5 Ağustos 2024 Pazartesi

O halde benden kork!

“Bacaklarımı açmak depremlere, saçlarımı açmak fırtınalara ve rüzgârlara sebep oluyorsa...

Gerdanımdan küçük bir görüntü denizlerin yükselmesine, sesim toprağın kaymasına sebep oluyorsa...

Sütlü koca memelerimin görüntüsü kıtlığa ve sefalete neden oluyorsa, kollarımın açıklığı iklimi ısıtıyorsa...

Gülüşüm kâinatın dengesini bozup istikrarsızlık yaratıp tüm ahlaksız içgüdüleri uyandırıyorsa...

Tüm doğal felaketlerin ardında ben varsam, O halde benden kork!

Çünkü ilahi güç benim, mutsuz ve ölümlü olan sensin!...”

Taous Ait Mesghat


4 Ağustos 2024 Pazar

Umudu Kesen Distopya Kılıçları

Yaşama umutla bakmayı başarmış aydın bir kuşağın temsilcisi olarak, bana her zaman yazma cesareti veren, yazar ve düşün insanı, değerli büyüğümüz, pirimiz Rıza Can’ın anısına saygıyla…

"Distopyalar umudu kesen bıçağın bileği taşlarıdır; boyna bıçağı keskinleştirip dururlar, ta ki bıçak eriyene kadar… Sözüm ona sistemi yererler. Ama bir yandan ona ikna ederler bizi [öyle umutsuz bir dünya vardır ki]. Her şey karamsarlığa raptedilmiş bekler durur."

Kırbaç

Acıyla sarsılıyor her şey, ölüm her şeyi kırbaçlıyor. Ne kurtuluş arzusu ne yaratıcı umut…Öyle, boşluktaymış gibi sallanıp duran hayat; yağmurlarla uğurlanan canlar, geçmişlerin ruhuna el sallayarak… Ah bitmeyen karamsarlık, yenilmeyen zulüm, sana duyduğumuz hınçla ne dünyalar kurulurdu ne güzel sabahlara uyanırdık, hayallenip gerçeklenseydik.

Sessizliğin, dingin, kendine yeten güzelim hayatın hor görüldüğü bir dünya… “Ne var ki hiç umut yok!” demek en kolayı. Fakat umut en karanlık köşeden doğan bir parıltı, en umulmadık anda patlayan özgürlük çığlıkları, en sert soğukta doğan sımsıcak bir güneş gibi… O halde? Umuttan umut kesilir mi? Gayet açık; umut bir histeridir, histerilerin en güzeli belki. Öyle ki ona kapıldığımızda tüm bedenimizle sağlatılmış, dingin ruhumuzla güçlenmişizdir.

Peki neyin sınaması bu? Kim olarak, hangi sorularla imtihan ediliyoruz hakikaten? Hem ne cüretle? Sıkışa sıkışa sığışamadığımız kenarlar köşeler, birbirimizi eze tırmandığımız merdivenler… Belli ki en yüksekte iktidarın gözleri, göksel kudretin dikeyliği boyna kışkırtıyor onu. Peki ya biz?

Özgürlük ne müthiş bir hazineymiş meğer, ne nazik ne ürkek bir güvencin yüreğiyle çırpınırmış tıpır tıpır, biraz olsun hayatı ayakta tutabilmek için… Bir yaprakta, bir kedide, bir sokakta umut… dupduru gökyüzünün maviliğinde, yağmurlanmış toprağın kokusunda, denizin süt beyaz köpüklerinde, ormanların derin uğultusunda…

Kılıçlar

Distopyalar umudu kesen bıçağın bileği taşlarıdır; boyna bıçağı keskinleştirip dururlar, ta ki bıçak eriyene kadar… Sözüm ona sistemi yererler. Ama bir yandan ona ikna ederler bizi [öyle umutsuz bir dünya vardır ki]. Her şey karamsarlığa raptedilmiş bekler durur. “Zaten hiçbir şey değişmez.” üzerinden muazzam bir cümle kapısı açılır: Yapacak bir şey yok! Sonuç her zamanki alışılmış tondadır: Böyle gelmiş böyle gider. Hiç kimse çıkıp, “Böyle gelmedi ki böyle gitsin.” demez. Distopik hüzün ve karanlık, ütopyanın sevincinden daha heyecanlı gelir insana. Neşenin tarifi unutulmuştur. Burjuva bilimi, burjuva sanatı her fırsatta, insanı öldürmeyecek dozda distopya pompalar bünyeye. Proletaryayı, çaresizliğine ikna edecek her kurgu, her model, her senaryo üzerinde titizlikle çalışılır. Onu, ütopyasının imkansızlığına inandırır. Şurası çok açık, kötümserlik tipik bir burjuva refleksidir ve elbette sınıfsaldır. “Kimse birbirine eşit değildir.” önermesi üzerinden akar burjuva matematiği; bu mantıkla hakikati sürekli eğer, büker, yeniden yazar. Halbuki birin ikiye eşitliği değildir ki tartışılan. Aslolan farklılıklarımızla yarattığımız zenginliğimiz, çoğulluğumuzdur. Burjuvazinin kuraklığı hayatı susuz bırakır; tüm hayatı bu eşitsizliğin çölüne terk eder. İnsanlığı yazgısına boyun eğen otomatlara çevirerek hep yeniden kurar sermayenin sonsuz döngüsünde dünyayı. Burjuvazinin bencil kabulleri, “zaten”leri, masalları, [bütün] distopyaların dölyatağıdır.

