1 Kasım 2024 Cuma

Nataşa

1.
Nasıl ki
Bir ana ceylan
Vurulmuş yavrusuna
İçten yanıyorsa
Ve nasıl ki
Teksas'lı bir kız
Almanya'da öleni
İstanbul'da arıyorsa
İşte öylesine..
Beyaz yeleli
Bir atın sırtında
Gece demeden
Gündüz demeden
Durmadan dinlenmeden
Koşarak
Azgın denizlerdeki
Kudurmuş dalgalar gibi
Coşarak
Kokladığın her çiçeği
Yaprak yaprak
Bastığın her adım toprağı
Parmak parmak
Dolaşarak
Bir gün ben de seni aramaya çıkacağım Nataşa!
Seni kaybettiğim dünyada
Bulmak istemiyorum
Geçtiğim yollardaki bütün aynaları
Ters kapattım
O her köşe başında
Tüm insanlardan sakladığım
Hatıralardan
Birer yıldız yaptım
Ve onları
Bilmediğim bir dünyanın
Göklerine astım
Tut ki
Yirmialtıncı asırda
Merih'te
Yahut
Otuzsekizinci asırda
Uranus'ta
Yahut
Zaman adlı çizginin
Bir x noktasında
O her köşe başından
Çekip çıkardığım
Ellerimle göklerine
Pençe pençe
Yıldızlara astığım
Dünyadayız.
Orada
Ne meyhane tezgahlarında
Mumlar gibi yanıp tutuşunların
Gönül yarası
Ne yalın ayak başı kabak
Sokakta dilenenlerin
Ekmek davası
Ve ne de
Kana susamış insanların
Ölüm kavgası..
Her köşe başında bir çeşme
Her çeşmeden
Oluk oluk akan sular
Ve suların başında
Hep bir ağızdan
İpek bir yumak sarar gibi
Türkü söyleyen kızlar..
Ne Neron
Ne Sezar
Ne Hitler
Ne Mussolini
Ne Hiroşima
Na-ta-şa......
Dokuz gezegenin
Onuncusu
Kardeş kavgasının
En sonuncusu
Öylesine bir dünya ki bu
Ne İsa'nın oniki havarisi
Ne Muhammed'in dört halifesi
Çözemedi
Çözemedi
Bunun ne demek 
Olduğunu..

2.
Tüm ışıkları söndürdüler
Birer birer
Tüm çeşmelere
Kilit vurdular
Güneşi hapsettiler
Ve seni
Yıldızların karanlığında
Yaşamaya 
Tutsak ettiler.
Sen ki
Burjuva züppeleri nezdinde
Salonları süsleyen
Bir gül
Ve proleter sınıfından
Bir emekçisin
İstesen
Senin için
Sönen mumlar birer birer
Yanabilir
Kilit vurulmuş çeşmeler
Gürül gürül
Akabilir
Akvaryumlu meyhanelerde
Zümrüt yeşili gözlerine
Şiirler okunur
Ve Adalar'da
Türküler yakılır
Altın saçlarına
Ben 
Jandarma dipçiklerinin
Meydanlarında şaha kalktığı
Sokakları
Barut ve ölüm kokularının
Sardığı
Bir sonbahar akşamında
Üç kurşun sesiyle doğdum.
Senin için
Doktor-hastabakıcı
Ebe-hemşire
Yahut suyla ekmek
Ne ise
Benim için 
Sehpa ve ölüm
Barut ve ateş
Yahut kavga
O'dur
Ve kavgasız geçen günlerimin neşesi yoktur.
Yasamızda 
Akvaryumlu meyhanelerde
Zümrüt yeşili gözlerine
Türkü yakmak yok
Biz çoktan erittik
Yüreklerimizin çelik potasında
Sütun bacaklı kızların 
Gözbebeklerini
Yasamızda
Kilit vurulmuş
Yasak kapıları
Kırmak yok
Açmak var
Suları 
Gürül gürül
Akıtmak var
Ve tüm insanları
İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda
Kan
Barut
Ateş
Ölüm
Yok
Olmayacak
Özgürlük ve kardeşlik var.
Ve düşün ki
Seni
Yıldızların karanlığında
Yaşamaya tutsak ettiler
Ve sen
Siyahın ne kadar siyah
Beyazın ne kadar beyaz
Olduğunu
Görmeden öleceksin
Oysa ki ben
Güneş aydınlığını gördüm
Güneşin hapsedildiği yeri biliyorum.
Hazır ol
Ordu ordu
Bölük bölük
Teker teker
Geliyorum.
Bu
Ne benim sana 
Tepeden inme bir emrim
Ve ne de
Ayaklarına kapanıp ağladığım
Bir yalvarışımdır
Bu
Eğilmez başların
Bükülmez bileklerin
Yani tarihin
Durdurulmaz emridir.

