerdir, Hasan'ın kendi kendi düşünceleri nelerdir, bunlar da birbirine karışıyor. Bir tek şey bellidir: Hasan'ın annesini öldürmek istemediği. Çünkü dünya güzelidir Esme, anaların en güzelidir, en iyisidir, tutkundur oğluna, oğlu da ona. Hasan tüfeğiyle kurda kuşa ateş ediyor. Babası kılığına girebilecek ne varsa. İçinin boğuntusundan dağlara vuruyor kendini. Ve burada, Toros'ların eşsiz güzellikte betimleri. Bir yazı ustasının halkına armağan edebileceği en güzel şey: Yurdunun doğasını ölümsüzleştirmesi. 
Sonunda Hasan öldürüyor anasını. Çünkü bu kez, Esme'nin önüne gelen erkekle düşüp kalktığını söylemişlerdir ona. Ve Hasan ergenlik çağına girmiştir artık. Ve tutkundur anasına. Roman buralarda biraz uzasa, “oidipus karmaşası”nı anlatan bir roman deyip rahatlayacağız. Hayır. Birkaç sayfa içinde olup bitiyor her şey: 

 “...Ne dersin buna Hasan.. Babanın kanı yerde kaldı, anan dünya güzeli, kimse ona kıyamıyor, kıyamasınlar. Ya sen, sen ne olacaksın, elin yüzüne nasıl bakacaksın şu dünyada? Herkes senin ananı... Sana orospu analı Hasan demezler mi ölünceye kadar. 

…...Birden bu konuşmalar kirp diye kesildi. Köy bir ıssızlığa büründü ki çıt yok. Hiç mi konuşmuyordu köylü ya da Hasan'a mı öyle geliyordu. 

…..Anasını görünce delicesine ürperiyor, titriyor, korkuyor, kendisinden geçiyor, ondan ayrılınca bomboş kalıyordu... Anası tandıra eğilip eğilip kalkıyordu. Hasan titriyordu, ürpermişti. Etleri çekiliyordu. Başı dönüyordu. Gözlerinin önündeki yalımların içindeydi anası... Birden elindeki tabanca ateş aldı. Bir çığlık koptu. Bir daha ateş aldı, bir daha... Anasının tandıra girmiş başındaki saçlar yanıyordu...”

Yılan, kazanıyor sonunda. Yılanı öldürseler, Hasan kurtulacaktı.

“Politika”, 4 Ekim 1976
Ataol Behramoğlu, Mekanik Gözyaşları, S.57-59, Cem Yayınevi, 1990

Raptiye

Yılardır ağaçlara sarılıyorum
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Kuşlarla yarışacak gücüm kalmadı
Çayırların altında tedirginim  artık

Arkamdan silahlarıyla geliyorlar
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Sanki gözyaşından yapılmış çocuklar
Talaş çuvalından beterler karanlıkta

Her gün dargınlığıma sebep arıyorum
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Göğe uzanan dallar delip geçiyor geceyi
Toprağın gönlünü etmek bana düşüyor

Kalbine vurulup ayağı kırılan atlar
Av ne zaman bitecek bu ormanda
Bunca ağaç ne diye gözlerimi örtmez
Sesim gövdemde çekiç gibi duruyor