– Benim oyumla dağdaki çobanın…

– Ben buralara gelebilmek için…

Distopyacı, herkesin aynı insan, aynı gövde olduğu safsatasıyla ütopyaya sürekli karalar çalar. Fakat ütopya, herkesin aynı insan olması değil de aynı fırsata sahip olan insanlar olmasını hayal etmek değil midir? En azından ona, bunu hayal etme özgürlüğünü tanıyarak. Distopyacı, “olur mu şekerim insan bencildir” hurafesiyle kapıları zaten çoktan kapatmıştır. O kilitleri açmak her ütopyacının harcı da değildir [yani]. Özgürlüğün çimentosu, [herkesin malumu] eşitlik hayalidir; bu hayal, ütopya inşaatının kumu, harcının suyudur: Ne yöneten ne yönetilen! Oysa distopyacı hayalci olamaz, o fena halde gerçekçidir. Ona göre gerçekler, hayali boşa çıkarır. Ütopyacı ise [gerçek] hayalleri kolektif eyleme geçirir ya da başarabilirse hayalleri kolektifleştirir [Gerçekçi ol imkansızı iste!]. Distopyalar, hep umuttan eksiltile eksiltile inşa edilirler. Bu dünya kötüdür kötü olmasına ama “Neden iyi olmasın?” sorusu yoktur distopyacının kitabında.

Fakat ütopya umutla kurulur. Umutlanmak zor iştir vesselam. Çok zahmet ister. Üstelik sorumluluğu da ağırdır [Sen bize umut vermiştin.]. Tuhaf bir ricat, kuraklık, acayip ruh halleri ütopyayı yer bitirir. Çünkü ütopyasızlık, yaşamasızsızlıktır. Ütopyacı geleceği değil tam da bugünü tasarlayandır; hayal daha şimdiden edilmeden yaşanmaz ki. Dünya, bugünü hayal etmeden kurtulamaz o büyük yalandan.

– Hadi canım sen de, yok öyle bir dünya!

Satır aralarına karamsar bir hal yerleşir. Orwellci karanlık basar birden her yeri. Ne kadar kolaydır [oysa] dünyayı elektrik düğmesine basıp karatmak.

– Biz vaktiyle söylemiştik…

Bugünün gücünü sırtlamaktır asıl marifet, düğmeye basıp yok etmek değil, en zayıf yerinden aydınlığı. İnsan ütopyalarının yıkılacağını bilse de kurmakta direnir ve hatta daha iyisini arar. Mesele dünyanın ne kadar karanlık ne kadar geleceksiz olduğunu tekrar tekrar söylemek değil ki. Acılarımızın müsekkini karanlık dünyada umudun ışığının düğmesine basmayı becerebilmek. Ütopyasız kalmak umutsuzluk değildir. Hayal etmemek, insanın hayallerinden vazgeçmesi asıl karanlık, daha da kötüsü umut etmeyi unutup gitmek. Umudu en küçük parçalarına ayıran distopik teslimiyeti yen[e]medikçe, ütopyasızlık açlık, susuzluk gibi kronikleşir ve hastalık yavaş yavaş bütün bünyeyi sarar, usulca öldürür yaşama sevincini. Çünkü aşağı yukarı, bütün fikir hayatı ütopyalara dayanır. Kötü ütopyalar sağlığı kötü etkiler, iyileri ise sosyal havaya tazelik ve can verir.

Hayata katılmanın hep farklı biçimleri olmuş. Farklı yollardan yürümüş insan hayallerine. Kimileyin korka korka hayal etmiş özgür dünyayı, ülkeyi, şehri, köyü, kasabayı, kimileyin coşkuyla, sevinçle… Hayatın bir türlü düzene girmeyeceğini düşünerek, hep karamsar, ömrünü törpüleye törpüleye. İnsan hem dönüştürmüş hem de dönüşmüş büsbütün. Bütün hayat insanın umutlarının, hayal kırıklıklarının metamorfozu sanki. Dünya insanın devrim sahnesi olacakken neden büyük bir kabusa dönüşüyor ikide bir?

Umut İlkesi

Geçmiş bir boşluk gibi yayılıyor gövdemizden, eski günlere bakıp. Bir de içimizde hoyratça dolanan karanlık. Bir çöküp bir kalkıyoruz, bir yitimden diğerine sıçrayarak. Ah kimsesiz dünya! Artık herkes ezberindekilerle yapayalnız; [hayat hep tekrarlarla geçip gidiyor]. Hem korkusuz yaşamak ne diye?! Korkacağız elbet; tir tir titreyeceğiz [güzel yüzlerini yitirmekten sevdiklerimizin]. Ortada çaresizce kaldığında insan, öyle korkacak ki, hayat ona en değersiz göründüğü yerinden ışık saçsın ipil ipil…

Hep umutsuzuz, umutsuzca umutsuzuz. Aslında hiçbir çaresi de yok bu meretin; amansız bir hastalık gibi… panzehri kendi içinde ya umutlanır yaşarsınız ya da umutsuzca tükenmeye razı olursunuz. Ne büyük bir açmaz!

– Ben artık tüm umudumu yitirdim!

Yarım yamalak kurulan cümleler, hiç düşünülmeden, en içinden sarsarak insanı sorgusuzca teslim alıyor. Peki ya umutlu olanlar? Tek başına umutlu olmak, umudu yaratmak için yeterli mi? Hayır değil elbette. Umudu kolektifleştirdikçe gerçekten umutlanır insan, onu paylaşarak, diğer insanlara yayarak. O yüzden marifet distopya kurmak değil bir ütopya tasarlamak. Ama transhüman çağında hiç kimse marifet peşinde değil, yalnızca macera istiyor. İnsan marifet kapısını kapatalı çok oldu. Ütopyasızlıktan kuruyoruz, ölüyoruz: Haykır ütopyanı ey halk!