Necati Siyahkan

Necati Siyahkan'ın Ardından...
Nataşa’nın yazarı kendi isteğiyle ayrıldı aramızdan
Yirmi yılı geçti. Necati Siyahkan bir akşamüstü kitapevine geldi. Tedirgindi. Çay, sigara muhabbetinden sonra anlatmaya başladı.
"Dost" dedi, "önüne gelen bizim şiiri okuyor ama, adımızı söyleyen yok. Geçenlerde yine öyle bir toplantıda mikrofonu eline geçiren bir delikanlı "Nataşa" şiirimi baştan sona gümbür gümbür okudu. Salon alkıştan inledi. "Yahu bu şiir kimin?" diye kimse merak edip sormadığı gibi, okuyan arkadaş da usulen ve nezaketen adımı bile söylemedi. Çocuk haklıydı belki, okuduğu şiiri kimin yazdığını bile bilmeyebilirdi. Buna benzer karşılaştığım olay beşi altıyı buldu. Şimdilik elden ele, dilden dile dolaşan bu şiirin altına yarın birisi imzasını atıp yayınlasa ben ne yapabilirim? Doğrusu ağrıma gidiyor artık.
“Peki ne yapmamı istersin Neco?” dedim.
“Acaba" diyorum bir kitap mı çıkarsak?”
“Olabilir” dedim, ”Ancak Nataşa’nın dışında yeteri kadar şiirin var mı?”
“Çıkar o kadar canım” dedi.
Nataşa adlı şiir kitabının oluşum serüveni böyle başladı.
Kapağını değerli karikatürcü dostumuz Nezih Danyal’ın çizdiği Nataşa, sonunda gün ışığına çıktı. Sanırım 1986 ya da 1987 yılıydı. Artık arkadaşımızın Nataşa şiirini kimse gürültüye getirip üstüne geçiremezdi.
***
Yüz seksen altı mısralık Nataşa şiiri, özellikle Necati’nin berrak ve gür sesinde etkili, hatta kışkırtıcı oluyordu. Nâzım’dan ve öbür toplumcu şairlerden epeyce esinlenen bu destan/şiirde Nataşa sözcüğü sadece bir kez geçiyordu. Bu şiirde emek, iyilik ve temizlikle eş tutulup yüceltilen Nataşa adı, ne gariptir, 1990’larda birtakım tatsız ve uygunsuz rolleri çağrıştıran bir imgeye dönüştürüldü ülkemizde.
Nataşa yetmişli yıllarda, özellikle Güneydoğulu gençlerin yoğun bulunduğu mahallerde bir vesile yaratıp düzenlenen gece ve gündüzlerde Necati Siyahkan’ın bu şiiri fişek gibi ses getiriyordu.
***
1959 yılının sonlarına doğru, elliye yakın aydın, ağır bir suçlamayla, İstanbul’dan ve Güneydoğu’dan derdest edilip İstanbul'da Harbiye Tutukevi’ne konuldu.
Dört beş yıl tutuklu/tutuksuz devam eden yargılamanın sonunda, sanıkların neredeyse hepsi yattıklarıyla kalır. Bunlardan ilerde milletvekili, bakan vb. olanlar vardır. Literatürde bu ünlü davanın adı, başlangıçtaki sayısından ötürü 49’lar diye geçer. Şairimiz Necati Siyahkan (Siverek 1938-Ankara 2007) henüz yirmi bir yaşında ve İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğrenci iken, o da 49’lardan biri olarak tutuklanıp yargılanır, sonunda beraat eder.
***
Fakülteyi bitirdikten sonra memleketi Siverek’e dönerek avukatlık yapmaya başlayan Necati Siyahkan, o sıralar Güneydoğu’ya açılan Türkiye İşçi Partisi’nin burada örgütlenmesinde ön ayak oldu. Daha sonra da ilçe başkanlığı görevini üstlendi.
Necati, yıllar sonra özel ve genel sorunlarından yoruldu. Ankara’ya geldi. Bir ara yolunu Akdeniz kıyısına düşürdü; bir arayış içindeydi. Sözü sohbeti kadar, sofra adabı da kendine yaraşır düzeydeydi. Son yıllarda zaman zaman aynı ya da komşu masalarda kadeh kaldırdık.
Burada olmayan dostlar için. Üstündekiler her zaman tiril tirildi. Zevkli olduğu kadar özenliydi de. En son Behice Boran’ın Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenen anma gecesinde birlikte olduk.
O geceden sonra Necati dostumla bir iki kez daha karşılaştığımı anımsadım şimdi. Yaşamdan, yaşamın tatlarından artık keyif almadığını hissediyordum ve bu bana hüzün veriyordu.