Engin Özmen
Meydan Dayağı, İkaros Yayınları, 1.basım, Nisan 2013


25 Temmuz 2024 Perşembe

Peynir Kuşu / 96. Ada

Sen dağınık masayı düşünürsün; yatağı toplamayı, akşam yemeğini, kedilerin suyunu, pandemiyi...
Ben yalan söylerim, söylediğimi bilmem. Özdemir Asaf değilim, o söyler sen istersen. Sen bilmezsin yalan söylemeyi... Bilmez misin? Deli değilse herkes söyler. Herkes bu yüzden sevgili... Seni sevdim, deli kendimi sevdim, bunu daha önce de söyledim. Olsun... Yine söylerim. Ben kişiye veda etmeyi bilmem ki söylediklerime veda edeyim.
- 'İkimizin bir olması? Bir mührü bir mühürle mühürlemek gibidir' [Hilmi Yavuz]
- Yaşasın, sen de delisin!
- Keşke hayal ettiğim kadar deli olsam, bir de, dişlerinin arasında simit susamı...
Aynı şeyleri yazıp duruyordu, bin kaç yıl sonra sürdem yine yazacağını söyleyerek. Bin kaç yıl sonra sürdem seveceğini biliyordu. Bin kaç yıl sonra, bin kaç dilde sevdiğini söylemeye devam edecekti.

Can Adalı, Peynir Kuşu, S.110, Ada Kültür Sanat Kitaplığı
Resim: Nicoletta Tomas Caravia, Aidiyet

24 Temmuz 2024 Çarşamba

Kitap: Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri

(...) 

Kenar mahallelerin birindeki bir depoda gizlenmiş, Guetemala polisinin en çok aradığı adamı bekliyordum. Adı Ruano Pinzon'du ve o da askeri polisti ya da bir zamanlar öyleydi.
   
"Şu duvarı görüyor musun? Hadi atla. Yapabilecek misin?"

Boynumu eğdim. Deponun arkasındaki duvar hiç bitmeyecekmişçesine yükseliyordu.

    “Hayır” dedim.
    “Ama gelirlerse atlarsın değil mi?”

Atlamaktan başka çarem yoktu. Eğer gelirlerse uçabilirdim. Panik, herhangi birisini olimpiyat şampiyonu bile yapar.

Ama gelmediler. O gece, Ruano Pinzon'la uzun uzun konuştum. Siyah deriden bir montu vardı üstünde. Sinirli gözleri, dans edercesine fıldır fıldır dönüyordu. Ruano Pinzon bir asker kaçağıydı.
    
Seçimlerin arifesinde kaybolan yirmi politik liderin katliamının hayatta olan tek görgü tanığıydı hâlâ.

Olay, Matamoros kışlasında gerçekleşmişti. Ruano Pinzon, ağır ve büyük çantaları kamyonetlere taşıyan dört inzibattan biriydi. Çanta saplarının kan içinde olduğu dikkatini çekmişti. Daha sonra bavullar, Aurora havaalanında, Hava Kuvvetlerine ait bir "500" uçağına yüklenip Pasifik'e atılmıştı.

Daha önce, onları dövülmekten mahvolmuş bir durumda karargâha getirildiklerini ve operasyonun başında savunma bakanının bulunduğunu görmüştü.

Cesetleri yükleyen dört adamdan hayatta kalan yalnızca Ruano Pinzon'du. Bunlardan birinin La Posada pansiyonunda, uyurken hançerle göğsü deşilmiş, öbürü Zacapa'da bir kantinde sırtından kurşunlanmış ve sonuncusu ise merkez istasyonun arkasındaki barda kalbura çevrilmişti.

Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, S.21, Alan Yayıncılık



22 Temmuz 2024 Pazartesi

Kalbimde Bin Yara Var

Yataktayım. Yeni banyo yapmış girmişim yatağa. Derin bir uykuya dalmak istiyorum. Öylesine derin olmalı ki uyku, hiçbir şey duymamalı, hiçbir şey düşünmemeliyim. Boşalmalı kafam. Sıfırlanmalı. Uyku yarı ölüm derler. Bu gece tam ölmeliyim derin yalnızlığımın içinde.

Korkunç, boğucu, yapış yapış bir sıcaklık var havada, Gecenin saat biri ve hava, gökte güneşin kurşunlaştığı çöl sıcağını andırıyor. Örtünmek için hiçbir şeye gerek yok. Pencere açık kalmalı, Durmadan vızıldayan şu sineği bile kovmak istemiyor canım. Az önce Andrey'i astılar. Sonya'yla birlikte hem de. Jeliyeboy.. Ömrünü bir tek suikast için harcayan adam. Bir oğlu var nerede olduğunu hiç bilmiyor. Az önce kirli mahkûm elbisesini giydirdiler ona. Yüksek at arabasına bindirdiler. Herkes görsün diye dimdik bağladılar.