Her distopya insana, “insan doğası” zırvalığı üzerinden saldırır. “İnsan kötüdür.”, “İnsanda umut yoktur.”, “Ömür billah düzelmez bu insan.”, hem “Ne kurnazdır o.”, “Ah o aklı yok mu o aklı, bütün şeytanlık ondan gelir.”. Aldous Huxley de kapkara ütopyası ile saldırıyor bize. O meşum Cesur Yeni Dünya’da dehşet verici bir toplumsal düzen resmeder Huxley. Seçkin Alfa yönetici sınıfının emrindeki düşük zekalı işçi Gama moronlar, bütün pis ve ağır işleri yaparlar. Ara kademede her daim seçkinlerin hizmetindeki Betalar, eğlenceden, çalışmaya bir nevi küçük burjuva hayatı sürerler. Herkes, sınıfını ve haddini bilir safa gelir: Alfalar, Betalar, Deltalar, Gamalar. Sınıflar arası denge santim değişmez. İnsanın kaderi, çok önceden, kuluçka makinesinde yazılmıştır zaten. Herkes şişeden, bir nevi yapay rahimden çıkmıştır. Vahşiler dışında hiç kimse herhangi bir insandan doğurulmamıştır. Ülkede doğum kontrolü çok sıkıdır. Ee malum, insan doğası. Herkes şişeden doğma, herkes kaderinde yazılan kadar yeteneklidir: Yaşasın Kuluçka Bakanlığı! Evet efendim, 1932’deki gelecek tasarımı hiç de yabancı değil bugünkü bize değil mi? Bugün biz bunu transhümanizm ile tartışmıyor muyuz? Yaşamı yükseltme, insan ömrünü hem uzatma hem de daha üst standartlara çıkarma illeti, daha o günlerde düşmüş Huxley’in dimağına. İnsanlar 60’larına kadar efendi efendi yaşayıp ölüp giderler bu distopyada. Zaten çocuklara ilk öğretilen de budur: Zamanı gelince ölmeyi öğrenmek en büyük erdem. İnsanlığı büyüleyen muazzam üretim modeli, 1930’larda yaşamın her yerini montaj hattına çevirirken, insan yaşamı yerine sermayenin ömrü, devir hızı artıyordu. Yaşamı değil, gayet tabi kârları yükseltmekti bugün de olduğu gibi bütün mesele. Neticede kapitalizm en güzel bir ütopya, icabında yaşamı artırır icap ederse eksiltir, o kadar! Sen sermayenin keyfinin kâhyası mısın, çok affedersin! Kaderine, yani sana yazılan sınıfa razıysan hem yaşam ne güzel ne ütopik, masal gibi her şey: Yaşasın büyük yalan! [Hakikate inandık da ne oldu efendim!?]

Velhasıl, distopyalar umudu çökertir kardeşlerim, sistemin yeniden üretimini sağlar. “Zaten hiçbir şey değişmiyor.” ve “Böyle gelmiş böyle gider.” veya “Yapacak bir şey yok.” fikrini enjekte eder sinsi sinsi toplumun damarlarına. İnsanı felç eder, onu parça parça koparır yaşamdan, yaşama sevincinden. Artık kimsenin içinden hiçbir şey gelmez; biraz hevesi varsa da artık kaçıp gitmiştir. Distopya teslimiyettir; korkakça bakarak dünyaya, ondan çalıp sakladıklarıyla yaşayabileceğini sanmaktır. Distopya, yeni bir dünya hayal etmeye üşenmenin felsefesidir; hep bir sitem hep bir şikâyet telkin eder [hep memnuniyetsizdir]. Her şey hep kötüye gitmektedir. Umutlu yaşamak güç iştir çünkü. Umutla hayatta akıp durmak, sağlam bünye ister, sabır ister. Kapkara bir hayatı neden sürdürmektedir ki distopyacı? Çeksin yaşam kablosunun fişini, her şey bitsin gitsin.

“Yokluk yoktur, varlık vardır.” diye buyurmuştu binlerce yıl önce Parmenides. Belki şimdi, “Hepimiz varız, hiçbirimiz yokuz…” demek gerek bu neşesiz, kahkahasız umutsuzluk çağında. İnsan ne çok tutunmak ister mutlu zamanlarına, sımsıkı sarılmak, soluk alıp vermek, umutlu bir göğün altında sevinçten sırılsıklam olmak… umutla, hep umutla…

Cengiz Ekiz, Maya Kültür Dergisi, MayaDergi Sekiz 02.08.2024

Resim: Bahadır Karaosman, Distopya, Akrilik Boya, 50x70 cm.

3 Ağustos 2024 Cumartesi

Bütün Güzellikleri Alacaklar Elimizden

Geldiler dört bir yandan kuşattılar hayatı 
düşmandılar ne varsa iyiden güzelden yana; 
ant içmişlerdi sanki yok etmeye güzellikleri 
-görünmesin diye kendi çirkinlikleri- 
yaşama ve yeşile düşman çekirge sürüleri... 
Hırs bürümüştü gözlerini, saldırdılar 
aç kurtlar gibi dalında filizlenen çiçeğe, 
kırdılar ormanı çoğaltan genç fidanları, 
kestiler zeytin ağaçlarını, yaktılar ormanları... 

Saldılar suları evlerin, insanların, ağaçların üstüne; 
kaç bin yıllık türküydü Hasankeyf ’in evleri, 
Allianoi’deki su perisi, Zeugma’nın mozaikleri? 
Geldiler dört bir yandan kuşattılar hayatı; 
Haydarpaşa Garı’nın tavan süslemeleri, 
güzellik ve inceliğin simgesi yapılar, 
küçük istasyonlar, çeşmeler ve camiler 
bu kıyımdan kurtulamadılar. 
Acımadılar hiçbirine, hiçbirine acımadılar... 