Bir gün, gazetede partili arkadaşlarının verdiği ilanı okuyunca, ne saklayayım, fazla şaşırmadım. Ama çok üzüldüm.
* Nataşa, Necati Siyahkan’ın Şiirleri, Fırat Yayınları, Ağustos 1990 (3. baskı), İstanbul.
* 49'lar Dosyası, Naci Kutlay, Fırat Yayınları, Kasım 1994 (1. baskı), İstanbul.

Remzi İnanç, Evrensel Gazetesi, 13 Mayıs 2007



Umutkaram

Uğultusu yayılıyor otların
Kırşehir önünden sisli ovaya
Birden bire duruyor rüzgar
Kuru bir öksūrük gibi Yozgat’da
umutkaram
Dalgalar kıyı arıyor
Anneler evlat
kelimeler derinlik
Genişleterek ufuklarını akıyorlar geceye
Yılkı atları
Erciyes sırtlarında usul usul tırmanıyor ay
Uzuyor gölgesi tankların
Yine Kaysı dallarında ürkek kuşlar
Olur olmaz yollar tutuluyor
Kimlik soruyorlar devlet adına
Anadolu nerde biter
nerde başlar Mezopotamya
Bingöl Karlıova arasında
Soğuk çeşme durağında
Bir ceylan geçiyor gölgesini ardına alarak
Kırgın ve yaralı
Peri suyunun öteki  yakasında
Dağlara basarak geçiyor bir baba
Elinde bir torba
Önünde yolunu kaybetmiş geyik sürüsü
Giderek büyüyor keder
Küçülüyor dünya
Esmer çocuğun kemikleri gömülüyor
Tam yedi yıl sonra
Erzurum da toprağa

Hilmi Nar


Şarkı

Yanımızdaki oda
sübyanlar koğuşudur.
Onlar şarkı söyler gün gece,
duyduğumuz şudur:
" İner camlara akşam.
Cılıgam!.. cılıgam!.."

Bu şarkı dolaşır dört duvarda.
Bu şarkı gezer parmaklıkları.
Bu şarkı nefestir onlarda.
Onun nöbetçiler de bilir
nasıl söylendiğini,
ve gitmiştir müdürün de kulağına kadar.
Piç Celal'in Şano'su,
onunla yemek yer,
onunla oynar.

Kirli, beyaz bir mendil gibi
parça parça akıyordu gün duvarlara.
Mavi gözleriyle bağıra bağıra
gitti aramızdan bir kişi
kurbanlık koyun gibi asılmağa.
Kaldık yüz yirmi üç adam.

Orada gene başladılar:
"İner camlara akşam.
Cılıgam!...Cılıgam!.."

A. Kadir (Abdulkadir Meriçboyu)


30 Ekim 2024 Çarşamba

Benim Şarkım Küçük

bu akşam nasıl da şarkılıydım
nasıl tekinsiz bir kıyıdaydım
nasıl duruyordum bir sağanakla
sağanak sonu arasında
nasıl susmuştum susmadan
konuşmadan nasıl konuşmuştum
kuşlar kalkıp konuyordu
susmamla konuşmam arasında
adını çoktan unutmuştum

boyunun en yaşlı ve en
kimsesiz yerinden başlamıştım
nasıl doğrulanmıştı dünya
nasıl doğrulanmıştı zaman
bir çocuk haykırınca
kimseler duymayınca
ben nasıl şarkılıydım
şarkımda bir ölü ha