Sonya uzaktan gülümsüyordu ona. Hep yanında olmak istemişti..

Hep yanımda olmasını istemiştim..

Az önce Erdal'ı astılar. Bir suikastçı değildi Erdal. O siyasal iktidara dikmişti gözlerini.

Sırtımda bir serinlik var. Biri hafifçe girdi yatağa. Oysa o kadar yalnızım ki. Henrich Böll'le söyleşiyorum geceleri.. Issız bir koruluğun içinde yaşıyorum şimdi. Göz alabildiğine uzanıyor otlaklar. Arada bir köpekler havlıyor. Kime havlarlar, kimi uzaklaştırmak isterler bilmiyorum. Geceleri melemez koyunlar. Ama şimdi hepsi birden meliyor. Heinrich Böll'ün yattığı yatakta yatıyorum. Onun yazdığı masalarda yazıyorum yazılarımı. Onun dinlediği karanlığı dinliyorum. Adımlarını duyuyorum yatak odasına çıkan merdivenlerde.. 

Eller sırtımda boğazıma doğru yükseliyor. Işığı az önce söndürmüştüm. Kimse yoktu o zaman. Bomboştu oda. Perdesiz pencereden bahçedeki ışığı görebiliyorum. Birden buharlaştı pencere camı. Yok oldu. Karanlık doluyor içeri oluk oluk. Güller dikenlerini uzatıyor. Hepsi birer mızrak. Sırtıma doğru geliyor mızraklar. Bana değil, sırtıma sarılana saplanacaklar. 

Kim sarılıyor sırtıma. Kımıldamaya çalışıyorum. Bacaklarıyla sarılıyor belime. Soğuk, kaygan bacaklar.. yılan gibi.. Sessizce sıkıyor. Bağırmak istiyorum. Bırak beni demek istiyorum. Sadece dudaklarım kımıldıyor.. Bağıramıyorum. Bağırdığımı sanıyorum.

Eller yavaş yavaş sıkıyor boynumu. Andre'nin boynunu sıkan ipler gibi kaygan eller. Erdal'ın boynuna yapışan eller gibi.. İp yumuşacık. Boğazıma oturuyor iyice. Ellerimle tutmak istiyorum ipi. Ellerimi tutuyorlar. Ayaklarım soğumaya başladı bile. Moraracağım birazdan. Sırtımda bir soğukluk var. İçime doğru akıyor soğuk. Camdan içeri doluşan kıpkızıl güller ağlıyorlar. Ağlamayın diyorum. İlk ölen ben değilim. 

Ölüyor muyum? Ölüm bu mu?

Daha yazılacak bir yığın yazı var.

Fırlayıp kalkmak istiyorum. Tonlarca ağırlığıyla çöküyor üstüme ölü. Bembeyaz. Gülümsüyorum. Sadece diş, gülümseyen ağız. Sadece kemik, boynuma sarılan eller. Gırtlağımdan çıkan ses korkutuyor beni. Hırlıyorum. Nefes alamıyorum artık. Göğsümün üstünde bin tonluk kaya. Üstünde oturan sigara sarıyor keyfince.

Birden boşalıyor nefesim. Birden haykırıyorum.

Yine tuttu ağrılar. Yine o angina pektoris. Yine ölüm yokladı beni.

Hazır değilim. Bitirilecek dünya kadar işim var..