Yardım isterken bizden bir Artuklu çeşmesi, 
Hasankeyf ’in sadık leyleği, Allianoi’nin su perisi 
Zeugma’nın mozaikleri, Darıbükü’nün evleri, 
Toroslardaki katran ormanları, Marmaris’in çamları; 
yükselirken mavi göğe çığlıkları yakılan ormanların 
koruyamadık hiçbirini, hiçbirini koruyamadık... 
Yaşam nöbetinde şimdi Karadeniz’in dereleri, 
Kazdağlarının eteklerindeki ölmez ağaçları, 
bin yıllardan kalan mermer yontu ve kadim Anadolu. 
Geldiler dört bir yandan savunmak için hayatı; 
Kibele’nin torunu yaşsız kadınlar, 
toprak adamları ve çocuklar... 
Birleştirip ellerini bir türküye başladılar: 
Karşı çıkmazsak eğer, durdurmazsak bu yangını ve yıkımı 
bütün güzellikleri alacaklar elimizden, 
bütün güzellikleri ve sonunda yaşama sevincimizi... 

Rüzgârın kanadında bir türkü şimdi 
dilden dile yayılan, yaşamı savunma imecesinin sesi... 

Gülsüm Cengiz, Başka Bir Gökyüzünün Altında, Tekin Yayınevi

Resim: Aslı Akyüz, Serenity, Yağlı Boya 100x140 cm


Erik Ağacının Altında

Bir kent neyi anlatır
kanat çırpışlarıyla gelir
bilmediğin bir yaşama doğarsın
kuytularda
kimsesizliğin tarihi yazılır

kimbilir
hangi sancının kıyısında
çağırır seni toprak

kimi kentler meyveleri anımsatır
Malatya denince
yemeye hazır
bir tabak kayısı.
İsmet'in muzip gülüşüyle canlanır

Kayseri
çocukluk anılarımla gelir
üzüm bağları
kayısı ağaçları
mayhoş elmalar arasında
dedemin sevecen yüzü

Antakya
arkadaşlığın kalesidir
Müslüm Cuma Zübeyde
yağmurlu akşamlarla gelir

Ankara'da bir kadın
kardeşim
gelinliğini kıracak
tırnaklarını ekmek parasına batırdı

kimi kentler
depremlerle kazınır evrene...

yer sarsılıyor
tutunacak ne bir dal
ne kaçacak
bir başka gezegen

uyandı
dağ taş uyandı
ayağını bastığın toprak
konuşuyor dalgalarla

çığlıklar sustu

sessizlik
derin
ağır
sessizlik korkunç

sessizlik gebe

Ulucanlar...
hapisaneler örter kimi kentleri
Gebze...
gökyüzü demir halkalarla
güneşi parçalar
Ümraniye...
ağır ağır kanar
bulutlarda yağmur damlası

kepçelerle
tarihin belleğine çizilen
bir fotoğrafa dönüştü Burdur

kepçelerle avlandı bir kol
gövdesinden ayrıldı
Isparta'da
bir köpeğin ağzında
koparılmış bir kol
donar bilinçte
çatlak kafatası
çivilenmiş dizler
morarmış gövdelerle

bir sancı
güneşe
aya
toprağa yayılmış
Sivas'tan Burdur'a
ağıt yakar analar

söyleyin
nasıl dayanmalı bu acıya
biz bu kentlerde doğduk
inildemelerle
bir başka gökyüzüne
oğullar
kızlar doğurduk

aşkı yitirdik
yağmurun alnında
yas türküleri söyleniyor
damla damla yaşama biriken
ezgilerle avunuyorum

yitirdik
yitirdik aşkı

sessizliğin dili yok
beklemek
umarsız bir çığlığın
susmasını dilemektir
dileyişlerin
sokağa açılan penceresi yok

üzünçlerimi biriktirdim
yas tutacağım
türkülerle
şiirlerle
bedenimle yas tutacağım

ötelerde
bir başka gökyüzü
bereketli yağmurlara gebe

Berrin Taş

Fotoğraf: Berrin Taş Albümünden



31 Temmuz 2024 Çarşamba

Hoşça kal Genco Abi

Konuşmaya Genco Abi’yi 83 yaşında mahkemelerde süründürenler kimlerdi, diye mi başlasak? 

Yıl 1996. Yirmili yaşların başındayım. Behçet Aysan Şiir Ödülü yeni verilmeye başlanmış. O tarihlerde ödül için inanılmaz katkılar sağlayan iki dostum Hakan Dündar ve Akif Yeşilkaya ( Hala Hakan’ın tasarladığı görselleri kullanıyoruz, bunca yıl sonra bile…) o yılki ödülün içeriğinden de sorumlu. Dr. Harun’la birlikte çabalıyorlar. O yıl ödüle Genco Erkal davet edildi. O dönem bir yandan da Simyacı’yı oynuyordu. Muazzam turne trafiğine rağmen geldi. Sahnede Nazım’la başlayan ve babamla biten bir şiir gösterisi sundu. Akşamki bütün konuşmalarımız Sıvas üstüneydi. Ve bir şeyler sanki şekillenmeye başlamıştı onda. Daha sonra Max Frisch’in Saf Adam ve Kundakçılar’ını sahneye koydu ve oynadı. Oyundan sonra, Sivas için bu oyunu oynuyorum ama yetmiyor demişti. Derken Sıvas 93 geldi. O muazzam belgesel oyun. Yıllar sonra geniş kitleler tiyatro sanatı aracılığıyla bu ülkedeki en korkunç katliamın nasıl gelişim gösterdiğini izledi. 
Niye bunları yazıyorum? Memleketimizin alacalı tarihi Genco Erkal’ın tarihidir. Cumhuriyet sonrası tiyatromuzdan söz açacaksak da onun adını hemen ilk sırada veririz. Sorumlu aydın kimliği ders niteliğindedir. 

O, hiçbir zaman gerçek anlamıyla sanatın gücünü kullanan bir tiyatroyu ayakta tutmanın gündelik popülist söylemlere, isimlere, “star sistemine” dayanmadığını bildi. Ve bunu sanatta ışığı hiç sönmeyen bir yıldız olarak kalmayı başararak yaptı. Tiyatro için salt oyunculuğun değil, aynı zamanda sahnenin tüm unsurlarını (Yönetmen, çevirmen, yazar, dramaturg) layığıyla kullanarak seksenin üstündeki yaşına rağmen üstün bir performansla çıktı seyircinin karşısına. 1959’da “Çöl Faresi” oyununda başlayan tiyatro yaşamını tam 173 oyunla pekiştirdi. Dahası her yeni oyununun bir öncekinden daha fevkalade olması için çaba gösterdi. Zoru başardı da.