nasıl susmuştum ki suskumda
bir kâğıt bir kalem
nasıl konuşmuştum

benim şarkım küçük
bir ölüyle doğrulandı bu akşam

Adnan Azar


Basit Bir Yalnızlık da Yeterdi

Basit bir kareli defter de yeterdi
Samatya istasyonunu anlatmak için
akşamı beklerken
beklerken parçalanmış umutları
biraz önce yağmur yağmış o istasyon
hüzün dağıtırken
uzaktan bakanlara bile
kıyı yolundan geçenlere
ve yolculara ki hüznün kendisidir
biraz şairdir akşama doğru
anlayışla bakar istasyon şefi
hafif gülümseyerek
ve aldırmaz bile
ve birden gün geçer
aldırmaz
tirenlerle yolcularla yüklerle
biletlerle pasolarla geçer gün
ve Egemen Berköz evine döner
Kupkuru yüreği hüzünden
hat boyu kırık dökük ev içlerinden akşama doğru
bir gün bir kadın çamaşır asarken memelerini görmüştür
bir gün don fanle bir adamı sabah sabah pilav yerken
bir gün her gün çocuklar görmüştür kirli ve arsız
bir gün her gün insanlar biletler istasyon memurları
ve bir gün Egemen Berköz evine döner
Sabah midesi bozuk
öğlen fasulya kılçıklı
bir parti satranç oynamış
iki metin yazmış
Pavese'den birkaç sayfa okumuş
birkaç çıplak kadın resmi bakmış
pencerede birkaç dal ağaç
ve birkaç ondört onbeşinci kat uzaklarda
rüzgârda perde uçuşmuş durmuş
sonra aklında kaktüsleri
sonra Ben Shahn'nın ve Amerika'nın insanları
sonra Töbder'in ve Türkiye'nin insanları
sonra çantasında bir ufak yeni
sonra elinde bir küçük kavun
sonra içinde kıpırdanan bir şeyler
Egemen Berköz evine döner
Tirenden inip istasyondan çıkıp
istavritlere kolyozlara bir göz atıp
tırmanır Mütesellim yokuşunu
tırmanır Ünal apartmanının merdivenlerini
düşünür ta beşinci kat onaltı numaranın kapısına kadar
düşünür basit bir kareli defter de yeterdi

basit bir kareli defter de.

Egemen Berköz


28 Ekim 2024 Pazartesi

Loriya'ya Çaresiz Bir Rica

Ne olur şiir yazmayalım artık Loriya
Mezar kazalım, tabut taşıyalım, ansiklopedi karıştıralım.
Kaybolan küpelerini arayalım güzel kızların
Olmazsa mülteci taşıyalım uzak kıyılara
Şiir yazmayalım.
Demin yaramaz bir düş ıslattım uykumda
Mürekkep lekesi aranıyorum öpmek için seni, yoktu
Bir ceylan yanımdan geçti -karda- iz bırakarak
Yün kazaklar ör bana Loriya
Uzun kışlardan edindiğimiz arsız bir rivayettir imge
Kırağı çalmış da unuttuğumuz hatıra.
Neyi istiyorum Loriya, biliyor musun?
Şiir yazmayalım.
Kefenin cebi yok diyenlere inanmıyorum
İnanmıyorum masal satıcılarına
Herkes dünyayla selfi çektiriyor kederleri boyunlarına asılı
Titreşime alınmış hüzünlüler geçiyor çarşılardan
Ömürler gökdelenlerden kısa.
Dilek ağaçlarına çaput bağlayalım Loriya
Ve dilek tutalım sınır boylarında teneffüse çıkan çocukları
İp atlayalım ayaklarımız dünyaya değmeden.
Çul olalım, pul olalım, kır olalım, sır olalım
Neyi istiyorum Loriya biliyor musun?
Şair olmayalım.