A.Kadir Konuk, Haziran 1990, Heinrich Böll’ün Evi, Langenbroich 
Dağın Öte Yüzü, Belge Yayınları, S.13,14


19 Temmuz 2024 Cuma

Tembelliğe Karşı

    İmparator Vespasien ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır ama o haliyle bile imparatorluğuyla ilgili haberlerin kendine iletilmesini ve yataktan da olsa önemli işleri ara vermeden düzenleyebilmeyi ister. Doktoru sağlığına zarar verdiği için ona sitem ettiğinde: "Bir imparatorun ayakta ölmesi gerekir" diye cevap verir. İşte bir prense yakışır, güzel bir söz. İmparator Adrien de daha sonra benzer koşullar altında aynı sözü kullanmıştır. Bu söz, kendilerine verilen bu büyük sorumluluğu hissettirmek, bu sorumluluğun aylaklara göre olmadığını hatırlatmak için krallara sık sık hatırlatılması gereken bir sözdür. Çünkü hizmet ederek canını tehlikeye atan halk, buna karşılık kralın boş işlerle uğraştığını görürse cesaretini ve isteğini yitirecektir.
    Eğer biri çıkıp da savaşların krallar tarafından değil de başka biri tarafından yönetilmesinin daha iyi olacağını söylerse, tarih ona yararlı olmaktan çok zarar veren birçok kral yardımcısı örneği verebilir. Ama hiçbir değerli ve cesur prens böyle utanç verici bir deneyimden geçmek istemez. Devletini koruma bahanesiyle bulunduğu konuma bağlı servetini korumaya çalışıyorsa askeri değeri düşer ve yetersiz biri olarak kabul edilir. 
    Adamları kendisi için çarpışırken uyumaktansa çıkıp yenilmeyi tercih eden, yokluğunda büyük işler başaran askerlerini kıskanan bir Kral* tanıyorum. Birinci Selim, önderi olmadan kazanılan zaferlerin eksik zaferler olduğunu söylerken bence haklıydı. Birinci Selim, "Düşüncesinden ve sesinden başka bir şey kullanmadan bir zaferde payı olduğunu düşünen bir önder utanmalıdır" diye devam eder. Bu çok doğrudur. Çünkü bu tür işlerde onurlu fikirler ve emirler savaş alanında düşünülenlerdir. Hiçbir önder kendini sağlama aldığı yerde rolünü iyi oynayamaz! Savaşta başarı konusunda dünyada ilk olan Osmanlı padişahları bu fikre sıkı sıkıya bağlıdırlar.
    İngiltere Kralı III. Edward Kralımız V. Charles hakkında: "Onun kadar az silah kuşanıp da bana bu kadar iş çıkaran başka bir kral olmadı" der. Bu durumu tuhaf bulmakta, akıldan çok şansa bağlamakta haklıdır.
İmparator Julien, bir felsefecinin ve kusursuz bir adamın nefes almakla, yani bedensel gerekliliklerle yetinmemesi, ruhunu ve bedenini sürekli olarak güzel, yüce ve asil şeylerle meşgul etmesi gerektiğini söyler. Toplum içinde yere tükürmekten ve terlemekten de utandığı söylenir. Çünkü sürekli çalışmanın, alıştırma yapmanın ve kanaatkârlığın bütün bu gereksiz tepkileri kurutması ve yok etmesi gerektiğine inanır. 
    Portekiz Kralı Sebastian'a karşı zafer kazanan Fas Kralı Abdülmelik, Portekizliler ellerinde silahlarla ülkesine girdiğinde ağır hastaydı. Ölüme doğru giderken imparatorluğunu sürdürmesi gerektiğini biliyordu. Hiç kimse bulunduğu yeri göz önünde bulundurarak onun kadar cesurca ve var gücüyle uğraşmamıştır. Askerlerinin görkemli bir şekilde savaş alanına girişlerini görmeye gidemeyecek kadar hasta olduğu için bu onuru kardeşine devreder ama komutanlığını başkasına bıraktığı tek görev bu olmuştur. Daha önemli ve gerekli olan işlerin hepsini titizlikle ve canla başla çalışarak yerine getirir. Yataktadır ama zekası ve cesaret son nefesine kadar ayakta kalmıştır. Topraklarına düşüncesizce yayılmış düşman güçlerini silip süpürebilirdi ama az bir ömrü kaldığı ve yıkılmış bir ülkeyi ve bu savaşı emanet edebileceği kimse olmadığı için hızlı bir zafer kazanmak zorunda olduğunu görmek çok canını sıktı. Çünkü yaşayacak olsa savaşı çok kan dökmeden halledebilirdi. Bu durumda yaşamak için direndi, düşmanın gücünü tüketmek için onları Afrika kıyılarında bulunan karargahlarından dışarı çıkarıp ülkenin içlerine doğru çekti. Ve ömrünün son gününe kadar bu savaşa hazırlanmak için çalıştı. Kendi birliklerini bir çember halinde yerleştirip Portekiz ordusunu kuşattı ve çemberi gittikçe daraltarak düşmanın savaşmasını yalnızca engellemekle kalmadı, kaçmalarını da engelledi. Tüm yolların tutulmuş ve kapalı olduğunu gören Portekizliler yuvarlağın içinde yığılmaya başladılar. Fas ordusu ezici ve büyük bir zafer kazanmıştı. Fas Kralı ölüm döşeğindeyken yardımcıları tarafından ona ihtiyaç duyulan her yere taşınıyordu. Kral böylece askerlerin arasında gezinip onları cesaretlendirmiş oluyordu. Ordusunun bir yerde yenik düşme tehlikesi altında olduğunu duyunca, kılıcı eline alıp savaşın içine girmeye çalıştı, yardımcıları elbisesinden, atının dizginlerinden ve üzengisinden tutarak onu durdurdular. Bu gayreti de kalan son yaşam gücünü elinden almıştı. Kıpırdayamaz halde yatarken birden sıçrayıp ölümünden kimseye bahsedilmemesini istedi, savaşçıları bu haberle ümitsizliğe kapılmasın diye o anda verilecek en iyi emri vermişti. Son nefesini verdiğinde parmağı kapalı dudaklarının üzerindeydi: Sessizliğin işareti. Kim tam ölümünden önce bu kadar uzun süre yaşamıştır? Kim bu kadar ayakta ölmüştür?
    Ölüm karşısında en cesur en doğal duruş, korkmadan, endişelenmeden ölüme bakarak durmak ve hayatını sürdürmeye devam etmektir. Caton kalbindeki kanlar içindeki yarayı eliyle kapatmaya ve uyumaya çalışarak ölümü bekledi.