Hadi konumuza dönelim: Genco Erkal’a, yüz metrede tiyatro sanatımızın en büyük koşucusuna açılan davadan da söz açmalıyız. Konumuz, onu gözümüzden sakınırken geldiğimiz son nokta… Konumuz, doğadan, yaşamdan, haktan, adaletten yana bir sanatçıya reva görülenler… Konumuz, ahlaksız ticaretin, ilkesiz siyasetin, niteliksiz eğitimin, emeksiz zenginliğin, vicdansız hazzın, insaniyetsiz bilimin, gösterişe dayalı ibadetin, kanunsuz adaletin olduğu yerde bir sanatçıya yaşatılanlar…

Konumuz büyük. Konumuz geniş. Konumuz acılı. Konumuz hüzünlü.

Hoşça kal Genco Abi. Her şey için çok teşekkür ederim.

Eren Aysan

29 Temmuz 2024 Pazartesi

Kavga Avı

Otuz üç gemi çekiyordu onu. Gemilerin sancak direklerinde bayraklar dalgalanıyordu. Öylesine büyüktü ki, gemiler onu taşıyabilmek için boğazın dört bir yanını kaplamak zorunda kalmışlardı. Karadeniz açıklarından bin bir güçlükle alınıp, otuz üç gemiye bağlanarak çekilmeye başlayalı yirmi günü geçmişti. İnanılmaz bir ağırlığa sahipti; otuz üç gemi tarafından çekilmesine rağmen, yerinden bir damla bile kıpırdamıyor gibi görünüyordu. Neyse ki, rüzgâr gemilerden yanaydı. İstanbullular, Avrupa'nın dört bir yanından gelen meraklılar, televizyonlar, gazeteler, radyolar, ordular, herkes ama herkes onu bekliyordu. 

İnsanlar iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalıkla doldurmuşlardı kıyıları. Anadolu ve Avrupa yakasında denizi gören her noktada insan vardı. O, otuz üç gemiyle herkesin gözünün önünden geçirilerek okyanuslara, onun gibi bir devi ağırlayabilecek en derin sulara götürülüyordu. 

Nihayet gemiler sabaha karşı boğazda göründüğünde insanlar sevinç ve şaşkınlık çığlıkları atmaya başlamışlardı. Gökyüzü helikopterlerle doluydu. Sadece İstanbul'un değil aslında dünyanın da nabzı onun ölü vücudunda atıyor gibiydi. Devdi. Yüzlerce metre boyundaydı. Kolları ve bacakları hacim daraltabilmek için haftalarca süren çabalarla vücuduna sıkı sıkı bağlanmıştı. Böylece dev vücudunun kıyılara çarpması önlenebiliyordu. Başı, otuz üç geminin arkasında kara bir dağ gibi yükseliyordu. Sırt üstü yatıyordu. Hafif aralık gözleri siyahtı. Esmerdi. Kısa saçlıydı. Yüzünde kirli sakal, üzerinde eprimiş uzun kollu, büyük yakalı, yoksul, beyaz bir gömlek, altında siyah kadife pantolon vardı. Ayaklarındaki makosen ayakkabılardan birisi yolculuk sırasında Karadeniz'in derin sularına gömülüp kaybolmuştu; ayakkabısız ayağındaki siyah mı, lacivert mi olduğu anlaşılamayan koyu renk çorabı iyice esnemişti, dalgaların etkisiyle neredeyse ayağından çıkmak üzereydi.

Açık sağ gözüne bir karga konmuştu. Gözbebeğini didikliyordu. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü' nün altından geçerken herkes nefesini tutmuştu; köprünün ayaklarına ya da doğruca köprünün kendisine çarpmasından korkuluyordu. Her iki kōprūde de trafik kapatılmıştı. Deniz trafiği de öyle. Bir sandal bile yoktu denizde ondan ve otuz üç gemiden başka. Bütün bir gün boyunca süren yolculuktan sonra Boğaz Köprüsü'ne kadar getirmeyi başarmışlardı. Köprüyü henüz geçmişlerdi ki, haftalarca önce tahmin edilmesine ve önlemler alınmasına rağmen, ölü de olsa bir devin vücudunun ne denli güçlü olabileceğini öngöremedikleri için, beklenmedik bir olay insanların şaşkın bakışları arasında gerçekleşmeye başlamış, sol kolu birdenbire iplerden kurtulmuştu. Bacakları ve ayakları henüz köprünün diğer tarafındaydı. Avrupa yakasından seyredenler kendilerine doğru yaklaşan dev kolu gördüklerinde dehşet içinde gerilere, şehrin iç kesimlerine doğru kaçışmaya başlamışlardı. Kol birdenbire boşalmanın etkisiyle, suyu yararak kıyıya doğru hızla ilerliyordu; muhtemelen sol elinin parmakları kıyıya ulaşacaktı. Nitekim, birkaç dakika içinde beklenilen gerçekleşmiş, sol elinin parmakları Ortaköy'e çarpmıştı. Kıyıda bulunan Ortaköy Camii elin hızını biraz olsun kesmeyi başarmış olmasına rağmen, kendisi bir kibrit kutusu gibi yıkılmaktan kurtulamamıştı. El birkaç binayı yerle bir ettikten sonra kolun peşinden, usulca yeniden suya düşmüştü. Kıyıdaki tekneler parmakların dokunuşundan kurtulamayarak parçalanmış, birer ikişer sulara gömülmüşlerdi. Tahmin edilebileceğinden çok daha az bir hasar olmuştu yine de. Buna rağmen devin cesedinin bile, kontrol dışı kaldığında ne büyük zararlar verebileceği hakkında bilgi sahibi olunmuştu.