Sedat İpek
(Artık Sizinle Konuşabilirim, Şey Kitap, 1. basım, Ağustos 2024)


Susmalar Güzeli

geldin yine
"otlar gibi sararıyor insan" dedin,
sevilmeyince
"çok sevilince yanıyorlar" dedim
yüzüne gölgeler tünedi
sabah. kuşlarını toplayıp gitti sesinden
bir üzüm bağında şarap olmaktı hayalim
insan oldum, kimse sormadı bana, niye doğdum
geldin yine,
gözlerin ufukla birleşmiş bir isyan dizesi
belki nil'de kendini boğmaya yeltenen gamlı sayfa
ya da dağlardan apansız aşağıya koşan sel yeşili
toplayıp bütün kırgınlıkları, her yerin söz çiziği
geldin, yüzün ürkek bir gökyüzü, güldün
sen gülünce yoluna girdi sanki her şey
radyolar cızırdamadı, bebekler ağlamadı
anneler hiç yitirmedi evlatlarını
özlenen ölüler silkeleyip tozu toprağı
güle oynaya döndüler evlerine
boş kalmadı hiçbir koltuk
hiçbir yatak, hiçbir balkon
geldin yine
terliydi ellerin, utanırdın
hiç gidilmemiş sokaklar gibi
büküverirdin içine
severdim seni çözmeyi, susmalar güzelim
yağmur sıcağım, utangaç fırtınam
bir bilseydin içimdeki kederi
az severim sanmazdın hiçbir dönmeyeni
bana sorsalar,
bir yengecin, etini acıta acıta
denize bağıra çağıra
kırıp çıktığı kabuk olurdum
acı o kabukta, keder orda, hayat o sızlayan yuvada
sormadılar insan doğdum
geldin yine
tedirginsin, sevginin iki kere iki dört olduğunu kim öğretti sana
sağlam temelli evler, köklü ağaçlar, yeri belli yıldızlar
neyi ne zaman yapacağını ezberlermiş, salınıp duran kalabalık
her adımı bildik yığında, el ele tutuşan iki nokta
kırılıyorsun sana aşkın özgürlük olduğunu fısıldadıkça
geldin yine, korkuyorsun
rahatlayacaksın bir çerçeveye sığdırsan imgemizi
bulununca yıldız ışığını yitirir
bilinince sokak sihrini
görülünce önü sevdanın, yitirir hükmünü
bilmiyorsun, biliyorum
sorsalar üç nokta olurdum sonu belirsiz cümlede
sormadılar, insan oldum
geldin yine....

Özge Sönmez
(Kıyısı İnsan, Şey Kitap, 1. basım, Ağustos 2023)




Hırsız Hasan

Bir kere düşündü Hasan
İki kere düşündü Hasan
Sonra Develi'nin Künye köyünden kalktı
Kayısı ağaçlarının çiçek açtığı bir günde
Yolun üstüne dikildi

Yolun üstünde Hasan
Şehre doğru yürüyordu
Saati sordu kendi kendine
Cevap veremedi Hasan

Meselâ beş olmalıydı saat
Saat beş olunca
Sabahın uyanma vaktiydi
Sabahın uyanma vaktinde
Yaşama elle tutulur gibiydi
Eh dedi Hasan
Demek elimi uzatsam
Yaşamak
Bizim  sarı öküz gibi geliverecek

Elini uzattı Hasan
Yaşamak biraz öteye gitti
Biraz daha biraz daha
Derken
Yaşamak şehre indi
Durur muydu ya Hasan
O da şehre girdi
Yaşamak bir şehrin kapısını çaldı
Kapı açıldı
Hasan da kapıyı çaldı
Kapı duvar kesildi
Yaşamak yaşamak diye bağırdı Hasan
Yirmisinde bir kadın pencereden baktı
Yaşamak nerde dedi Hasan
Kadın dudağını büktü

Bir düşündü Hasan,
İki düşündü Hasan,
Sonra kalktı kahveye gitti
Akşama kadar kâğıt oynadı
Sabahın uyuma vakti geldi
Ortalık karardı
Ortalık kararınca
Hasan o eve gitti
Yaşamak dedi yavaşça
Yaşamak
Sesi açıkta kaldı Hasan'ın
Üşüdü
Hasan sesini aldı boşluktan
Hohladı ısıttı
Sonra koynuna koydu
Usulca duvara tırmandı
Damın kapısını açtı

Üçüncü kat
İkinci kat
Birinci kat derken
Yaşamanın olduğu yere vardı
Elini uzattı Hasan
Yaşamak biraz öteye gitti
Biraz daha biraz daha derken
Ayağı bir halıya takıldı
Ondan sonrasını bilmiyor Hasan
Vurdular eline kelepçeyi
Candarmalarda insaf ne gezer
Koydular Hasan'ı mapusaneye
Hasan dışarı baktı
Yaşamak duvarın dibindeydi
Elini uzattı Hasan
Yaşamak biraz öteye gitti