* Montaigne burada IV.Henri'den bahsetmektedir.

Montaigne, Denemeler


18 Temmuz 2024 Perşembe

Yaşıyorsam

Otlar yeşeriyor / rüzgârın sesine katılıyor papatyalar
Güneş akıyor omuzlarımızdan
günlerin kanatlarında yaşamanın tadı
yaslanıp atlarımızın yelelerine / uçuyoruz

en güzel yüzleri biz damıttık içimizde
en güzel şiirlere yelken açtı şürlerimiz
acının aynasında seyrettik
gençliğimize uzanan trenleri

sesim yaşıyorsa
yaşıyorum ölümsüzlüğün alnında
kuşlarla kanatlanıyor pencerem
bahar dalları sallanıyor ufkumda
yaşıyorsam
benimle yaşıyor dünya.

Ahmet Özer

Fotoğraf: Nehir Güler


Selam

Yola çıkınca her sabah,
Bulutlara selam ver.
Taşlara, kuşlara, 
Atlara, otlara,
İnsanlara selam ver.
Ne görürsen selam ver.
Sonra çıkarıp cebinden aynanı
Bir selam da kendine ver.
Hatırın kalmasın el gün yanında
Bu dünyada sen de varsın!
Üleştir dostluğunu varlığa,
Bir kısmı seni de sarsın.

Üstün Dökmen

Resim: Ömer Muz, İstanbul Resimleri, Suluboya Çalışma


İzleyiciler