Tepedeki helikopterlerden çekim yapan televizyon kameramanları için görüntü inanılır türden değildi. Sol kolu başının yanından ileriye doğru uzanmıştı. Eli bir hedefi gösteriyor gibi gemilerin önüne geçmişti. Sanki otuzüç gemi onun gösterdiği derinliklere doğru ilerliyor gibiydi.

Birden, beklenmedik bir şey oldu. Vücudunun dengesi bozulmuştu. İleriye uzanan kolu sularda kaybolmuştu. Batıyordu. Başı yana düşmüştü. Ağzına sular doluyordu. Kıyılarda ısrarla bekleyenler ve otuzüç gemidekiler şaşkınlık içindeydiler. İrili ufaklı su parçaları çıldırmış bir arı sürüsü gibi ölü bedenine saldırıyordu. Hava kararıyordu. Okyanuslara ulaşacak gücü kalmamıştı. Dev gövdesi her zaman göz önünde olmak için Kız Kulesi açıklarına, boğazın karanlık sularına ağır ağır gömülüyordu. 

Devin gözbebeğiyle işini bitiremeyen karga, üzerine saldıran dalgalardan hafif bir kanat darbesiyle kurtulmuştu. Avı elinden kaçıyordu. Gözü dönmüştü. Avını geri almak için çığlık çığlığa bağırıyordu.

Hakan Şenocak, Kavga Avı, E Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi, Öykü 99 S.130-132

Fotoğraf: Gökhan Ilgaz, Kız Kulesi

28 Temmuz 2024 Pazar

Bildiri

Bir mavide birden değişmek olur
Bakışın bakışıma vurunca.

Ölüp denizlere karışmak olur
Bakışın bakışımdan yorulunca.

Daha beyaz sabahlar var
Alıp gitme bütün gülüşlerimi.

Götürme düşlerimi
Sardunyalar güllere dokununca.

(Sinsi zehirler tatlı
Senin her şeyin güneş).

Gelip ışığında ısınıyorum
Yaşamak ölüm gibi koyulunca

Afşar Timuçin

Resim: Elena Avanesova, Kanvas Üzerine Akrilik Boya, 51x51 cm.


Solak Keçi

(...)

Kapın aralıktı. Ayakkabıların ters duruyordu. Henüz eşikte birkaç günün gazeteleri birikmişti. En üsttekini alıp öylesine sayfaları çevirdim. Senin kesinlikle dikkatini çekebilecek bir haber vardı içinde:

"69 yıl sonra kütüphaneye dönen kitap!"

Estonyalı bir adam, tam 69 yıl sonra kütüphaneden almış olduğu kitabı geri götürür ve "2. Dünya Savaşı sırasında kütüphaneyi bombalamışlardı, o nedenle geç getirebildim," der. Evet, yanlış okumadınız.

Talin Merkez Kütüphanesi'nden Ivika Turkson'un anlattığına göre, geçtiğimiz hafta seksen yaşlarında bir adam, 7 Mart 1944 tarihinde ödünç aldığı kitabı, özür dileyerek ve geç getirme cezasını ödemeyi teklif ederek getirmiş. Kitabın, orijinal amblem ve seri numarasından, o kütüphaneye ait olduğu da doğrulanmış. Kitabı neden bu kadar geç getirdiği sorulduğunda 2. Dünya Savaşı'nı sebep gösteren adamın, Estonyalı yazar Eduard Vilde'a ait bir romanı götürdüğü öğrenildi.

Odandan içeriye girdim. En son girdiğimden çok farklıydı. Elimde o zaman şık pastane paketi vardı.

"Bak, sana Solothurn turtası aldım."

Her zamankinden daha sessiz, daha soğuktu. Sevmezsin böyle sessizliği. Hemen radyoyu açtım. Yatağına doğru ilerledim, kulaklarımı okşayıp çarçabuk uyuttuğun yatağın. Sarılıp birlikte Nosferatu filmini izlediğimiz yatağın. Her zamanki gibi dağınıktı. Karyolanın hemen yanındaki komodininde başucu kitabın duruyordu. Uzun zaman önce de baktığım gibi 74. sayfadaydın. Her gece kara kara düşünmekten belki de ilerleyemedin kitabında. Ya da keçeli kalemle çizdiğin yer durdurmuştu seni: "...herkesin bir yeri olmalı ve her yerin bir kimsesi." Ama biliyorum, sen de merak ediyorsun devamını. Meraktan dayanamasan. Çıldırsan. Olduğun yerden çıkıp gelsen. Korkma! Ben sana mesajlarıma cevap vermiyorsun diye kızmam! Merak etme.

Kitabının yanında fincanında yarım içilmiş çayın duruyordu. Çayın içinde uzunca bir çöp yüzüyordu. Bunun sizin inanışınızda misafir olduğunu söylediğini hatırladım. Elime alıp dakikalarca fincanına baktım. Senin nefesinin üzerine düştüğünü hissettim. Ben de soğumuş çayından bir yudum aldım. Sonra yastığına sarıldım. O kadar sıkı sarıldım ki... Kokunu içime çektim. Derin bir nefes aldım ve nefesimi son saniyesine kadar tuttum. İçimde tutmak istiyordum kokunu. Sen gelsen, bana sarılsan. Üstüm başım sen koksa. Ama sonra bir ânda hıçkıra hıçkıra ağlamaya koyuldum.

Perdelerin sıkı sıkıya kapalıydı. Oysa hep açık olurdu. Birlikte bütün gece karşıdaki sokak lambasını izler, karşılıklı öylece hiçbir şey yapmadan otururduk.

"Pencereyi aç, Schiller gelecek!"

Hayatımın baharında,
Çıkıp yollara düştüm.
Gençliğimin neşeli danslarını,
Baba evinde unuttum.