Nevzat Üstün (1924 - 8 Kasım 1979)


27 Ekim 2024 Pazar

Hayat Gül Kokulu Bir Sağanak Yine

gözlerimin önünde ıslak dağların kabaran yalnızlığı
ne varsa uçurumlar eşiğinde
hüzünlerle yalpalayan ne varsa
gözlerimin önünde

ve hayat gül kokulu bir sağanak yine
birşeyler anlatmak istiyor hayat
ve alıp götürmek bir şeyleri kurt sofralarına
gün batıyor
gün batıyor bukağısı paslı bir sevinç oluyor yalnızlığım

unutuyorum sevgilim suretini
durgunluğun “niçin”di unutuyorum

gün batıyor ürkek yıldızlar dolanıyor yalnızlığıma
umurumda değil ne yağmur ne ayaz
ne de kerpiç kokusu havada
unutuyorum/sabaha/kadar/ gün batıyor
sonra bir akasyayı okşuyor gözlerim
geciken sabahlara koşuyor kuşlar
gözlerimin önünde
ve hayat gül kokulu bir sağanak yine

Yılmaz Odabaşı

Resim: Ercan Paya, Suluboya Çalışma


25 Ekim 2024 Cuma

James Baldwin: ABD'li yazarın Türkiye'deki 10 yılının hikâyesi

ABD'de ırkçılık karşıtı mücadelenin sembol isimlerinden yazar James Baldwin, 1961-1971 arası uzun süre İstanbul'da yaşadı, kitap ve oyunlarından oluşan 6 eserini Türkiye'de yazdı.

Baldwin'in İstanbul yıllarına ait fotoğraflar arasında, Engin Cezzar ve Gülriz Sururi ile bir arada olduğu bir kare öne çıkıyor.

Bu fotoğraf, 1970 yılının Mart ayında, Afrika kökenli Amerikalılara yönelik bir dergi olan Ebony'de yayınlandı.

Dergi için İstanbul'da Baldwin'in yaşamını izleyen gazeteci Charles Edelsen, Galata Köprüsü üzerinde, Amerikalı yazarın ve kentteki "en iyi arkadaşlarının" fotoğrafını çekti.

"Galata Köprüsü'ndeki fotoğrafa baktığımızda; Engin Cezzar, Gülriz Sururi ile el ele yürüyen Baldwin'in kurmak istediği koalisyonu görüyoruz. Bu fotoğraf, ırksal farklılıkların yanında, ulusal ve uluslararası farklılıkları ortadan kaldırmak için çaba göstermek gerektiğinin mükemmel bir göstergesi."

Magdalena Zaborowska, "James Baldwin: Türkiye'de 10 Yıl" adlı kitabında Baldwin'in Türkiye yıllarını kaleme aldı.

'En üretken yıllarıydı'

Zaborowska, Baldwin'in Türkiye'de geçirdiği yılları öğrenmesi sonrası bu konuda kaynak aramaya başladığını ama bulamaması karşısında afalladığını anlatıyor:

"Üstelik en üretken olduğu 60'lı yıllarda, 10 yıla yakın süreyi Türkiye'de geçirmişti."

Baldwin 1961 yılında, New York yıllarından tanıdığı tiyatro oyuncusu Engin Cezzar'ın daveti üzerine İstanbul'a geldi. Gülriz Sururi ile Cezzar henüz evlenmişti ve evlerinde bir parti veriyorlardı.

Sonrasını Gülriz Sururi, anılarını yazdığı kitabında o geceyi ve sonrasını anlatıyor:

"Engin'in Amerika'dan en yakın arkadaşı ünlü yazar James Baldwin davetimize biraz geç olarak yetişiyor. Ama bu ilk Türkiye'ye gelişinde ünlü değil pek o kadar ve cebinde de beş parası yok. Bir davet veriyoruz evde, evliliğimizi kutluyoruz.

"İlk görüşte çok çirkin bulduğum Jimmy'ye alışınca onu gü­zel bile buluyorum. İçinin güzelliği dışına vuran insanlardan. Ta­nıdığım, dost olduğum ilk zenci. Engin'in Actor's Studio'dan ar­kadaşı. Orada Jimmy'nin bir oyununda oynamış Engin ve öyle baş­lamış dostlukları.

"Her zaman çok içki içiyordu. En sonunda ona içki dayandıramayınca Aliye Berger'in reçetesi ile sarı votka yapmaya başlamıştım."

'İstanbul onun için güvenli bir limandı'

"James Baldwin: Türkiye'de 10 Yıl" kitabının yazarı Magdalena Zaborowska, ünlü yazarın İstanbul'da bulduğu huzurlu yazım ortamı ile yeniden üretmeye başlayabildiğini söylüyor:

"İstanbul onun için güvenli bir limandı. Açlığını çektiği huzurlu bir yazın atmosferi sağladı. Another Country kitabını düşünün. 10 yıl boyunca kitap müsvedde olarak durmuştu. Kafasını bir türlü toplayamadığından bahsediyordu mektuplarında kitapla ilgili olarak. Ama Türkiye'ye ulaşmasından birkaç ay sonra kitabı bitirebildi. Çünkü yeni bir ortamdaydı, insanlar onu seviyorlardı ve yardım ediyorlardı. Burası bir yazar olarak güçlerini yeniden keşfettiği bir sığınak oldu onun için. Evet Türkiye onun için bir sürgündü ama her şeyden çok yazarlık anlamında çok üretken bir duraktı. Aynı zamanda buradaki kültürden de çok beslendi."

"İstanbul'da hem cinsler arasındaki ilişkiler çok farklıydı. Erkekler el ele dolaşıyordu ki bu o dönemki "Mesafeni koru" diyen Amerikan homofobik kültürü için görülmemiş bir şeydi. Kültürel olarak bu kadar farklı bir yerde olması ,benim görüşüme, göre onu özgürleştirdi.

Baldwin 1963 yılında BBC'ye verdiği bir röportajda, Amerika'dan uzaklaşmasının "hayatında verdiği en doğru karar" olduğunu söylüyordu. Artık toplum tarafından düşmanlaştırılmadığını, ölüm tehlikesi yaşamadığını, içindeki acıları kusabildiğini anlatıyordu.

Bu yıllarda ABD'de sivil haklar hareketi için mücadele eden birçok Afrikalı-Amerikalı suikast sonucu öldürülmüştü.

Prof. Dr. Zaborowska, Baldwin'in "beyazların üstünlüğü kavramını bu denli açıklıkla yargılaması karşısında" kendisine öfke duyulduğunu söylüyor:

"Baldwin ailesel bağlar söz konusu olduğunda, ABD'de insanların kökenlerinin ne kadar karışık olduğunun altını çizer. Köle kadınların tecavüze uğramasından, çocukların satılıp alınmasına kadar birçok kişinin kabul etmek istemediği ailevi bağları bulunuyor. Çünkü hakim konumda olan beyaz maskülen sınıf, bu amaçla oluşturuldu. Kölelik bu amaçla vardı, Amerikan yerlilerinin soykırımı bu hiyerarşiyi oluşturmak için yapıldı. Beyaz erkek üstünlüğünün yayılması için kalan her şeyin ikincil olması gerekiyordu. Düşündüğünüz zaman Amerika'da son 4 yılda olan da buydu; ülke sekiz yıl Barack Obama iktidarından sonra adeta Donald Trump'ı kustu.

Magdalena Zaborowska, Baldwin'in umudunu kaybedip kaybetmediği sorusuna, "Hayır" yanıtını veriyor. Buna gerekçe olarak da "eli artık kalkmayıncaya kadar yazmasını" gösteriyor.

James Baldwin, Amerika'da o dönem homofobi ve ırkçılıktan kaçarak geldiği Türkiye'de altı eser kaleme aldı.

Zaborowska, "Bu dönemde ürettiği eserlerin, hem burada hem de Fransa'daki arkadaşlıklarından beslendiğini düşünüyorum. Özelikle de Türkiye'deki özgürlüğünün, tam bir insan olabilmenin ne demek olduğunu yeniden değerlendirmesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum." değerlendirmesini yapıyor.

Baldwin, 1987 yılında Fransa'da hayatını kaybetti. Öldüğünde, 63 yaşındaydı.