Pencereni ardına kadar açtım, ayaz odana doldu. Soğuk içeride çınladı. Nefesimin buğusu pencerede minicik kaldı. Parmaklarım soğuğa aldırmadan pencerenin pervazında gezindi. Karşı apartmandaki Slovak sevgililerin gölgeleri cama düştü. Parmaklar gezindi gölgelerde. Kara soğuk, sıcak iniltileri yuttu.

Sokağın tanınmaz halde. Daha çürümüş, daha sessiz. Sokak lambalarının marifetli pırıltıları bile bu ürkütücü sessizliği örtemiyordu. Küçücük pencerene bütün bir kentin siyahı sığmıştı.

Hiç açmadığın eski bir ahşap sandığı fark ettim. Daha yakından bakınca zeytin kutusu olduğunu anladım. Kapağını kaldırdığımda gördüğüm envanter: Mavi kuşlu araba. Küçük tahtadan bir dönme dolap, kırmızı bir el arabası, topaç, metal kumbara, birkaç kiremit parçası, bir avuç renkli bilye ve bir düzine çizgi roman serisi. Neredeyse tastamam bir çocukluk!

Cem Akgül, Solak Keçi, Agora Kitaplığı, Nisan 2017, S.49-52




Bir Düş Müydü O İzmir

(...)
- Kız Güldem, dedi annem. Sen bugün gene kayıplardaydın. Nerelerdeydin, ha?
- İzmir'e indim. Anlatırım sonra. Haa, aklımdayken söyleyeyim; bu akşam yemeğe bendesiniz, tamammı? Tazecik sandalye aldım Gümrükönü'nden, roka aldım,  kavun.. Mustafa Ağabeyim için, bir küçük şişe de...
- Hayrola? dedi annem. Bu ziyafet de neyin nesi?
- İş buldum, dedi Güldem Abla.
- Nasıl iş?
- Ben ne iş yapabilirim ki ablacığım? Dikiş nakış gelmez elimden, orta sondan tasdiknameliyim, dairede çalışmak. Eh, çamaşıra bulaşığı da gitmeyeceğim göre...
- Eee?
- Basmane'de Ali Ulvi Gazinosu var ya...
- Evet?
- Fasıla çıkacağım orada. Yarın gece başlıyorum. İki yüz lira da avans verdiler.
- Kız tarelelli! Sen ne dalavareler çeviriyorsun gene?
- Dalavere filan çevirdiğim yok Nazife Abla! Çalışmam gerekiyordu iş buldum.
- Hiç hoşuma gitmiyor senin bu hallerin, Güldem. Yok plak doldurmaklar, yok radyoda mikrofona çıkmaklar, yok Ali Ulvi Gazinosu'nda fasıl bilmemnesi...
- Radyonun sınavı umutsuz ablacığım. Burhan Beyin plak işi de fos çıktı. Bugün tükürüverdim yüzüne.

Dinçer Sümer, Bir Düş Müydü O İzmir, Bilgi Yayınevi, 2. basım, Kasım 1996, S.96-97



Kültür, Şiir, Silah

  İsrail başbakanlarından Moşe Dayan Filistinli şair Fetva Tukan'ın her şiirinin, Filistinli on gerillaya bedel olduğunu söyler. Hitler'in sağ kolu Joseph Goebbels ise, "Bana kültürden söz etmeyin, silahımı çekerim." diyerek, kültürün karşısına silahı koyar. Karl Marx "Kapitalizm sanata, özellikle şiire düşmandır." saptamasını yapar. Anlaşılacağı üzere şiir, bireylerin ve toplumların hayatında belirleyici bir güce sahiptir. Şiir, çelişkisi yoğun olan toplamlarda önemli kültürel bir besindir. Bu besinden payını alamayan bireyler ve toplumlar gelişemez. "Gölgesini satamadığı ağacı kesen" kapitalizm; şiirin gölgesini de satamadığı için, onu yok etmeye koyulmuştur. Bu bilinçte olunmayınca şiirin hep ileriye olan gelişimi yavaşladı. Toplumsal / evrensel sorunların yoğun olması şiiri besler. Dünyadaki çelişkiler, şiir için hiçbir dönemde olmadığı kadar önemli ve verimli olanaklar sunuyor şaire. Yani dünyada hayat sorulu, bunun karşısında şairin sorumlu olması beklenir. Galiba olmayan bu.

Veysel Çolak

Fotoğraf: Fetva Tukan (Filistinli Şair)


27 Temmuz 2024 Cumartesi

Elveda Sevgili Dostum

Elveda sevgili dostum elveda,
Sen kökleri içimde uzanan..
Ayrılık yazılmış alnımıza
İlerde gene karşılaşırız inan..

Elveda dostum, el sıkışmadan
Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek:
Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek

Sergey Yesenin
Çeviri: Attila Tokatlı

Fotoğraf: Melek Gedik, Kadıköy, İstanbul



26 Temmuz 2024 Cuma

Yılanı Öldürseler

“Yılanı Öldürseler”in konusu kısaca şöyle özetlenebilir: Çok güzel bir kız olan Esme'yi, ailesi, sevdiği adama, Abbas'a vermiyor. Abbas birkaç kişiyi yaralayıp hapse düşüyor. Bu sırada Esme'yi zorla bir başka adama Halil'e veriyorlar. Bu evlilikten Hasan doğuyor. Abbas, hapisten çıktığında Halil'i öldürüyor, kendi de öldürülüyor. Fakat Halil'in ailesinin ve köylünün gözünde asıl suçlu Esme'dir. Öldürülmesi gerekmektedir. Halil'in yakınları, Esme'nin kardeşlerinin, akrabalarının intikamından korktukları için bunu göze alamıyorlar. Öyleyse Esme'yi, oğlu, Hasan öldürmelidir. Romanda anlatılan, Hasan'ın bu cinayeti işlemeye zorlanmasıdır. Sonunda Hasan, öldürüyor anasını. 
Konu bu. Ama bir romanın, hele Yaşar Kemal'in bir romanının konusu anlatılmakla hiçbir şey anlatılmış olmuyor. Çünkü Yaşar Kemal bir dil ustasıdır. Çarpıcı bir doğa betimcisidir. Tip yaratmada, psikolojik ayrıntılara inmede bizim edebiyatımızda da, dünya edebiyatında da eşine az rastlanır bir ustalığın sahibidir. İnce Memed'in, Orta Direk'in, Teneke'nin, öykülerinin, röportajlarının, destanlarının benzersiz tiplerine, unutulmaz doğa betimlerine, yenileri ekleniyor Yılanı Öldürseler'de. Ama bu kadar değil. Bu küçücük roman, boyutlarına nasıl sığdırıldığı şaşılası bir sorunsalı da içeriyor. Bu açıdan, Yılanı Öldürseler, Yaşar Kemal'in dev boyutlu yapıtlarıyla yarışıyor ve belki onları aşıyor bile denilebilir. İnce Memed, yazarın yukarda söz ettiğim özelliklerinin, dil, doğa betimi, tip yaratma ve psikolojik ayrıntılara inme ustalıklarının, toplumsal bir sorunsalla kaynaştırıldığı büyük boyutlu bir yapıttır. Orta Direk ve öteki büyük boyutlu romanları için de buna benzer şeyler söyleyebiliriz. Buna karşılık, daha küçük boyutlu yapıtlar olan Teneke'de toplumsal sorun, Ağnı Dağı Efsanesi'nde üslup özellikleri ön plandadır. Yılanı Öldürseler'de ise, Yaşar Kemal üslubu ve dili, (sinema ya da bilinç akımı tekniği diye tanımlanabilecek yeni özelliklerle birlikte), canalıcı bir toplumsal sorunla, alabildiğine yoğun bir bileşime ulaşıyor. “Yılanı Öldürseler”in Yaşar Kemal için de, edebiyatımız için de yeni, çarpıcı, çok önemli bir yapıt oluşu buradadır; yazarı edebiyatımızda benzersiz kılan üslup, tip yaratma, psikolojik ayrıntılara inme ve doğa betimciliği ustalıklarının, herbiri ayrı ayrı irdelenmesi gereken yeni teknik katkılarla zenginleşerek, çok açık, net bir toplumsal sorunla ve bildiriyle kaynaştırılmış olmasında. 

Hasan uzun bir süre zorlamalara direniyor. Annesini öldürmek istemiyor. Bu düzyazı cümleleriyle de bir şey anlatmış olmuyorum. Hasan nasıl zorlanıyor? Yazarın ustalığı bunu anlatışında. Bir karabasan ortamı çiziliyor böylece. Düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir dünya. Öldürülen babası ak bir kefene bürünüp geliyor, birgün köpek kılığına, birgün kartal kılığına giriyor. Kertenkele kılığına girip melül melül bakıyor oğulunun yüzüne, dua eder gibi kaldırıp indiriyor başını. Yılan kılığına giriyor acısından. İntikamının alınmasını istiyor. Çünkü böyle söylüyorlar Hasan'a. Düşle gerçeğin, doğayla insanın, hayatla ölümün karıştığı bir feodal değerler dünyası çullanıyor üstüne Hasan'ın. Hasan'ın iç dünyasıyla dış dünya da karışıyor birbirine. Ona söylenenler nelerdir, Hasan'ın kendi kendi düşünceleri nelerdir, bunlar da birbirine karışıyor. Bir tek şey bellidir: Hasan'ın annesini öldürmek istemediği. Çünkü dünya güzelidir Esme, anaların en güzelidir, en iyisidir, tutkundur oğluna, oğlu da ona. Hasan tüfeğiyle kurda kuşa ateş ediyor. Babası kılığına girebilecek ne varsa. İçinin boğuntusundan dağlara vuruyor kendini. Ve burada, Toros'ların eşsiz güzellikte betimleri. Bir yazı ustasının halkına armağan edebileceği en güzel şey: Yurdunun doğasını ölümsüzleştirmesi. 
Sonunda Hasan öldürüyor anasını. Çünkü bu kez, Esme'nin önüne gelen erkekle düşüp kalktığını söylemişlerdir ona. Ve Hasan ergenlik çağına girmiştir artık. Ve tutkundur anasına. Roman buralarda biraz uzasa, “oidipus karmaşası”nı anlatan bir roman deyip rahatlayacağız. Hayır. Birkaç sayfa içinde olup bitiyor her şey: 

 “...Ne dersin buna Hasan.. Babanın kanı yerde kaldı, anan dünya güzeli, kimse ona kıyamıyor, kıyamasınlar. Ya sen, sen ne olacaksın, elin yüzüne nasıl bakacaksın şu dünyada? Herkes senin ananı... Sana orospu analı Hasan demezler mi ölünceye kadar. 

…...Birden bu konuşmalar kirp diye kesildi. Köy bir ıssızlığa büründü ki çıt yok. Hiç mi konuşmuyordu köylü ya da Hasan'a mı öyle geliyordu. 

…..Anasını görünce delicesine ürperiyor, titriyor, korkuyor, kendisinden geçiyor, ondan ayrılınca bomboş kalıyordu... Anası tandıra eğilip eğilip kalkıyordu. Hasan titriyordu, ürpermişti. Etleri çekiliyordu. Başı dönüyordu. Gözlerinin önündeki yalımların içindeydi anası... Birden elindeki tabanca ateş aldı. Bir çığlık koptu. Bir daha ateş aldı, bir daha... Anasının tandıra girmiş başındaki saçlar yanıyordu...”

Yılan, kazanıyor sonunda. Yılanı öldürseler, Hasan kurtulacaktı.

“Politika”, 4 Ekim 1976
Ataol Behramoğlu, Mekanik Gözyaşları, S.57-59, Cem Yayınevi, 1990

İzleyiciler