Efe Öç, 18 Eylül 2020

24 Ekim 2024 Perşembe

Yengeç Uçamaz

Yükseldi doğan göğe
Etrafında birkaç yengeçle.
Toz dumana karışınca
Bıraktı yengeçler kendilerini aşağıya,
Yürekte korkuyla ve yakınmayla.
Dönerek yalpalaya yalpalaya
Bu ahmak yengeçler
Bir bataklığa düştüler.
Kıskanıp haset ettiler
O güçlü doğana,
Tükürmek için ona
Kaldırdılar başlarını.
Doğan yücelerde uçardı,
Geri döndü tükürükleri kendilerine.
Sonra bu beceriksiz yengeçler
Aslanın yanına gittiler.
“Ey yüce aslan” dediler
“Doğanı şikayete geldik sana.
Sensin karaların ve suların şahı
Ama senden önce almış o bu şanı.
Her yere ulaşabiliyor o doğan.
Sen neden uçmuyorsun ki”
O bunamış yaşlı aslan sordu:
“Deyin: var mıdır bunun bir önlemi? ”
Yengeçler dedi ki: “Dağlara çıkalım
Biz de güçlü olalım”
Çıktılar yassı kayalara ve doruklara.
Vardılar doğan kuşunun yuvasına.
Aslan dedi ki: “ey sivri kuyruklu doğan
Nasıl uçarım ben? ”
Doğan dedi ki: “Efendim, üç taklayla
Bırakacaksınız kendinizi aşağı.
Ardınızda duran bu yengeçleri de
Geçirin pençelerinize,
Aşağıya indiğinizde
Tarumar olmayasınız.
O kafasız yengeçler
Başladılar ağlamaya:
”Uçamayız bizler,”
Koca kafalı yaşlı aslan
Dedi ki: “niçin ağlaşırsınız?
Bu yassı kayalar ve taşlar nedir ki
Hemencecik ineriz aşağıya”.
“Adam gibi tutunun” diyen aslanın
pençelerine düştü yengeçler.
Yaralı ve dertli gönülleriyle
Yukardan düştüler boşluğa.
Çark gibi dönerek sonra,
Düştüler yere, oldular mevta.
Leş yiyen kuşlar yedi cesetlerini,
Gagalarıyla çullandılar üzerlerine.
Bu zavallı yengeçler
Doğan olabilir mi hiç?
İçerler halkın kanını,
Ölüme giderken sürüklerler yanlarında aslanları.
Ey kara yürekli kıskanç
Doğan kuşunun gücü ve yüreği yoksa sende,
Alnın açık olamaz senin,
O cılız ve kör gönülle
Çıkamazsın yücelere.
Ey kötü yürekli! Tükürmeye çalışırsan doğana
Döner tükürüğün sana,
Düşer gözünün çatısına.
Budur Cegerxwîn’in doğru sözleri
Demeyin olmuş bu adam deli.

Cegerxwin (1903, Batman - 22 Ekim 1984, Stockholm)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy


22 Ekim 2024 Salı

Anaforun Tarihi

I.

İlkin her şeye çocuklar
rüzgârı taşlamakla başladılar
sonra
kardan adama âşık oldular
sıcak
aşkı tavlayan ve tohumlayandı
tohumları karıştıran deli rüzgâr

II.

Hayatın beş mevsimi olsaydı
buzları kırmakla bitmezdi her şey
ama deriyi yüzmekle biterdi
insan yalnızca deriden olsaydı

III.

bu bir gizdi, önce Nesimî bildi
karşı koyanlarsa tırtıllardı.

IV.

Bir tırtıl
kuyruğuna dokun yürür
antenine dokun yön değiştirir
Kuzgundur bazen, herkes her zaman
karatavuk değildir.

V.

Ben kendimi başkaldırıp kazanırsam benimdir
Buysa kül rengi bir ırmakta sûretini aramaktır.

VI.

Arayış süvarisini soran bir yağız attır.

VII.

İnsan yoğunlaşır huyunun akışına,
Nergis duru durgun su arar.

VIII.

Her aşk bir öncekinin tamamlanmış resmidir
bir sonrakinin parçalanmış tablosu
Mabedimsin, mabudumsun, putumsun
putların taşlanmaya yakın ismidir.

IX.

Anaforun tarihi öyle yazar/ki insan
attığı taşlardan yeni put yapar
Her cennet kovulmak kapısıyla kapanır/ve insan
yeni bir cennet arayan tek hayvandır.

Mahmut Temizyürek, İz ve Rüya, Öteki Yayınevi, S.7-9


İzleyiciler